01 Ocak 2024

,

Yoga Öğretmenin Derdine Deva mıdır?


Eğitim-Sen’in 12. Olağan Genel Kurulu, geçtiğimiz hafta Ankara’da, kente uzak ve ulaşımı zor olan bir otelde gerçekleştirildi. İlk iki gün kürsü konuşmaları, çalışma raporları, önergeler ve tartışmalara, son gün ise yönetim oluşturma seçimlerine ayrıldı. Geçtiğimiz genel kurulun aksine birkaç gazete dışında kongreyi değerlendiren yazılar yazılmadı, tartışmalar yürütülmedi. Bu kongreyi genel hatlarıyla tartışmaya açmadan önce eğitim emekçilerinin yaşadığı ve acil çözüm bekleyen sorunlara odaklanabiliriz.

En başta temel insan hakkı olan barınma ihtiyacı karşılanamıyor, büyükşehirler özelinde ülke genelinde barınma krizi yaşanıyor. Ev sahibi olmak imkânsız hâle geldi. Bankalar kredi verse bile aylık ödemeleri neredeyse bir maaşa denk düşüyor. Kiralar büyükşehirlerde 12 bin liradan başlıyor. Oda kiralama, son 2 yıldır en çok verilen ilanlar arasında. 3-4 bin liraya kiralanan evler, zam zamanı ev sahipleri tarafından 15-20 bine kadar çıkarılarak pazarlık konusu yapılıyor. Evden çıkmak zorunda kaldığınızda bütçenizi zorlayabileceğiniz bir ev bulmak neredeyse zor bir aşamada. Öğretmenler, hiç tanımadığı insanların evinde oda kiralıyor.

Kira konusunda artık kiracı kendi kiracısını da bularak tarımdaki yeni bir aracı sistemi oluşuyor. Her ilde sendikanın bir avukatı bulunuyor. İstanbul’da ise her yakaya bir avukat bakıyor, toplam 9 şube var. Kamudan ihraçlardan kaynaklı olarak binde beş olan sendika kesintisi, üyelerin fedakarlığı ve talebi sonucunda binde sekize çıkarılarak dayanışma gösterildi. Bugün yapılması gereken şu olabilir: Büyükşehirlerde ev sahibi-kiracı sorunlarıyla ilgilenecek avukatlarla sendikanın sözleşme yapması. Geçici bir komisyon oluşturularak gerekirse kesinti/aidat yasal olarak en üst sınır olan binde ona çıkarılabilir.

Son 2 yıldır barınma krizi gündemde olduğu halde bunun sendikal değil de bireysel bir sorun olarak algılanması, en başta üyenin sendikadan olan umudunu keserek güven ilişkisini zedeler. Böyle bir adım atıldığında kamu emekçileri özelinde sendika güç kazanıp hem üye sayısını artırır hem de mevcut üyenin sendikal durumunu aktif hâle getirir. Barınma, her çalışanın özlük hakkıdır.

Evrensel’de yer alan bir yazıda son kongre değerlendirmesi yapılırken kadın sekreterliğinin/meclislerinin ayrı bir bütçesi olduğu iddia ediliyor. Bu iddia doğruysa barınma sorununun hukuki boyutunun aşılması için de geçici süreyle ayrı bir bütçe oluşturulabilir. Bu iddiayı doğrulayabilecek bir veri de sendikanın akademik dergisi dışında tek dergisinin Kadın dergisi olduğu ve bu meclise ait afişlerin basılıp bültenlerin çıkarıldığıdır.

Bütçe konusunda bir başka çelişki de iş yeri temsilcisi eğitimlerinin Yalova’da lüks bir otelde 2 gün kalınarak verildiğidir. Kamudan ihraçlar döneminde üyeler aidatın artırılmasını talep etti fakat bugün aynı üye sokakta kalma riskiyle karşı karşıya. Bu gerçeğin sendika genel merkezi tarafından görülüp gerekli adımların atılması acildir. Üye, sorunlarını çözmeyen bir sendikaya sadece kâğıt üzerinde bağlı kalır. Ayrıca barınma sorunu parkta yatan öğrencilerin sorunu olarak görülmeyip emekçi sınıfların yararına sendikal çözümler geliştirilseydi bugün bu noktaya ulaşmazdık.

2019 verilerine göre merkezi nüfus sistemine kayıtlı 40 milyon civarı konut var. İki kişiye bir konut düşen ülkede evsiz olmak yurtsuzluğu perçinler. Son 5 yılın verileri mevcut değil. Onlarca dairesi olup kira zengini olanların ülkesinde yaşıyoruz. İnsanların bu anomaliyi kabullenmesi daha vahim bir durum. Bu hak, gündem ve talep meselesi değil, ilke ve program meselesidir.

Öğretmenlerin karşılaştığı sorunlardan diğeri de gıda ve temel ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır. Bugüne kadar zincir marketlerin önünde düzenlenen bir basın açıklaması ve işçi sendikalarıyla ortak yürütülen boykot eylemliliği bulunmamaktadır. “Asıl sorunun kaynağı ekonomi, marketler değil” demek de burjuvazinin serbest piyasadan aldığı gücü meşrulaştırmaktır. Aynı şekilde İGDAŞ verilerine göre her yıl, bir önceki yıla göre doğal gaz kullanımı hane başına metreküp cinsinden düşüşe geçmiştir. İnsanlar battaniye altında kış geçirmekte, kiracı olan eğitimciler kendi aralarında yaptıkları sohbette kombiyi açmaya cesaret edemediğini dile getirmektedir ama enerji şirketlerinde çalışan işçiler greve gittiği hâlde kamu sendikaları onların direnişinin yanında yer almamıştır. Enerji şirketlerine yönelik de boykot ve şirket önünde oturma eylemi, basın açıklaması düzenlenmemiştir.

İşçi sınıfıyla bütünleşmemenin ve onu geri plana atmaya çalışmanın tezahürü de bu yıl içinde KESK’in paylaşımlarında kamu emekçilerinin maaşlarıyla asgari ücretin kıyaslanarak aristokrat elit bir tavır sergilemek olmuştur.

Son bir haftada farklı kentlerde öğretmenlere yönelik fiziksel saldırılar gerçekleşmiştir. Bir okul müdürü görev yaptığı okulda intihar etti. Bu durumun bir bütün olarak öğrenci, öğretmen ve velileri psikolojik yönden tahrip edeceği muhakkaktır. Bu sıradan bir intihar olarak kabul edilmeyip nedenlerinin ortaya çıkarılması için dosyanın takipçisi olunmalıdır. Söz konusu emekçi, bir okulun eğitim yöneticisi. Görevi başında bir öğretmenin öğrencilerinin karşısında şiddete uğraması kabul edilemezdir.

Ekonomik yarılmanın sonucu şiddet, bir uyumsuzluk ve yer yön değiştirme mekanizması olarak her yanımızı sarmış durumdayken, anti depresan kullanımı kutu bazında satışta her geçen yıl artarken bir eğitim sendikasının TTB ile ortak geliştirdiği çalışmasının olmaması düşündürücü. Ruh sağlığı bozulmuş bir halka öğretmenlik yapmanın zorluğuna yönelik çözümler geliştirilmelidir. Aksi takdirde sonuç, şiddet sarmalı olarak dönmektedir.

Tam gün eğitim yapan okullarda öğle arası verildiği hâlde öğretmenlerin yemek ihtiyacı karşılanmamaktadır fakat il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinde 3-4 çeşit tabldot yemek çalışanlara düşük ücretlerle verilmektedir.

İkili eğitimin sona erdirileceğine yönelik söylemler seçim öncesinde gündemdeydi fakat yaz-kış saati uygulanmadığından, öğretmenler ve öğrenciler sabah karanlığında okula gidip akşam karanlığında okuldan çıkıyor. Olması gereken sınıf mevcudu 20 iken 40 öğrenciyi aşan sınıflarda öğrenim görülüyor.

Öğretmenlerin mesleki ihtiyacı olan internet, telekomünikasyon firmaları tarafından tam ücret tarifelendiriliyor. Aylık 300 lira olan tarifeler yılda 3.600 liraya tekabül ediyor fakat eğitim öğretime hazırlık ödeneği bu maliyetin yarısı kadar. Bu konuda herhangi bir mücadele verilmiyor. Aynı şekilde, banka promosyonları güncellenmediği gibi, basın açıklamasından öteye giden bir eylemlilik programı bulunmuyor. 3 yıl boyunca 7-8 bin lira bandında promosyon ücreti ödendi, buna karşılık, sadece kapanma/salgın döneminde bankalar yüzde sekiz yüz kâr etti.

Öğretmenler odası; başöğretmen, uzman, sözleşmeli, aday, ücretli öğretmenler şeklinde oluşturularak eşit işe eşit ücret ilkesi hiçe sayıldı. 600 binin üzerinde başöğretmen ve uzman öğretmen, aynı mesleği yapan öğretmenden 4 bin liraya yakın fazla ücret alıyor. Vergi diliminin adil düzenlenmemesinden dolayı daha fazla ek ders aldıkça daha çok vergi kesiliyor. O yüzden ayda 100 saat ek ders alanla 75-80 saat ek ders alan öğretmen aynı ücreti alıyor. Öğretmenler ek işlerine yöneliyor fakat bir öğretmenin öğretmenlikten başka işi olamaz, olmamalı. Tüm mücadele bu ilke üzerine düzenlenmeli.

Çocuğu olan öğretmenlerin kreş hakkı savunulmadığından öğretmenlerin maaşları bakım hizmetlerinden kaynaklı azalıyor. Her ilçedeki yakın okulların, okul öncesi kurumlarında buna yönelik sınıflar oluşturulabilir. Ders programlarının düzenlenmesi sürecinde birçok öğretmen bu durumdan etkileniyor.

Okul duvarları siyasi partilerin propaganda alanına dönüştü. Bu konuda birkaç göstermelik açıklama dışında sendika genel merkezinin ve şubelerinin attığı bir adım mevcut değil. Öğrenciler ve öğretmenler gerek mülteci karşıtı gerek pedagojik olmayan yazı ve afişlerin önünden geçerek okula giriyor. Taviz tavizi doğuruyor, faşist ve gerici zihniyete karşı atılmayan her adım daha büyük bir saldırıyla karşılık görülüyor.

Balıkesir’de ülkü ocaklarıyla milli eğitim müdürlüğü arasında protokol imzalanıyor. Her anti pedagojik açılım adım adım geliyor. Asıl soru şu: Bu protokol gereği ülkü ocakları bir okula gelip seminer ve etkinlik yapmak istediğinde öğretmen dersinden öğrenci vermek istemediğinde ne olacak? Sendikanın diline pelesenk olup sözde kalan “fiili meşru mücadele” kavramı nasıl bir karara bağlanarak öğretmenlere meşruiyet, umut, güven, cesaret ve bilinç aşılayarak onları karşı duruşa geçirecektir? Yoksa başvurusu “özgür iradeye” bağlanan ÖMK gibi öğretmenin ya da bireyin iradesine mi bırakılacak atılması gereken adımlar? Neyle karşı karşıyayız, nasıl bir kuşatmayla sarılıyoruz? Şubelerin iradesini kendine bağlayarak demokratik merkeziyetçiliği bürokratik merkeziyetçiliğe bağlayan sendika genel merkezi ve KESK bu saldırı karşısında nasıl bir yanıt verecek? Bu soruların somut adımların neler olduğunu içerecek şekilde yanıtlanması bugün için acildir. Düzene uygun kafaların yetiştirilmesinde “fiili meşru mücadele” nasıl işleyecektir?

MESEM adı altında halktan toplanan vergilerle özel sektörde çocuk emeği sömürülüyor. Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da staj yapan bir meslek lisesi öğrencisi klima takarken düşerek yaşamını yitirdi. Çocuk işçiliğine karşı çıkış sadece sosyal medyada kalıyor. Herhangi bir meslek lisesi önünde basın açıklaması yapılmıyor. Bu öğrenci, sendikanın gündemi bile olmuyor. Aynı şekilde, Filistin’de 10 bin çocuk katledilirken sendikanın sesi yükselmiyor fakat bölge illerinde eğitim aksadığı için çocukların eğitim hakkını savunmak adına sendika genel merkezi 29 Aralık grevine çıkıyor ve ihraç edilen üyesinin direnişine bile sahip çıkmıyor. İsrail, Gazze’de eğitim kurumlarını vuruyor. Çocuklar katlediliyor. Çocuğa kimliksel aidiyet ve siyasi kaygılar üzerinden bakılıyor. Bu tavır, bir eğitim sendikasına yakışmaz.

Sendika, bir sivil toplum kuruluşu gibi hareket ediyor. AB tandanslı ITUC ETUC ile hareket ederek mültecilik konulu panel düzenliyor fakat bu panel serisinde kendi üyesine bile söz hakkı vermiyor. Sendikanın hazırladığı takvimden afişine ve kadın dergisine kadar tüm görseller ve yazılar-sloganlar postmodern ve liberal söylemin ürünü. Ne Halil Serkan Öz ne Metin Lokumcu ne Ramazan Şahin ne atanma mücadelesi veren Şafak Bay ne de ihraçlar karşı direniş gösterdiğinden günlerce yerlerde sürüklenen üyelerin fotoğrafları takvimde yerini alıyor, bu isimler emek tarihinin dışına itilmek isteniyor.

Sınıf temelli olmayan demokrasi mücadelesi veriliyor. Kapitalist toplum düzeninde adaletten özgürlüğe, ilişkilere, demokrasiye, cinsiyetler ve kimlikler arası eşitsizliğe kadar her şey sınıfsaldır. O sebeple, sınıfsal perspektife bağlı olarak ele alınmadan yürütülen mücadeleler sendikal açıdan boşa kürek çekmektir, aynı zamanda sendikayı geriye çeker.

Tarihin yasasında durma yoktur, ya ileri gidilir ya geri. Bütün tarih sınıflar tarihidir. Üretilen her söylem, mücadele, yaşam biçimi, zevkler, sloganlar, sanatsal üretimler ya burjuva ideolojisine ya da emekçi sınıfın mücadelesine hitap eder. Sendika şubelerinde verilen jara yoga, sirtaki, beden atölyelerinin sınıf mücadelesine katkısı yoktur. Talep, ilkenin yerine geçirildiğinde gerileme kaçınılmazdır.

“Öğretmenlerin yolu işçi sınıfının yoludur” diyen TÖBDER geleneğinin devamcısı olduğunu iddia etmek işçi sınıfının mücadelesine ve ideolojisine katılmaktan geçer ama gelinen nokta yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma, en başta tarih yapıcı öznenin işçi ve emekçi olduğunu kabul etmeyip onun yerine kimliği ve otonom bireyi konumlandırarak gerçekleşmiştir.

Hardt, Negri, Laclau, Mouffe, Foucault’nun görüşleri 11. dönemin Eğitim-Sen başkanının veda konuşmasına kadar yansıyor: “İktidarın olduğu her yerde direniş de vardır.” Bu söz ideolojik bir söylemdir ve burada kastedilen iktidar herhangi bir iktidar değildir. Bu durumda proletaryanın iktidarı olduğunda da bu direniş bireyde tezahür edecek midir? Yaşam, yüce bireyin kimlik bunalımlarına ve yaşam biçimine göre mi düzenlenecektir? Bu söylem açıkça işçi sınıfının iktidarına, ideolojisine ve tarih yapıcı özne olma gerçeğine karşı çıkmakla eş değerdir.

Sendikaya hâkim olan ideolojik hat da bu söylemden geçtiği için her gün daha da geriye gidiyoruz. Sömürü düzeninde bireylerin direniş toplamlarıyla birleşik otonom tipi mücadele burjuvaziyi ve egemenleri güçlendirir.

12. genel kurulun ardından Evrensel’de bir yazı yayımlanıyor. İlgili yazıda emekçilerin sorunlarının acil çözüm beklediği savunuluyor. Doğru. Fakat bir karşı çıkış var ki o da aslında şikâyet edilen aksaklığı daha da derinleştiriyor. Tüzük konusunun acil gündem olmadığı iddia ediliyor. Acil gündem olan sorunları genel hatlarıyla belirttik fakat bu sorunların çözümlenmesi de KESK ve Eğitim-Sen’in tüzük kongresine gitmesinden geçiyor. Şubeleri atıl duruma getirip merkezileştiren, kadın meclislerine ayrı yetkiler sağlayıp denetim dışı bırakan, 4 üyenin 1 delege seçtiği tek listeli seçimler, meclis sistemi, basın açıklaması ve sosyal medya mücadelesine dönmüş sendikacılık anlayışı, emek mücadelesinden kimlikler mücadelesine kayan hat vb. birçok sorunun kaynağı tüzüğün değiştirilmesinden geçiyor, çünkü sendikanın sorunları yapısaldır.

Tüzük konusunda hafıza tazelemek gerekirse yakın dönemde yaşanan bir çarpıklığı hatırlatmakta fayda var. İhraçlar sürecinde direnen, açlık grevi yapan, yerlerde sürüklenen üyeler sendikadan ihraç edilince üyelerin önemli kısmı tarafından tepki verildi. Bu tepkiler karşısında açıklama yapma gereği duyan sendika yönetimi, sendikanın bir tüzüğü ve hukuku olduğunda ısrar etti. Güzel, olmalı da. Fakat konu eş başkanlığı tartışmaya açmak değil, en baştan belirtelim ki bu tartışma farklı bir yazının konusu. Tüzükte geçmediği halde bölge illerinde şubelerin eş başkanlık uygulamasını fiilen uygulaması karşısında nasıl bir sendikal hukuk işliyor? Yine tüzüğe aykırı denilerek sendikanın “itibarını” zedelediği iddia edilen şube yönetimine yedek listeyi yönetime geçirip kayyum atanıyorsa bu tüzük sadece ittifaktan olmayan anlayışlar için mi geçerli?

İhraçları durdurmak için Kızılay’da yerlerde sürüklenen KESK ve bağlı sendika yöneticilerini göremedik. Direnenler üzerinde en fazla destek, açığa alınma ve ihraçların ilk sırada olduğu bölge illerinden gelecekken, ki umut olmuştu, direnişi sahiplenmemek siyasi bir kaygının ürünüdür. Amaç, üyeyi pasifize edip KESK ve bağlı sendikalarda kurulan sınıfsız demokrasi hattını devam ettirmekti.

Yine Evrensel’de yayımlanan yazıya dönecek olursak, madem şubeler yönetime aday bulmadığından kurul tarihlerini erteliyor, bunun nedeni yine tüzüktür, çünkü üyeye genel oy hakkı tanınmıyor. Aynı şekilde, ilgili yazı, geldiği sendikal çevrenin görüşlerini esas alıyor. Öyleyse yönetimde yer aldığınız bir şubede örnek sendikal hattı ve mücadeleyi neden geliştirmediniz de merkezileşen yapıyla mücadele etmeyi şubeyi ve üyeleri güçlendirerek geliştirmediniz? Eş başkanlığa karşı çıkıyorsanız neden başka bir iş kolunda eş başkanlığını kabul ediyorsunuz? 3 yıl önce genel kurulu ikinci gün terk ettiniz. İlk gün üyelerin ihraç edilmesine el kaldırdınız. 3 yılda ne değişti de tekrar yönetime girdiniz?

11. genel kurulda kongreyi ilk günden terk edenler ise dönemin sendika genel başkanı ve onun bağlı olduğu sendikal anlayış. Birgün’de çıkan bir yazıda kendilerine eş başkanlık teklif edildiğini -Eğitim-Sen genel merkezde uygulanmadığı hâlde- ve bunu kabul etmediklerini; laik ve bilimsel eğitimi savundukları için sendika yönetimini şekillendiren oyun kurucu sendikal anlayışla ters düştüklerinden, 11. döneme dair anlaşmaya varamadıklarını, kendi anlayışlarının hâkim olduğu 60 civarı şube bulunduğunu savundular. Aynı sorular bu çevreye de yöneltilebilir. 3 yıl boyunca bu 60 şube küskünleri oynadı. Genel başkan, kendisi döneminde 23 bin istifa olduğu hâlde hesap vermeden kongreyi terk etti. 3 yılda ne değişti, bahsettiğiniz hâkim anlayışla hangi konularda mutabık oldunuz? Laik ve bilimsel eğitimi savunma ve kimlik siyasetinden uzak durmada size güvence verildi mi? “12. genel başkan yine sizden seçildi” diyemiyoruz çünkü hâkim bir anlayış oyun kuruyor ve tek listeyle seçime giriyorsanız bu sürecin adı seçilme değil, atanmadır. Son 5 döneme bakıldığında bir dönem başkanlık almanın bir dönem kongreden çekilmenin sendikal bir geleneğe dönüştüğü görülebilir. Yine 11. genel kurulu terk ettiğinizde bahsettiğiniz hâkim anlayıştan bir delege Yeni Yaşam’a verdiği bir röportajda sizi sendikayı yüzüstü bırakmakla, hesap vermemekle, dahası “faşizmle anlaşmakla” suçladı. Şimdi ne değişti?

3 yıl önce kongreyi terk edenler gazetelerde yazılar yayımlarken, bugün başkanlıkta anlaşma sağlanınca hangi özeleştirilerin verildiğine ve hangi konu ve ilkelerde anlaşma sağlandığına yönelik kalem oynatma gereği bile duymuyor. Üye iradesi bir kez daha askıya alınıyor. Aynı şekilde, siz de eş başkanlığa karşı çıkıyorsunuz ama aynı dönemde KESK’teki eş başkan sizin sendikal çevrenizden biriydi.

12. genel kurula dair yazılarda öğrendiğimiz kadarıyla sendikadan ihraç edilenler konusunda herhangi bir adım atılmıyor. Yine her genel kurulda olduğu gibi tüzük kurultayının toplanacağı söyleniyor ama şimdiye kadarki deneyimden yola çıkıldığında böyle bir kurultayın toplanmayacağı açıktır, çünkü buna dair bir tarih olmadığı gibi gerçekleşse de 13. dönemi bulacağı görünüyor ki günün acil sorunları yine çözülmeden kalacak.

Bugüne kadar ülke solu içinde yapılan önemli tespitlerden biri hâlen sınıf partisinin oluşturulamaması ve bunun eksikliğidir. Bu yoksunluk, bugün sendikaların bu duruma gelmelerinin önemli nedeni. Sendika ile sivil toplum kuruluşu özdeşleştirilmek isteniyor. Bir siyasi parti, işçi sınıfını ve emek mücadelesini reddedebilir ama bir sendika böyle bir şey yaparsa sendika olma vasfını yitirir ve üye de sendikaya yabancılaşır. Sendikaların varlık nedeni emek-sermaye çelişkisi üzerine kuruludur. Bu yönüyle sendikalar birer sınıf hareketidir ve sınıfsız sömürüsüz bir düzenin kurulmasında volan kayışıdır; siyasi, ideolojik ve ekonomik mücadeleyi birbirinden ayrıştırmadan yürütmek gibi tarihsel bir görevi ve zorunluluğu vardır. KESK ve Eğitim Sen’i daraltan düzlemin ne olduğu da burada aranmalıdır. Kitleyi ve sınıfı şekillendirmek yerine kitle talep ediyor diye ona benzemek ve özdeşleşmek sendikal tükenişi beraberinde getirir, geriye kimliklerin ve yaşam biçimlerinin savunulması kalır.

Tartışılması gereken bir diğer nokta da delege sayısı çok az olan grupların icazetle yönetime girip varoluşunu buradan sürdürmesidir. En çok emek veren değil, en uygun şekle giren yönetimde yer alıyor. Bu da ideolojik bulanıklığı ortaya çıkarıyor. Sendikanın genel gidişini olumsuz görenlerin yapması gereken tek görev pratikte kendi sendikal anlayışlarını iş yeri ve şube bazında harekete geçirerek örnek sendikal hattı ortaya koymaktır, yoksa gerisi retoriktir.

Sendikanın bir diğer çözmesi gereken sorun da emekli üyelerin deneyimlerinden yararlanmamaktır. Emekli üyelerin yönetimlerde ve komisyonlarda yer alacağı bir tüzük değişikliğine gidilmesi şarttır. Emek mücadelesinden de emekli etmek olsa olsa sınıf mücadelesini zayıflatır, çünkü sınıf çelişkisi daha da perçinlenir. Aynı zamanda emekli üyeler iş yeri ziyareti ve sendikal deneyim konusunda birikime sahiptir. Sendikanın tarihi de onlardır.

Sonuç
Bugün yapılması gereken, iş yerlerinden başlayarak kendi emek gündemimizi harekete geçirip şubeleri ve genel merkezi asıl görevlerini yapmaya çağırmaktır. İnsanca bir düzende yaşamadığımız gibi sendikalarımızın da bu düzene uygun hâle getirilmesi emekçileri daha da yalnızlaştırıyor. İş yerleri kendi içinde toplantılar düzenleyip taleplerini şubelere ileterek, özlük ve sınıfsal haklar konusunda atölyeler düzenlenmesi için temsilciler aracılığıyla şubeyle iletişim kurarak, şube toplantılarına katılıp söylem oluşturarak ve ses yükselterek bu sorunları aşmada birincil görevi yerine getirecektir.

Sendika, üyenin kendisidir ve onu görmezden gelerek varlığını sürdüremez. Aksi durumda KESK ve Eğitim-Sen emek mücadelesi tarihinde nostalji olarak kalacaktır. Son söz olarak ekonomik mücadelenin ücret mücadelesi olduğunu savunmak aç olduğu için intihar eden emekçinin yaşadığı çıkmazı anlamamaktır. Ekonomik altyapı, yaşamın bütün alanlarını etkiler. Üyenin sendikal mücadeleye katılım göstermemesi, insan yapısının değiştiğinden değil, sendika yönetimlerinin şubeye üyenin gelmeyeceği bir çalışma içinde olmasındandır, çünkü üye şubelere geldiği an emekçilerin sorunları gündeme gelecektir. O zaman da sınıf siyasetinin gerçeklerini yerine getirmek zorunda kalınacaktır. Öyleyse sınıftan kaçışın yolu bu manipülasyondan geçmektedir.

Diğer bir manipülasyon da parti gibi hareket eden sendikanın geliştirdiği “güvenlik harcamaları, askeri harcamalar olmasa sömürü de olmaz” söylemidir. Böyle bir sorun olmasa da burjuvazi tarihten silinmeyecektir. 4+4+4 sisteminin çözüm sürecinde yasallaştığı da dikkatlerden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Son sözü her zaman olduğu gibi emekçiler söyleyecek.

S. Adalı
1 Ocak 2024

0 Yorum: