Sebeple Sonucun Karıştırılması
Bugün 68’le ilişkilendirilen ve bir şekilde revaçta
olan aydınlar, ne onun öne çıktığı kesitte ne de Mayıs ve Haziran’ı kapsayan
yoğunlaşma döneminde hareketin gelişimine genel manada katkıda bulundular, dahası,
bu aydınlar, kendi teorik yolculuklarına önemli izler bırakacak muhtelif yollar
dâhilinde, harekete belirli bir cevap da üretmediler.[1] Söz konusu düşünürler,
harekete farklı tepkiler geliştirdiler. Bu tepkiler, ilgili teorisyenler grubu
içerisindeki isimler arasında mevcut olan önemli politik farklılıkları öne
çıkartırken, bir yandan da sonrasında onların “68 düşünürleri” olduklarına
dair, genel kabul gören tespitin dayandırıldığı gerekçelerden birini de izah etmektedirler.
İdealist tarihyazımı belirli bir hileyle maluldür ve
bu, “tarihe yön verenin fikirler olduğu” varsayımını temel alan hile, esasen
nedenlere dair materyalist bilgiyi göz ardı edip düşüncelerle söylemleri en
yüceye yerleştirme çabasından ibarettir. Böylesi bir yaklaşıma göre 68’in
düşünsel etkileri, yani söylemde yol açtığı değişimler, bir şekilde, onları
önceleyen politik aktivizmle bağlantılıdır.[2] 68’e yönelik düşünsel tepkilerin
kapsamlı bir değerlendirmesi, burada yaptığımız analizin kapsamı dışında
kalıyor. Buna karşın, gene de bu yazıda en az dört yönelim üzerinde durulacak.
En Azından Teoride Anarşizmden İlham Alan Radikalleşme
Süreci
Mayıs-Haziran 68’e verilen tepkilerden biri, politik
radikalleşmeydi. Bu radikalleşme süreci, genelde anarşizm ve (“Marksizm”in
anarşizme sapmış biçimi konusunda Batı’da geliştirilmiş bir anlayış olarak)
Maoizm biçimini aldı.[3] Foucault, Deleuze, Rancière ve Badiou gibi
düşünürlerin hepsi de bu yönde hareket etti ve sonrasında yaşanan olayları
önemli bir dönüm noktası olarak tanımladı.[4] Foucault’yu o dönem “militan
faaliyetlere mesafesini koruyan biri” olarak tanımlayan meslektaşları, onun
fikirlerini bu kadar hızlı bir şekilde, kökten değiştirmiş olabileceğine
inanmakta epey güçlük çektiler:
“İnsanlar, onun yetmişler boyunca alacağı radikal konumlar ve aşırı sola savrulması karşısında,
en hafif tabirle şaşkına dönmüşlerdi. 1962-1966 arası dönemde asistanlığını
yapmış olan Francine Pariente, ‘onun gerçekten değişmiş olabileceğine asla
inanamıyorum’ diyordu. Kesin olan bir şey varsa o da ortada bu insanları
Foucault’nun bahsi edilen yönde değişmiş olması karşısında şüpheye düşmelerine
neden olacak bir şeyin bulunmamasıydı.”[5]
Bizatihi Foucault, kendi kitapları açısından 68’in
istisnai bir öneme sahip olduğunu, ilgili moment sayesinde politika sahasına
giriş yapma imkânı bulduğunu söylüyordu:
“Şurası
kesin ki Mayıs 1968 olmasaydı, hapishane, suç ve cinsellik konusunda
yazdıklarımı asla yazamazdım.”[6]
Deleuze de 68 konusunda aynı şeyleri söylüyor:
“Ben, Mayıs 1968’le birlikte kendimce
politika alanına giriş yaptım.”[7]
Ayrıca Deleuze, sonraki yıllarda Guattari ile yaptığı
çalışmaların Mayıs’ın bir sonucu olduğunu açıktan ifade ediyordu.[8]
Badiou de bu süreçte radikalleşti, sosyal demokratken
Maoist oldu, hatta sonrasında kaleme aldığı yazılardan birinde “hâlen daha
Mayıs 68’in çağdaşı” olduğunu söyledi.[9]
Rancière, Althusser’in “hareketsiz” ve eylemsiz
Marksizminden koptuğunu ilân etti ve Mayıs isyanı sonrası zaman içerisinde bu
isyanı benimseyerek, nihayetinde anarşist oldu:
“Mayıs
68 denilen olayın gerisinde kalmış olabilirim, fakat zaman geçtikçe ona daha
fazla inandım. […] O noktaya dek parçası olduğum şeye dair anlayışımı zamanla
ters yüz etmeye başladım.”[10]
Bu noktada, Foucault’nun açıktan yürüttüğü politik
faaliyetlerin nispeten kısa ömürlü olduğunu, buna karşın, Deleuze ve Rancière’nin
kendilerini solcu olarak nitelemeyi sürdürdüklerini, birer anarşist olarak bu
solculuğun büyük ölçüde teoride kaldığını belirtmekte fayda var.
Badiou örneğinde ise şu tespiti yapmak gerekiyor:
Badiou, politik örgütlenme denilen faaliyetin belirli bir biçimine yönelik
bağlılığını muhafaza etse de o da tıpkı anarşistler gibi parti siyasetine ve
sosyalist devlet inşasına dair projelere karşı konum aldı.[11]
Bahsi edilen gruptaki radikalliğin önemli bir kısmının
söylem düzeyinde kaldığını belirtmek gerek. Ayrıca bu isimlerde Marksizm veya
Marksizme benzer görüşler, anarşizme ait unsurların yoğun etkisi altındaydı,
bunun yanında, bilimsel sosyalizm, Freud’un liberal, Nietzsche’nin gerici
söylemleriyle belli ölçüde sulandırılmıştı.[12] Bu bağlamda, söz konusu
düşünürler, şimdi bahsini edeceğimiz, 68’in radikal enerjilerini söylem
düzeyinde yeniden canlandırma derdinde olan gruba hep yakın durdular.
Süreci Simon ve Clouscard gibi isimlere paralel
şekilde analiz eden sosyolog Jean-Pierre Garnier’ye göre, küçük burjuva
aydınların asıl ilgilendiği konu, kapitalizmi yıkmak değil, kendileri gibi
meslekten aydın olan isimlere alan açmak adına, geleneksel Fransız toplumunda
açılım yapmaktı. Bilhassa Foucault, Deleuze ve Cixous’dan alıntı yapan ve bu
isimlerin 68 sonrasında Vincennes Üniversitesi’nin deneysel bir çalışma olarak
inşasında hükümetle işbirliği yaptığını söyleyen Garnier, Georges Pompidou’dan
duyduğu şu sözü aktarıyor:
“Her
biri ünlü olan ve hiçbir şekilde yerinde duramayan tüm bu insanlara ders
verecekleri birer sınıf teslim edersek, onlara birer amfi verirsek, bu insanlar,
dünyadan ve gerçekten kopuk devrimler yapacak ve biz, bu süre zarfında
sokaklarda huzur içerisinde olacağız.”[13]
Garnier’ye göre, tam da Pompidou’nun dediği gibi oldu:
68 sonrasında kendilerini radikal isimler olarak takdim eden profesörlere
akademide kimseye ve hiçbir şeye zararı olmayan sözlerini söylesinler diye
birer kürsü verildi ve onlara aydın olarak inşa ettikleri kariyerlerinin
basamaklarını pratikte süren sınıflar mücadelesinden uzak bir yerde tırmanma
imkânı sunuldu.
Söylemin Geri Kazanılması
Birincisiyle örtüşen ikinci bir tepki, ayaklanmaların
radikal ruhunu yeniden canlandırmak için, her isyanın kaçınılmaz olarak
başarısız olduğu, iç edildiği, saldırdığı aynı efendilik mantığını yeniden
kullandığı, “metafizik” ya da “eski simge sistemi” içinde sıkışıp kaldığı vs.
varsayılan açık politik eylem alanından kaçınarak, söylem ve farklılığın sözde
devrimci gücüne yatırım yapmaktan ibaretti.[14]
Çarpıcı bir örnek vermek adına, Barthes’ın açıktan
Derrida’daki konuşma ile yazma arasında yaptığı teorik ayrımdan istifade edişi
üzerinde durulabilir. 68’in hemen ardından Barthes, Mayıs ayında her yerde
karşımıza çıkan konuşma pratiğinin “zaptetme iradesi”yle bağlantılı olduğunu, onun
“kendini her türden doğrulama pratiğinin sesi” olarak görülmesi gerektiğini,
ama ille de “devrimin sesi” olmayacağını söyledi.[15] Buna karşılık, Barthes’a
göre Mayıs olaylarında yazma pratiği önemsiz bir role sahipti, ama aslında
“eski simge sisteminden baş döndürücü bir şekilde kopma”yı ifade ediyordu.[16]
Açıktan Derrida’nın görüşünü aktaran Barthes, buradan şu tür bir sonuca
ulaşıyordu:
“Yazma
pratiğini dışlayan yaklaşıma da konuşmaya kendi sisteminde öncelik veren
yaklaşıma da şüpheyle yaklaşacağız, zira ortada ne tür bir devrimci gerekçe
olursa olsun, her iki yaklaşım da eski simge sistemini koruma eğilimindedir, bu
anlamda, o sistemde yapılacak devrimin toplumda yapılacak devrimle
ilişkilendirilmesine karşı çıkar.”[17]
1975’te Cixous ve Catherine Clément, benzer bir
argüman formüle etti ve onu herkesin bildiği basmakalıp bir lafmışçasına dile
döktü:
“Ekonomik
veya politik düzlemde insanın kötülüğe ve tavize hiçbir şekilde mecbur olmadığı
bir yerin var olduğunu herkes bilir. Sistemi yeniden üretmek zorunda kalmadığımız
bir yerdir bu. Bu yer yazıdır.”[18]
Esasında bu, edebiyat alanında karşımıza çıkan burjuva
ideolojisinden kök alan, tümüyle yanlış bir ifadeydi. Buna rağmen, bilhassa 68’in
ardından, postyapısalcı olarak alınan bir dizi düşünür, pratik devrimi imkânsız
veya tehlikeli değilse bile, en iyi hâliyle “alabildiğine sorunlu” bulan, buna
karşılık, teorik ve söylemsel “devrim”i sadece mümkün değil, ayrıca bir biçimde
pratik devrime göre daha radikal bir şey olarak gören kanaati kabul etti.
Farklılığı, belirsizliği, heterojenliği ve sonsuza dek uzanan, dikişsiz bir
biçimde birbirine kenetliymiş gibi görünen diğer değer göstergelerini en yüce
mertebeye yerleştirmek suretiyle bu düşünürler, yazı alanında yapılacak bir
devrimin dikkatlerimizi daha temel, daha karmaşık olan söylem ve simge alanına
çekmek suretiyle, somut politik pratiğin tuzaklarına düşmememizi sağlayacağını ileri
sürdüler. Aşırı sofistike kılınmış bir anlamlama siyaseti, böylelikle kara
cahillerin kurtuluş politikasının yerine alacaktı. Bu düşünürlere göre, teoride
yapılacak devrim, pratikte yapılacak devrime tercih edilmeliydi.[19] Küçük
burjuva aydınların dinleyeni büyüleyen şarkıları bunu söylüyordu.
Pratik sahasından söylem sahasına, dolayısıyla,
materyalist tarih alanından idealist tarih alanına geçildiği bu dönemde, 68’in
kendisi de oluşan fırsatlara göre yeniden anlamlandırılabilecek, yüzer gezer
bir göstergeye dönüştü. Lacan’ın Foucault’nun 1969’da verdiği “Yazar Nedir?”
başlıklı dersin ardından başlayan tartışmanın sonunda yaptığı o uğursuz
açıklama, bu konuda iyi bir örnektir. Soru-cevap oturumunun başlarında
Goldmann, Foucault’nun “kalıtsal olmayan yapısalcılığı” olarak tanımladığı,
özneyi yapılar içinde eriten ve insan failliğini bu yapılar içindeki bir dizi
işleve indirgeyen yaklaşımına yönelik Marksist bir eleştiri formüle etmekteydi.
Sorbonne işgali esnasında kara tahtaya yazılmış olan o ünlü “Yapılar sokaklara
dökülmez” ifadesini alıntılayan Goldmann, “tarihi yapan yapılar değil, kendi
eylemleri her daim yapılandırılmış ve anlamlı bir niteliğe sahip olsa da
insanlardır” dedi. Foucault, her zaman olduğu gibi bu sefer de samimiyetsiz bir
yaklaşımı benimseyerek, Goldmann’ın sorduğu sorunun anlamını dikkate almayan
bir cevap verdi ve “yapı kelimesini hiçbir vakit kullanmadığını” söyledi, hatta
68 meselesinden tümüyle uzak durmayı tercih etti.[20]
Lacan’sa sonrasında kendine has, kâhinlere yakışan
türden açıklamalarından birini yaptı. Kısa ve öz bir ifade olmasına, kendisini
destekleyecek hiçbir delili dile getirmemesine rağmen, belki de tam da bu
yüzden, ilgili açıklama, sonrasında dillere pelesenk oldu: “Mayıs olaylarının
gösterdiği bir şey varsa o da yapıların sokaklara dökülmüş olduğudur.”[21]
Burada Lacan’ın ne demek istediğini kimse bilmiyordu elbette, ama herkes, bu
cümlenin mevcut yapıların muhafazakâr birer bekçisi olarak yapısalcıların
sırtlarını isyana dönmek şöyle dursun, o isyana can katan ruh hâline
geldiklerini söylediğini düşündü.[22] “Akademinin yeni elitlerinin bilimi”
olarak tanımlanan yapısalcılığın 68 hareketine açıktan saldırdığı gerçeği
kimsenin umurunda değildi. Zira “Yapılar sokaklara dökülmez” ifadesi, Algirdas
Julien Greimas’ın huzurunda tartışılan, Catherine Backès-Clément’in 68’de
kurulmuş olan bir genel meclis için hazırladığı üç sayfalık önergenin sonuç bölümünde
yer alıyordu.[23] Söylem alanının efendileri, 68’i maddi tarihten kopartıp onu yüzer
gezer bir göstergeye dönüştürmek ve alternatif bir göstergeler zincirine yeni bir
halka olarak eklemek suretiyle, 68’in mücadelelere katılan aptal ve kaba
insanların düşündüklerinin aksine, temelden farklı bir şeyi anlattığını söyleme
imkânı buldular.
Reformizm
Mayıs-Haziran olaylarına yol açan radikal itici güçlere
açık olan kimi aydınlar, bu itici güçleri kurumsal reformlara kanalize etmeye
çalıştılar. Bunun muhtemelen en somut ve en yalın örneği, öğrenci
ayaklanmasının başladığı Nanterre’deki Paris Üniversitesi’nde dersler veren Paul
Ricœur’dür. Ricœur’ün diğer çalışmaları dikkate alındığında, onun öğrencilerin
dile getirdikleri arzuları diyalojik uzlaşmanın “diyalektiği” dâhilinde,
üniversite reformlarına bağlama çabası içinde olması hiç de şaşırtıcı bir durum
değil. Ricœur, Nisan 1969’da üniversite dekanı olduktan sonra sürece müdahale
etme imkânına kavuşunca 1970 yılının başlarında okulun yönetim kurulu ile birlikte
kampüsteki güvensizlik ortamına dair açıklama yapma ve üniversitenin
sıradanlaştırılması talebinde bulunma fırsatı buldu. Bu açıklama, polisin kampüse
“düzeni muhafaza etmek” için gelmesine izin vermek anlamına geliyordu. Açıklama
üzerine polis hemen harekete geçti. Bunun üzerine birkaç gün boyunca okulda eşi
benzeri görülmemiş bir şiddetin eşlik ettiği çatışmalara tanıklık edildi. 5
Mart günü Le Monde’da çıkan bir makalede, okulun bir öğrencisinin
ağzından dökülmüş olan şu cümlelere yer verilmekteydi:
“[…]
‘Sessiz çoğunluk’, polisin değil, anarşistlerin yanında daha sakin bir hayat
yaşıyor, onlarla birlikteyken daha iyi çalışıyor, daha iyi okuyor, daha iyi
tartışıyor. İki gün içerisinde, altı ay boyunca hüküm süren kargaşa dönemine kıyasla,
daha fazla insan yaralandı, daha fazla insanın hayatı tehlikeye girdi.”[24]
Polis, öğrencileri dağıtmak için göz yaşartıcı gaz
bombası attı, gazdan boğulanları dövdü, “Öğrencilere ölüm!” diye bağırdı ve
onları “cenaze arabası” (ambulans) dedikleri şeylere attı.[25] Sonrasında Paul Ricœur
bir açıklama yaparak, kendisinin (okulun sıradanlaştırılmasını değil) “sıradanlaştırma
işleminin aceleyle yapılması” fikrine onay vermediğini söyledi, sanki bu
sıradanlaştırma kararı ile onun uygulanması arasında net bir farklılık varmış
gibi, bu kararın derhal uygulanması konusunda kendisine danışılmadığından şikâyet
etti.[26] Buradan da bizatihi görevi başında iken polisin okula girip
öğrencileri dövmesini mazur göstermek adına, liberallere has, vehimleri temel alan,
usul ve yöntemleri öne çıkartan bir yaklaşımın gölgesine sığındı.
Oysa Lyotard, Henri Duméry ve Mikel Dufrenne gibi felsefe
bölümündeki birçok meslektaşı bu sıradanlaştırma kararına karşı çıkmıştı. Sol, ilgili
süreçte Ricœur’ü sert bir dille eleştirdi. Ilımlı isimler bile ona sırtını
döndüler. O dönemde Maoistlerin yayımladığı “Ricœur Neyse O” başlıklı broşürde
şunlar söylenmekteydi:
“Polis,
göçmenleri gecekondu mahallelerine yeniden hapsetmek için var. Ricœur polisi
çağırırken, patronlarla ve burjuva hükümetiyle birlikte hareket ediyordu. […] Ricœur
tarafsız bir isim değil! Onun maskesi düştü: Ricœur ırkçı ve polistir, bugün
liberallerin yüzündeki maske işte bu.”[27]
İtiraz
İşçi-öğrenci hareketini kamuoyu önünde suçlama
yarışına Raymond Aron öncülük etti. Bu yarışa başka birçok isim de büyük bir
hevesle katıldı. “Öğrencilerin elindeki gücün uyguladığı terörizm” karşısında
geri adım atılmaması gerektiğini kendisine has gösterişçilikle dile getiren
Aron, Michel Crozier, Annie Kriegel, Emmanuel Le Roy Ladurie gibi isimlerle
birlikte, Fransa’daki eğitim sisteminin savunulmasına ve yenilenmesine hizmet
edecek bir komite kurdu. Mayıs ayının son günlerinde felsefeci Alexandre Kojève
kendisine telefonda bu yaşananın devrim olmadığını, çünkü kimsenin ölmediğini,
sadece “önüne çerçöp yığınını katmış bir sel”le uğraştıklarını söyleyince Aron,
kendi kanaatlerine daha büyük bir güvenle sarıldı.[28]
İlgili süreçte François Mauriac ve André Malraux, Dögolcü
rejime desteklerini açıkladı. Onlara Crozier eşlik etti.[29] “Ayaklanmanın her
türlü nitelikten azade olan bir felâket” olduğunu söyleyen Lévi-Strauss, 1968’in
güz aylarında Collège de France’ın aristokratik elitizmini demokratikleşme
amaçlı reformlar karşısında korumak için yürütülen kampanyaya öncülük etti.[30]
İşçi-öğrenci hareketine saldıran isimlere
verilebilecek son örneği, Bourdieu’nün ağzından dinleyelim. Georges Canguilhem’in
olaylara yönelik tepkisini izah eden Bourdieu, bize şunları söylüyor:
“Mayıs
1968’in o çalkantılı günlerinde sık sık muhabbet ederdik kendisiyle. O dönemde kendince
büyük bir sınav vermiş olan Canguilhem, her şeyini mevcut eğitim sistemine
adamış, kendisinin (benim de ait olduğum kuşağın) öğrenci hareketine yönelik
beğenisini oportünizmden veya hırstan kaynaklanan bir ihanet olarak gören ‘sofu’lardan
biriydi.”[31]
Fikirlerin Uluslararası Politik Ekonomisi: Eleştirinin
Sol Sınırındaki Gözetleme Faaliyeti
“Postmodernizm, olumsuz yönüyle, o rengârenk eleştirel
düşünce ve özgürleştirici siyaset yelpazesini kendisine tüm acımasızlığıyla kapatıp
‘bütünleyen’ bir sistemdir, üstelik bu kapatma işlemleri nihai ve belirleyicidir.”[32]
[Ellen Meiksins Wood]
Uluslararası planda Fransız teorisinin 68 fikriyatı
olarak pazarlanmasının politik etkilerini net bir biçimde görmek için gerçeklere
bir de tersten bakmayı deneyelim. Örneğin bu noktada, aydınların her yanda
teorisyen ismine layık görülmenin ve ciddiye alınmanın ön şartı olarak,
Clouscard ve Simon gibi devrimci felsefecilerin en radikal, en yeni ve en önemli
teorilerini okumak zorunda oldukları, büyük Afrikalı devrimci Thomas Sankara
gibi 68’in radikalleştirdiği isimlerin veya Georges Gastaud, Annie Lacroix-Riz
ve Aymeric Monville gibi bu gelenek içerisinde çalışma yürüten günümüzün
Marksist teorisyenlerinin düşüncelerini benimsedikleri; yapısalcıların ve
postyapısalcıların cümlesinin, en azından önemli bir kısmının, Nietzsche’nin
aristokrat radikalizminin bayrağı altında toplanmış, eşitlikçi politikaya ve
beynelmilel sosyalizm projesine kibirle karşı çıkan, çoğunlukla statükoyu
savunan, hatta gerici bir muhafazakârlığın bataklığında debelenen elitist birer
akademisyen olarak görüldükleri bir dünya hayal edelim.[33] Böylesi bir dünyada,
bu isimlerin anlayışındaki ve söylemindeki radikallik, emperyalizmin merkez ülkelerindeki,
saçlarını rüzgâra kaptırmış olmanın keyfini çıkartan, bir yandan da sözü eyleme
göre üstün tutan idealist yönelim uyarınca “her şey başka türlü olacak veya “her
şey tümüyle farklı seyredecek” lafını bir dua gibi sürekli dile dökmenin kâfi
olacağını zanneden entelektüel elitler için bir tür sosyal sermaye olarak iş
görecektir.
Bununla birlikte, mevcut hâliyle ABD tarzı
emperyalizmin hâkimiyeti altında olan kapitalist dünyanın öncü teorisinin her
şeyi olduğu gibi muhafaza eden, bir yandan da radikal değişim yanılsaması
yaratan, devrimci politik anlamdan yoksun bir teori olmasına şaşırmamak gerek.
Fikirlerin uluslararası politik ekonomisi, uluslararası politik ekonomiyle tam olarak
örtüşür. Dahası, Fransız teorisini İngiliz-Amerikan dünyasında şık salonlara
yakışacak bir lüks ürünmüş gibi pazarlayanlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası
aydınlar nezdinde önemli bir güç hâline gelmiş olan Marksizme, özelde
Marksizm-Leninizme yönelik saldırıyı epey desteklediler. Marksist felsefenin
yerine karşı-devrimci Fransız teorisinin söylem üzerine kurulu sis bombasını
koyup bu teoriyi her yerde en eleştirel ve en öncü teori olarak pazarlayanlar,
kendilerinin bile öngöremedikleri sonuçlara ulaştılar. En azından belirli
çevrelerde, bu kişilerin ortaya koydukları çaba, devrimci düşünürleri
itibarsızlaştırıp, onları yüzeysel veya hadlerini aşan kişilermiş gibi takdim
etmek suretiyle, eleştiri denilen pratiğin sol sınır boyunun gözetlenmesine
dönük faaliyete katkıda bulundular. Bu tür bir yönelimin amacı, Fransız
teorisinin ya da daha genel olarak eleştirel teorinin doğasını devrimci olmayan
düşünürlerin (defaatle “en radikal ve en tehlikeli” olduğu söylenen) çalışmalarına
göre yeniden tanımlamak, bir yandan da devrimci düşünürlerin düşüncelerini unutturmak
veya Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri eserinde yaptığı gibi, onları
postmodernizm bağlamında yeniden anlamlandırmaktı. Üstelik bu değişim, entelijansiyanın
ve profesyonel yönetici sınıfının diğer üyelerinin devrimci politikadan
kopartılıp komünist olmayan sola ikna edilmesi veya sağcılaştırılması amacını güden,
daha kapsamlı bir projenin parçasıydı.
Fransa örneğinde, bu proje dâhilinde devletin hem
ideolojik aygıtları hem de baskı aygıtları devreye sokuldu. Fransız teorisi
kültür düzleminde desteklenirken, bir yandan da aydınları da içerecek biçimde, tüm antikapitalist sola karşı devlet ve devlet yanlısı yapılar eliyle muazzam
bir baskı uygulandı.
12 Haziran 1968 gibi erken bir tarihte Vichy
hükümetinin eski memuru iken sonrasında içişleri bakanı yapılan Raymond
Marcellin, yaklaşan seçimler için yürütülecek kampanyalarda her türden
gösterinin yasaklandığını açıkladı, hatta yaptığı bu açıklamada (hiç ceza
almadan her türden eylemi yapan Occident [“Batı”] örgütü gibi şiddet
yanlısı hareketler de dâhil tüm aşırı sağın önünü açan, öte yandan) 68 hareketi
içinde yer alan on bir solcu örgütü yasaklayan, 1936’dan kalma antifaşist yasadan
bahsetti.
Esasında bu açıklama, ayaklanmaları bastırma amaçlı
eylemlerin eşlik ettiği dönemin başlangıcını ifade ediyordu. İlgili dönemde
göstericilere yönelik polis şiddeti ifrata vardı. Solculara ait kitap ve
broşürler yaygın olarak sansürlendi ya da yok edildi. Devletten izinsiz 68’le
ilgili solcu bildiriler dağıtan, afiş asan, film izlettiren tüm eylemciler
saldırıya uğradı veya tutuklandı. Toplu gözaltılar için her yanda kimlik
kontrolleri yapıldı. Faşist komando birliklerine yetki verildi ve bu unsurların
solcuların eylemlerine yönelik saldırılarına alan açıldı. Solcu yabancı
öğrenciler ve politik mülteciler sınır dışı edildi, bu kişilere vize verilmedi.
1971 yılında “kamu düzenini bozma ihtimali bulunan” her türden gösteri ve toplantı
yasaklandı vs.[34] Bu döneme ait rakamlar insanı şaşırtacak cinsten: Kasım 1969-Mart
1970 arası dönemde solcu bildiri ve broşür dağıtan 890 kişi gözaltına alındı;
1970 yılında solculara yönelik suç duyurusu sayısı 1.284’e ulaştı; 1968-1972
arası dönemde hapse atılan solcu sayısı 1.035’i buldu.[35]
68 hareketine iştirak etmiş olan aydınların yanında
gazeteciler, yayıncılar ve sanatçılar da bu dönemde doğrudan hedef alındı, bu
insanların iş akitleri geçici süre askıya alındı, bazıları işten çıkartıldı,
bazıları hapse, bazıları da nezarete atıldı.[36]
68’i eleştiren ve o dönemde itibar gören Fransız
teorisyenleri ise söylemsel radikallik dalgasına bindi, İngiliz-Amerikan
akademisinin küreselleştirdiği özel ürün üzerinden epey dünyalık biriktirdi, buna
karşın, bizzat 68 hareketi içinde yer almış radikal aydınlar, kültür
hiyerarşisi içerisinde daha alt mevkilere itildi ve doğrudan baskı gördü.[37]
68’le ilişki kurmamışlığı üzerinden Fransız teorisi,
bu hâliyle, yukarıda bahsini ettiğimiz Sankara ve Lacroix-Riz’de somutlaşan
devrimci teori geleneğinin yerini almaya çalıştı. Devrimci teoriyi emekçi
halkın mücadelelerini izah edip onlara katkıda bulunmaya çalışıyor diye basit
bulup reddeden Fransız teorisi, kendisini tümüyle yeni, alabildiğine karmaşık
ve daha rafine bir yaklaşım olarak takdim etti. Oysa bu yaklaşım, oldukça basit
bir denklemi temel alıyordu: “Söylem temelli bilinemezcilik ve burjuva
kültürüne yönelik atıflar arttıkça politikada derinleşme sağlanır” (bu yaklaşıma
göre ideoloji çoksa daha iyidir).
Esasında bu Diyonizosçu göstergeler oyununun kolektif
özgürleşme denilen devrimci projeyle bir alakası yok. Bu özelliği, onun tarihsel
rolüne dair çok şey söylüyor. Söz konusu teori, eleştiri denilen pratiği
kendince yeniden anlamlandırıyor. Bu açıdan Fransız teorisi, eleştiri pratiğini,
kapitalizmin doğasından kaynaklanan aşırı sömürü, zulüm, savaşlar ve ekolojik
tahribat konusunda hiçbir şekilde tehdit teşkil etmeyen, küçük burjuvaziye ait,
aşırı derinlikli bir ayine dönüştürüyor. 68 fikriyatı denilen efsanenin nihai
amacı, devrimci özü sahte devrimci simgelerle söküp almak, böylelikle, dünyanın
ezilen ve sömürülen kitlelerinin pratik mücadelelerine karşı söylem alanında gerçekleştirilecek
muhayyel bir isyanın reklâmını yapmaktır.
Gabriel Rockhill
1 Haziran 2023
Kaynak
Dipnotlar:
[1] “[…] ‘Altmışların ünlü düşünürleri’nin yaşanan olaylara her şey olup
bittikten sonra belirli bir düşünsel yaklaşım geliştirerek tepki verdikleri
tartışma götürmez bir gerçekliktir.” Lecourt, The Mediocracy, s. 28, çeviri
bir miktar değiştirildi.
[2] Bernard Brillant ve Pierre Grémion yerinde
ifadesiyle, “Mayıs-Haziran 1968, aydınların tarihinde bir boşluğa denk düşer,
zira bu dönemde birçok yazar gerçekte yapılanlara değil, her şey olup bittikten
sonra oluşana yönelik tepkilere ve olayları kuşatan haleye odaklanmışlardır.”
Örneğin bkz.: Grémion, Écrivains et intellectuels à Paris, s. 80–81.
[3] Épistémon, kendi radikalleşme süreci konusunda Ces
idées qui ont ébranlé la France isimli eserinde ilginç bir hikâye
aktarıyor.
[4] Bernard Brillant’ın tespiti şu yönde: “Mayıs-Haziran
1968’de sahneye hiç çıkmayan, yapısalcılığın ‘usta kabul edilen kimi
düşünürleri’ sonrasında Vincennes Üniversitesi gibi, itirazın dil bulduğu
düşünülen ‘kurumsal’ mekânlara yatırım yaptı ve dönemin en radikal
eğilimleriyle birlikte mücadele ettiler.” Brillant, Les Clercs de 68, s.
564.
[5] Eribon, Michel Foucault, s. 132, çeviri bir
miktar değiştirildi.
[6] Michel Foucault, Dits et écrits IV: 1980–1988 (Paris:
Éditions Gallimard, 1994), s. 81. Foucault’nun bu süreçte edindiği solculuk,
Marksizm-Leninizme ve onun Fransız Maoizmine anarşist müdahalelerle evrilmiş
hâline yönelik kesintisiz itirazı üzerinden, bir miktar sulandırıldı: “Foucault,
örgütlenmek için gidip bir fabrikaya giren genç aydınlarla ilgili efsaneye pek
inanan bir isim değildi. Fransız sosyolog Daniel Defert’in fabrikalara
gidilmesiyle ilgili görüşüne katılmadığını ifade eden Foucault, mücadelenin
üniversitelere yoğunlaşması durumunda, Mayıs olaylarının bilgi sahasında çok
daha fazla tesiri olacağını söylüyordu. Foucault, Lenin’in esrarlı bulduğu
ifadeleriyle pek ilgilenmiyordu. Aynı zamanda “Mao Zedung fikriyatı”nı inceleme”yle
ilgili o dönem aydınlar arasında baskın olan şevki de paylaşan bir isim
değildi. Ona göre, bu tür bir inceleme tümüyle anlamsızdı.” [Macey, The
Lives of Michel Foucault, s. 219. Dahası, 68 sonrası Foucault’nun politik
hassasiyetleri, antikomünist olan dostu ve müttefiki André Glucksmann gibi
sağcılığa evrildi: Kendi geliştirdiği totaliterizm karşıtı komünizm eleştirisi
ve benimsediği “muhalif” politika onun liberalizme yönelik ilgisini daha da
artırdı. Bkz.: Rockhill, “Foucault: The Faux Radical” and “Foucault, Genealogy,
Counter-History,” Theory & Event 23, Sayı. 1 (Ocak 2020): s. 85–119.
[7] Gilles Deleuze, Negotiations (New York:
Columbia University Press, 1995), s. 170.
[8] Örnek olarak, Guattari’nin Anti-Oedipus konusunda,
Deleuze’ün Negotiations eserinde yürüttüğü tartışmaya bakılabilir (s. 15).
[9] Bu, Badiou’nün Komünist Hipotez eserinin ilk
bölümünün başlığı.
[10] Rancière, The Method of Equality, s. 16–17,
çeviri bir miktar değiştirildi.
[11] Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester:
Slavoj Žižek,” CounterPunch, 2 Ocak 2023. Türkçesi: İştiraki.
[12] Bkz.: Clouscard, Néo-fascisme et idéologue du
désir, s. 102.
[13] Bkz.: Ossian Gani ve Fabien Trémeau, Tout est
permis mais rien n’est possible (2011), editionsdelga.
[14] Peter Starr’ın tespitiyle, “farklılığı
yüceltenler, esasında politika karşı çıkıyor, politik olanın bir uzantısına
uygun olarak, politikanın gerçek sonuçları üzerinde hak iddia ederken bir
yandan da politikadan uzak duruyorlardı.” Peter Starr, Logics of Failed
Revolt: French Theory After May ’68 (Stanford: Stanford University Press,
1995), 7.
[15] Roland Barthes, The Rustle of Language (Berkeley:
University of California Press, 1989), s. 153.
[16] Barthes, The Rustle of Language, s. 153–54.
[17] Barthes, a.g.e., s. 154.
[18] Hélène Cixous ve Catherine Clément, The Newly
Born Woman (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2001), s. 72. İlgili
konuma dair eleştirilerde bulunan Grant Kester, bu konumu The One and the
Many: Contemporary Collaborative Art in a Global Context (“Bir ve Birçok:
Günümüz Dünyası Bağlamında İşbirlikçi Sanat”, Durham: Duke University Press,
2011, s. 19–65) eserinde estetiğin özerkliğine dair efsaneye bağlıyor.
[19] Terry Eagleton’a göre “Postyapısalcılık, öfori ve
hayal kırıklığının, özgürleşme ve dağılmanın, karnavalın ve felâketin
harmanlanmasından oluşan ve doğrudan 1968’i ifade eden bir üründü. Devlet iktidarına
ait yapıları parçalamayı beceremeyen postyapısalcılık, dilin yapılarını tahrip
etmenin mümkün olduğunu gördü. Zira dilin yapılarını tahrip ediyorsunuz diye kimse
gelip sizin kafanızı kırmazdı. Öğrenci hareketi, sokaklardan alınıp söylem
denilen yeraltına sürüldü. Hareket […] her türden tutarlı inanç sisteminden,
bilhassa bir bütün olarak topluma ait yapıları analiz etmeye, bunlar üzerinde
eylemde bulunmaya çalışan tüm politik teori ve örgütlenme biçiminden düşmanlık
gördü.” Terry Eagleton, Literary Theory: An Introduction (Minneapolis:
University of Minnesota Press, 1983), s. 142.
[20] Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954–1975 (Paris:
Éditions Gallimard, 2001), s. 844.
[21] Foucault, Dits et écrits I, s. 848.
[22] Roudinesco, Lacan’ın iddiasının doğru olduğu
düşüncesindedir. Zira, Roudinesco, diğer öğrencilerin de “Jakobson, Barthes ve
Rus biçimcilerinin çalışmaları hakkında kendilerine ders verilmesini” talep
etmek için sokaklara döküldüğü iddiasındadır. Roudinesco, Jacques Lacan,
s. 341. Her ne kadar bu ilginç aktivizm biçimi Roudinesco örnekliğinde geçerli
olsa da 68 olaylarını yorumlayan ve onlara iştirak eden çok sayıda insan,
ısrarla, yapısalcılarla öğrenciler arasında hiçbir bağın olmadığını dile
getirmiştir. Örneğin Lefebvre şunları söylemektedir: Mayıs 1968’e uzanan
süreçte öğrencilerin öncü kesimi, yapısalcı eğilimdeki dogmatik kibri redde
tabi tuttu. Zira söz konusu eğilim, mücadeleci hareketin kendiliğindenliğini bilimsel
argümanlar üzerinden reddetmekteydi.” Henri Lefebvre, L’Idéologie
structuraliste (Paris: Éditions Anthropos, 1971), s. 9.
[23] Dosse, La saga des intellectuels français,
s. 42.
[24] Dosse, Paul Ricœur: Les Sens d’une vie (Paris:
Éditions La Découverte, 1997), s. 485.
[25] Dosse, Paul Ricœur, s. 484. Ayrıca bkz.: Maurice
Rajsfus, Mai 68: Sous les paves, la répression (mai 1968–mars 1974) (Paris:
le cherche midi éditeur, 1998), s. 116.
[26] Dosse, Paul Ricœur, s. 484.
[27] Dosse, Paul Ricœur, s. 483.
[28] Lescourret, Pierre Bourdieu, s. 237. Ayrıca
bkz.: David Drake, Intellectuals and Politics in Post-War France (New
York: Palgrave, 2002), s. 133.
[29] Bkz.: Grémion, “Écrivains et intellectuels à
Paris,” s. 82 ve Richard Johnson, The French Communist Party versus the
Students: Revolutionary Politics in May–June 1968 (New Haven: Yale
University Press, 1972), s. 84.
[30] Richard Johnson, a.g.e., s. 84. Lévi-Strauss,
kampanyası dâhilinde Aron’a bir mektup yazdı. Bu kampanya konusunda bkz.:
Loyer, Lévi-Strauss, s. 470–71.
[31] Bourdieu, Sketch for a Self-Analysis, s. 28.
[32] Ellen Meiksins Wood, “What Is the ‘Postmodern’
Agenda?”, In Defense of History içinde, Ellen Meiksins Wood ve John
Bellamy Foster (New York: Monthly Review Press, 1997), s. 14. MR.
[33] William Klein’ın 1978’de çektiği Grands Soirs
& petits matins filmi 68’e katılan radikal öğrencileri anlatıyor. Bu
öğrencilerin gerçekte Derrida ve Lacan gibi isimlerin çalışmalarını besleyen,
onların gerçek manada radikal olmasını sağlayan kişiler olduklarını görmek
gerekiyor.
[34] Rajsfus, Mai 68, s. 206. Ernest Mandel,
Tarık Ali ve Eldridge Cleaver gibi Marksistlerin Fransa’ya girişleri yasaklandı
(bkz.: Rajsfus, Mai 68, s. 188, 191). Krivine’e göre, Mandel, ülkeden kovulmadan
önce Latin Mahallesi’nde yürütülen mücadelelerde JCR ile birlikte hareket
etmişti. Bkz.: Chris den Hond’un Ernest Mandel: A Life fort he Revolution [“Ernest
Mandel: Devrime Adanmış Bir Hayat”] isimli filmi (2005), youtube.com.
[35] Rajsfus, Mai 68, s. 140, 147, 240.
[36] Maria-Antonietta Macciochi ve Judith Miller gibi
Marksist hocalar ve profesörler akademideki konumlarını kaybettiler. Bkz.:
Rajsfus, Mai 68, s. 117, 191. Hocalardan biri, bir eylemde “CRS:SS” diye
bağırdığı, Fransız çevik kuvvet polisini (CRS) Nazi Almanyası’ndaki SS’lere
benzettiği için iki ay hapse çarptırıldı. Bkz.: Rajsfus, Mai 68, s. 71.
[37] Statis Kuvelakis, konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Seksenlerin başından itibaren Fransız üniversitelerinde ve onlarla bağlantılı, yayıncılık, ‘köklü’ dergiler ve medya gibi alanlarda bir duvar örüldü. Bu duvar üzerinden Marx ve Marksizmi temel alan veya onları değerlendiren her türden meşru tartışma ve araştırma faaliyeti imkânsızlaştırıldı. […] Marksizm, sağlam bir yöntem üzerine kurulu tasfiye süreci üzerinden, ilgili alandan kovuldu. Bu tasfiye süreci dâhilinde Bourdieu’nün bahsini ettiği ‘simgesel şiddet’e her türden akademik konuma erişim imkânını örtük ama alabildiğine etkili bir yoldan ortadan kaldıran dışlama faaliyeti eşlik etti.” Stathis Kouvelakis, Philosophy and Revolution: From Kant to Marx (Londra: Verso, 2018), s. 354.
0 Yorum:
Yorum Gönder