Anarşistlerin Kahramanı Murray Bookchin
İsrail’in Sömürgeciliğini ve
İşlediği Savaş Suçlarını Aklayan Bir Siyonisttir
Murray
Bookchin, anarşist cemaati için aziz gibi bir şey. Sosyal ekoloji, özgürlükçü
belediyecilik ve komünalizm olarak kavramsallaştırdığı fikirleri, kendisini
solcu olarak tanımlayan çok sayıda insan üzerinde kalıcı etki yaratmıştır.
Murray Bookchin, Occupy Wall Street ve küreselleşme karşıtı hareketlerin arkasındaki
ilham verici önemli bir ideolojik figür olarak kabul edilmektedir.
Bookchin,
Abdullah Öcalan’ın onun fikirlerini benimsemesinin ardından, Kürt çevrelerinde
önemli bir nüfuz kazandı. Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) hapisteki önderi
Öcalan, “demokratik konfederalizm” görüşünü desteklemek için Bookchin’in kavram
setinden faydalandı. Daha sonra Öcalan’ın takipçileri, ABD ordusunun desteğiyle
demokratik konfederalizmi Suriye kuzeydoğusunda pratiğe dökmeye çalıştılar.
Bununla
beraber, çok da dillendirilmeyen bir şey var ki, o da, Bookchin’in birçok
anarşist ve liberter sosyalist gibi emperyalizm karşısında hoşgörülü bir
mahcubiyet içinde olmasıdır.
Net
bir ifadeye başvurmak gerekirse, Bookchin, İsrail’in insanlığa karşı işlediği
suçları rasyonalize eden ve hatta alenen aklayan bir Siyonistti. Ayrıca,
Küresel Güney’deki sömürge sonrası bağımsız hükümetleri sık sık
şeytanlaştırarak, ABD’nin rejim değişikliği için hedef aldığı ülkeler
hakkındaki emperyalist propagandayı ve şovenist mitleri yineledi.
1986’da
Bookchin, liberal Siyonist görüşleri savunan ve günümüzün neo-muhafazakâr New
York Times gazetesindeki köşe yazarlarının söylemini andıran bir yazı yayımladı.
Aşağıda tamamı yer alan makale, Hasbara tezlerini analiz etmeden tekrarlıyor,
toprağın yerlisi olan Filistinlilerin yerlerinden edilmesine değinmeden, barış
çabalarının başarısızlığını komşu Arap ülkelerine ve Arap irredantistlere (ilhakçılara)
bağlıyor.
Makalesinde,
Araplara karşı önyargılı bir bakış açısını ortaya koyan Bookchin, onları
doğuştan otoriter, kana susamış ve antisemitik eğilimleri olan kişiler olarak
tasvir ediyor. Anti-komünist solun kahramanı, bağımsız Arap uluslarını
Ortadoğu’daki gerçek emperyalistler olarak tasvir ederken, onları Latin
Amerika’nın ABD destekli sağcı askeri cuntalarına benzetiyor.
Ondaki
bu Küresel Güney’e yönelik şovenist bakış açısı, Bookchin’in kapitalist
sistemin neden olduğu şiddeti durdurmak için önerdiği çözümlerin nihayetinde
Burlington, Vermont’ta beyazların çoğunlukta olduğu bir mahalleye taşınmasına
ve orta-sınıf anarşist ortaklarıyla topluluk konseyleri kurmasına nasıl evrildiğini
açıklayabilir. Bu arada Boochin’in hükümeti de, kendisinin “otoriter’’ olarak
eleştirdiği çok sayıda Üçüncü Dünya sosyalisti ve komünisti de dâhil olmak
üzere dünya çapındaki yoksulları bombalıyor, onlara işkence ediyordu.
ABD
Emperyalizminin Desteğine Nail Olan Anarşistler
Murray
Bookchin’in İsrail sömürgeciliğine verdiği açık destek ve anti-Siyonist
solculara yönelttiği sert eleştiriler, ABD emperyalizminin destekçilerini
ilericiliğin gerçek savunucuları olarak göstermeye dünden razı Batılı
özgürlükçü sol kesim tarafından sessizce halı altına süpürülmüştür.
Bookchin’in
ünü, 2011 yılında Suriye’de uluslararası vekâlet çatışmasının başlamasıyla
birlikte daha önce görülmemiş seviyelere yükseldi. PKK ile bağlantılı olan ve
Bookchin’in ideolojisinden büyük ölçüde etkilenen Kürt liderliğindeki milis
gücü YPG, Halk Koruma Birlikleri, ABD imparatorluğundan büyük destek aldı.
YPG’nin
adı, 2015 yılında Pentagon’un direktifi üzerine Suriye Demokratik Güçleri
olarak değiştirildi.[1] Sonuç olarak SDG, Suriye’nin kuzeydoğusunda bir
düzineden fazla ABD askeri üssünün kurulmasına müsaade etti.
SDG’nin
sözcüsü, 2017 yılında Washington’ın askeri varlığını sürdürmedeki stratejik
çıkarını gerekçe göstererek, Amerikan askerlerinin “on yıllar boyunca”[2]
bölgede kalmaya devam edeceğini vurguladı.
SDG’nin
çıkarları gerçekten de stratejikti: ABD işgali altındaki bölge, Suriye’nin
petrol rezervlerinin çoğuna sahipti[3], aynı zamanda ülkenin ekmek kapısı
olarak hizmet veriyordu.
Bookchin’in
anarşist ideolojisini gururla takip eden ve ABD’den destek alan Kürt
milliyetçileri, Washington’ın taleplerine boyun eğip Suriye’nin tahıl üretimini
koz olarak kullanıyor[4], Şam ile buğday ticareti yapmayı ise reddediyorlar.[5]
Bölgedeki stratejik çıkarlarını ekonomi-politik bir araca dönüştürmüş haldeler.
ABD
kontrolü altındaki Suriye topraklarının yaklaşık yüzde otuzunu oluşturan bu
bölge, ABD destekli Kürt milliyetçileri tarafından özerk bir bölge olarak
nitelendiriliyor. Rojava adını verdikleri bu yer, etnik ve dini çeşitliliğiyle,
Kürtleri, Ermenileri, Türkmenleri ve Araplarla beraber melez halkları
bünyesinde barındırıyor.
Rojava,
paradoksal ve ironik bir şekilde, ABD’nin garantörlüğünü yaptığı kapitalist
emperyalist sisteme meydan okumaya cüret eden en ufak sosyalizm denemelerine
karşı bile uzun zamandır propaganda ile cevap veren ve yok edici savaşları
rasyonalize eden tekelci medya dinamikleri tarafından, eşitlikçi bir toplum,
ütopik bir sosyal deneymiş gibi pazarlandı.
Batı
solunun bazı kesimleri, Suriye’deki Kürt grupları fetişize ederken bir tür
oryantalist hayranlık sergileyerek onları idolleştirdi. Şaşırtıcı bir şekilde,
genellikle sosyalist sola karşı güçlü bir önyargıya sahip olan ana akım
gazeteciler bile sürekli olarak YPG’yi ve onun kadın kanadı YPJ’yi romantize
eden haberler yaptılar. Bu haberlerde, YPG’nin inanılmaz cesareti, aydınlığı,
ilericiliği, demokrasiye bağlılığı ve feminizmi vurgulanıyordu. İlginçtir ki,
bu övgüler, söz konusu Kürt güçlerinin ABD ile ittifak kurarak Amerikan birliklerinin
Suriye’nin egemenlik alanının önemli bir bölümünü işgal etmesine izin verdiği
döneme denk geliyor. Bu noktada, Suriye ordusunda ve müttefik milislerde[6] savaşan
kadınların[7] da olduğunu belirtmek, bu kadınların aşağılayıcı bir şekilde “Beşşar
Esad’ın kadın savaşçıları”[8] olarak tanımlandığını, Suriye Devlet Başkanı’nın
kişisel mallarıymış gibi gösterildiğini söylemek gerekiyor.
Yazar
David Mizner’a göre, küresel sola karşı enformasyon savaşı yürütmek suretiyle,
ABD hükümetinin propaganda sözcülüğünü üstlenen ve CIA yalanları ile bilgi
kirliliğinin bir aracı olan Voice of America, Washington’ın Suriye’deki
Kürt müttefiklerine verdiği ilhamlardan ötürü Vermontlu bu anarşistin sırtını
sıvazlıyor.
Noam
Chomsky ve David Graeber gibi anarşizmin önemli isimlerinin devlerin, 2018
yılında New York Review of Books’ta ABD imparatorluğuna “SDG’ye askeri
desteği sürdürme’’ çağrısında bulunan açık mektuba imza atmaları[9], sözde
“özgürlükçü sosyalistlerin” emperyalizme, emperyalistlerin de “özgürlükçü
sosyalizme” yönelik zaaflarıyla açıklanabilir.
Chomsky
ve Graeber’in yanı sıra askeri müdahale yanlısı mektubu imzalayanlar arasında
ünlü akademisyen Marksist entelektüel David Harvey, Irak Savaşı destekçisi
Siyonist Michael Walzer[10] ve hatta liberal feminist aydın, eski CIA ajanı
Gloria Steinem[11] ile beraber Bookchin’in yaşamını Rojava’ya adamış olan kızı
Debbie Bookchin de vardı.
Murray
Bookchin’in Siyonist Makalesi ve Arapları Canavar Olarak Gösterme Girişimi
Kendisini
“özgürlükçü sosyalist” olarak pazarlayan, anti-komünistliğiyle tanınan ve
ideolojisiyle ABD emperyalizmine açıkça destek veren bir örgütü etkileyen bu
Amerikalı anarşistin daha önce Siyonizmi ve Ortadoğu’daki emperyalist
ajandaları desteklemiş olması, beklenmedik bir durum değil.
Murray
Bookchin, 4 Mayıs 1986’da Burlington Free Press isimli yerel gazetede “İsrail’e
Yönelik Saldırılar Arap Çatışmasının Uzun Tarihini Görmezden Geliyor”[12]
başlıklı bir makale yayımladı.
Makalenin
tam metnini bu yazının altında bulabilirsiniz.
Güya
radikal bir anarşist aziz tarafından yazılan makale, ana akım şirket medyasının
neo-muhafazakâr uzmanlarının retoriği ile birebir örtüşüyor.
Bookchin
İsrail’i, geri kalmış bir bölgenin demokrasiyle parlayan bir feneri olarak
sunarken Suriye, Libya, İran, Irak ve Mısır gibi ülkeleri eleştiriyor ve onları
Doğu despotizminin ışıksız kaleleri olarak şeytanlaştırıyor.
“Yerel
basında ortaya çıkan İsrail karşıtı duyarlılığı ve sanal bir denklem olarak
Siyonizmin Arap karşıtı ırkçılıkla eşitlenmesini” kınıyor ve Arapları “vahşi
barbarlar” olarak tasvir ediyor.
Bookchin
okuyucuları, “Arap milliyetçiliğinin taraftarlarınca öldürülen Yahudi erkek ve
kadınları her zaman hatırlamaya” çağırıyor. İsrail ve sadık müttefiki ABD
imparatorluğu tarafından hiçbir zaman samimi bir şekilde sürdürülmeyen barış
görüşmelerinin başarısız olmasından da “Arap irredentistleri” sorumlu tutuyor.
Ayrıca,
Siyonist milislerin 1947 ve 1948’de Filistin’in yerli nüfusunun büyük
çoğunluğunu katlederek etnik temizlik yaptığı ve Arap savaşını başlatan mülteci
krizini yaratan Nekbe’den bahsetmeden, “ülkenin Arap orduları tarafından işgal
edilmesini” kınıyor.
Aslında
bu “özgürlükçü sosyalist” idol, Mısır, Suriye ve Ürdün’ü “emperyalist” olarak
kınayacak kadar ileri gidiyor ve İsrail’e karşı savaşları olmasaydı, bağımsız
bir Filistin devletinin çoktan kurulmuş olacağında ısrar ediyor.
Bookchin’in
makalesi gerçekliği ters yüz ediyor; Bookchin, İsrailli sömürgecileri otoriter
Arapların “emperyalist” vahşetinin talihsiz kurbanları olarak tasvir ederken,
Filistinli milliyetçi lider Yaser Arafat’ı Nazi işbirlikçisi [olduğu söylenen]
Kudüs Baş Müftüsü’ne benzetiyor ve Libya’nın Muammer Kaddafi’si ile Suriye’nin
Hafız Esad’ını ise Latin Amerika’daki Washington müttefiki sağcı diktatörlerle
karşılaştırıyor.
Bookchin,
aynı zamanda emperyalist propaganda ve yalanları da tekrarlayarak, Esad’ın “Şubat
1982’de Hama’da 6.000 ila 10.000 arasında insanı, ülkedeki liderliğine karşı
çıkmaya cesaret ettikleri için katlettiğini” iddia ediyor.
Elbette
dillendirmediği şey, Hama’daki (Bookchin'in “Kama” diye yanlış yazdığı şehirdeki)
bu sözde ayaklanmanın demokrasi ya da özgürlükle hiçbir ilgisi olmadığıdır. Bu
ayaklanma, kuzeydeki iyiliksever demokrasi Türkiye tarafından doğrudan
desteklenen ve aynı zamanda Amerikan ve İngiliz istihbarat servislerinden de
yardım alan şiddet yanlısı mezhepçi Selefi radikaller tarafından yönetilmiştir.
Tıpkı 2011’de, Suriye’deki emperyalist deja vu’da olduğu gibi.
Bookchin,
Siyonizm’e verdiği sarsılmaz destekle, temel gerçekleri göz ardı ediyor, bunun
yerine, “Suriye emperyalizmi” olarak adlandırdığı şeyi eleştiriyor. Kendini
laik ilan eden Hafız Esad ile teokratik eğilimleri olan İsrailli faşist Meir
Kahane’yi karşılaştırarak, her ikisinin de kendi dini gruplarının -Alevi ve
Yahudi- temsilcisi olduğunu öne sürüyor.
Makalede
Bookchin, İsrail’in sömürge projesinin kendi âdemi merkeziyetçi toplum
vizyonunun bir modeli olmasını istediğini de belirtiyor ve “Yıllarca İsrail ya
da Filistin’in İsviçre benzeri bir Yahudi ve Arap konfederasyonuna
dönüşebileceğini umdum” diye yazıyor.
Bununla
birlikte, anarşist figür, Araplara yönelik küçümsemesini gizlemeyi başaramıyor.
Irkçı klişeleri papağan gibi tekrarlayan Bookchin, Arapların Filistin
mücadelesini kendi “kültürel sorunları” için bir sis perdesi olarak
kullandıkları gerçeğinden yakınıyor.
Murray
Bookchin'in makalesinin tamamı aşağıda:
Ben Norton
14
Haziran 2019
Kaynak
Çeviri: Medyaşafak
* * *
İsrail’e Yönelik Saldırılar
Arap Çatışmasının Uzun Tarihini Görmezden Geliyor
İsrail
politikasının, özellikle Likud hükümetinin Lübnan’ın işgalini organize ettiği
dönemde, eleştiriye tabi tutulabilecek pek çok yönü vardır. Bununla birlikte,
yerel medyada İsrail karşıtı tavırların büyük bir artış göstermesi ve Siyonizmin
Arap karşıtı ırkçılıkla haksız bir şekilde ilişkilendirilmesi beni güçlü bir
kararlılıkla yanıt vermeye zorluyor.
İsrail
veya Filistin’in, Yahudiler ve Arapların barış içinde bir arada
yaşayabilecekleri ve kendi kültürlerini uyumlu ve yaratıcı bir şekilde
besleyebilecekleri İsviçre’ye benzeyen bir konfederasyona dönüşmesi arzusunu
uzun zamandır taşıyorum.
Ne
yazık ki kaderin farklı bir planı vardı. Filistin’in 1947 tarihli Birleşmiş
Milletler kararıyla Yahudi ve Arap devletlerine bölünmesi bir dizi yıkıcı
olayla karşılandı. Başta Mısır, Suriye ve iyi hazırlanmış Ürdün “Arap Lejyonu”
olmak üzere Arap ordularının ülkeyi işgali, Irak ve diğer Arap ülkeleri
tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak desteklendi.
Bazı
durumlarda, bu askeri güçler, özellikle de onlarla birlikte olan Arap milisler,
Yahudi yerleşimlerine yaptıkları saldırılar sırasında hiç esir almadılar. Tipik
olarak, şiddetli ve bedel ödeten bir Yahudi direnciyle karşılaşana kadar
güzergâhları üzerindeki tüm Yahudi topluluklarını tamamen yok etmeyi
hedeflediler.
İşgal
ve yol açtığı yıkıcı çatışma, İsrailli Yahudilerin bilincinden silinmesi zor
bir endişe ve düşmanlık döngüsü oluşturdu. Çaresizlik ve mantıksızlıkla hareket
eden Yahudi aşırılık yanlısı bir grubun, yeni kurulan İsrail silahlı kuvvetleri
tarafından durdurulmadan önce benzer bir şekilde karşılık verdiğini kabul etmek
çok önemlidir. Ancak, beyaz bayrak çekerek direnişten vazgeçtikten sonra bile
Arap milliyetçiliğinin ateşli savunucularının ellerinde trajik bir şekilde
hayatlarını kaybeden Yahudileri de göz ardı etmemeliyiz.
Filistin’deki
Arap işgallerini lekeleyen ve Yahudilerin “ateşkes görüşmelerinin” değerine ve
Arap irredantistlerle yapılacak barış anlaşmalarının öngörülebilirliğine olan
güvenini derinden etkileyen bu korkutucu “savaş” modelinden çok az
bahsedildiğini gördüm. Gerçekten de, 1948 işgallerinden sonra nihayetinde
belirlenen taksim hatları, bugünlerde çok moda olan tabirle “emperyalist” ya da
“toprak gaspçısı Siyonistlerin” değil, kanlı bir savaşın -kelimenin tam
anlamıyla bir al-ver savaşının- ürünüydü.
Bölünme
döneminin Yahudi vatandaş milisleri olan Haganah’ın Arapları mahallelerinde ve
kasabalarında kalmaya teşvik etmeye yönelik samimi girişimlerini, örneğin Yafa
sokaklarında dolaşan hoparlörlü İsrail araçlarının Arapları savaş koşullarının
ve çatışmanın her iki tarafındaki aşırılık yanlılarının yarattığı panik
duygularına kapılmamaya çağırdığını da artık duymuyorum.
Önemli
sayıda Arap’ın İsrail’de kalmayı tercih etmesi, İsrailli Yahudilerin Müslüman
nüfusu ülkeden kovmayı amaçladıkları düşüncesiyle çelişmektedir. Ancak
genellikle göz ardı edilen bir gerçek var ki o da Mısır, Suriye ve Ürdün
orduları BM tarafından bölünmüş toprakları kendi emperyalist çıkarları için ele
geçirmeye çalışmasaydı, Filistin’de bir Yahudi devletinin yanı sıra bir Arap
devletinin de var olabileceğidir. Dahası, bu girişimleri başarısız olduğunda,
bu ülkeler Filistinli mültecileri İsrail ve Batılı müttefikleriyle gelecekteki
müzakerelerde pazarlık kozu olarak kullandılar.
Ortadan
kaldırılması gereken bir başka efsane daha var: Ortadoğu’daki mevcut
istikrarsız durumun kaynağının İsrail-Filistin çatışmaları olduğu; aslında
Yahudiler ve Araplar arasındaki ilişkinin “Siyonist hırslar” tarafından
zehirlenene kadar “mükemmel” gittiği. Bu düşüncenin beslediği Ortadoğu
sorunlarının basitleştirilmiş imajını bir kenara bırakmadan, geçmişteki
Yahudi-Arap ilişkilerinin ne ölçüde çarpıtıldığı anlatılamaz.
Arapların
Yahudilere yönelik zulmünün, Avrupa’daki kadar şiddetli olmasa da, Müslüman
İspanya ve Osmanlı Türkiyesi hariç, uzun bir geçmişe sahip olduğu gerçeğini göz
ardı mı etmeliyiz? İkinci Dünya Savaşı öncesi Filistin’e Yahudi yerleşimi
sırasında Arapların Yahudilere karşı katliamlar gerçekleştirdiğini ve bunun
1920’lerin sonunda Halil’deki eski Yahudi cemaatinin yok edilmesine yol
açtığını kabul etmek önemlidir. Ayrıca, iki nesil önceki Yasar Arafat’ın selefi
olarak görülebilecek olan 1930’lardaki Kudüs Baş Müftüsü’nün açıkça Hitler’e
hayranlık duyduğunu ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hatta öncesinde
Filistinli Yahudileri yok etmek için “cihad” çağrısında bulunduğunu belirtmek
gerekir. Son olarak, 1948 yılında Ürdün’ün “Arap Lejyonu” tarafından Kudüs’ün
eski Yahudi mahallesinin kasıtlı olarak yıkılması ve Herod Tapınağı’nın Batı
Duvarı’nın atlar tarafından kirletilmesi, Yahudiliğin en kutsal mekânına karşı
dünya çapında ciddi bir ihlal teşkil etmektedir.
Suriye’nin
sözde “başkanı” (Suriye “seçmenlerinin” yüzde 99,97’lik “çoğunluğu” tarafından
seçilen) General Hafız Esad’ın Şubat 1982’de Kama’da 6,000 ila 10,000 arasında
insanı, ülkeyi yönetmesine karşı çıkmaya cüret ettikleri için katlettiğini
unutacak mıyız?
Uluslararası
Af Örgütü’nün 1983 yılında Suriye güvenlik güçlerinin işkence ve siyasi
cinayetleri de içeren sistematik insan hakları ihlallerine ilişkin yaptığı
açıklamanın ardından hiçbir tepki gelmemesi şaşırtıcıdır. Dahası, Suriye
emperyalizmine, özellikle de Esad’ın Lübnan, Filistin ve hatta İsrail’i bir
Suriye imparatorluğuna dâhil etme hırsına ilişkin kaygıların yokluğu endişe
vericidir. Her tarafsız Ortadoğu uzmanı, Esad’ın Haham Kahane’nin radikal “Büyük
İsrail” vizyonunun Arap versiyonunu kabul ettiğini bilir ki bu kavram (Büyük
İsrail) hem İsrail’de hem de uluslararası alanda saygın Yahudi ve Siyonist
gruplar tarafından şiddetle reddedilmektedir.
Miriam
Ward’un 27 Nisan tarihli Vermont Perspective makalesinde belirttiği gibi Ortadoğu’daki
temel mesele, İsrail’in Filistin topraklarını ele geçirmesi ise, İsrail ve
Yahudi sakinleri aniden bölgeden kaybolduğunda bunun olası sonucu ne olur?
Suriye’de otoriterlik azalır mı ve Sünni Müslüman çoğunluk, genellikle ülkedeki
Alevi Müslüman azınlığı temsil eden General Esad tarafından daha az baskı
altında tutulduğunu, istismar ve kontrol edildiğini mi hisseder?
Suudi
prensler, ülkelerinin kaynaklarının önemli bir kısmını lüks arabalara, abartılı
konutlara, değerli taşlara ve denizaşırı gayrimenkullere harcamaktan
kaçınabilir mi? Kendi vatandaşlarına az da olsa özgürlük tanımayı
düşünebilirler mi? Etrafları aşırı yoksullukla çevriliyken lüks içinde yaşayan
Mısırlı toprak sahipleri, topraklarının bir kısmını yoksul Mısır köylüsüne geri
vermeye istekli olurlar mı? Irak, Kürt nüfusuna kendilerini ifade etme
özgürlüğü vermeye ve en açık sözlü ve isyankâr azınlık gruplarının gerçek
özerklik ve eşitlik taleplerini karşılamaya istekli olur mu?
Son
yıllarda bir milyon insanın hayatını kaybetmesine neden olan Irak-İran
çatışması bir çözüme kavuşur mu? Albay Kaddafi, komşu ülkelere yönelik
saldırgan tutumundan ve toprak hırsından vazgeçer mi? Humeyni ve modernite ile
Batı kültürüne şiddetle karşı çıkan Müslüman köktendincilik ideolojisi,
kadınlara eşit haklar mı sunacak ve İran’ın mevcut teokratik rejimini
eleştirenlere ifade özgürlüğü mü verecek?
İsrail'in
sürekli saldırıları, dikkatleri Filistin nüfusunun karşı karşıya olduğu temel
sorundan uzaklaştırdığı için rahatsız edicidir. Bu ötekileştirilmiş grup, Arap
ülkeleri tarafından kendi topraklarında ve daha geniş Ortadoğu bölgesinde temel
ekonomik, sosyal ve kültürel zorlukları maskelemek için istismar edilmektedir.
İsrailliler ve Filistinliler arasında adil bir çözüme ulaşılması, her iki
toplumun da barış içinde bir arada yaşayabilmesini sağlamak, tarihi şikâyetleri
ele almak ve olumlu bir ilişkiyi teşvik etmek için zorunludur.
Bu
çözümün ne olacağından emin değilim. Ancak bu çözüme, yelpazenin bir ucunda iki
halk arasında barışı müzakere etmeye çalışan bağımsız düşünceli Arap belediye
başkanlarına karşı FKÖ bağlantılı terör eylemleriyle ya da diğer ucunda
Filistinlileri topraklarından ve topluluklarından sürmeye çalışan Haham Kahane
gibi delilerle ulaşılamayacağı kesin.
Çözüm
ne kadar önemli olursa olsun, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki karmaşık
ve trajik çatışmaların ortasında, manipülatif politikacılar, zengin toprak
sahipleri, güçlü petrol patronları, otoriter askeri rejimler, aşırılık yanlısı
dini liderler ve saldırgan emperyalist güçler tarafından temsil edilen Ortaoğu’daki
temel sorunu göz ardı etmemek gerekir.
Bu
bağlam göz önünde bulundurulduğunda, iki grubun farklılıklardan çok ortak
çıkarları paylaştığını akılda tutmak önemlidir. Latin Amerika’daki askeri
diktatörlüklerle ilgili haklı endişelerini dile getiren yurttaşların, Albay
Kaddafi’den General Esad’a kadar Ortadoğu’da karşılaştıkları çarpıcı
benzerlikleri kabul etmeleri kayda değer bir siyasi özerklik göstergesi
olacaktır.
Dipnotlar:
[1] “U.S. general told Syria's YPG: 'You have got to change your brand”, 22
Temmuz 2017, Reuters.
[2]
John Davison, “U.S. forces to stay in Syria for decades, say militia allies”,
17 Ağustos 2017, Reuters.
[3]
Josh Rogin, “In Syria, we ‘took the oil.’ Now Trump wants to give it to Iran”,
30 Mart 2018, WP.
[4]
Ben Norton, “Wheat is a weapon”, 19 Haziran 2019, Grayzone.
[5]
Rodi Said ve Ellen Francis, “Syrian Kurdish authorities to stop wheat going to
government territory”, 12 Haziran 2019, Reuters.
[6]
“Inside The All-Female Unit Of Syria's Paramilitary Force”, 23 Ocak 2013, Insider.
[7]
“Syrian army creates new women's unit to fight Isis”, 2 Şubat 2017, Independent.
[8]
Chiara Palazzo, “Bashar al-Assad's female fighters”, 23 Mart 2015, Telegraph.
[9]
“A Call to Defend Rojava”, 23 Nisan 1018, NYB.
[10]
Michael Walzer, “What a Little War in Iraq Could Do”, 7 Mart 2003, NYT.
[11]
Markos Kounalakis, “The Feminist was a Spook”, 25 Ekim 2015, Sacbee.
[12]
Murray Bookchin, “Attacks on Israel Ignore the Long History of Arab Conflict”,
4 Mayıs 1986, Reddit.
0 Yorum:
Yorum Gönder