08 Aralık 2022

,

Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Maltusçuluk

Burjuva ideologlar, yoksulluk, sefalet ve açlığı, nüfus artışıyla ve dünyadaki insan sayısının fazlalığıyla açıklıyorlar. Son derece yaygın olan bu görüş, çevre kirliliği, su kaynaklarının tükenişi gibi diğer birçok sorunu da yine nüfus artışına bağlamaktadır. Burjuva eğitim kurumlarında empoze edilen bu görüşler, on milyonlarca insanın balık istifi tıkıldığı dev kentlerde yaşayan sıradan insanlara son derece mantıklı görünüyor, zira insan, ne tarafa baksa kalabalık yığınları görmektedir. Nüfus artışının ne derece sorun olduğu meselesini şimdilik bir tarafa bırakarak söyleyecek olursak, kapitalizmin yarattığı ve giderek akıldışı hale gelen muazzam bir nüfus yoğunluğu sorunu gün gibi ortadadır. Burjuvazinin hizmetindeki sözde uzmanlar, şimdi de Covid-19 salgınını bu nüfus artışına bağlayan açıklamalar yapıyorlar.

Bu salgına ilişkin olarak, bilim adına bizlere dayatılan her türlü safsataya boyun eğmemiz beklenirken, profesör sıfatlı bilim kurulu üyeleri, hem siyasal hem de dinsel gericiliklerini dışa vuruyorlar. Örneğin Türkiye’de hükümetin oluşturduğu bilim kurulunun en medyatik unsurlarından profesör Mehmet Ceyhan şunları söylüyor:

“Gıda kaynakları aritmetik artar, insan nüfusu geometrik artar. Eğer bu artış böyle devam ederse insanlar yiyecek ekmek bulamaz. Allah bunu nasıl bir mekanizmayla ayarlamış? İnsanlar belirli bir yaştan uzun yaşayamaz. Allah neden virüsleri yaratmış? Hiçbir işe yaramıyorlar, canlı değiller. Yaratmış çünkü insanların belirli bir sayının üzerinde çoğalamaması gerekir. Yoksa kimse yaşayamaz.”

Enfeksiyon uzmanı bir tıp profesörünün virüsler hakkında bu denli saçmalaması, cehaletle değil, onun siyasal tercihleriyle açıklanabilir ancak. Zira virüslerin dünyada bıraktık insanı, memeliler bile yokken var oldukları biliniyor, onların yaşını 3 ilâ 4 milyar yıl önceye kadar uzatan görüşler var. “Canlı olmadıkları” düşüncesi de doğru değil, yalnızca biyologların sınıflandırma kriterlerine uymuyorlar ve bu nedenle de yarı-canlı olarak düşünülüyorlar.

Ceyhan’ın söylediklerinin ilk kısmı ise, Protestan papaz Thomas Robert Malthus’un 1798’de ileri sürdüğü zırvalıklarından başka bir şey değildir. Üstelik de Malthus’un görüşlerinin ilk ve en tutarsız versiyonudur. İlerleyen yıllarda, hem Malthus hem de onu takip eden yeni-Malthusçular, gıda kaynaklarının aritmetik olarak arttığı tezini arka plana itmişler, ama bu ilk tezden çıkarttıkları sonuçları ısrarla savunmaya devam etmişlerdir. Buna rağmen, bu görüşler bugün gerek lise ders kitaplarında gerekse de üniversite kürsülerinde dillendirilmeye devam etmekte, köşe yazarlarından siyasetçilere kadar burjuva ideologların dilinden düşmemektedir. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak sıradan insanların bilincinde de yer etmişlerdir.

Aslına bakılırsa her yönden aldığı ölümcül teorik darbelere, bu denli tutarsız ve dayanıksız oluşuna rağmen, bir görüşün bu kadar ısrarla yinelenmesi pek görülen bir durum değildir. Bu durum Marx ve Engels’in de dikkatini çekmişti; onlar bu olguyu Malthus’un görüşlerinin burjuvaziye ve gericiliğe sunduğu kusursuz hizmetle açıkladılar. Kapital’in birinci cildindeki bir dipnotta Marx, Malthus’un “teorisi”nin, “ilkokul çocuklarına yaraşır bir yüzeysellikle ve papazlara has bir kötü ifade ile yapılmış bir aşırma olduğunu ve içinde kendisi tarafından düşünülmüş bir tek cümle bulunmadığını” belirtip ekler:

“Bu kitapçığın uyandırdığı büyük sansasyon doğrudan doğruya parti çıkarları ile ilgilidir. (…) başkalarının öğretilerine karşı mutlak etkili bir panzehir diye ilan edilmiş olan «nüfus ilkesi», İngiliz oligarşisi tarafından insanlığın ilerleme yönündeki arzularının büyük tahripçisi olarak sevinçle karşılanmıştı. Başarısı karşısında büyük bir şaşkınlığa uğrayan Malthus, daha sonra kitabını üstünkörü topladığı malzemeyle doldurma ve kendisinin keşfetmeyip sadece başkalarından aşırdığı birtakım yeni şeyleri buna ekleme işine koyuldu.”[1]

1700’lü yıllardan itibaren nüfusta başlayan hızlı artış, 1789 Fransız devriminde sefalet içerisindeki kitlelerin öfkesinin açığa çıkışıyla birleştiğinde tüm Avrupa’da egemenlere korku salmıştı. Bir burjuva devrimi olmasına rağmen Fransız devriminin doğurduğu değişim ve eşitlik isteği her yere yayılıyordu, Malthus’un yok etmek istediği bu arzuydu. Onun temel güdüsü, yoksulluğu gerekçelendirmek, sorumluluğu kapitalist sistemin sırtından atıp “aşırı üredikleri”ni iddia ettiği yoksullara yüklemekti. Üstelik bunu yaparken, insanlığın refah içinde yaşanacak bir gelecek hayalinden vazgeçmesini, bunun imkânsız olduğunu ileri sürecek kadar da açık sözlüydü: “tüm bireyleri rahat, mutlu ve daha serbest koşullar içinde yaşayan, kendilerinin ve ailelerinin geçimine ilişkin kaygıları olmayan kişilerden oluşan bir toplumun var olabileceğine” inananların olmayacak bir hayalin peşinden gittiğini söyleyen Malthus, geliştirdiği “nüfus ilkesi”nin “insanların büyük çoğunluğunun yetkinleşebileceği düşüncesini kesin bir biçimde çürüttüğü” iddiasında idi. Malthus’un insanların sefaletini “ölümsüz bir doğa yasası” olarak ilan ettiği nüfus ilkesiyle açıklamasının kapitalistler tarafından takdirle karşılanması boşuna değildir. Böylelikle yoksulluk ve sefaletin sınıfsal sömürüden değil, doğadan kaynaklandığı söylenmektedir ki, kimse doğadan ve onun yasalarından kurtulamaz. O zaman onun etkilerini hafifletmeye çalışanlara şükran duymaktan ve gerisine de uysalca boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu!

Her ne kadar nüfus artışı ve aşırı nüfus nedeniyle bir kıtlık durumuna işaret eder gözükse de, Malthus da kapitalizmin bir kıtlık toplumu olmadığını biliyordu. Kapitalist “aşırı üretim” olgusunun da bilincindeydi. Üstelik o kadar ki, kendi terimleriyle, “gerçekleşme sorununa” işaret etmekte, üretilen tüm ürünler üreticiler (işçiler ve sermaye sahipleri!) tarafından tüketilemeyeceğine göre, kapitalist toplumun devam edebilmesi için, “üretmeden tüketen bir toplumsal grubun” ayakta tutulması gerektiğini savunmuştu. Ona göre bu grup kendisinin de dâhil olduğu din adamları, büyük toprak sahipleri, soylular ve devlet bürokrasisi idi.

Malthus’un “nüfus yasası” iki temel sava dayanıyordu: Birincisi, geçim araçları (esas olarak gıda maddeleri) aritmetik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 3, 3 iken 4 şeklinde hep aynı miktarda bir artış sözkonusudur. İkincisi, eğer kısıtlanmazsa insan nüfusu geometrik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 4, 4 iken 8 gibi katlanan bir artış sözkonusudur. Ona göre bu durum, yalnızca kapitalist toplum için değil, ondan önceki tüm toplumlar için de geçerliydi, artan nüfus geçim araçları üzerinde baskı yaratmakta, yetersiz kalan üretim nedeniyle yoksunluk ve yoksulluk ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden de yoksulluk hep var olmaya devam edecekti. Bu bir doğa yasasıydı ve ortadan kaldırılamayacak bu durumu katlanılabilir kılmak için, bir nüfus planlamasıyla işçiler geç evlenmeye ve az sayıda çocuk yapmaya teşvik edilmeli, sefalet içindekilerin hayatta kalıp üremelerine ve çoğalmalarına yol açan tüm yardımlar (ister devlet eliyle, ister o günlerdeki gibi Kilise eliyle, isterse de hayır kurumları eliyle yapılıyor olsun) kesilmeliydi. İlerleyen yıllarda, gıda üretiminin aritmetik artışı yerine bir başka ucube olan “azalan getiri yasası” (tarımsal üretim artsa bile, topraktaki verim düşüşü nedeniyle bu artışın hep daha az olacağı görüşü) geçirilse de yaklaşımı aynı kalmaya devam etmiştir.

Malthus’un yoksullara yaşam hakkı tanımayan gerici ve gaddar görüşleriyle, Marx ve Engels birçok kez hesaplaştılar, üstelik de hayli detaylı şekilde. Bunu, başlangıçta, olumsuzundan yani Malthus’un iddialarını tek tek ampirik veriler eşliğinde teorik olarak çürüterek yaptılar. Marx, yalnızca yukarıda sıraladığımız Malthus’un iki ana tezini değil, onun diğer iktisadi savlarını da didik didik ederek eleştiriye tabi tutmuştur. İlerleyen yıllar içerisinde ise, “fazla nüfus” sorununun modern toplumla ilişkisini ortaya koyan kapitalizme has bir nüfus yasası geliştirdiler. Bununla neyi kastettiklerini ve yıllara yayılan bu eleştirinin ana yönlerini özetlemeden önce, yaptıkları son derece önemli yöntemsel vurgunun altını çizmekte yarar var: “Nüfus ilkesi” diye hem geçmişteki hem bugünkü hem de gelecekteki toplumlar için geçerli olabilecek genel bir yasadan söz edilemez, yani zamandan ve mekândan kopuk, doğa kanunu hükmünde böyle bir yasa yoktur. İnsanlık toplumunun gelişiminin her aşaması kendi içsel yapısından kaynaklanan kendi nüfus yasasına sahiptir, şöyle der Marx:

“Her özel tarihsel üretim tarzı, kendi özel, tarihsel olarak geçerli nüfus yasalarına sahiptir. Soyut bir nüfus yasası, yalnızca bitkiler ve hayvanlar için vardır; o da ancak, insanın tarihsel olarak müdahale etmemesi ölçüsünde...”[2]

Bu çok önemli yöntemsel vurgu bile Malthus’un geleceğe ipotek koyan yaklaşımını çürütmeye yeterlidir.

Gıda Üretimi Sorunu

1844 tarihli bir makalede Engels, toprakların sınırlı olduğu gerçeğine rağmen iki olguya dikkat çekiyordu. Birincisi, tarım için kullanılabilecek toprakların tamamının kullanılmamasıydı (ancak üçte biri ekiliyor diyordu Engels[3]). Üstelik bunun nedeni nesnel imkânsızlıklar değil, tarımsal üretimin de ekonomik gidişata sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeğiydi. İnsanlar açlıkla boğuşurken, sırf ürünler satılamıyor diye topraklar boş bırakılıyordu. Eğer bu durum ortadan kaldırılır ve uçsuz bucaksız topraklar üretime açılırsa, tarım yapılacak arazi sorununun olmayacağını söylüyordu Engels.

Engels’in dikkat çektiği ikinci nokta, kaynak aktarılması, işgücü sağlanması ve bilimin uygulanması durumunda toprağın verimliliğinin büyük ölçüde arttırılmasının mümkün olduğuydu. Gerçekten de bilimin ilerleyişiyle bu her geçen gün somut olarak kanıtlanmaktadır. Hektar başına üretilen ürün miktarı yıllar içinde hızla artmıştır. Bugün dünya tarım üretiminin yüzde 80’inin sanayileşmiş 25 ileri kapitalist ülkede gerçekleştiriliyor oluşu[4], en çok tarımsal ürün ihraç eden ilk dört ülkenin de ABD, Hollanda, Almanya ve Fransa oluşu, kapitalist gelişim ve bilim ile tarımsal üretim arasındaki bağı kanıtlıyor. Engels, bilime çok güçlü bir vurgu yaparak, bilimsel gelişmenin birikimli ve katlamalı tabiatına dikkat çekmişti:

“Toprak üretkenliğinin aritmetik diziyle arttığı nerede tanıtlanmış? Toprak alanı sınırlıdır. Bu, çok doğru! Bu toprak yüzeyinde istihdam edilecek işgücü, nüfusla birlikte artar. Hatta tutalım ki, emekteki artışın neden olduğu ürün artışı her zaman emekle orantılı olarak artmıyor olsun: gene de üçüncü bir öğe daha vardır ki, bu, kuşkusuz iktisatçıların asla önem vermedikleri ve ilerlemesi, en az nüfus kadar hızlı ve onun gibi kesintisiz olan bilimdir. (…) Bilim en azından nüfus kadar hızlı büyümektedir. Bunlardan ikincisi, bir önceki kuşağın büyüklüğüne orantılı olarak çoğalır ve bilim de bir önceki kuşağın aktardığı bilgi kitlesine orantılı olarak artar, yani en sıradan koşullar altında bile bilim, geometrik diziyle ilerler. Ve bilimin üstesinden gelemeyeceği ne vardır ki? Ama «sadece Mississippi vadisinde işlenmeyen toprakların bütün Avrupa nüfusunu doyurmaya yeter» olduğu söyleniyorken, yeryüzü topraklarının ancak üçte-biri ekilmekteyken ve bu üçte-birin verimi daha şimdiden bilinen iyileştirme yöntemleriyle altı katına çıkarılabilecekken, aşırı nüfustan söz etmek saçmadır.”[5]

Malthus, tarımsal üretimin aritmetik olarak arttığı iddiasını hiçbir bilimsel veriye dayandırmamıştır, dayandırması da mümkün değildi zaten. Günümüze ait veriler, bu iddianın geçersizliğini açıkça ortaya koyuyor. Örneğin 1961 yılı ile 2008 krizinden hemen öncesindeki tarımsal üretim rakamlarını karşılaştıralım:

“1961 yılıyla karşılaştırıldığında dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Birleşmiş Milletler’e bağlı Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre, bu elli yıllık dönemde, yaklaşık olarak, buğday ve pirinç dâhil tahıl üretimi 2,7 katına, taze sebze ve meyve üretimi 4,1 katına, süt üretimi 2 katına ve et üretimi de 3,7 katına çıkmıştır.”[6]

Üstelik kapitalizm, sırf kâr uğruna, üretilen zenginliği yok etmekten çekinmeyen bir sistemdir. Bu noktada güncel bir örneği ABD’deki et üretiminden verebiliriz. ABD de dâhil dünyada yoksullar et yüzü göremezken, basına yansıyan son haberlerde, ABD’de ekonomik krizden kaynaklı olarak 10 milyona yakın domuzun itlaf edileceği söyleniyor. Satamadıkları hayvanlarını besleme masrafından kurtulmak için büyük çiftçiler hayvanları katlediyor, itlaf edilen hayvanların nereye nasıl gömülecekleri de belli değil. Aynı anda yüzlerce market ve restoran ise et bulamamaktan şikâyetçiymiş; buyurun size kapitalist kâr güdüsünün ve plansızlığın doğrudan sonuçlarından biri.

Görüldüğü gibi kapitalist ekonominin gidişatına göre yukarıda aktardığımız sayılar değişmekle birlikte, bilim ve teknolojinin kullanımıyla tarımsal üretimin de sıçramalı bir şekilde gelişeceğine inanan Marx ve Engels haklı çıkmışlardır. Haklı çıktıkları bir başka nokta ise, üretim hacmindeki devasa artışlara rağmen, insanlığın içinde debelendiği yoksulluk batağının kapitalizm çerçevesinde ortadan kalkmasının mümkün olmadığıdır. Birleşmiş Milletler raporuna göre, 2019 Ekim ayında yaklaşık 822 milyon insan, yani dünya nüfusunun yüzde 11’i açlık çekiyor, yaklaşık 150 milyon çocuk açlıkla bağlantılı gelişme bozuklukları yaşıyor. Bu arada dünya gıda üretiminin önemli bir bölümü (Avrupa’da tam üçte biri!), satılamama, satın alınmasına rağmen tüketilmeme, kötü nakliye ve depolama yüzünden bozulma gibi nedenlerle çöpe gidiyor! Gıda Mühendisleri Odası, 2019 tarihli basın açıklamasında şunları söylüyor:

“Bu kadar aç insanın olduğu bir dünyada, üretilen gıda maddelerinin %10’unun tüketilmeyerek çöpe atılması anlaşılmayacak bir durumdur. Yılda yaklaşık 1,3 milyar ton gıda çöpe giderek heba olmaktadır. Sadece bu tüketilmeyen ya da tüketilemeyen, çöp olarak son bulan üretim fazlasıyla bile açlık çeken insanları doyurabilmek mümkündür. (…) Dünyada gıda konusunda kıtlık olmadığını, tarımsal üretimin toplam talebin üzerinde olduğunu, gıdaya erişimin sağlanamamasında temel sorunun adil olmayan gelir ve ürün dağılımının olduğunu dolayısıyla açlığın nedeninin yetersiz gıda değil temelde yoksulluk olduğunu vurgulamak gerekir.”[7]

Bir noktaya dikkat çekerek ilerlemekte fayda var. Tarımsal üretim “toplam talebin üzerinde” olsa bile, bunun anlamı, tüm insanlığın ihtiyaçlarının yeterli ölçüde karşılanabildiği bir bolluk değildir. Bu, geniş kitlelerin sınırlı satın alma gücü nedeniyle satın alabileceklerinden fazlasının üretildiği anlamına gelir, kapitalizmin plansız, anarşik işleyişine işaret eder. Diğer taraftan yalnızca israfın ortadan kaldırılmasıyla bile ivedi olan açlık sorununun ortadan kalkabilecek oluşuna yapılan vurgu anlamlıdır. Bir adım daha atarak şunu da eklemeliyiz: Üretimin kapitalist biçimine son verilse, çok daha dayanıklı ürünlerin üretilmesi, tedarik zincirindeki plansızlıktan kaynaklı kayıpların asgariye indirilmesi ve böylelikle üretimin toplam hacminde bir değişiklik olmaksızın bile çok daha fazla ürünün kullanılabilir hale gelmesi mümkündür.

Bugün, insanlığın gıda ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli üretim yapılmadığı açık bir gerçektir. Sanayide olduğu gibi tarımda da “eldeki nüfusa oranla çok fazla geçim aracı üretilmez. Tersi doğrudur. Nüfusun çoğunluğunun gereksinimlerinin düzgünce ve insana yaraşır şekilde giderilmesi hedefi açısından bakıldığında, çok az geçim aracı üretilir.”[8] Peki neden?

Bu düzeyde bir üretim yapabilecek yeterli işgücüne, toprağa ve diğer üretim araçları kitlesine sahip olmadığımız için mi? Üretici güçlerin henüz bir bolluk toplumu için gerekli gelişim düzeyinde olmadığını (ki bunun önündeki engel bizzat kapitalizmdir) unutmamak kaydıyla, daha bugün bile mevcut üretici güçlerle çok daha fazlasını üretmek aslında mümkündür. Sorduğumuz sorunun yanıtını Engels’e bırakalım:

“Neden çok az üretiliyor? Üretim sınırlarının –bugünkü araçlarla bile– sonuna varılmış olmasından değil. Hayır. Üretimin sınırları, aç karın sayısına göre değil, satın alıp para ödeyebilecek kese sayısına göre saptanıyor da ondan. Burjuva toplumu daha fazla üretmek istemiyor ve isteyemez. Parasız karınlar, kâr için kullanılamayan ve bu yüzden kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir.”[9]

Engels, kapitalizm tasfiye edilirse, üretici güçlerin daha da gelişeceğinden ve “her bireyin üretim gücünü iki, üç, dört, beş ya da altı kişinin tüketimine yetecek düzeye çıkarmak için de yeterli olacağı öncülünden hareket ediyoruz” der. Bu durumda, “bilimin, sanayide olduğu gibi, büyük ölçekte ve tutarlı bir biçimde tarıma uygulanma olasılığı” doğacaktır. Dahası der, Güneydoğu Avrupa ve Batı Amerika’daki uçsuz bucaksız alanların kullanımı gerçekleştiğinde, “gene de kıtlık olursa, işte o zaman alarm zillerini çalabiliriz.”[10] Engels’in bilimin kullanılması ve kaynakların akıtılması sayesinde mucizelerin yaratılabileceği öngörüsünün mütevazı bir örneği olarak, İsrail’de çöllerin verimli tarım arazilerine çevrilmesini hatırlatabiliriz. Kabaca 19. ve 20. yüzyıla ilişkin olarak vereceğimiz şu sayılar da, demografik felaket tellallığının temelsizliğini kanıtlamaktadır. 1820-1913 döneminde kişi başına düşen hasıla yıllık ortalama %0,9 artarken, dünya nüfusundaki yıllık artış %0,6 idi. 1913-2012 döneminde bu sayılar ortalama %1,6’lık hasıla artışına karşılık %1,4’lük nüfus artışıdır. Malthus bu tablonun tam tersini iddia ediyordu, oysa net şekilde ortada olan gerçek şudur ki, nüfus artış oranları üretimdeki artış oranlarının gerisinde kalmaktadır. Dahası nüfus artış oranı 1950-70 döneminde yıllık ortalama %1,9’lük değerle zirve yaptıktan sonra ciddi şekilde düşmeye başlamış ve günümüzde %1’in altına inmiştir.[11]

Kapitalizmin tarıma nüfuz edişi, makineleşmiş büyük ölçekli tarım, kimya ve genetikteki gelişmelerle birlikte tarımsal üretimde muazzam artışlar yaşanmıştır. Ancak kapitalizmin çelişkili doğası bu alanda da kendini alabildiğine dışa vurmaktadır. Dolayısıyla geldiğimiz noktada yalnızca bu potansiyellere dikkat çekmek de doğru olmayacaktır. Çoktandır çürümekte olan kapitalizm bu potansiyellere bir tehdit haline gelmiştir aynı zamanda. Kapitalizmin insanlığın ilerleyişinin önünde bir engel haline gelişiyle birlikte, tarımsal üretim alanında da ciddi sorunlar birikmeye başlamış, kapitalizmin yıkıcı etkileri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin plansız ve anarşik gelişimi, muazzam kalabalıkların kentlerde yığılarak berbat çevre koşullarında ve kirlilik içinde yaşamasını, verimli tarım arazilerinin kentleşmeyle ve sınai tesislerin kurulmasıyla mahvedilişini, kimyasal atıklarla toprağın ve su kaynaklarının zehirlenip kullanılamaz hale getirilmesini de beraberinde getirmektedir. Kırın ve toprağın kapitalist yağması giderek hızlanmakta, kapitalizm emeğe olduğu gibi toprağa da “benden sonra tufan” diyerek yaklaşmakta ve toprağın sömürüsünü o denli ileri taşımaktadır ki, geldiğimiz noktada bu onun ölümüne yol açmaktadır. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana kapitalist ilişkilerin ürünü olan sayısız faktörden ötürü ekilebilir toprakların miktarında her yıl 12 milyon hektarlık bir düşüş sözkonusudur.[12] Dahası, kapitalist tekelleşmenin kırsal üretimi de boyunduruğu altına almasının yıkıcı sonuçları da gözden kaçmamalıdır. Bugün birçok ülkede çok büyük arazilerde gıda üretimi zorla ortadan kaldırılmış, çiftçiler başta biyoyakıt olmak üzere çeşitli sınai ürünleri üretmek zorunda bırakılmıştır. Burjuva hükümetlerin izledikleri neoliberal politikalar ve uluslararası dev tekellerin dayatmasının bir sonucudur bu. Küreselleşen kapitalist ekonomi tarımsal üretimi de dev uluslararası tekellerin çıkarlarıyla uyumlu bir uluslararası işbölümü temelinde küreselleştirmiştir.[13] İnsanlığın çıkarları temelinde çok daha ileri bir uluslararası işbölümü gıda üretimini daha da arttırabilecekken, mevcut emperyalist işbölümü, hangi ürünün nerede, nasıl ve ne kadar üretileceğini bu tekellerin çıkarlarına tabi kılmaktadır.[14] FAO gibi uluslararası burjuva kuruluşlar, artan insan nüfusu için yeterli tarım arazisi olmadığını ileri sürerken, uluslararası tekellerin dayatmalarıyla başta Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın uçsuz bucaksız toprakları olmak üzere birçok ülkede devasa araziler boş bırakılmaktadır. Çiftlik sahiplerine topraklarını ekip biçmemeleri için para verilmektedir![15]

Tekrar edelim, tüm bu olumsuzluklar, dünyanın toprak potansiyelinin yetersiz olduğunu değil, kapitalist sömürü sisteminin derhal yıkılması gerektiğini gösterir. Kapitalizm yıkıldığında, yarattığı tahribatın onarılması da mümkün olabilecektir. Ortaya çıkan bu sorunlara işaret edip onun nedenlerinin üstünü örtmeye çalışanlar, artan insanlık nüfusunu gerekçe göstererek insanlığın açlıkla karşı karşıya kalabileceğini söylüyorlar. Dünyanın en varlıklı burjuvalarından bazıları bu sorunu çözmek için kollarını sıvamış gözüküyorlar, kurdukları vakıflarla nüfus artışının önüne geçecek hayırsever projelerini hayata geçirmek istediklerini söylüyorlar. Zira dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca yoksulun biriken öfkesi ve yıkıcı potansiyeli finans kapitalin gözünü korkutuyor. Bill Gates’in vakfı bu tutumun şampiyonluğunu yapıyor. Kapitalizmin yarattığı tüm sorunları nüfus sorununa bağlamaya, böylelikle kapitalist sömürünün ve yıkımın üstünü örtmeye çabalıyorlar.

Oysa temel mesele “artan insan nüfusu” değil, kapitalist sömürünün, insanlığın bir kısmını sürekli olarak sefalete mahkûm bir fazlalık haline getirmesidir. Nüfusun toplumsal üretimin kaldırabileceğinden daha hızlı artma yeteneğinde olduğu düşüncesini kabul etsek bile, bu, olsa olsa kapitalizmin tasfiye edilmesi için yeni bir gerekçe olurdu diyordu Engels.[16] Eğer kapitalist sistem yıkılır ve insanlık nüfusu gerçekten de dünyanın fiziksel olarak kaldırabileceği sınırların (ki ne kadar olduğu hayli belirsizdir) ötesine geçerse, işte o zaman bu meseleyi nasıl çözebileceğimizi düşünebiliriz, ondan önce değil! Engels, kendisine yöneltilen bir soruyu tam da bu mantıkla yanıtlar:

“Elbette insan sayısının, sınırlamayı gerektirecek oranda artma olasılığı soyut olarak vardır. Ama eğer komünist toplum herhangi bir evrede insanların çoğalmasını, tıpkı üretimi olduğu gibi, düzene sokma zorunluluğunda kalırsa, bu işi, hiç bir güçlükle karşılaşmaksızın bizzat ve yalnızca bu toplum yapacaktır. (…) Herhalde, bunun yapılıp yapılmamasını, ne zaman ve nasıl yapılacağını ve bu amaçla ne gibi araçların kullanılacağını kararlaştıracak olanlar, komünist toplumun insanları olacaktır. Ben, kendimi onlara yol gösterme ve önerilerde bulunma durumunda görmüyorum. Bu insanlar, elbette, bizlerden daha az zeki olmayacaklardır.”[17]

Kapitalist Nüfus Yasası

Malthus, her ne kadar meseleyi toplam nüfus ve nüfus artışı üzerinden koymuş olsa bile, sorun olarak gördüğü şey, gerçekte emekçilerin nüfusunun fazlalığıdır. Ona göre nüfus artışı reel gelirin doğrusal bir fonksiyonudur; yani gelir artarsa nüfus artışı da hızlanır. Tek boyutlu bu varsayım tarihsel verilerle bütünüyle uyumsuzdur.

Marx, tersi gözlemlerde bulunan sayısız yazardan aktarmalar yaparak, aslında, daha zorlu hayat şartları altında yaşayan emekçilerin çok daha fazla çocuk yaptığını hatırlatır. O gün olduğu gibi bugün de durum farklı değildir. Dünyanın daha yoksul ülkelerinde doğum oranları daha yüksektir, oysa yaşam standartlarının daha yüksek olduğu ileri kapitalist ülkelerde doğum oranları düşmekte, nüfus yaşlanmaktadır.[18] Modern yaşamın stresi, kötü ve hormonlu besinler, çevre kirliliği vb. gibi bir dizi faktör, hem cinsel aktiviteyi azaltıcı hem de üreme bozukluklarını arttırıcı etkileri nedeniyle doğum oranlarının düşüşünde rol oynasa da, ileri ülkelerde esas faktörü kültürel değişimde aramak en doğrusudur. Son yıllarda gerek Avrupa’da, gerek Japonya ve Güney Kore’de doğurganlığı arttırmak için devlet teşvikleri giderek artmaktadır, en az üç çocuk isteyen liderlerin sayısı da öyle! İş o noktaya varmıştır ki, bazı ülkelerde doğum sayısını arttırmak üzere cinsel ilişkiyi teşvik etmek için kimi devlet televizyonlarında porno yayınlar yapılmaktadır.

Malthus ve onun gibiler, işgücünün yalnızca arz tarafıyla ilgilenip emeğe olan talepteki değişimi dikkate almaz. Oysa işgücünün arzında genellikle büyük dalgalanmalar yaşanmazken, sermayenin işgücüne talebinde çok büyük ve ani dalgalanmalar yaşanır. Sınai çevrimler, yani sermayenin birikim hareketi bu noktada en önemli belirleyen durumundadır. İşsizliğin artışındaki temel sebep, işçi nüfusunun artması değil, sermayenin emeğe talebindeki düşüştür. Kriz dönemlerinde bu talep mutlak olarak düşerken, canlılık dönemlerindeki ekonomik büyüme emeğe olan talebi arttırsa bile bu artış daha da yetkinleşen makineler nedeniyle bir önceki dönemden daha düşük olacaktır. Bu nedenle de nüfus planlamasıyla emekçilerin sayısının kontrol edilmesinin aynı zamanda yoksulluğu ve işsizliği de azaltacağı yönündeki düşünceler özünde yanlıştırlar. Zira emek arzının azalması kısa vadede ücretleri arttırıcı bir etkide bulunsa bile, artan emek maliyeti, patronları işçinin yerine makineyi geçirmeye daha çok teşvik eder, dolayısıyla orta ve uzun vadede işsizliği arttırmış olur.[19] Bu yüzden, işsizlik, emek arzının fazlalığı nedeniyle değil, esasen “fiili emek talebiyle ilgili olarak vardır”. Nüfus artışının son derece düşük olduğu, hatta kimilerinde nüfusun azaldığı Avrupa ülkelerinde ya da Japonya’da yaşanan işsizlik ve bunun hele de kriz dönemlerinde tavan yapması yeterli bir kanıttır.

Demek ki mesele, nüfusun mutlak fazlalılığı değil, kapitalist toplumda fazlalılık haline getirilen, geçim araçlarına ulaşma şansı tanınmayan ve bu nedenle de geçici süreliğine ya da kronik biçimde sefalet koşullarına mahkûm edilen işçi yığınlarının, işsizler ordusunun varlığıdır. Marx, bunu nispi fazla nüfus ya da nispi artık nüfus başlığı altında inceler. Peki işsizlik, yani işçilerin bir kısmının nispi fazla nüfus haline gelmesi nereden kaynaklanır? Bunun nedeni, burjuva iktisatçıların söylediği gibi, artan nüfus ve onları da istihdam edebilecek kadar üretim aracının (toprak, makineler, aletler vb.) bulunmayışı değil, üretim araçlarının kapitalist kullanım biçimidir. Yani işsizliğin nedeni sermaye birikiminin ta kendisidir:

“Aslında, sahip bulunduğu enerji ve genişlikle doğru orantılı bir şekilde, sürekli olarak bir göreli, yani sermayenin ortalama değerlenme ihtiyaçları açısından aşırı, bu nedenle de fazla ya da artık işçi nüfusu yaratan, kapitalist birikimin kendisinden başka bir şey değildir.”[20]

Böylelikle Marx, nüfus sorununu kapitalizmin gerçekleriyle, onun işleyiş yasalarıyla açıklamakla kapitalist topluma has bir nüfus yasası geliştirmiş oldu:

“İşçi nüfusu, bizzat kendisi tarafından üretilen sermaye birikimi ile birlikte, giderek büyüyen bir ölçüde, kendisinin göreli artık nüfus haline getirilmesinin araçlarını da üretiyor. Bu, kapitalist üretim tarzına özgü bir nüfus yasasıdır.”[21]

Böylesi bir yasa, kuşkusuz kapitalizmin tüm gizemleri açığa çıkarılmak suretiyle ortaya konabilirdi. En tamamlanmış haliyle bu yasayı Kapital ciltleri içinde buluruz. Kapital’in birinci cildinin yirmi üçüncü bölümünde, işsizlikle sermaye birikimi arasındaki ilişki sergilenir.

Aslında insan nüfusunun kapitalist ekonominin büyümesinden daha hızlı arttığı düşüncesi, yaşanan gerçekliğin ters yüz edilmiş, çarpıtılmış bir görüntüsüdür. Gerçekte üretim araçları kütlesi ve emeğin üretkenliği, üretken nüfustan daha hızlı büyümektedir. Artan emek üretkenliğiyle birlikte düşünülürse, üretim araçları kütlesindeki artışın, her seferinde daha az yeni istihdam olanağı anlamına geldiği kolaylıkla görülür. Emek üretkenliğindeki artış, bir yandan istihdam edilmiş işçilerin bir kısmını boşa çıkartıp işsizlerin saflarına sürüklerken, daha yüksek teknolojiye dayanan yeni yatırımlar da işsizlerin saflarından her seferinde daha az işçiyi istihdam alanına çeker. Her ikisi birlikte, fazlalık haline gelmiş nüfusun göreli artması sonucu doğurur. Bu artık nüfusun artışı, insan nüfusunun üretimden daha hızlı arttığı görüntüsüne yol açar. Şöyle diyor Marx:

“Durmadan büyüyen bir üretim araçları kütlesinin, toplumsal emeğin üretkenliğindeki ilerleme sayesinde, gittikçe azalan bir insan gücü harcamasıyla harekete geçirilebileceğini ifade eden yasa, işçilerin üretim araçlarını değil, üretim araçlarının işçileri kullandığı kapitalist bir toplumda tam tersine çevrilir ve şöyle bir ifadeye büründürülür: emeğin üretkenliği ne kadar artarsa, işçilerin istihdam araçları üzerindeki baskı o kadar büyür, dolayısıyla bunların varoluş koşulları, yani sahip bulundukları gücün başkalarına ait zenginliğin çoğaltılması ya da sermayenin kendi kendini değerlendirmesi için satılması o kadar istikrarsızlaşır. Görülüyor ki, üretim araçları ile emeğin üretkenliğinin üretken nüfustan daha hızlı büyümesi, üzerine kapitalist bir kılıf geçirildiğinde, kendisinin tersi olan bir şeyi ifade ediyor: işçi nüfusu her zaman sermayenin değerlenme ihtiyacından daha hızlı artar.”[22]

İşsizlik Kapitalizmin Hem Ürünü Hem De Bir Önşartıdır

Burjuva gericilik, işsizliğin kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu her zaman reddetmiştir. Kapitalizmi ortadan kaldırmayı değil de onu ıslah etmeyi savunan reformist görüşlerse, işsizlik gerçeği ile kapitalizm arasındaki nedenselliği kabullenmeye hazırdırlar, onlara göre işsizlik, kapitalizmin çok sevimsiz yan ürünlerinden biridir, ama düzen sınırları içerisinde bunun üstesinden gelinebilir. Oysa işsizlik ve sürekli bir yedek işçi ordusunun varlığı, yalnızca kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu değil, aynı zamanda kapitalist gelişimin önşartlarından biridir.

İşsizlik, kapitalizmin kaçınılmaz ürünü ve sonucudur. Rekabet savaşında ayakta kalmak için ürettikleri malların birim maliyetini düşürme güdüsü kapitalistleri emek üretkenliğini arttırmaya teşvik eder. Bunun esas yolu, daha gelişmiş ve daha yetkin makineler kullanmaktır. Artan makineleşme ve bunların giderek yetkinleşmesi, her seferinde emeğin bir kısmını fazlalık haline getirir. Emek üretkenliğinin artışı, aynı sayıda işçinin daha az bir süre çalışarak aynı miktar ürünü üretmesine imkân sağlar, ama kapitalistin tercihi asla bu yönde olmaz. O, çalışma saatlerini aynı tutarak işçi sayısını azaltmayı tercih eder. Yani fazlalık haline gelen emek, kendisini var eden işçilerle birlikte üretimin dışına atılır. Bu süreç içerisinde canlı emeğin (işçiler) yerini artan oranda cansız emek (makineler) alır. Bu aynı zamanda, kapitalistin yatırdığı toplam sermaye içerisinde sabit sermayeye ayrılan kısmın işgücüne ayrılan kısma kıyasla artması demektir. Sermayenin organik bileşiminin artması olarak adlandırılan bu durum, üretim hacmi artsa yani ekonomi büyüse bile neden işsizlik sorununun çözülemeyeceğini anlamakta kilit önem taşır. Yeni yatırımlar, daha yüksek teknolojiye ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin daha yüksek bir oranına dayanacağından, yeni yatırılan toplam sermaye içerisinde emeğe ayrılan kısım oransal olarak azalacak, bu da eskiye kıyasla daha az sayıda işçinin istihdam edileceği anlamına gelecektir. Kapitalizmin işçileri artan oranda üretim alanının dışına itmesinin nedeni işte bu mekanizmadır.

Ama kapitalizm, yalnızca işsizliği sürekli olarak üretmekle kalmaz, aynı zamanda onsuz yapamaz da. Kapının dışında bekleyen bir işsizler ordusunun varlığı, çalışmakta olan işçilerin ücretlerini aşağı doğru çekmek ve çalışma koşullarını ağırlaştırmak üzere kapitalistlerin eline büyük bir koz verir. Marx, işsizliği, kâr oranlarının düşme eğilimine zıt yönde çalışan altı faktörden biri olarak değerlendirir. Hepsi bu da değil, işsizlik aynı zamanda kapitalizmin zorunlu bir önşartıdır, çünkü her an emre hazır, boşta bekleyen böylesi bir yedek emek ordusu ortada yoksa, sermayenin birikmesi, onun genişletilmiş yeniden üretimi sözkonusu olamaz. İşsizliğin kapitalizmin arzu edilmeyen bir sonucu değil, onun gereklerinden biri olduğu gerçeğini Engels, İngiliz işçilerinin durumunu ele aldığı kapsamlı çalışmasında şöyle ifade eder:

“İngiliz sanayisi, en canlı aylarda pazarın gereksindiği mal yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçiler ordusuna sahip olmak zorundadır. Bu yedek ordu, pazarın durumuna bağlı olarak istihdam edilen bölümünün büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre, geniş ya da küçük bir ordudur. (…) Bunalım sırasında çok yüksek bir sayıya ulaşan ve en yüksek refahla bunalım arasında ortalama sayılan dönemde de geniş bir sayıda olan bu yedek ordu, İngiltere’nin «artık nüfusu»dur.”[23]

Sürekli bir işsizler ordusunun varlığı, yalnızca canlılık dönemlerinde üretim kapasitesini arttırarak ya da yeni yatırımlar yaparak mevcut üretim hacmini büyütmek için değil, aynı zamanda yepyeni üretim dalları ve faaliyet alanları yaratarak buralara yatırım yapmak için de zorunludur:

“Ama eğer bir artık işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temel üzerinde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünüyse, bu artık nüfus da, tersine, kapitalist üretimin kaldıracı, evet, kapitalist üretim tarzının bir varlık koşulu haline gelir. (…) Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır. (…) Birikimdeki ilerleme ile birlikte son derece büyüyen ve ek sermayeye dönüştürülebilir toplumsal zenginlik kütlesi, piyasaları birdenbire genişleyen eski üretim kollarına ya da eskilerinin gelişmesinden dolayı kendilerine ihtiyaç duyulan demir yolları vb. gibi, yeni açılmış üretim kollarına çılgınca bir coşkunlukla atılır. Bütün bu gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin, hemen ve diğer alanlardaki üretim faaliyetlerinde kesintiye yol açmaksızın, en önemli noktalara atılabilir olması gerekir. Aşırı nüfus bu kitleyi sağlar.”[24]

Genişletilmiş yeniden üretimin, ya da sermaye birikiminin, zaten bir fazla nüfusu gerektirdiğini gördük. Sermayenin organik bileşimindeki değişimle bağlantılı olarak, üretken sermayenin birikim hareketi, istihdam açısından farklı üretim alanlarında farklı sonuçlar (kimisinde arttırıcı kimisinde azaltıcı) doğurabilir der Marx. Sonuçta çalışan işçi sayısında şiddetli dalgalanmalar yaşanır. Bu dalgalanma, sermaye birikiminin bir başka zorunlu ürünü olan iktisadi çevrimlerle daha da şiddetlenir. Bunalım zamanlarında had safhaya varan, durgunluk dönemlerinde kronikleşen, canlılık dönemlerinde azalabilen işsizler ordusu; çalışmaktayken işten atılanlar nedeniyle, işçi çocuklarının yetişkin hale gelmesiyle, ev kadınlarının çalışmak zorunda kalışıyla, proleterleşme sürecinin ilerleyişiyle, dışarıdan gelen emek göçüyle artış gösterir. Marx, işsizlikteki artış, “daha az gerçek olmamakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir” diyerek, sermayenin organik bileşimindeki artıştan kaynaklı olarak yeni yatırımların, bu işsizler havuzundan göreli daha az işçi çekmesi olgusuna da dikkat çeker.

“Artan Yoksullaşma ve Sefalet”

“Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Göreli artık nüfus üretimi sefalet üretimini içerir; bu nüfusun varlığı ne kadar zorunlu ise onun da varlığı o kadar zorunludur; sefalet, göreli artık nüfusla bir arada, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir varlık koşulunu oluşturur. Sefalet, kapitalist üretimin faux frais’si (ek harcamaları) arasında yer alır; ne var ki, sermaye bunu büyük ölçüde kendi sırtından atıp işçi sınıfının ve alt orta sınıfın omuzlarına yüklemesini bilir. Toplumsal zenginlik, faaliyet halinde bulunan sermaye, bunun büyümesinin hacmi ve gücü ve dolayısıyla da proletaryanın mutlak büyüklüğü ve emeğinin üretici gücü ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Kullanıma hazır emek gücünün büyüklüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır. Yani, yedek sanayi ordusunun göreli büyüklüğü, zenginlik potansiyeli ile birlikte artar. Ama, bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaletleri çalışma sırasında katlandıkları işkenceyle ters orantılı olarak artan artık nüfus o kadar yığınsal şekilde yerleşiklik kazanır. Son olarak, işçi nüfusunun düşkünler tabakası ve yedek sanayi ordusu ne kadar büyükse, resmî yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.”[25]

Marksizmin düşmanları bu (ve birazdan aktaracağımız diğer) satırları onun yanlışlandığının kanıtı olarak kullanmayı pek severler. Marx’ın, emekçi yığınların yaşam koşullarının giderek kötüleşeceğini ve artan oranda sefalete sürükleneceğini öngördüğünü, ama gerçek dünyanın hiç de öyle olmadığını söylerler. Gerçekten de işçi sınıfının yaşam koşullarının 18. yüzyıldan bu yana sürekli olarak ve mutlak biçimde kötüleştiğini söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. Peki Marx hakikaten de böylesi bir sürekli ve mutlak yoksullaşma öngörüsünde mi bulunmuştur? Hayır!

Birincisi, Marx, bir soyutlama yapmakta, kapitalizmin nesnel işleyiş yasalarını ve içsel eğilimlerini sergilemektedir. Kendi haline bırakılır, yani sınıflar savaşımından ve bu savaşımın içinde geliştiği tarihsel, siyasal, kültürel vb. koşullardan bağımsız düşünülürse ağır basacak eğilime işaret etmektedir Marx. Gerçek somut dünya çok daha karmaşıktır ve birbiriyle çelişen eğilimlerin mücadelesi temelinde şekillenir. Ve bu, o denli açıktır ki, yukarıdaki pasajı hemen takip eden cümle şudur:

“Diğer bütün yasalar gibi bu yasa da, gerçekleşmesi sırasında, burada inceleyemeyeceğimiz çok sayıda durum tarafından değişikliğe uğratılır.”[26]

Yani soyutlanmış şekliyle bu yasa, gerçek dünyanın somutluğunda bir dizi başka etken tarafından yumuşatılır ya da değişikliğe uğratılır. Bu etmenlerin başında da sınıf savaşımının düzeyi gelir.

İkincisi, Marx’ın yukarıdaki pasajda sergilediği tablo, esas olarak işsizlere ilişkindir. İşsizlik ve doğurduğu sefaletin, hem kapitalizmin zorunlu ürünü hem de onun varlık koşulu olduğu vurgulanır. Emeğin üretici gücü ne kadar büyükse, bir kutupta toplumsal zenginliğin diğer kutupta da işsizliğin o kadar büyüyeceği söylenir. Ve son olarak işsizliğin oranı ne kadar büyürse o kadar kronikleşeceği ve resmi yoksulluğun da o kadar artacağı söylenir. Resmi yoksulluk yalnızca işsizlerin artan sayısı nedeniyle değil, bu durumun çalışanların koşullarını olumsuz etkilemesi nedeniyle de artar. İşsizlikle faal işçilerin çalışma koşulları, en başta da ücret düzeyleri, doğrudan ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında, işsizlik ne kadar yüksekse ücretler de o kadar düşme eğilimi gösterirler. Dolayısıyla işsizlik ne kadar yaygın ve yaşadıkları sefalet koşulları ne kadar ağırsa, faal işçi ordusunun durumu da o kadar kötüleşir.

Üçüncüsü, Marx’ın esas üzerinde durduğu, mutlak değil nispi yoksullaşmadır. Mutlak yoksullaşma da kuşkusuz mümkündür ve kapitalistler bu doğrultuda ellerinden gelen her şeyi yaparlar; başarılı olup olmamaları, işçilerin ne ölçüde direniş sergileyebildiğiyle belirlenir. Mutlak yoksullaşma, sınai çevrimin kriz ve çöküş evrelerinde sıklıkla yaşandığı gibi, faşist ya da diğer olağanüstü burjuva rejimlerinde de bolca karşımıza çıkar. Ama mutlak artı-değer üretiminin doğal sınırlarının oluşu, kapitalizmin esas olarak nispi artı-değer üretimi üzerinden işlemesi sonucunu doğurur. Marx, tam da nispi artı-değer üretimi analizini hatırlattıktan sonra, emeğin sermayeye olan kölece bağımlılığının, aldığı ücretten bağımsız olarak, onun toplumsal durumunu nasıl kötüleştirdiğini vurgular:

“Kapitalist toplumda, emeğin toplumsal üretkenliğini yükseltmeye yarayan bütün yöntemler, maliyetleri bireysel işçinin sırtına yıkılarak hayata geçirilir; üretimi geliştirmeye yönelik bütün araçlar, üreticinin egemenlik altına alınmasını ve sömürülmesini sağlayan araçlar haline gelir, onu bir parça-insan biçiminde güdükleştirir, makinenin eklentisi durumuna indirir, katlanmak zorunda kaldığı işkence yüzünden emeğinin içeriğini yok eder; bilimin bağımsız bir güç olarak emek sürecinin bir parçası haline gelmesi ölçüsünde onu emek sürecinin zihinsel güçlerine yabancılaştırır; içinde çalıştığı koşulları bozar, emek süresi sırasında en nefret edilecek bir despotluğa boyun eğmek zorunda bırakır, bütün ömrünü emek-zaman haline getirir, karısını ve çocuğunu sermayenin Juggernaut tekerleğinin altına atar. Ama, bütün artık değer üretme yöntemleri aynı zamanda birikim yöntemleridir ve birikimdeki her genişleme gerisin geriye bu yöntemlerin daha da geliştirilmesine yarayan bir araç olur. Bundan dolayı, buradan, aldığı ücret ne kadar yüksek ya da düşük olursa olsun, işçinin durumunun, sermayenin birikmesi oranında, kötüleşmek zorunda olduğu sonucu çıkar. Son olarak, göreli artık nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu her zaman birikimin hacim ve enerjisi ile dengeli bir durumda tutan yasa, işçiyi sermayeye, Hephaistos’un çivilerinin Prometheus’u kayalara mıhladığından daha sıkı bir şekilde bağlar. Sermaye birikimine karşılık gelen bir sefalet birikimini gerektirir. Şu halde, bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir.”[27]

Proletaryanın kendisi için üretebildiği durum, yarattığı muazzam zenginliğe kıyasla sefaletten başka ne olarak adlandırılabilir ki? Bugünkülerle karşılaştırıldığında 18. ya da 19. yüzyılın en zengin burjuvalarının servetleri hayli mütevazı kalır. Onlar o durumdan bugünkü duruma yükselirken, işçilerin yaşam koşullarının eski dönemlere oranla bir parça daha katlanılır hale gelmesi, sorunun özünü hiçbir şekilde değiştirmiyor: kapitalizmde en azından nispi yoksullaşma temelinde toplumsal kutuplaşma ve iki sınıf arasındaki uçurum giderek artar. Büyüyen İşçi Sınıfı adlı çalışmasında Elif Çağlı bu durumu şöyle dile getiriyor:

“Kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.”[28]

İşte Marx’ın toplumsal kutuplaşmanın bir ucu olarak sefalete vurgu yaptığı satırları, bu nispi, göreli bakış açısıyla kavramak gerekir.

Dördüncüsü, aslında, işçilerin yaşam standartlarının sürekli ve mutlak olarak düşeceği şeklindeki görüş, Marx’ın eleştirdiği kişilerin görüşüdür. Malthus, Ricardo ve Lassalle bu görüşü, nüfus teorileri eşliğinde savunmuşlardır. Çünkü onlara göre, ücretler artarsa, işçiler daha fazla çocuk yapacaklar ve bu da işsizliği arttırarak işçiler arasındaki rekabeti körükleyecek ve sonuçta ücretler tekrar asgariye doğru düşecektir. Görüldüğü gibi, “ücretlerin tunç yasası” adıyla anılan bu uyduruk görüşün altında yatan şey Malthus’un nüfus yasasıdır.

Gerek Marx gerekse de Engels, işsizliğin (ve işçiler arasındaki rekabetin) ücretleri baskılayan en önemli faktörlerden biri olduğunu defalarca vurgulamış, bunun sınai çevrimlerle bağını da ortaya koymuşlardır:

“Bir bütün olarak bakıldığında, işçi ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar tarafından düzenlenir. Bundan dolayı, bu hareketler, işçi nüfusunun mutlak sayısındaki değişikliklerle değil, işçi sınıfının faal işçi ordusu ile yedek işçi ordusuna bölünmesinin değişen oranlarıyla, artık nüfusun göreli büyüklüğündeki artış ve azalışlarla, bu nüfusun kâh soğurulup kâh yeniden serbest bırakılmasının derecesiyle belirlenir.”[29]

Ancak Marx’ın ücret teorisi, tek nedenli bir açıklama değildir, çok sayıda faktörü hesaba katar. Sınıfın bilinç ve örgütlülük durumu ve buna bağlı olarak sınıf savaşımının düzeyi de son derece önemli bir faktördür. Ücretlerin sınai çevrimlerdeki kısa vadeli dalgalanmaları dışında, uzun vadeli değişimi, Marx tarafından işgücünün değerindeki değişimle açıklanır. Bu değişim, sermaye birikiminin bir fonksiyonudur. Sermaye birikimi, emek üretkenliğinin artışı ve sermayenin organik bileşiminin artışıyla birlikte ilerler ve bunlar da işgücünün değeri üzerinde hem azaltıcı hem de bazı yönleriyle arttırıcı etkide bulunurlar. Sonucu, bu zıt eğilimlerin çatışması ve sentezi belirleyecektir, ama yine de ağır basanın, azalma yönündeki eğilim olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalist üretimin genel eğilimi, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltme değil, düşürme, yani işgücünün değerini “üç aşağı beş yukarı en alt sınırına çekme yönünde”dir der Marx. Ardından da eğer bu eğilime karşı hiçbir şey yapmazsa, işçi sınıfının “ezilmiş ve hiçbir kurtuluş umudu kalmamış bir sefiller yığını durumuna düşeceği”ni belirterek sendikal mücadelenin önemini vurgular.[30]

Ücret hareketlerine ilişkin olarak Marx’ı eleştirenler, onun metanın değeri ile fiyatı (bu durumda ücret) arasındaki farkı gözettiğini de çoğunlukla görmezden gelirler. İşgücünün değeri uzun vadeli olarak azalırken, fiyatı aynı kalabilir ve hatta yükselebilir de. Sınai çevrimlerin boom evresinde yaşanan ücret artışları bunun örneğidir. Dahası, daha az parayla bile daha fazla tüketim malı satın almak mümkündür![31] Demek ki emek üretkenliğindeki artış nedeniyle işgücünün değeri ve reel ücretler zıt yönlerde hareket edebilirler.

* * *

Gördüğümüz gibi kapitalizm, işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti gerek nispi olarak gerekse de kimi dönemlerde mutlak olarak büyütmektedir. Son derece sarsıcı bir tarihsel sistem krizinden geçtiğimiz son çeyrek asırdır, arka arkaya gelen ve giderek şiddetlenen iktisadi kriz dalgaları insanlığın acılarının daha da derinleşmesine yol açıyor. Büyük bir tarihsel yol ayrımına gelmiş bulunmaktayız. Dünyaya hükmeden finans kapitalin zirveleri, bu çürümüş ve can çekişmekte olan sistemi nasıl ayakta tutacaklarına kafa patlatıyorlar. Üstelik görünen o ki, bu noktada hangi tercihlerde bulunacaklarına dair ciddi iç çatışmalar yaşıyorlar. Hangi taraf ağır basacak olursa olsun, bu, insanlık için hayırlı olmayacaktır. Kimi finans kapital çevrelerinin vaat ettikleri kırıntılara tav olarak bu sömürü sisteminin sürmesine razı mı gelinecek? Kapitalistlerin öyle ya da böyle sömürüyü ve baskıyı daha da arttırarak ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme tercihlerine boyun mu eğilecek? Kapitalizmin zirvelerindeki kapışmanın dayattığı seçenekler arasında bir tercih yapmayı reddetmekten başka şansımız bulunmuyor. İnsanlığa kâbusu yaşatan bu kapitalist sistemi son tuğlasına kadar yıkmaktan başka hiçbir yol yoktur.

Oktay Baran
20 Mayıs 2020
Kaynak

0 Yorum: