19 Ocak 2024

“1968 Düşüncesi” Efsanesi ve Fransız Aydınları III

Sebeple Sonucun Karıştırılması

Bugün 68’le ilişkilendirilen ve bir şekilde revaçta olan aydınlar, ne onun öne çıktığı kesitte ne de Mayıs ve Haziran’ı kapsayan yoğunlaşma döneminde hareketin gelişimine genel manada katkıda bulundular, dahası, bu aydınlar, kendi teorik yolculuklarına önemli izler bırakacak muhtelif yollar dâhilinde, harekete belirli bir cevap da üretmediler.[1] Söz konusu düşünürler, harekete farklı tepkiler geliştirdiler. Bu tepkiler, ilgili teorisyenler grubu içerisindeki isimler arasında mevcut olan önemli politik farklılıkları öne çıkartırken, bir yandan da sonrasında onların “68 düşünürleri” olduklarına dair, genel kabul gören tespitin dayandırıldığı gerekçelerden birini de izah etmektedirler.

İdealist tarihyazımı belirli bir hileyle maluldür ve bu, “tarihe yön verenin fikirler olduğu” varsayımını temel alan hile, esasen nedenlere dair materyalist bilgiyi göz ardı edip düşüncelerle söylemleri en yüceye yerleştirme çabasından ibarettir. Böylesi bir yaklaşıma göre 68’in düşünsel etkileri, yani söylemde yol açtığı değişimler, bir şekilde, onları önceleyen politik aktivizmle bağlantılıdır.[2] 68’e yönelik düşünsel tepkilerin kapsamlı bir değerlendirmesi, burada yaptığımız analizin kapsamı dışında kalıyor. Buna karşın, gene de bu yazıda en az dört yönelim üzerinde durulacak.

En Azından Teoride Anarşizmden İlham Alan Radikalleşme Süreci

Mayıs-Haziran 68’e verilen tepkilerden biri, politik radikalleşmeydi. Bu radikalleşme süreci, genelde anarşizm ve (“Marksizm”in anarşizme sapmış biçimi konusunda Batı’da geliştirilmiş bir anlayış olarak) Maoizm biçimini aldı.[3] Foucault, Deleuze, Rancière ve Badiou gibi düşünürlerin hepsi de bu yönde hareket etti ve sonrasında yaşanan olayları önemli bir dönüm noktası olarak tanımladı.[4] Foucault’yu o dönem “militan faaliyetlere mesafesini koruyan biri” olarak tanımlayan meslektaşları, onun fikirlerini bu kadar hızlı bir şekilde, kökten değiştirmiş olabileceğine inanmakta epey güçlük çektiler:

“İnsanlar, onun yetmişler boyunca alacağı radikal konumlar ve aşırı sola savrulması karşısında, en hafif tabirle şaşkına dönmüşlerdi. 1962-1966 arası dönemde asistanlığını yapmış olan Francine Pariente, ‘onun gerçekten değişmiş olabileceğine asla inanamıyorum’ diyordu. Kesin olan bir şey varsa o da ortada bu insanları Foucault’nun bahsi edilen yönde değişmiş olması karşısında şüpheye düşmelerine neden olacak bir şeyin bulunmamasıydı.”[5]

Bizatihi Foucault, kendi kitapları açısından 68’in istisnai bir öneme sahip olduğunu, ilgili moment sayesinde politika sahasına giriş yapma imkânı bulduğunu söylüyordu:

“Şurası kesin ki Mayıs 1968 olmasaydı, hapishane, suç ve cinsellik konusunda yazdıklarımı asla yazamazdım.”[6]

Deleuze de 68 konusunda aynı şeyleri söylüyor:

“Ben, Mayıs 1968’le birlikte kendimce politika alanına giriş yaptım.”[7]

Ayrıca Deleuze, sonraki yıllarda Guattari ile yaptığı çalışmaların Mayıs’ın bir sonucu olduğunu açıktan ifade ediyordu.[8]

Badiou de bu süreçte radikalleşti, sosyal demokratken Maoist oldu, hatta sonrasında kaleme aldığı yazılardan birinde “hâlen daha Mayıs 68’in çağdaşı” olduğunu söyledi.[9]

Rancière, Althusser’in “hareketsiz” ve eylemsiz Marksizminden koptuğunu ilân etti ve Mayıs isyanı sonrası zaman içerisinde bu isyanı benimseyerek, nihayetinde anarşist oldu:

“Mayıs 68 denilen olayın gerisinde kalmış olabilirim, fakat zaman geçtikçe ona daha fazla inandım. […] O noktaya dek parçası olduğum şeye dair anlayışımı zamanla ters yüz etmeye başladım.”[10]

Bu noktada, Foucault’nun açıktan yürüttüğü politik faaliyetlerin nispeten kısa ömürlü olduğunu, buna karşın, Deleuze ve Rancière’nin kendilerini solcu olarak nitelemeyi sürdürdüklerini, birer anarşist olarak bu solculuğun büyük ölçüde teoride kaldığını belirtmekte fayda var.

Badiou örneğinde ise şu tespiti yapmak gerekiyor: Badiou, politik örgütlenme denilen faaliyetin belirli bir biçimine yönelik bağlılığını muhafaza etse de o da tıpkı anarşistler gibi parti siyasetine ve sosyalist devlet inşasına dair projelere karşı konum aldı.[11]

Bahsi edilen gruptaki radikalliğin önemli bir kısmının söylem düzeyinde kaldığını belirtmek gerek. Ayrıca bu isimlerde Marksizm veya Marksizme benzer görüşler, anarşizme ait unsurların yoğun etkisi altındaydı, bunun yanında, bilimsel sosyalizm, Freud’un liberal, Nietzsche’nin gerici söylemleriyle belli ölçüde sulandırılmıştı.[12] Bu bağlamda, söz konusu düşünürler, şimdi bahsini edeceğimiz, 68’in radikal enerjilerini söylem düzeyinde yeniden canlandırma derdinde olan gruba hep yakın durdular.

Süreci Simon ve Clouscard gibi isimlere paralel şekilde analiz eden sosyolog Jean-Pierre Garnier’ye göre, küçük burjuva aydınların asıl ilgilendiği konu, kapitalizmi yıkmak değil, kendileri gibi meslekten aydın olan isimlere alan açmak adına, geleneksel Fransız toplumunda açılım yapmaktı. Bilhassa Foucault, Deleuze ve Cixous’dan alıntı yapan ve bu isimlerin 68 sonrasında Vincennes Üniversitesi’nin deneysel bir çalışma olarak inşasında hükümetle işbirliği yaptığını söyleyen Garnier, Georges Pompidou’dan duyduğu şu sözü aktarıyor:

“Her biri ünlü olan ve hiçbir şekilde yerinde duramayan tüm bu insanlara ders verecekleri birer sınıf teslim edersek, onlara birer amfi verirsek, bu insanlar, dünyadan ve gerçekten kopuk devrimler yapacak ve biz, bu süre zarfında sokaklarda huzur içerisinde olacağız.”[13]

Garnier’ye göre, tam da Pompidou’nun dediği gibi oldu: 68 sonrasında kendilerini radikal isimler olarak takdim eden profesörlere akademide kimseye ve hiçbir şeye zararı olmayan sözlerini söylesinler diye birer kürsü verildi ve onlara aydın olarak inşa ettikleri kariyerlerinin basamaklarını pratikte süren sınıflar mücadelesinden uzak bir yerde tırmanma imkânı sunuldu.

Söylemin Geri Kazanılması

Birincisiyle örtüşen ikinci bir tepki, ayaklanmaların radikal ruhunu yeniden canlandırmak için, her isyanın kaçınılmaz olarak başarısız olduğu, iç edildiği, saldırdığı aynı efendilik mantığını yeniden kullandığı, “metafizik” ya da “eski simge sistemi” içinde sıkışıp kaldığı vs. varsayılan açık politik eylem alanından kaçınarak, söylem ve farklılığın sözde devrimci gücüne yatırım yapmaktan ibaretti.[14]

Çarpıcı bir örnek vermek adına, Barthes’ın açıktan Derrida’daki konuşma ile yazma arasında yaptığı teorik ayrımdan istifade edişi üzerinde durulabilir. 68’in hemen ardından Barthes, Mayıs ayında her yerde karşımıza çıkan konuşma pratiğinin “zaptetme iradesi”yle bağlantılı olduğunu, onun “kendini her türden doğrulama pratiğinin sesi” olarak görülmesi gerektiğini, ama ille de “devrimin sesi” olmayacağını söyledi.[15] Buna karşılık, Barthes’a göre Mayıs olaylarında yazma pratiği önemsiz bir role sahipti, ama aslında “eski simge sisteminden baş döndürücü bir şekilde kopma”yı ifade ediyordu.[16] Açıktan Derrida’nın görüşünü aktaran Barthes, buradan şu tür bir sonuca ulaşıyordu:

“Yazma pratiğini dışlayan yaklaşıma da konuşmaya kendi sisteminde öncelik veren yaklaşıma da şüpheyle yaklaşacağız, zira ortada ne tür bir devrimci gerekçe olursa olsun, her iki yaklaşım da eski simge sistemini koruma eğilimindedir, bu anlamda, o sistemde yapılacak devrimin toplumda yapılacak devrimle ilişkilendirilmesine karşı çıkar.”[17]

1975’te Cixous ve Catherine Clément, benzer bir argüman formüle etti ve onu herkesin bildiği basmakalıp bir lafmışçasına dile döktü:

“Ekonomik veya politik düzlemde insanın kötülüğe ve tavize hiçbir şekilde mecbur olmadığı bir yerin var olduğunu herkes bilir. Sistemi yeniden üretmek zorunda kalmadığımız bir yerdir bu. Bu yer yazıdır.”[18]

Esasında bu, edebiyat alanında karşımıza çıkan burjuva ideolojisinden kök alan, tümüyle yanlış bir ifadeydi. Buna rağmen, bilhassa 68’in ardından, postyapısalcı olarak alınan bir dizi düşünür, pratik devrimi imkânsız veya tehlikeli değilse bile, en iyi hâliyle “alabildiğine sorunlu” bulan, buna karşılık, teorik ve söylemsel “devrim”i sadece mümkün değil, ayrıca bir biçimde pratik devrime göre daha radikal bir şey olarak gören kanaati kabul etti. Farklılığı, belirsizliği, heterojenliği ve sonsuza dek uzanan, dikişsiz bir biçimde birbirine kenetliymiş gibi görünen diğer değer göstergelerini en yüce mertebeye yerleştirmek suretiyle bu düşünürler, yazı alanında yapılacak bir devrimin dikkatlerimizi daha temel, daha karmaşık olan söylem ve simge alanına çekmek suretiyle, somut politik pratiğin tuzaklarına düşmememizi sağlayacağını ileri sürdüler. Aşırı sofistike kılınmış bir anlamlama siyaseti, böylelikle kara cahillerin kurtuluş politikasının yerine alacaktı. Bu düşünürlere göre, teoride yapılacak devrim, pratikte yapılacak devrime tercih edilmeliydi.[19] Küçük burjuva aydınların dinleyeni büyüleyen şarkıları bunu söylüyordu.

Pratik sahasından söylem sahasına, dolayısıyla, materyalist tarih alanından idealist tarih alanına geçildiği bu dönemde, 68’in kendisi de oluşan fırsatlara göre yeniden anlamlandırılabilecek, yüzer gezer bir göstergeye dönüştü. Lacan’ın Foucault’nun 1969’da verdiği “Yazar Nedir?” başlıklı dersin ardından başlayan tartışmanın sonunda yaptığı o uğursuz açıklama, bu konuda iyi bir örnektir. Soru-cevap oturumunun başlarında Goldmann, Foucault’nun “kalıtsal olmayan yapısalcılığı” olarak tanımladığı, özneyi yapılar içinde eriten ve insan failliğini bu yapılar içindeki bir dizi işleve indirgeyen yaklaşımına yönelik Marksist bir eleştiri formüle etmekteydi. Sorbonne işgali esnasında kara tahtaya yazılmış olan o ünlü “Yapılar sokaklara dökülmez” ifadesini alıntılayan Goldmann, “tarihi yapan yapılar değil, kendi eylemleri her daim yapılandırılmış ve anlamlı bir niteliğe sahip olsa da insanlardır” dedi. Foucault, her zaman olduğu gibi bu sefer de samimiyetsiz bir yaklaşımı benimseyerek, Goldmann’ın sorduğu sorunun anlamını dikkate almayan bir cevap verdi ve “yapı kelimesini hiçbir vakit kullanmadığını” söyledi, hatta 68 meselesinden tümüyle uzak durmayı tercih etti.[20]

Lacan’sa sonrasında kendine has, kâhinlere yakışan türden açıklamalarından birini yaptı. Kısa ve öz bir ifade olmasına, kendisini destekleyecek hiçbir delili dile getirmemesine rağmen, belki de tam da bu yüzden, ilgili açıklama, sonrasında dillere pelesenk oldu: “Mayıs olaylarının gösterdiği bir şey varsa o da yapıların sokaklara dökülmüş olduğudur.”[21] Burada Lacan’ın ne demek istediğini kimse bilmiyordu elbette, ama herkes, bu cümlenin mevcut yapıların muhafazakâr birer bekçisi olarak yapısalcıların sırtlarını isyana dönmek şöyle dursun, o isyana can katan ruh hâline geldiklerini söylediğini düşündü.[22] “Akademinin yeni elitlerinin bilimi” olarak tanımlanan yapısalcılığın 68 hareketine açıktan saldırdığı gerçeği kimsenin umurunda değildi. Zira “Yapılar sokaklara dökülmez” ifadesi, Algirdas Julien Greimas’ın huzurunda tartışılan, Catherine Backès-Clément’in 68’de kurulmuş olan bir genel meclis için hazırladığı üç sayfalık önergenin sonuç bölümünde yer alıyordu.[23] Söylem alanının efendileri, 68’i maddi tarihten kopartıp onu yüzer gezer bir göstergeye dönüştürmek ve alternatif bir göstergeler zincirine yeni bir halka olarak eklemek suretiyle, 68’in mücadelelere katılan aptal ve kaba insanların düşündüklerinin aksine, temelden farklı bir şeyi anlattığını söyleme imkânı buldular.

Reformizm

Mayıs-Haziran olaylarına yol açan radikal itici güçlere açık olan kimi aydınlar, bu itici güçleri kurumsal reformlara kanalize etmeye çalıştılar. Bunun muhtemelen en somut ve en yalın örneği, öğrenci ayaklanmasının başladığı Nanterre’deki Paris Üniversitesi’nde dersler veren Paul Ricœur’dür. Ricœur’ün diğer çalışmaları dikkate alındığında, onun öğrencilerin dile getirdikleri arzuları diyalojik uzlaşmanın “diyalektiği” dâhilinde, üniversite reformlarına bağlama çabası içinde olması hiç de şaşırtıcı bir durum değil. Ricœur, Nisan 1969’da üniversite dekanı olduktan sonra sürece müdahale etme imkânına kavuşunca 1970 yılının başlarında okulun yönetim kurulu ile birlikte kampüsteki güvensizlik ortamına dair açıklama yapma ve üniversitenin sıradanlaştırılması talebinde bulunma fırsatı buldu. Bu açıklama, polisin kampüse “düzeni muhafaza etmek” için gelmesine izin vermek anlamına geliyordu. Açıklama üzerine polis hemen harekete geçti. Bunun üzerine birkaç gün boyunca okulda eşi benzeri görülmemiş bir şiddetin eşlik ettiği çatışmalara tanıklık edildi. 5 Mart günü Le Monde’da çıkan bir makalede, okulun bir öğrencisinin ağzından dökülmüş olan şu cümlelere yer verilmekteydi:

“[…] ‘Sessiz çoğunluk’, polisin değil, anarşistlerin yanında daha sakin bir hayat yaşıyor, onlarla birlikteyken daha iyi çalışıyor, daha iyi okuyor, daha iyi tartışıyor. İki gün içerisinde, altı ay boyunca hüküm süren kargaşa dönemine kıyasla, daha fazla insan yaralandı, daha fazla insanın hayatı tehlikeye girdi.”[24]

Polis, öğrencileri dağıtmak için göz yaşartıcı gaz bombası attı, gazdan boğulanları dövdü, “Öğrencilere ölüm!” diye bağırdı ve onları “cenaze arabası” (ambulans) dedikleri şeylere attı.[25] Sonrasında Paul Ricœur bir açıklama yaparak, kendisinin (okulun sıradanlaştırılmasını değil) “sıradanlaştırma işleminin aceleyle yapılması” fikrine onay vermediğini söyledi, sanki bu sıradanlaştırma kararı ile onun uygulanması arasında net bir farklılık varmış gibi, bu kararın derhal uygulanması konusunda kendisine danışılmadığından şikâyet etti.[26] Buradan da bizatihi görevi başında iken polisin okula girip öğrencileri dövmesini mazur göstermek adına, liberallere has, vehimleri temel alan, usul ve yöntemleri öne çıkartan bir yaklaşımın gölgesine sığındı.

Oysa Lyotard, Henri Duméry ve Mikel Dufrenne gibi felsefe bölümündeki birçok meslektaşı bu sıradanlaştırma kararına karşı çıkmıştı. Sol, ilgili süreçte Ricœur’ü sert bir dille eleştirdi. Ilımlı isimler bile ona sırtını döndüler. O dönemde Maoistlerin yayımladığı “Ricœur Neyse O” başlıklı broşürde şunlar söylenmekteydi:

“Polis, göçmenleri gecekondu mahallelerine yeniden hapsetmek için var. Ricœur polisi çağırırken, patronlarla ve burjuva hükümetiyle birlikte hareket ediyordu. […] Ricœur tarafsız bir isim değil! Onun maskesi düştü: Ricœur ırkçı ve polistir, bugün liberallerin yüzündeki maske işte bu.”[27]

İtiraz

İşçi-öğrenci hareketini kamuoyu önünde suçlama yarışına Raymond Aron öncülük etti. Bu yarışa başka birçok isim de büyük bir hevesle katıldı. “Öğrencilerin elindeki gücün uyguladığı terörizm” karşısında geri adım atılmaması gerektiğini kendisine has gösterişçilikle dile getiren Aron, Michel Crozier, Annie Kriegel, Emmanuel Le Roy Ladurie gibi isimlerle birlikte, Fransa’daki eğitim sisteminin savunulmasına ve yenilenmesine hizmet edecek bir komite kurdu. Mayıs ayının son günlerinde felsefeci Alexandre Kojève kendisine telefonda bu yaşananın devrim olmadığını, çünkü kimsenin ölmediğini, sadece “önüne çerçöp yığınını katmış bir sel”le uğraştıklarını söyleyince Aron, kendi kanaatlerine daha büyük bir güvenle sarıldı.[28]

İlgili süreçte François Mauriac ve André Malraux, Dögolcü rejime desteklerini açıkladı. Onlara Crozier eşlik etti.[29] “Ayaklanmanın her türlü nitelikten azade olan bir felâket” olduğunu söyleyen Lévi-Strauss, 1968’in güz aylarında Collège de France’ın aristokratik elitizmini demokratikleşme amaçlı reformlar karşısında korumak için yürütülen kampanyaya öncülük etti.[30]

İşçi-öğrenci hareketine saldıran isimlere verilebilecek son örneği, Bourdieu’nün ağzından dinleyelim. Georges Canguilhem’in olaylara yönelik tepkisini izah eden Bourdieu, bize şunları söylüyor:

“Mayıs 1968’in o çalkantılı günlerinde sık sık muhabbet ederdik kendisiyle. O dönemde kendince büyük bir sınav vermiş olan Canguilhem, her şeyini mevcut eğitim sistemine adamış, kendisinin (benim de ait olduğum kuşağın) öğrenci hareketine yönelik beğenisini oportünizmden veya hırstan kaynaklanan bir ihanet olarak gören ‘sofu’lardan biriydi.”[31]

Fikirlerin Uluslararası Politik Ekonomisi: Eleştirinin Sol Sınırındaki Gözetleme Faaliyeti

Postmodernizm, olumsuz yönüyle, o rengârenk eleştirel düşünce ve özgürleştirici siyaset yelpazesini kendisine tüm acımasızlığıyla kapatıp ‘bütünleyen’ bir sistemdir, üstelik bu kapatma işlemleri nihai ve belirleyicidir.”[32]

[Ellen Meiksins Wood]

Uluslararası planda Fransız teorisinin 68 fikriyatı olarak pazarlanmasının politik etkilerini net bir biçimde görmek için gerçeklere bir de tersten bakmayı deneyelim. Örneğin bu noktada, aydınların her yanda teorisyen ismine layık görülmenin ve ciddiye alınmanın ön şartı olarak, Clouscard ve Simon gibi devrimci felsefecilerin en radikal, en yeni ve en önemli teorilerini okumak zorunda oldukları, büyük Afrikalı devrimci Thomas Sankara gibi 68’in radikalleştirdiği isimlerin veya Georges Gastaud, Annie Lacroix-Riz ve Aymeric Monville gibi bu gelenek içerisinde çalışma yürüten günümüzün Marksist teorisyenlerinin düşüncelerini benimsedikleri; yapısalcıların ve postyapısalcıların cümlesinin, en azından önemli bir kısmının, Nietzsche’nin aristokrat radikalizminin bayrağı altında toplanmış, eşitlikçi politikaya ve beynelmilel sosyalizm projesine kibirle karşı çıkan, çoğunlukla statükoyu savunan, hatta gerici bir muhafazakârlığın bataklığında debelenen elitist birer akademisyen olarak görüldükleri bir dünya hayal edelim.[33] Böylesi bir dünyada, bu isimlerin anlayışındaki ve söylemindeki radikallik, emperyalizmin merkez ülkelerindeki, saçlarını rüzgâra kaptırmış olmanın keyfini çıkartan, bir yandan da sözü eyleme göre üstün tutan idealist yönelim uyarınca “her şey başka türlü olacak veya “her şey tümüyle farklı seyredecek” lafını bir dua gibi sürekli dile dökmenin kâfi olacağını zanneden entelektüel elitler için bir tür sosyal sermaye olarak iş görecektir.

Bununla birlikte, mevcut hâliyle ABD tarzı emperyalizmin hâkimiyeti altında olan kapitalist dünyanın öncü teorisinin her şeyi olduğu gibi muhafaza eden, bir yandan da radikal değişim yanılsaması yaratan, devrimci politik anlamdan yoksun bir teori olmasına şaşırmamak gerek. Fikirlerin uluslararası politik ekonomisi, uluslararası politik ekonomiyle tam olarak örtüşür. Dahası, Fransız teorisini İngiliz-Amerikan dünyasında şık salonlara yakışacak bir lüks ürünmüş gibi pazarlayanlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası aydınlar nezdinde önemli bir güç hâline gelmiş olan Marksizme, özelde Marksizm-Leninizme yönelik saldırıyı epey desteklediler. Marksist felsefenin yerine karşı-devrimci Fransız teorisinin söylem üzerine kurulu sis bombasını koyup bu teoriyi her yerde en eleştirel ve en öncü teori olarak pazarlayanlar, kendilerinin bile öngöremedikleri sonuçlara ulaştılar. En azından belirli çevrelerde, bu kişilerin ortaya koydukları çaba, devrimci düşünürleri itibarsızlaştırıp, onları yüzeysel veya hadlerini aşan kişilermiş gibi takdim etmek suretiyle, eleştiri denilen pratiğin sol sınır boyunun gözetlenmesine dönük faaliyete katkıda bulundular. Bu tür bir yönelimin amacı, Fransız teorisinin ya da daha genel olarak eleştirel teorinin doğasını devrimci olmayan düşünürlerin (defaatle “en radikal ve en tehlikeli” olduğu söylenen) çalışmalarına göre yeniden tanımlamak, bir yandan da devrimci düşünürlerin düşüncelerini unutturmak veya Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri eserinde yaptığı gibi, onları postmodernizm bağlamında yeniden anlamlandırmaktı. Üstelik bu değişim, entelijansiyanın ve profesyonel yönetici sınıfının diğer üyelerinin devrimci politikadan kopartılıp komünist olmayan sola ikna edilmesi veya sağcılaştırılması amacını güden, daha kapsamlı bir projenin parçasıydı.

Fransa örneğinde, bu proje dâhilinde devletin hem ideolojik aygıtları hem de baskı aygıtları devreye sokuldu. Fransız teorisi kültür düzleminde desteklenirken, bir yandan da aydınları da içerecek biçimde, tüm antikapitalist sola karşı devlet ve devlet yanlısı yapılar eliyle muazzam bir baskı uygulandı.

12 Haziran 1968 gibi erken bir tarihte Vichy hükümetinin eski memuru iken sonrasında içişleri bakanı yapılan Raymond Marcellin, yaklaşan seçimler için yürütülecek kampanyalarda her türden gösterinin yasaklandığını açıkladı, hatta yaptığı bu açıklamada (hiç ceza almadan her türden eylemi yapan Occident [“Batı”] örgütü gibi şiddet yanlısı hareketler de dâhil tüm aşırı sağın önünü açan, öte yandan) 68 hareketi içinde yer alan on bir solcu örgütü yasaklayan, 1936’dan kalma antifaşist yasadan bahsetti.

Esasında bu açıklama, ayaklanmaları bastırma amaçlı eylemlerin eşlik ettiği dönemin başlangıcını ifade ediyordu. İlgili dönemde göstericilere yönelik polis şiddeti ifrata vardı. Solculara ait kitap ve broşürler yaygın olarak sansürlendi ya da yok edildi. Devletten izinsiz 68’le ilgili solcu bildiriler dağıtan, afiş asan, film izlettiren tüm eylemciler saldırıya uğradı veya tutuklandı. Toplu gözaltılar için her yanda kimlik kontrolleri yapıldı. Faşist komando birliklerine yetki verildi ve bu unsurların solcuların eylemlerine yönelik saldırılarına alan açıldı. Solcu yabancı öğrenciler ve politik mülteciler sınır dışı edildi, bu kişilere vize verilmedi. 1971 yılında “kamu düzenini bozma ihtimali bulunan” her türden gösteri ve toplantı yasaklandı vs.[34] Bu döneme ait rakamlar insanı şaşırtacak cinsten: Kasım 1969-Mart 1970 arası dönemde solcu bildiri ve broşür dağıtan 890 kişi gözaltına alındı; 1970 yılında solculara yönelik suç duyurusu sayısı 1.284’e ulaştı; 1968-1972 arası dönemde hapse atılan solcu sayısı 1.035’i buldu.[35]

68 hareketine iştirak etmiş olan aydınların yanında gazeteciler, yayıncılar ve sanatçılar da bu dönemde doğrudan hedef alındı, bu insanların iş akitleri geçici süre askıya alındı, bazıları işten çıkartıldı, bazıları hapse, bazıları da nezarete atıldı.[36]

68’i eleştiren ve o dönemde itibar gören Fransız teorisyenleri ise söylemsel radikallik dalgasına bindi, İngiliz-Amerikan akademisinin küreselleştirdiği özel ürün üzerinden epey dünyalık biriktirdi, buna karşın, bizzat 68 hareketi içinde yer almış radikal aydınlar, kültür hiyerarşisi içerisinde daha alt mevkilere itildi ve doğrudan baskı gördü.[37]

68’le ilişki kurmamışlığı üzerinden Fransız teorisi, bu hâliyle, yukarıda bahsini ettiğimiz Sankara ve Lacroix-Riz’de somutlaşan devrimci teori geleneğinin yerini almaya çalıştı. Devrimci teoriyi emekçi halkın mücadelelerini izah edip onlara katkıda bulunmaya çalışıyor diye basit bulup reddeden Fransız teorisi, kendisini tümüyle yeni, alabildiğine karmaşık ve daha rafine bir yaklaşım olarak takdim etti. Oysa bu yaklaşım, oldukça basit bir denklemi temel alıyordu: “Söylem temelli bilinemezcilik ve burjuva kültürüne yönelik atıflar arttıkça politikada derinleşme sağlanır” (bu yaklaşıma göre ideoloji çoksa daha iyidir).

Esasında bu Diyonizosçu göstergeler oyununun kolektif özgürleşme denilen devrimci projeyle bir alakası yok. Bu özelliği, onun tarihsel rolüne dair çok şey söylüyor. Söz konusu teori, eleştiri denilen pratiği kendince yeniden anlamlandırıyor. Bu açıdan Fransız teorisi, eleştiri pratiğini, kapitalizmin doğasından kaynaklanan aşırı sömürü, zulüm, savaşlar ve ekolojik tahribat konusunda hiçbir şekilde tehdit teşkil etmeyen, küçük burjuvaziye ait, aşırı derinlikli bir ayine dönüştürüyor. 68 fikriyatı denilen efsanenin nihai amacı, devrimci özü sahte devrimci simgelerle söküp almak, böylelikle, dünyanın ezilen ve sömürülen kitlelerinin pratik mücadelelerine karşı söylem alanında gerçekleştirilecek muhayyel bir isyanın reklâmını yapmaktır.

Gabriel Rockhill
1 Haziran 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] “[…] ‘Altmışların ünlü düşünürleri’nin yaşanan olaylara her şey olup bittikten sonra belirli bir düşünsel yaklaşım geliştirerek tepki verdikleri tartışma götürmez bir gerçekliktir.” Lecourt, The Mediocracy, s. 28, çeviri bir miktar değiştirildi.

[2] Bernard Brillant ve Pierre Grémion yerinde ifadesiyle, “Mayıs-Haziran 1968, aydınların tarihinde bir boşluğa denk düşer, zira bu dönemde birçok yazar gerçekte yapılanlara değil, her şey olup bittikten sonra oluşana yönelik tepkilere ve olayları kuşatan haleye odaklanmışlardır.” Örneğin bkz.: Grémion, Écrivains et intellectuels à Paris, s. 80–81.

[3] Épistémon, kendi radikalleşme süreci konusunda Ces idées qui ont ébranlé la France isimli eserinde ilginç bir hikâye aktarıyor.

[4] Bernard Brillant’ın tespiti şu yönde: “Mayıs-Haziran 1968’de sahneye hiç çıkmayan, yapısalcılığın ‘usta kabul edilen kimi düşünürleri’ sonrasında Vincennes Üniversitesi gibi, itirazın dil bulduğu düşünülen ‘kurumsal’ mekânlara yatırım yaptı ve dönemin en radikal eğilimleriyle birlikte mücadele ettiler.” Brillant, Les Clercs de 68, s. 564.

[5] Eribon, Michel Foucault, s. 132, çeviri bir miktar değiştirildi.

[6] Michel Foucault, Dits et écrits IV: 1980–1988 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), s. 81. Foucault’nun bu süreçte edindiği solculuk, Marksizm-Leninizme ve onun Fransız Maoizmine anarşist müdahalelerle evrilmiş hâline yönelik kesintisiz itirazı üzerinden, bir miktar sulandırıldı: “Foucault, örgütlenmek için gidip bir fabrikaya giren genç aydınlarla ilgili efsaneye pek inanan bir isim değildi. Fransız sosyolog Daniel Defert’in fabrikalara gidilmesiyle ilgili görüşüne katılmadığını ifade eden Foucault, mücadelenin üniversitelere yoğunlaşması durumunda, Mayıs olaylarının bilgi sahasında çok daha fazla tesiri olacağını söylüyordu. Foucault, Lenin’in esrarlı bulduğu ifadeleriyle pek ilgilenmiyordu. Aynı zamanda “Mao Zedung fikriyatı”nı inceleme”yle ilgili o dönem aydınlar arasında baskın olan şevki de paylaşan bir isim değildi. Ona göre, bu tür bir inceleme tümüyle anlamsızdı.” [Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 219. Dahası, 68 sonrası Foucault’nun politik hassasiyetleri, antikomünist olan dostu ve müttefiki André Glucksmann gibi sağcılığa evrildi: Kendi geliştirdiği totaliterizm karşıtı komünizm eleştirisi ve benimsediği “muhalif” politika onun liberalizme yönelik ilgisini daha da artırdı. Bkz.: Rockhill, “Foucault: The Faux Radical” and “Foucault, Genealogy, Counter-History,” Theory & Event 23, Sayı. 1 (Ocak 2020): s. 85–119.

[7] Gilles Deleuze, Negotiations (New York: Columbia University Press, 1995), s. 170.

[8] Örnek olarak, Guattari’nin Anti-Oedipus konusunda, Deleuze’ün Negotiations eserinde yürüttüğü tartışmaya bakılabilir (s. 15).

[9] Bu, Badiou’nün Komünist Hipotez eserinin ilk bölümünün başlığı.

[10] Rancière, The Method of Equality, s. 16–17, çeviri bir miktar değiştirildi.

[11] Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek,” CounterPunch, 2 Ocak 2023. Türkçesi: İştiraki.

[12] Bkz.: Clouscard, Néo-fascisme et idéologue du désir, s. 102.

[13] Bkz.: Ossian Gani ve Fabien Trémeau, Tout est permis mais rien n’est possible (2011), editionsdelga.

[14] Peter Starr’ın tespitiyle, “farklılığı yüceltenler, esasında politika karşı çıkıyor, politik olanın bir uzantısına uygun olarak, politikanın gerçek sonuçları üzerinde hak iddia ederken bir yandan da politikadan uzak duruyorlardı.” Peter Starr, Logics of Failed Revolt: French Theory After May ’68 (Stanford: Stanford University Press, 1995), 7.

[15] Roland Barthes, The Rustle of Language (Berkeley: University of California Press, 1989), s. 153.

[16] Barthes, The Rustle of Language, s. 153–54.

[17] Barthes, a.g.e., s. 154.

[18] Hélène Cixous ve Catherine Clément, The Newly Born Woman (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2001), s. 72. İlgili konuma dair eleştirilerde bulunan Grant Kester, bu konumu The One and the Many: Contemporary Collaborative Art in a Global Context (“Bir ve Birçok: Günümüz Dünyası Bağlamında İşbirlikçi Sanat”, Durham: Duke University Press, 2011, s. 19–65) eserinde estetiğin özerkliğine dair efsaneye bağlıyor.

[19] Terry Eagleton’a göre “Postyapısalcılık, öfori ve hayal kırıklığının, özgürleşme ve dağılmanın, karnavalın ve felâketin harmanlanmasından oluşan ve doğrudan 1968’i ifade eden bir üründü. Devlet iktidarına ait yapıları parçalamayı beceremeyen postyapısalcılık, dilin yapılarını tahrip etmenin mümkün olduğunu gördü. Zira dilin yapılarını tahrip ediyorsunuz diye kimse gelip sizin kafanızı kırmazdı. Öğrenci hareketi, sokaklardan alınıp söylem denilen yeraltına sürüldü. Hareket […] her türden tutarlı inanç sisteminden, bilhassa bir bütün olarak topluma ait yapıları analiz etmeye, bunlar üzerinde eylemde bulunmaya çalışan tüm politik teori ve örgütlenme biçiminden düşmanlık gördü.” Terry Eagleton, Literary Theory: An Introduction (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1983), s. 142.

[20] Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954–1975 (Paris: Éditions Gallimard, 2001), s. 844.

[21] Foucault, Dits et écrits I, s. 848.

[22] Roudinesco, Lacan’ın iddiasının doğru olduğu düşüncesindedir. Zira, Roudinesco, diğer öğrencilerin de “Jakobson, Barthes ve Rus biçimcilerinin çalışmaları hakkında kendilerine ders verilmesini” talep etmek için sokaklara döküldüğü iddiasındadır. Roudinesco, Jacques Lacan, s. 341. Her ne kadar bu ilginç aktivizm biçimi Roudinesco örnekliğinde geçerli olsa da 68 olaylarını yorumlayan ve onlara iştirak eden çok sayıda insan, ısrarla, yapısalcılarla öğrenciler arasında hiçbir bağın olmadığını dile getirmiştir. Örneğin Lefebvre şunları söylemektedir: Mayıs 1968’e uzanan süreçte öğrencilerin öncü kesimi, yapısalcı eğilimdeki dogmatik kibri redde tabi tuttu. Zira söz konusu eğilim, mücadeleci hareketin kendiliğindenliğini bilimsel argümanlar üzerinden reddetmekteydi.” Henri Lefebvre, L’Idéologie structuraliste (Paris: Éditions Anthropos, 1971), s. 9.

[23] Dosse, La saga des intellectuels français, s. 42.

[24] Dosse, Paul Ricœur: Les Sens d’une vie (Paris: Éditions La Découverte, 1997), s. 485.

[25] Dosse, Paul Ricœur, s. 484. Ayrıca bkz.: Maurice Rajsfus, Mai 68: Sous les paves, la répression (mai 1968–mars 1974) (Paris: le cherche midi éditeur, 1998), s. 116.

[26] Dosse, Paul Ricœur, s. 484.

[27] Dosse, Paul Ricœur, s. 483.

[28] Lescourret, Pierre Bourdieu, s. 237. Ayrıca bkz.: David Drake, Intellectuals and Politics in Post-War France (New York: Palgrave, 2002), s. 133.

[29] Bkz.: Grémion, “Écrivains et intellectuels à Paris,” s. 82 ve Richard Johnson, The French Communist Party versus the Students: Revolutionary Politics in May–June 1968 (New Haven: Yale University Press, 1972), s. 84.

[30] Richard Johnson, a.g.e., s. 84. Lévi-Strauss, kampanyası dâhilinde Aron’a bir mektup yazdı. Bu kampanya konusunda bkz.: Loyer, Lévi-Strauss, s. 470–71.

[31] Bourdieu, Sketch for a Self-Analysis, s. 28.

[32] Ellen Meiksins Wood, “What Is the ‘Postmodern’ Agenda?”, In Defense of History içinde, Ellen Meiksins Wood ve John Bellamy Foster (New York: Monthly Review Press, 1997), s. 14. MR.

[33] William Klein’ın 1978’de çektiği Grands Soirs & petits matins filmi 68’e katılan radikal öğrencileri anlatıyor. Bu öğrencilerin gerçekte Derrida ve Lacan gibi isimlerin çalışmalarını besleyen, onların gerçek manada radikal olmasını sağlayan kişiler olduklarını görmek gerekiyor.

[34] Rajsfus, Mai 68, s. 206. Ernest Mandel, Tarık Ali ve Eldridge Cleaver gibi Marksistlerin Fransa’ya girişleri yasaklandı (bkz.: Rajsfus, Mai 68, s. 188, 191). Krivine’e göre, Mandel, ülkeden kovulmadan önce Latin Mahallesi’nde yürütülen mücadelelerde JCR ile birlikte hareket etmişti. Bkz.: Chris den Hond’un Ernest Mandel: A Life fort he Revolution [“Ernest Mandel: Devrime Adanmış Bir Hayat”] isimli filmi (2005), youtube.com.

[35] Rajsfus, Mai 68, s. 140, 147, 240.

[36] Maria-Antonietta Macciochi ve Judith Miller gibi Marksist hocalar ve profesörler akademideki konumlarını kaybettiler. Bkz.: Rajsfus, Mai 68, s. 117, 191. Hocalardan biri, bir eylemde “CRS:SS” diye bağırdığı, Fransız çevik kuvvet polisini (CRS) Nazi Almanyası’ndaki SS’lere benzettiği için iki ay hapse çarptırıldı. Bkz.: Rajsfus, Mai 68, s. 71.

[37] Statis Kuvelakis, konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Seksenlerin başından itibaren Fransız üniversitelerinde ve onlarla bağlantılı, yayıncılık, ‘köklü’ dergiler ve medya gibi alanlarda bir duvar örüldü. Bu duvar üzerinden Marx ve Marksizmi temel alan veya onları değerlendiren her türden meşru tartışma ve araştırma faaliyeti imkânsızlaştırıldı. […] Marksizm, sağlam bir yöntem üzerine kurulu tasfiye süreci üzerinden, ilgili alandan kovuldu. Bu tasfiye süreci dâhilinde Bourdieu’nün bahsini ettiği ‘simgesel şiddet’e her türden akademik konuma erişim imkânını örtük ama alabildiğine etkili bir yoldan ortadan kaldıran dışlama faaliyeti eşlik etti.” Stathis Kouvelakis, Philosophy and Revolution: From Kant to Marx (Londra: Verso, 2018), s. 354.

0 Yorum: