25 Ocak 2024

,

Fiyasko ya da Aç Tavuk: Değirmen, Buğday, Un


KESK “olağan” kongresi, 19-20-21 Ocak’ta Ankara’da tamamlandı. Yeni yönetim ve kongrede öne çıkan başlıklar tartışmaya açıktır.

Öncelikle yeni yönetim oluşturulurken, iki yöneticinin Eğitim-Sen genel merkezinden değil, şubelerinin yönetiminden geldiği görülüyor. Özellikle iki yıl önce İstanbul’da 180 üye kaybederek bir önceki yıla göre düşüşe geçen tek sendika, Eğitim-Sen oldu, fakat bunun ne bir özeleştirisi verildi ne de bu konu hakkında bir açıklama yapıldı.

Şahıslardan bağımsız olarak yönetici konumu esas alınıp tartışma yürütülecek olursa, ki öyle olmalı, ilgili yöneticilerin bağlı olduğu şubede hangi sendikal politikayı hayata geçirip iş yerleriyle bağ kurduğu sorgulanabilir. Eğitim-Sen genel merkez seçiminde aday olmayıp KESK’e geçmek de bir geleneğe dönüştüğünden KESK’e 3+3 yıl süresine doldurduklarında Eğitim-Sen genel merkezine geçiş yapabilirler. Böylece 12 yıl “profesyonel” sendikacılık yaparak iş yerlerinden kopuk şekilde emekli olmak mümkün.

Şu an Eğitim-Sen’de altı yılını dolduran bir yönetici KESK yönetimine geçti, daha önce de benzer durumlar yaşandı. Teknik yönden KESK’in geldiği durum bu.

Sendikalarımızı, genel oy hakkını yerellerde uygulamayan ve ısrarla bunu görmezden gelen sendikal anlayışların kurduğu ittifak “yönetiyor”. Kendi içinde demokrat olmayanlar, KESK’i demokratik mücadelenin önemli merkezi sayıyorlar.

Eğitim-Sen üyelerinde hem genel merkez hem de konfederasyon kongreleri için herhangi bir heyecan ve gündem oluşmadı. Ne şubelerde kongrelere dair talepler tartışılıp öne çıkan başlıklar talep olarak sunuldu ne de buna yönelik iş yeri ziyaretleri gerçekleştirildi. Online sendikacılık yapıldığı hâlde buna yönelik basit bir Google form anketi bile düzenlenmedi. Üyede heyecan yok çünkü umut ve güven yok. Bunun temel nedeni, güveni ve umudu aşılayacak olan sınıf bilinci ve kültürüyle sendikacılık yapılmaması.

KESK kongresinde hemen her başlık konuşuluyor. Neredeyse bir parti kongresinde bu kadar çok konunun gündeme getirildiği görülmemiştir. Her şey sadece bir şeyleri söylemekten ibaret, günlük yaşamda söylemin pratikle somutlaştırılması yok denilebilir.

Uluslararası ilişkiler başlığında Filistin halkının “amasız fakatsız” yanında olunması gerektiği söyleniyor. Söylemekle bir şey kaybedilmiyor, sadece kaydediliyor. Konuşmakla dünya değişmiyor. Filistin halkının yanında olan KESK’i 7 Ekim’den beri sokakta ve eylem alanlarında görmedik. Buna yönelik bir yürüyüş, konsolosluk önü açıklama, boykot çağrısı, gazete ilanı, açık mektup, yardım gönderme talebi ve daha yapılabilecek birçok şey yapılmadı.

KESK, askeri paktların gitgide genişlediğini iddia ediyor. Doğru, genişliyor. Bu iddiasını da Ukrayna’nın askeri pakta alınacak olması üzerine Rusya’nın işgali başlatmasıyla askeri pakta yeni ülkeler katılıyor ve bunu da “bir ironi” diyerek açıklıyor. O tam olarak ironi değil, tarihsel materyalizmin ilkelerini ve emperyalizm kavramını manipüle etmek demek. Şöyle düşünelim, işçiler greve çıkıyor fakat zor aygıtlarıyla karşılaşıyor. Sonra da zor aygıtlarının greve müdahale etmesine yönelik bir yasa kabul ediliyor ve hak arama mücadelesine yönelik şiddet yasal hale geliyor. Şimdi ne demeliyiz? İşçiler greve çıkmasaydı bu yasa da gelmeyecekti mi demeliyiz? Bu “ironi” mi oluyor?

“Aksa Tufanı başlamasaydı 11 bin çocuk katledilmeyecekti zaten siyonistlerin hedefi soykırımdı, bak o da gerçekleşti, bu da ironidir” mi demeliyiz? Bırakınız yapsınlar, geçsinler, ezsinler, sömürsünler yıksınlar anlayışını KESK tarihin yasası olarak algılatmayı hedefliyor. Bu anlayış Filistin’e de öyle bakıyor, ihraç edildiği için direnen üyesine de. Daha başka örnekler verirsek liberal anlayış daha da zararlı çıkar.

İran’daki toplumsal olaylarda sınıf dinamiğinin etkili olduğunu söylüyor fakat sadece oradaki slogandan dolayı İran’ı sahipleniyor. Filistinli kadınlar yaşam biçiminden dolayı Hamas’a karşı çıkan gösteriler düzenleseydi onlara ilk sahip çıkacak olan da KESK olurdu. Niyet okumuyoruz, verili gerçeklik esas alındığında Taliban başa geçince Afganistan akıllarına geldi, sonra da unutuldu. Şu an öyle bir gündemi yok KESK’in.

Emperyalizme ve askeri paktlara karşı olduğunu söyleyen KESK, Suriye’nin kuzeyine sahip çıkıyor fakat bu bölgedeki emperyalistlere ve onların kurduğu radar üstlerine dair tek sözcük sarf etmiyor. Ekoloji mücadelesi verdiğini söylüyor, “Akbelen” diyor fakat radar üslerini ekolojik tahribat olarak da görmüyor.

Barınma sorunu hakkında konuşuyor fakat KESK’e bağlı sendikalarda bu soruna yönelik ne bir komisyon kuruluyor ne de kiracı haklarını savunacak avukatlarla geçici süreli sözleşme imzalıyor. TMMOB ve DİSK ile birlikte sorunun çözümüne yönelik geliştirilen bir mücadele hattı bile yok. Ev kiraları bir asgari ücret tutarına ulaşmışken söylemde bile olsa hiçbir çözüm getirmiyor.

Salgın döneminde eşitsizliğin arttığını, aşıya ulaşmada da eşitsizlik yaşandığını, yoksulluğun derinleştiğini söylüyor fakat eve kapanmanın tek çözüm olarak sunulup balkonda 1 Mayıs kutlamayı sendikacılık sayan anlayış, doğrudan salgın döneminde bankaların yüzde sekiz yüz kâr yapmasına katkı sağlıyor. Aynı şekilde, TTB’ye kayyum atanmasına tepki gösteriyor fakat TTB salgın döneminde zaten kendine kayyum atamıştı. TTB üyelerinin özgür iradesiyle seçilen yönetime kayyum atanması anti demokratik bulunuyorsa o zaman siz neden aynı şekilde seçilmiş sendika şubesine kayyum atadınız? Doğru ya, değirmen sizin, buğday sizin, un sizindi değil mi? Aç tavuk hikâyesi de var, kendini buğday ambarında zanneden.

Şu an Almanya’da aşı tazminatları verilirken KESK de TTB de başka bir türküyü söylüyor. İnsanların günlük kazançla ayakta kalmaya çalıştığı ülkemizde temel ihtiyaçların karşılanmayacağını bildiği halde eve kapanmayı savunanlar, maaşlarının yatacağını bilmenin güvencesiyle hareket etti, evlerine paket siparişler verdi, kargosunu ve yemeğini kapıya bıraktırarak başta o karşılaşmak istemediği işçiyi yok saydı. Trendyol işçilerinin direnişini sahiplenmeleri sadece bir söylemden ibaret.

“Başta Kürt sorunu olmak üzere” diye söylem geliştirilen başlıkta güvenlik harcamalarının derin bir ekonomik krize neden olduğu iddia ediliyor. Bu da ekonomi-politiğe liberal bakışın sonucu. Güvenlik harcamaları gerçekleşmese ülkede sınıfsız sömürüsüz bir düzen mi oluşacaktı? Mesela çözüm sürecinde Soma gerçekleşmedi mi? Gezi gerçekleşmedi mi? Çedes ve Mesem’in hazırlığı olan 4+4+4 gerçekleşmedi mi? Çocuklarını fön makinesiyle ısıtmaya çalışan bir ana, başka bir odaya geçip intihar etmedi mi? Uyuşturucu çeteleri, onlara karşı çıkan gençleri katletmedi mi? Ataması yapılmadığı için intihar etmedi mi öğretmenler? TÜSİAD’da halay çekmedi mi radikal demokratlar?

KESK kongresinde emekçilere dair hiçbir gelişme yaşanmadı. Radikal demokrat partiler ve onların ardına takılanlar kongreyi selamladı, konuşmalar yapıldı, yüce söylemler geliştirildi; ihraç edilen üyelerin durumu görüşülmedi, barınma sorununa dair nasıl bir mücadele hattının hayata geçirileceği belirlenmedi, kamudaki güvencesizleşmeye dair mücadele takvimi belirlenmedi ama her şey konuşuldu.

Akvaryumdaki balık gibi turun yarısı tamamlanınca baştan aynı yol takip edildi, ediliyor. Geçmişin mirası da tüketildi. STK’cılığa devam sözü verilerek egemenlere, burjuvaziye, emperyalizme güven verildi.

Değirmenin elinde olduğunu sananlar buğdaya sahip değil, o yüzden havanda dövebilirler ama son sözü yine emekçiler söyleyecek çünkü değirmensiz de buğdaydan un çıkarılacak yolu emekçiler bulur. İmkân dâhilinde ve gündemde olmayana hazır olan sadece işçi ve emekçilerdir, sınıfsız sömürüsüz düzen de yine bizim ellerimizde size rağmen.

S. Adalı
25 Ocak 2024

0 Yorum: