Burjuva
ideologlar, yoksulluk, sefalet ve açlığı, nüfus artışıyla ve dünyadaki insan
sayısının fazlalığıyla açıklıyorlar. Son derece yaygın olan bu görüş, çevre
kirliliği, su kaynaklarının tükenişi gibi diğer birçok sorunu da yine nüfus
artışına bağlamaktadır. Burjuva eğitim kurumlarında empoze edilen bu görüşler,
on milyonlarca insanın balık istifi tıkıldığı dev kentlerde yaşayan sıradan
insanlara son derece mantıklı görünüyor, zira insan, ne tarafa baksa kalabalık
yığınları görmektedir. Nüfus artışının ne derece sorun olduğu meselesini
şimdilik bir tarafa bırakarak söyleyecek olursak, kapitalizmin yarattığı ve
giderek akıldışı hale gelen muazzam bir nüfus yoğunluğu sorunu gün gibi
ortadadır. Burjuvazinin hizmetindeki sözde uzmanlar, şimdi de Covid-19 salgınını
bu nüfus artışına bağlayan açıklamalar yapıyorlar.
Bu
salgına ilişkin olarak, bilim adına bizlere dayatılan her türlü safsataya boyun
eğmemiz beklenirken, profesör sıfatlı bilim kurulu üyeleri, hem siyasal hem de
dinsel gericiliklerini dışa vuruyorlar. Örneğin Türkiye’de hükümetin
oluşturduğu bilim kurulunun en medyatik unsurlarından profesör Mehmet Ceyhan
şunları söylüyor:
“Gıda kaynakları aritmetik artar,
insan nüfusu geometrik artar. Eğer bu artış böyle devam ederse insanlar yiyecek
ekmek bulamaz. Allah bunu nasıl bir mekanizmayla ayarlamış? İnsanlar belirli
bir yaştan uzun yaşayamaz. Allah neden virüsleri yaratmış? Hiçbir işe
yaramıyorlar, canlı değiller. Yaratmış çünkü insanların belirli bir sayının
üzerinde çoğalamaması gerekir. Yoksa kimse yaşayamaz.”
Enfeksiyon
uzmanı bir tıp profesörünün virüsler hakkında bu denli saçmalaması, cehaletle
değil, onun siyasal tercihleriyle açıklanabilir ancak. Zira virüslerin dünyada
bıraktık insanı, memeliler bile yokken var oldukları biliniyor, onların yaşını
3 ilâ 4 milyar yıl önceye kadar uzatan görüşler var. “Canlı olmadıkları”
düşüncesi de doğru değil, yalnızca biyologların sınıflandırma kriterlerine
uymuyorlar ve bu nedenle de yarı-canlı olarak düşünülüyorlar.
Ceyhan’ın
söylediklerinin ilk kısmı ise, Protestan papaz Thomas Robert Malthus’un 1798’de
ileri sürdüğü zırvalıklarından başka bir şey değildir. Üstelik de Malthus’un
görüşlerinin ilk ve en tutarsız versiyonudur. İlerleyen yıllarda, hem Malthus
hem de onu takip eden yeni-Malthusçular, gıda kaynaklarının aritmetik olarak
arttığı tezini arka plana itmişler, ama bu ilk tezden çıkarttıkları sonuçları
ısrarla savunmaya devam etmişlerdir. Buna rağmen, bu görüşler bugün gerek lise
ders kitaplarında gerekse de üniversite kürsülerinde dillendirilmeye devam
etmekte, köşe yazarlarından siyasetçilere kadar burjuva ideologların dilinden
düşmemektedir. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak sıradan insanların
bilincinde de yer etmişlerdir.
Aslına
bakılırsa her yönden aldığı ölümcül teorik darbelere, bu denli tutarsız ve dayanıksız
oluşuna rağmen, bir görüşün bu kadar ısrarla yinelenmesi pek görülen bir durum
değildir. Bu durum Marx ve Engels’in de dikkatini çekmişti; onlar bu olguyu
Malthus’un görüşlerinin burjuvaziye ve gericiliğe sunduğu kusursuz hizmetle
açıkladılar. Kapital’in birinci cildindeki bir dipnotta Marx, Malthus’un
“teorisi”nin, “ilkokul çocuklarına yaraşır bir yüzeysellikle ve papazlara has
bir kötü ifade ile yapılmış bir aşırma olduğunu ve içinde kendisi tarafından
düşünülmüş bir tek cümle bulunmadığını” belirtip ekler:
“Bu kitapçığın uyandırdığı büyük
sansasyon doğrudan doğruya parti çıkarları ile ilgilidir. (…) başkalarının
öğretilerine karşı mutlak etkili bir panzehir diye ilan edilmiş olan «nüfus
ilkesi», İngiliz oligarşisi tarafından insanlığın ilerleme yönündeki
arzularının büyük tahripçisi olarak sevinçle karşılanmıştı. Başarısı karşısında
büyük bir şaşkınlığa uğrayan Malthus, daha sonra kitabını üstünkörü topladığı
malzemeyle doldurma ve kendisinin keşfetmeyip sadece başkalarından aşırdığı
birtakım yeni şeyleri buna ekleme işine koyuldu.”[1]
1700’lü
yıllardan itibaren nüfusta başlayan hızlı artış, 1789 Fransız devriminde
sefalet içerisindeki kitlelerin öfkesinin açığa çıkışıyla birleştiğinde tüm
Avrupa’da egemenlere korku salmıştı. Bir burjuva devrimi olmasına rağmen
Fransız devriminin doğurduğu değişim ve eşitlik isteği her yere yayılıyordu,
Malthus’un yok etmek istediği bu arzuydu. Onun temel güdüsü, yoksulluğu
gerekçelendirmek, sorumluluğu kapitalist sistemin sırtından atıp “aşırı
üredikleri”ni iddia ettiği yoksullara yüklemekti. Üstelik bunu yaparken,
insanlığın refah içinde yaşanacak bir gelecek hayalinden vazgeçmesini, bunun
imkânsız olduğunu ileri sürecek kadar da açık sözlüydü: “tüm bireyleri rahat,
mutlu ve daha serbest koşullar içinde yaşayan, kendilerinin ve ailelerinin
geçimine ilişkin kaygıları olmayan kişilerden oluşan bir toplumun var
olabileceğine” inananların olmayacak bir hayalin peşinden gittiğini söyleyen
Malthus, geliştirdiği “nüfus ilkesi”nin “insanların büyük çoğunluğunun
yetkinleşebileceği düşüncesini kesin bir biçimde çürüttüğü” iddiasında idi.
Malthus’un insanların sefaletini “ölümsüz bir doğa yasası” olarak ilan ettiği
nüfus ilkesiyle açıklamasının kapitalistler tarafından takdirle karşılanması
boşuna değildir. Böylelikle yoksulluk ve sefaletin sınıfsal sömürüden değil,
doğadan kaynaklandığı söylenmektedir ki, kimse doğadan ve onun yasalarından
kurtulamaz. O zaman onun etkilerini hafifletmeye çalışanlara şükran duymaktan
ve gerisine de uysalca boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu!
Her ne
kadar nüfus artışı ve aşırı nüfus nedeniyle bir kıtlık durumuna işaret eder gözükse
de, Malthus da kapitalizmin bir kıtlık toplumu olmadığını biliyordu. Kapitalist
“aşırı üretim” olgusunun da bilincindeydi. Üstelik o kadar ki, kendi
terimleriyle, “gerçekleşme sorununa” işaret etmekte, üretilen tüm ürünler
üreticiler (işçiler ve sermaye sahipleri!) tarafından tüketilemeyeceğine göre,
kapitalist toplumun devam edebilmesi için, “üretmeden tüketen bir toplumsal
grubun” ayakta tutulması gerektiğini savunmuştu. Ona göre bu grup kendisinin de
dâhil olduğu din adamları, büyük toprak sahipleri, soylular ve devlet
bürokrasisi idi.
Malthus’un
“nüfus yasası” iki temel sava dayanıyordu: Birincisi, geçim araçları (esas
olarak gıda maddeleri) aritmetik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 3, 3 iken
4 şeklinde hep aynı miktarda bir artış sözkonusudur. İkincisi, eğer
kısıtlanmazsa insan nüfusu geometrik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 4, 4
iken 8 gibi katlanan bir artış sözkonusudur. Ona göre bu durum, yalnızca
kapitalist toplum için değil, ondan önceki tüm toplumlar için de geçerliydi,
artan nüfus geçim araçları üzerinde baskı yaratmakta, yetersiz kalan üretim
nedeniyle yoksunluk ve yoksulluk ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden de yoksulluk hep
var olmaya devam edecekti. Bu bir doğa yasasıydı ve ortadan kaldırılamayacak bu
durumu katlanılabilir kılmak için, bir nüfus planlamasıyla işçiler geç
evlenmeye ve az sayıda çocuk yapmaya teşvik edilmeli, sefalet içindekilerin
hayatta kalıp üremelerine ve çoğalmalarına yol açan tüm yardımlar (ister devlet
eliyle, ister o günlerdeki gibi Kilise eliyle, isterse de hayır kurumları
eliyle yapılıyor olsun) kesilmeliydi. İlerleyen yıllarda, gıda üretiminin
aritmetik artışı yerine bir başka ucube olan “azalan getiri yasası” (tarımsal
üretim artsa bile, topraktaki verim düşüşü nedeniyle bu artışın hep daha az
olacağı görüşü) geçirilse de yaklaşımı aynı kalmaya devam etmiştir.
Malthus’un
yoksullara yaşam hakkı tanımayan gerici ve gaddar görüşleriyle, Marx ve Engels
birçok kez hesaplaştılar, üstelik de hayli detaylı şekilde. Bunu, başlangıçta,
olumsuzundan yani Malthus’un iddialarını tek tek ampirik veriler eşliğinde
teorik olarak çürüterek yaptılar. Marx, yalnızca yukarıda sıraladığımız
Malthus’un iki ana tezini değil, onun diğer iktisadi savlarını da didik didik
ederek eleştiriye tabi tutmuştur. İlerleyen yıllar içerisinde ise, “fazla
nüfus” sorununun modern toplumla ilişkisini ortaya koyan kapitalizme has
bir nüfus yasası geliştirdiler. Bununla neyi kastettiklerini ve yıllara
yayılan bu eleştirinin ana yönlerini özetlemeden önce, yaptıkları son derece
önemli yöntemsel vurgunun altını çizmekte yarar var: “Nüfus ilkesi” diye hem
geçmişteki hem bugünkü hem de gelecekteki toplumlar için geçerli olabilecek
genel bir yasadan söz edilemez, yani zamandan ve mekândan kopuk, doğa kanunu
hükmünde böyle bir yasa yoktur. İnsanlık toplumunun gelişiminin her aşaması
kendi içsel yapısından kaynaklanan kendi nüfus yasasına sahiptir, şöyle der
Marx:
“Her özel tarihsel üretim tarzı, kendi
özel, tarihsel olarak geçerli nüfus yasalarına sahiptir. Soyut bir nüfus
yasası, yalnızca bitkiler ve hayvanlar için vardır; o da ancak, insanın
tarihsel olarak müdahale etmemesi ölçüsünde...”[2]
Bu çok
önemli yöntemsel vurgu bile Malthus’un geleceğe ipotek koyan yaklaşımını
çürütmeye yeterlidir.
1844
tarihli bir makalede Engels, toprakların sınırlı olduğu gerçeğine rağmen iki
olguya dikkat çekiyordu. Birincisi, tarım için kullanılabilecek toprakların tamamının
kullanılmamasıydı (ancak üçte biri ekiliyor diyordu Engels[3]). Üstelik bunun
nedeni nesnel imkânsızlıklar değil, tarımsal üretimin de ekonomik gidişata sıkı
sıkıya bağlı olduğu gerçeğiydi. İnsanlar açlıkla boğuşurken, sırf ürünler
satılamıyor diye topraklar boş bırakılıyordu. Eğer bu durum ortadan kaldırılır
ve uçsuz bucaksız topraklar üretime açılırsa, tarım yapılacak arazi sorununun
olmayacağını söylüyordu Engels.
Engels’in
dikkat çektiği ikinci nokta, kaynak aktarılması, işgücü sağlanması ve bilimin
uygulanması durumunda toprağın verimliliğinin büyük ölçüde arttırılmasının
mümkün olduğuydu. Gerçekten de bilimin ilerleyişiyle bu her geçen gün somut
olarak kanıtlanmaktadır. Hektar başına üretilen ürün miktarı yıllar içinde
hızla artmıştır. Bugün dünya tarım üretiminin yüzde 80’inin sanayileşmiş 25
ileri kapitalist ülkede gerçekleştiriliyor oluşu[4], en çok tarımsal ürün ihraç
eden ilk dört ülkenin de ABD, Hollanda, Almanya ve Fransa oluşu, kapitalist
gelişim ve bilim ile tarımsal üretim arasındaki bağı kanıtlıyor. Engels, bilime
çok güçlü bir vurgu yaparak, bilimsel gelişmenin birikimli ve katlamalı
tabiatına dikkat çekmişti:
“Toprak üretkenliğinin aritmetik
diziyle arttığı nerede tanıtlanmış? Toprak alanı sınırlıdır. Bu, çok doğru! Bu
toprak yüzeyinde istihdam edilecek işgücü, nüfusla birlikte artar. Hatta
tutalım ki, emekteki artışın neden olduğu ürün artışı her zaman emekle orantılı
olarak artmıyor olsun: gene de üçüncü bir öğe daha vardır ki, bu, kuşkusuz
iktisatçıların asla önem vermedikleri ve ilerlemesi, en az nüfus kadar hızlı ve
onun gibi kesintisiz olan bilimdir. (…) Bilim en azından nüfus kadar hızlı
büyümektedir. Bunlardan ikincisi, bir önceki kuşağın büyüklüğüne orantılı
olarak çoğalır ve bilim de bir önceki kuşağın aktardığı bilgi kitlesine
orantılı olarak artar, yani en sıradan koşullar altında bile bilim, geometrik
diziyle ilerler. Ve bilimin üstesinden gelemeyeceği ne vardır ki? Ama «sadece
Mississippi vadisinde işlenmeyen toprakların bütün Avrupa nüfusunu doyurmaya
yeter» olduğu söyleniyorken, yeryüzü topraklarının ancak üçte-biri
ekilmekteyken ve bu üçte-birin verimi daha şimdiden bilinen iyileştirme
yöntemleriyle altı katına çıkarılabilecekken, aşırı nüfustan söz etmek
saçmadır.”[5]
Malthus,
tarımsal üretimin aritmetik olarak arttığı iddiasını hiçbir bilimsel veriye
dayandırmamıştır, dayandırması da mümkün değildi zaten. Günümüze ait veriler,
bu iddianın geçersizliğini açıkça ortaya koyuyor. Örneğin 1961 yılı ile 2008
krizinden hemen öncesindeki tarımsal üretim rakamlarını karşılaştıralım:
“1961 yılıyla karşılaştırıldığında
dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Birleşmiş Milletler’e bağlı Tarım ve Gıda
Örgütü (FAO) verilerine göre, bu elli yıllık dönemde, yaklaşık olarak, buğday
ve pirinç dâhil tahıl üretimi 2,7 katına, taze sebze ve meyve üretimi 4,1
katına, süt üretimi 2 katına ve et üretimi de 3,7 katına çıkmıştır.”[6]
Üstelik
kapitalizm, sırf kâr uğruna, üretilen zenginliği yok etmekten çekinmeyen bir
sistemdir. Bu noktada güncel bir örneği ABD’deki et üretiminden verebiliriz.
ABD de dâhil dünyada yoksullar et yüzü göremezken, basına yansıyan son
haberlerde, ABD’de ekonomik krizden kaynaklı olarak 10 milyona yakın domuzun
itlaf edileceği söyleniyor. Satamadıkları hayvanlarını besleme masrafından
kurtulmak için büyük çiftçiler hayvanları katlediyor, itlaf edilen hayvanların
nereye nasıl gömülecekleri de belli değil. Aynı anda yüzlerce market ve
restoran ise et bulamamaktan şikâyetçiymiş; buyurun size kapitalist kâr
güdüsünün ve plansızlığın doğrudan sonuçlarından biri.
Görüldüğü
gibi kapitalist ekonominin gidişatına göre yukarıda aktardığımız sayılar
değişmekle birlikte, bilim ve teknolojinin kullanımıyla tarımsal üretimin de
sıçramalı bir şekilde gelişeceğine inanan Marx ve Engels haklı çıkmışlardır.
Haklı çıktıkları bir başka nokta ise, üretim hacmindeki devasa artışlara
rağmen, insanlığın içinde debelendiği yoksulluk batağının kapitalizm
çerçevesinde ortadan kalkmasının mümkün olmadığıdır. Birleşmiş Milletler
raporuna göre, 2019 Ekim ayında yaklaşık 822 milyon insan, yani dünya nüfusunun
yüzde 11’i açlık çekiyor, yaklaşık 150 milyon çocuk açlıkla bağlantılı gelişme
bozuklukları yaşıyor. Bu arada dünya gıda üretiminin önemli bir bölümü
(Avrupa’da tam üçte biri!), satılamama, satın alınmasına rağmen tüketilmeme,
kötü nakliye ve depolama yüzünden bozulma gibi nedenlerle çöpe gidiyor! Gıda
Mühendisleri Odası, 2019 tarihli basın açıklamasında şunları söylüyor:
“Bu kadar aç insanın olduğu bir
dünyada, üretilen gıda maddelerinin %10’unun tüketilmeyerek çöpe atılması
anlaşılmayacak bir durumdur. Yılda yaklaşık 1,3 milyar ton gıda çöpe giderek
heba olmaktadır. Sadece bu tüketilmeyen ya da tüketilemeyen, çöp olarak son
bulan üretim fazlasıyla bile açlık çeken insanları doyurabilmek mümkündür. (…)
Dünyada gıda konusunda kıtlık olmadığını, tarımsal üretimin toplam talebin
üzerinde olduğunu, gıdaya erişimin sağlanamamasında temel sorunun adil olmayan
gelir ve ürün dağılımının olduğunu dolayısıyla açlığın nedeninin yetersiz gıda
değil temelde yoksulluk olduğunu vurgulamak gerekir.”[7]
Bir
noktaya dikkat çekerek ilerlemekte fayda var. Tarımsal üretim “toplam talebin
üzerinde” olsa bile, bunun anlamı, tüm insanlığın ihtiyaçlarının yeterli ölçüde
karşılanabildiği bir bolluk değildir. Bu, geniş kitlelerin sınırlı satın alma
gücü nedeniyle satın alabileceklerinden fazlasının üretildiği anlamına gelir,
kapitalizmin plansız, anarşik işleyişine işaret eder. Diğer taraftan yalnızca
israfın ortadan kaldırılmasıyla bile ivedi olan açlık sorununun ortadan
kalkabilecek oluşuna yapılan vurgu anlamlıdır. Bir adım daha atarak şunu da
eklemeliyiz: Üretimin kapitalist biçimine son verilse, çok daha dayanıklı
ürünlerin üretilmesi, tedarik zincirindeki plansızlıktan kaynaklı kayıpların asgariye
indirilmesi ve böylelikle üretimin toplam hacminde bir değişiklik olmaksızın
bile çok daha fazla ürünün kullanılabilir hale gelmesi mümkündür.
Bugün,
insanlığın gıda ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli üretim yapılmadığı açık
bir gerçektir. Sanayide olduğu gibi tarımda da “eldeki nüfusa oranla çok fazla
geçim aracı üretilmez. Tersi doğrudur. Nüfusun çoğunluğunun gereksinimlerinin
düzgünce ve insana yaraşır şekilde giderilmesi hedefi açısından bakıldığında,
çok az geçim aracı üretilir.”[8] Peki neden?
Bu
düzeyde bir üretim yapabilecek yeterli işgücüne, toprağa ve diğer üretim
araçları kitlesine sahip olmadığımız için mi? Üretici güçlerin henüz bir bolluk
toplumu için gerekli gelişim düzeyinde olmadığını (ki bunun önündeki engel
bizzat kapitalizmdir) unutmamak kaydıyla, daha bugün bile mevcut üretici
güçlerle çok daha fazlasını üretmek aslında mümkündür. Sorduğumuz sorunun
yanıtını Engels’e bırakalım:
“Neden çok az üretiliyor? Üretim
sınırlarının –bugünkü araçlarla bile– sonuna varılmış olmasından değil. Hayır.
Üretimin sınırları, aç karın sayısına göre değil, satın alıp para ödeyebilecek
kese sayısına göre saptanıyor da ondan. Burjuva toplumu daha fazla üretmek
istemiyor ve isteyemez. Parasız karınlar, kâr için kullanılamayan ve bu yüzden
kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir.”[9]
Engels,
kapitalizm tasfiye edilirse, üretici güçlerin daha da gelişeceğinden ve “her
bireyin üretim gücünü iki, üç, dört, beş ya da altı kişinin tüketimine yetecek
düzeye çıkarmak için de yeterli olacağı öncülünden hareket ediyoruz” der. Bu
durumda, “bilimin, sanayide olduğu gibi, büyük ölçekte ve tutarlı bir biçimde
tarıma uygulanma olasılığı” doğacaktır. Dahası der, Güneydoğu Avrupa ve Batı
Amerika’daki uçsuz bucaksız alanların kullanımı gerçekleştiğinde, “gene de
kıtlık olursa, işte o zaman alarm zillerini çalabiliriz.”[10] Engels’in bilimin
kullanılması ve kaynakların akıtılması sayesinde mucizelerin yaratılabileceği
öngörüsünün mütevazı bir örneği olarak, İsrail’de çöllerin verimli tarım
arazilerine çevrilmesini hatırlatabiliriz. Kabaca 19. ve 20. yüzyıla ilişkin
olarak vereceğimiz şu sayılar da, demografik felaket tellallığının
temelsizliğini kanıtlamaktadır. 1820-1913 döneminde kişi başına düşen hasıla
yıllık ortalama %0,9 artarken, dünya nüfusundaki yıllık artış %0,6 idi.
1913-2012 döneminde bu sayılar ortalama %1,6’lık hasıla artışına karşılık
%1,4’lük nüfus artışıdır. Malthus bu tablonun tam tersini iddia ediyordu, oysa
net şekilde ortada olan gerçek şudur ki, nüfus artış oranları üretimdeki artış
oranlarının gerisinde kalmaktadır. Dahası nüfus artış oranı 1950-70 döneminde
yıllık ortalama %1,9’lük değerle zirve yaptıktan sonra ciddi şekilde düşmeye
başlamış ve günümüzde %1’in altına inmiştir.[11]
Kapitalizmin
tarıma nüfuz edişi, makineleşmiş büyük ölçekli tarım, kimya ve genetikteki
gelişmelerle birlikte tarımsal üretimde muazzam artışlar yaşanmıştır. Ancak
kapitalizmin çelişkili doğası bu alanda da kendini alabildiğine dışa
vurmaktadır. Dolayısıyla geldiğimiz noktada yalnızca bu potansiyellere dikkat
çekmek de doğru olmayacaktır. Çoktandır çürümekte olan kapitalizm bu potansiyellere
bir tehdit haline gelmiştir aynı zamanda. Kapitalizmin insanlığın ilerleyişinin
önünde bir engel haline gelişiyle birlikte, tarımsal üretim alanında da ciddi
sorunlar birikmeye başlamış, kapitalizmin yıkıcı etkileri tüm çıplaklığıyla
ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin plansız ve anarşik gelişimi, muazzam
kalabalıkların kentlerde yığılarak berbat çevre koşullarında ve kirlilik içinde
yaşamasını, verimli tarım arazilerinin kentleşmeyle ve sınai tesislerin
kurulmasıyla mahvedilişini, kimyasal atıklarla toprağın ve su kaynaklarının
zehirlenip kullanılamaz hale getirilmesini de beraberinde getirmektedir. Kırın
ve toprağın kapitalist yağması giderek hızlanmakta, kapitalizm emeğe olduğu
gibi toprağa da “benden sonra tufan” diyerek yaklaşmakta ve toprağın sömürüsünü
o denli ileri taşımaktadır ki, geldiğimiz noktada bu onun ölümüne yol
açmaktadır. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana kapitalist
ilişkilerin ürünü olan sayısız faktörden ötürü ekilebilir toprakların
miktarında her yıl 12 milyon hektarlık bir düşüş sözkonusudur.[12] Dahası,
kapitalist tekelleşmenin kırsal üretimi de boyunduruğu altına almasının yıkıcı
sonuçları da gözden kaçmamalıdır. Bugün birçok ülkede çok büyük arazilerde gıda
üretimi zorla ortadan kaldırılmış, çiftçiler başta biyoyakıt olmak üzere
çeşitli sınai ürünleri üretmek zorunda bırakılmıştır. Burjuva hükümetlerin
izledikleri neoliberal politikalar ve uluslararası dev tekellerin dayatmasının
bir sonucudur bu. Küreselleşen kapitalist ekonomi tarımsal üretimi de dev
uluslararası tekellerin çıkarlarıyla uyumlu bir uluslararası işbölümü temelinde
küreselleştirmiştir.[13] İnsanlığın çıkarları temelinde çok daha ileri bir
uluslararası işbölümü gıda üretimini daha da arttırabilecekken, mevcut
emperyalist işbölümü, hangi ürünün nerede, nasıl ve ne kadar üretileceğini bu
tekellerin çıkarlarına tabi kılmaktadır.[14] FAO gibi uluslararası burjuva
kuruluşlar, artan insan nüfusu için yeterli tarım arazisi olmadığını ileri
sürerken, uluslararası tekellerin dayatmalarıyla başta Latin Amerika, Afrika ve
Asya’nın uçsuz bucaksız toprakları olmak üzere birçok ülkede devasa araziler
boş bırakılmaktadır. Çiftlik sahiplerine topraklarını ekip biçmemeleri için
para verilmektedir![15]
Tekrar
edelim, tüm bu olumsuzluklar, dünyanın toprak potansiyelinin yetersiz olduğunu
değil, kapitalist sömürü sisteminin derhal yıkılması gerektiğini gösterir.
Kapitalizm yıkıldığında, yarattığı tahribatın onarılması da mümkün
olabilecektir. Ortaya çıkan bu sorunlara işaret edip onun nedenlerinin üstünü
örtmeye çalışanlar, artan insanlık nüfusunu gerekçe göstererek insanlığın
açlıkla karşı karşıya kalabileceğini söylüyorlar. Dünyanın en varlıklı
burjuvalarından bazıları bu sorunu çözmek için kollarını sıvamış gözüküyorlar,
kurdukları vakıflarla nüfus artışının önüne geçecek hayırsever projelerini
hayata geçirmek istediklerini söylüyorlar. Zira dünyanın dört bir yanındaki
milyarlarca yoksulun biriken öfkesi ve yıkıcı potansiyeli finans kapitalin
gözünü korkutuyor. Bill Gates’in vakfı bu tutumun şampiyonluğunu yapıyor.
Kapitalizmin yarattığı tüm sorunları nüfus sorununa bağlamaya, böylelikle
kapitalist sömürünün ve yıkımın üstünü örtmeye çabalıyorlar.
Oysa
temel mesele “artan insan nüfusu” değil, kapitalist sömürünün, insanlığın bir
kısmını sürekli olarak sefalete mahkûm bir fazlalık haline getirmesidir.
Nüfusun toplumsal üretimin kaldırabileceğinden daha hızlı artma yeteneğinde
olduğu düşüncesini kabul etsek bile, bu, olsa olsa kapitalizmin tasfiye
edilmesi için yeni bir gerekçe olurdu diyordu Engels.[16] Eğer kapitalist
sistem yıkılır ve insanlık nüfusu gerçekten de dünyanın fiziksel olarak kaldırabileceği
sınırların (ki ne kadar olduğu hayli belirsizdir) ötesine geçerse, işte o zaman
bu meseleyi nasıl çözebileceğimizi düşünebiliriz, ondan önce değil! Engels,
kendisine yöneltilen bir soruyu tam da bu mantıkla yanıtlar:
“Elbette insan sayısının, sınırlamayı
gerektirecek oranda artma olasılığı soyut olarak vardır. Ama eğer komünist
toplum herhangi bir evrede insanların çoğalmasını, tıpkı üretimi olduğu gibi,
düzene sokma zorunluluğunda kalırsa, bu işi, hiç bir güçlükle karşılaşmaksızın
bizzat ve yalnızca bu toplum yapacaktır. (…) Herhalde, bunun yapılıp
yapılmamasını, ne zaman ve nasıl yapılacağını ve bu amaçla ne gibi araçların
kullanılacağını kararlaştıracak olanlar, komünist toplumun insanları olacaktır.
Ben, kendimi onlara yol gösterme ve önerilerde bulunma durumunda görmüyorum. Bu
insanlar, elbette, bizlerden daha az zeki olmayacaklardır.”[17]
Malthus,
her ne kadar meseleyi toplam nüfus ve nüfus artışı üzerinden koymuş olsa bile,
sorun olarak gördüğü şey, gerçekte emekçilerin nüfusunun fazlalığıdır. Ona göre
nüfus artışı reel gelirin doğrusal bir fonksiyonudur; yani gelir artarsa nüfus
artışı da hızlanır. Tek boyutlu bu varsayım tarihsel verilerle bütünüyle
uyumsuzdur.
Marx,
tersi gözlemlerde bulunan sayısız yazardan aktarmalar yaparak, aslında, daha
zorlu hayat şartları altında yaşayan emekçilerin çok daha fazla çocuk yaptığını
hatırlatır. O gün olduğu gibi bugün de durum farklı değildir. Dünyanın daha
yoksul ülkelerinde doğum oranları daha yüksektir, oysa yaşam standartlarının
daha yüksek olduğu ileri kapitalist ülkelerde doğum oranları düşmekte, nüfus
yaşlanmaktadır.[18] Modern yaşamın stresi, kötü ve hormonlu besinler, çevre
kirliliği vb. gibi bir dizi faktör, hem cinsel aktiviteyi azaltıcı hem de üreme
bozukluklarını arttırıcı etkileri nedeniyle doğum oranlarının düşüşünde rol
oynasa da, ileri ülkelerde esas faktörü kültürel değişimde aramak en
doğrusudur. Son yıllarda gerek Avrupa’da, gerek Japonya ve Güney Kore’de
doğurganlığı arttırmak için devlet teşvikleri giderek artmaktadır, en az üç
çocuk isteyen liderlerin sayısı da öyle! İş o noktaya varmıştır ki, bazı
ülkelerde doğum sayısını arttırmak üzere cinsel ilişkiyi teşvik etmek için kimi
devlet televizyonlarında porno yayınlar yapılmaktadır.
Malthus
ve onun gibiler, işgücünün yalnızca arz tarafıyla ilgilenip emeğe olan
talepteki değişimi dikkate almaz. Oysa işgücünün arzında genellikle büyük
dalgalanmalar yaşanmazken, sermayenin işgücüne talebinde çok büyük ve ani
dalgalanmalar yaşanır. Sınai çevrimler, yani sermayenin birikim hareketi bu
noktada en önemli belirleyen durumundadır. İşsizliğin artışındaki temel sebep,
işçi nüfusunun artması değil, sermayenin emeğe talebindeki düşüştür. Kriz
dönemlerinde bu talep mutlak olarak düşerken, canlılık dönemlerindeki ekonomik
büyüme emeğe olan talebi arttırsa bile bu artış daha da yetkinleşen makineler
nedeniyle bir önceki dönemden daha düşük olacaktır. Bu nedenle de nüfus
planlamasıyla emekçilerin sayısının kontrol edilmesinin aynı zamanda yoksulluğu
ve işsizliği de azaltacağı yönündeki düşünceler özünde yanlıştırlar. Zira emek arzının
azalması kısa vadede ücretleri arttırıcı bir etkide bulunsa bile, artan emek
maliyeti, patronları işçinin yerine makineyi geçirmeye daha çok teşvik eder,
dolayısıyla orta ve uzun vadede işsizliği arttırmış olur.[19] Bu yüzden,
işsizlik, emek arzının fazlalığı nedeniyle değil, esasen “fiili emek talebiyle
ilgili olarak vardır”. Nüfus artışının son derece düşük olduğu, hatta
kimilerinde nüfusun azaldığı Avrupa ülkelerinde ya da Japonya’da yaşanan
işsizlik ve bunun hele de kriz dönemlerinde tavan yapması yeterli bir kanıttır.
Demek ki
mesele, nüfusun mutlak fazlalılığı değil, kapitalist toplumda fazlalılık haline
getirilen, geçim araçlarına ulaşma şansı tanınmayan ve bu nedenle de geçici
süreliğine ya da kronik biçimde sefalet koşullarına mahkûm edilen işçi
yığınlarının, işsizler ordusunun varlığıdır. Marx, bunu nispi fazla nüfus ya da
nispi artık nüfus başlığı altında inceler. Peki işsizlik, yani işçilerin
bir kısmının nispi fazla nüfus haline gelmesi nereden kaynaklanır? Bunun
nedeni, burjuva iktisatçıların söylediği gibi, artan nüfus ve onları da
istihdam edebilecek kadar üretim aracının (toprak, makineler, aletler vb.)
bulunmayışı değil, üretim araçlarının kapitalist kullanım biçimidir. Yani
işsizliğin nedeni sermaye birikiminin ta kendisidir:
“Aslında,
sahip bulunduğu enerji ve genişlikle doğru orantılı bir şekilde, sürekli olarak
bir göreli, yani sermayenin ortalama değerlenme ihtiyaçları açısından aşırı, bu
nedenle de fazla ya da artık işçi nüfusu yaratan, kapitalist birikimin
kendisinden başka bir şey değildir.”[20]
Böylelikle
Marx, nüfus sorununu kapitalizmin gerçekleriyle, onun işleyiş yasalarıyla
açıklamakla kapitalist topluma has bir nüfus yasası geliştirmiş oldu:
“İşçi nüfusu, bizzat kendisi
tarafından üretilen sermaye birikimi ile birlikte, giderek büyüyen bir ölçüde,
kendisinin göreli artık nüfus haline getirilmesinin araçlarını da üretiyor. Bu,
kapitalist üretim tarzına özgü bir nüfus yasasıdır.”[21]
Böylesi
bir yasa, kuşkusuz kapitalizmin tüm gizemleri açığa çıkarılmak suretiyle ortaya
konabilirdi. En tamamlanmış haliyle bu yasayı Kapital ciltleri içinde
buluruz. Kapital’in birinci cildinin yirmi üçüncü bölümünde, işsizlikle
sermaye birikimi arasındaki ilişki sergilenir.
Aslında
insan nüfusunun kapitalist ekonominin büyümesinden daha hızlı arttığı
düşüncesi, yaşanan gerçekliğin ters yüz edilmiş, çarpıtılmış bir görüntüsüdür.
Gerçekte üretim araçları kütlesi ve emeğin üretkenliği, üretken nüfustan daha
hızlı büyümektedir. Artan emek üretkenliğiyle birlikte düşünülürse, üretim
araçları kütlesindeki artışın, her seferinde daha az yeni istihdam olanağı
anlamına geldiği kolaylıkla görülür. Emek üretkenliğindeki artış, bir yandan
istihdam edilmiş işçilerin bir kısmını boşa çıkartıp işsizlerin saflarına
sürüklerken, daha yüksek teknolojiye dayanan yeni yatırımlar da işsizlerin
saflarından her seferinde daha az işçiyi istihdam alanına çeker. Her ikisi
birlikte, fazlalık haline gelmiş nüfusun göreli artması sonucu doğurur. Bu
artık nüfusun artışı, insan nüfusunun üretimden daha hızlı arttığı görüntüsüne
yol açar. Şöyle diyor Marx:
“Durmadan büyüyen bir üretim araçları
kütlesinin, toplumsal emeğin üretkenliğindeki ilerleme sayesinde, gittikçe
azalan bir insan gücü harcamasıyla harekete geçirilebileceğini ifade eden yasa,
işçilerin üretim araçlarını değil, üretim araçlarının işçileri kullandığı kapitalist
bir toplumda tam tersine çevrilir ve şöyle bir ifadeye büründürülür: emeğin
üretkenliği ne kadar artarsa, işçilerin istihdam araçları üzerindeki baskı o
kadar büyür, dolayısıyla bunların varoluş koşulları, yani sahip bulundukları
gücün başkalarına ait zenginliğin çoğaltılması ya da sermayenin kendi kendini
değerlendirmesi için satılması o kadar istikrarsızlaşır. Görülüyor ki, üretim
araçları ile emeğin üretkenliğinin üretken nüfustan daha hızlı büyümesi,
üzerine kapitalist bir kılıf geçirildiğinde, kendisinin tersi olan bir şeyi
ifade ediyor: işçi nüfusu her zaman sermayenin değerlenme ihtiyacından daha
hızlı artar.”[22]
İşsizlik Kapitalizmin Hem Ürünü
Hem De Bir Önşartıdır
Burjuva gericilik, işsizliğin
kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu her zaman reddetmiştir. Kapitalizmi
ortadan kaldırmayı değil de onu ıslah etmeyi savunan reformist görüşlerse,
işsizlik gerçeği ile kapitalizm arasındaki nedenselliği kabullenmeye hazırdırlar,
onlara göre işsizlik, kapitalizmin çok sevimsiz yan ürünlerinden biridir, ama
düzen sınırları içerisinde bunun üstesinden gelinebilir. Oysa işsizlik ve
sürekli bir yedek işçi ordusunun varlığı, yalnızca kapitalizmin kaçınılmaz bir
sonucu değil, aynı zamanda kapitalist gelişimin önşartlarından biridir.
İşsizlik, kapitalizmin kaçınılmaz
ürünü ve sonucudur. Rekabet savaşında ayakta kalmak için ürettikleri malların
birim maliyetini düşürme güdüsü kapitalistleri emek üretkenliğini arttırmaya
teşvik eder. Bunun esas yolu, daha gelişmiş ve daha yetkin makineler
kullanmaktır. Artan makineleşme ve bunların giderek yetkinleşmesi, her
seferinde emeğin bir kısmını fazlalık haline getirir. Emek üretkenliğinin
artışı, aynı sayıda işçinin daha az bir süre çalışarak aynı miktar ürünü
üretmesine imkân sağlar, ama kapitalistin tercihi asla bu yönde olmaz. O,
çalışma saatlerini aynı tutarak işçi sayısını azaltmayı tercih eder. Yani
fazlalık haline gelen emek, kendisini var eden işçilerle birlikte üretimin
dışına atılır. Bu süreç içerisinde canlı emeğin (işçiler) yerini artan oranda
cansız emek (makineler) alır. Bu aynı zamanda, kapitalistin yatırdığı toplam
sermaye içerisinde sabit sermayeye ayrılan kısmın işgücüne ayrılan kısma
kıyasla artması demektir. Sermayenin organik bileşiminin artması olarak
adlandırılan bu durum, üretim hacmi artsa yani ekonomi büyüse bile neden
işsizlik sorununun çözülemeyeceğini anlamakta kilit önem taşır. Yeni yatırımlar,
daha yüksek teknolojiye ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin daha yüksek
bir oranına dayanacağından, yeni yatırılan toplam sermaye içerisinde emeğe
ayrılan kısım oransal olarak azalacak, bu da eskiye kıyasla daha az sayıda
işçinin istihdam edileceği anlamına gelecektir. Kapitalizmin işçileri artan
oranda üretim alanının dışına itmesinin nedeni işte bu mekanizmadır.
Ama kapitalizm, yalnızca
işsizliği sürekli olarak üretmekle kalmaz, aynı zamanda onsuz yapamaz da.
Kapının dışında bekleyen bir işsizler ordusunun varlığı, çalışmakta olan
işçilerin ücretlerini aşağı doğru çekmek ve çalışma koşullarını ağırlaştırmak
üzere kapitalistlerin eline büyük bir koz verir. Marx, işsizliği, kâr
oranlarının düşme eğilimine zıt yönde çalışan altı faktörden biri olarak
değerlendirir. Hepsi bu da değil, işsizlik aynı zamanda kapitalizmin zorunlu
bir önşartıdır, çünkü her an emre hazır, boşta bekleyen böylesi bir yedek emek
ordusu ortada yoksa, sermayenin birikmesi, onun genişletilmiş yeniden üretimi
sözkonusu olamaz. İşsizliğin kapitalizmin arzu edilmeyen bir sonucu değil, onun
gereklerinden biri olduğu gerçeğini Engels, İngiliz işçilerinin durumunu ele
aldığı kapsamlı çalışmasında şöyle ifade eder:
“İngiliz sanayisi, en canlı aylarda pazarın gereksindiği mal
yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçiler ordusuna sahip olmak
zorundadır. Bu yedek ordu, pazarın durumuna bağlı olarak istihdam edilen
bölümünün büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre, geniş ya da küçük bir ordudur.
(…) Bunalım sırasında çok yüksek bir sayıya ulaşan ve en yüksek refahla bunalım
arasında ortalama sayılan dönemde de geniş bir sayıda olan bu yedek ordu,
İngiltere’nin «artık nüfusu»dur.”[23]
Sürekli bir işsizler ordusunun
varlığı, yalnızca canlılık dönemlerinde üretim kapasitesini arttırarak ya da
yeni yatırımlar yaparak mevcut üretim hacmini büyütmek için değil, aynı zamanda
yepyeni üretim dalları ve faaliyet alanları yaratarak buralara yatırım yapmak
için de zorunludur:
“Ama eğer bir artık işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist
temel üzerinde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünüyse, bu artık nüfus
da, tersine, kapitalist üretimin kaldıracı, evet, kapitalist üretim tarzının
bir varlık koşulu haline gelir. (…) Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme
ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an
sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır. (…) Birikimdeki ilerleme ile
birlikte son derece büyüyen ve ek sermayeye dönüştürülebilir toplumsal
zenginlik kütlesi, piyasaları birdenbire genişleyen eski üretim kollarına ya da
eskilerinin gelişmesinden dolayı kendilerine ihtiyaç duyulan demir yolları vb.
gibi, yeni açılmış üretim kollarına çılgınca bir coşkunlukla atılır. Bütün bu
gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin, hemen ve diğer alanlardaki üretim
faaliyetlerinde kesintiye yol açmaksızın, en önemli noktalara atılabilir olması
gerekir. Aşırı nüfus bu kitleyi sağlar.”[24]
Genişletilmiş yeniden üretimin,
ya da sermaye birikiminin, zaten bir fazla nüfusu gerektirdiğini gördük.
Sermayenin organik bileşimindeki değişimle bağlantılı olarak, üretken
sermayenin birikim hareketi, istihdam açısından farklı üretim alanlarında
farklı sonuçlar (kimisinde arttırıcı kimisinde azaltıcı) doğurabilir der Marx.
Sonuçta çalışan işçi sayısında şiddetli dalgalanmalar yaşanır. Bu dalgalanma,
sermaye birikiminin bir başka zorunlu ürünü olan iktisadi çevrimlerle daha da
şiddetlenir. Bunalım zamanlarında had safhaya varan, durgunluk dönemlerinde
kronikleşen, canlılık dönemlerinde azalabilen işsizler ordusu; çalışmaktayken
işten atılanlar nedeniyle, işçi çocuklarının yetişkin hale gelmesiyle, ev
kadınlarının çalışmak zorunda kalışıyla, proleterleşme sürecinin ilerleyişiyle,
dışarıdan gelen emek göçüyle artış gösterir. Marx, işsizlikteki artış, “daha az
gerçek olmamakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir”
diyerek, sermayenin organik bileşimindeki artıştan kaynaklı olarak yeni
yatırımların, bu işsizler havuzundan göreli daha az işçi çekmesi olgusuna da
dikkat çeker.
“Artan Yoksullaşma
ve Sefalet”
“Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi
ordusunun safrasıdır. Göreli artık nüfus üretimi sefalet üretimini içerir; bu
nüfusun varlığı ne kadar zorunlu ise onun da varlığı o kadar zorunludur;
sefalet, göreli artık nüfusla bir arada, kapitalist üretimin ve zenginlik
artışının bir varlık koşulunu oluşturur. Sefalet, kapitalist üretimin faux
frais’si (ek harcamaları) arasında yer alır; ne var ki, sermaye bunu büyük
ölçüde kendi sırtından atıp işçi sınıfının ve alt orta sınıfın omuzlarına
yüklemesini bilir. Toplumsal zenginlik, faaliyet halinde bulunan sermaye, bunun
büyümesinin hacmi ve gücü ve dolayısıyla da proletaryanın mutlak büyüklüğü ve
emeğinin üretici gücü ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar
büyük olur. Kullanıma hazır emek gücünün büyüklüğünü artıran nedenler,
sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır. Yani, yedek sanayi
ordusunun göreli büyüklüğü, zenginlik potansiyeli ile birlikte artar. Ama, bu
yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaletleri çalışma sırasında
katlandıkları işkenceyle ters orantılı olarak artan artık nüfus o kadar
yığınsal şekilde yerleşiklik kazanır. Son olarak, işçi nüfusunun düşkünler
tabakası ve yedek sanayi ordusu ne kadar büyükse, resmî yoksulluk da o kadar
büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.”[25]
Marksizmin düşmanları bu (ve
birazdan aktaracağımız diğer) satırları onun yanlışlandığının kanıtı olarak
kullanmayı pek severler. Marx’ın, emekçi yığınların yaşam koşullarının giderek
kötüleşeceğini ve artan oranda sefalete sürükleneceğini öngördüğünü, ama gerçek
dünyanın hiç de öyle olmadığını söylerler. Gerçekten de işçi sınıfının yaşam
koşullarının 18. yüzyıldan bu yana sürekli olarak ve mutlak biçimde
kötüleştiğini söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. Peki Marx hakikaten de böylesi
bir sürekli ve mutlak yoksullaşma öngörüsünde mi bulunmuştur? Hayır!
Birincisi, Marx, bir soyutlama
yapmakta, kapitalizmin nesnel işleyiş yasalarını ve içsel eğilimlerini
sergilemektedir. Kendi haline bırakılır, yani sınıflar savaşımından ve bu
savaşımın içinde geliştiği tarihsel, siyasal, kültürel vb. koşullardan bağımsız
düşünülürse ağır basacak eğilime işaret etmektedir Marx. Gerçek somut dünya çok
daha karmaşıktır ve birbiriyle çelişen eğilimlerin mücadelesi temelinde
şekillenir. Ve bu, o denli açıktır ki, yukarıdaki pasajı hemen takip eden cümle
şudur:
“Diğer bütün yasalar gibi bu yasa da, gerçekleşmesi sırasında,
burada inceleyemeyeceğimiz çok sayıda durum tarafından değişikliğe uğratılır.”[26]
Yani soyutlanmış şekliyle bu
yasa, gerçek dünyanın somutluğunda bir dizi başka etken tarafından yumuşatılır
ya da değişikliğe uğratılır. Bu etmenlerin başında da sınıf savaşımının düzeyi
gelir.
İkincisi, Marx’ın yukarıdaki
pasajda sergilediği tablo, esas olarak işsizlere ilişkindir. İşsizlik ve
doğurduğu sefaletin, hem kapitalizmin zorunlu ürünü hem de onun varlık koşulu
olduğu vurgulanır. Emeğin üretici gücü ne kadar büyükse, bir kutupta toplumsal
zenginliğin diğer kutupta da işsizliğin o kadar büyüyeceği söylenir. Ve son
olarak işsizliğin oranı ne kadar büyürse o kadar kronikleşeceği ve resmi
yoksulluğun da o kadar artacağı söylenir. Resmi yoksulluk yalnızca işsizlerin
artan sayısı nedeniyle değil, bu durumun çalışanların koşullarını olumsuz
etkilemesi nedeniyle de artar. İşsizlikle faal işçilerin çalışma koşulları, en
başta da ücret düzeyleri, doğrudan ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında,
işsizlik ne kadar yüksekse ücretler de o kadar düşme eğilimi gösterirler.
Dolayısıyla işsizlik ne kadar yaygın ve yaşadıkları sefalet koşulları ne kadar
ağırsa, faal işçi ordusunun durumu da o kadar kötüleşir.
Üçüncüsü, Marx’ın esas üzerinde
durduğu, mutlak değil nispi yoksullaşmadır. Mutlak yoksullaşma da kuşkusuz
mümkündür ve kapitalistler bu doğrultuda ellerinden gelen her şeyi yaparlar;
başarılı olup olmamaları, işçilerin ne ölçüde direniş sergileyebildiğiyle
belirlenir. Mutlak yoksullaşma, sınai çevrimin kriz ve çöküş evrelerinde
sıklıkla yaşandığı gibi, faşist ya da diğer olağanüstü burjuva rejimlerinde de
bolca karşımıza çıkar. Ama mutlak artı-değer üretiminin doğal sınırlarının
oluşu, kapitalizmin esas olarak nispi artı-değer üretimi üzerinden işlemesi
sonucunu doğurur. Marx, tam da nispi artı-değer üretimi analizini
hatırlattıktan sonra, emeğin sermayeye olan kölece bağımlılığının, aldığı
ücretten bağımsız olarak, onun toplumsal durumunu nasıl kötüleştirdiğini
vurgular:
“Kapitalist toplumda, emeğin toplumsal üretkenliğini
yükseltmeye yarayan bütün yöntemler, maliyetleri bireysel işçinin sırtına
yıkılarak hayata geçirilir; üretimi geliştirmeye yönelik bütün araçlar,
üreticinin egemenlik altına alınmasını ve sömürülmesini sağlayan araçlar haline
gelir, onu bir parça-insan biçiminde güdükleştirir, makinenin eklentisi
durumuna indirir, katlanmak zorunda kaldığı işkence yüzünden emeğinin içeriğini
yok eder; bilimin bağımsız bir güç olarak emek sürecinin bir parçası haline
gelmesi ölçüsünde onu emek sürecinin zihinsel güçlerine yabancılaştırır; içinde
çalıştığı koşulları bozar, emek süresi sırasında en nefret edilecek bir
despotluğa boyun eğmek zorunda bırakır, bütün ömrünü emek-zaman haline getirir,
karısını ve çocuğunu sermayenin Juggernaut tekerleğinin altına atar. Ama, bütün
artık değer üretme yöntemleri aynı zamanda birikim yöntemleridir ve birikimdeki
her genişleme gerisin geriye bu yöntemlerin daha da geliştirilmesine yarayan
bir araç olur. Bundan dolayı, buradan, aldığı ücret ne kadar yüksek ya da düşük
olursa olsun, işçinin durumunun, sermayenin birikmesi oranında, kötüleşmek
zorunda olduğu sonucu çıkar. Son olarak, göreli artık nüfusu ya da yedek sanayi
ordusunu her zaman birikimin hacim ve enerjisi ile dengeli bir durumda tutan
yasa, işçiyi sermayeye, Hephaistos’un çivilerinin Prometheus’u kayalara
mıhladığından daha sıkı bir şekilde bağlar. Sermaye birikimine karşılık gelen
bir sefalet birikimini gerektirir. Şu halde, bir kutuptaki zenginlik birikimi,
aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak
üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet,
vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir.”[27]
Proletaryanın kendisi için
üretebildiği durum, yarattığı muazzam zenginliğe kıyasla sefaletten başka ne
olarak adlandırılabilir ki? Bugünkülerle karşılaştırıldığında 18. ya da 19.
yüzyılın en zengin burjuvalarının servetleri hayli mütevazı kalır. Onlar o
durumdan bugünkü duruma yükselirken, işçilerin yaşam koşullarının eski
dönemlere oranla bir parça daha katlanılır hale gelmesi, sorunun özünü hiçbir
şekilde değiştirmiyor: kapitalizmde en azından nispi yoksullaşma temelinde
toplumsal kutuplaşma ve iki sınıf arasındaki uçurum giderek artar. Büyüyen
İşçi Sınıfı adlı çalışmasında Elif Çağlı bu durumu şöyle dile getiriyor:
“Kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün
kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı
genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk
dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve
adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı.
Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı.
Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal
ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp
artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da
çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla
daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ
mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan
toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma
içindedirler.”[28]
İşte Marx’ın toplumsal kutuplaşmanın bir ucu olarak sefalete
vurgu yaptığı satırları, bu nispi, göreli bakış açısıyla kavramak gerekir.
Dördüncüsü, aslında, işçilerin
yaşam standartlarının sürekli ve mutlak olarak düşeceği şeklindeki görüş,
Marx’ın eleştirdiği kişilerin görüşüdür. Malthus, Ricardo ve Lassalle bu
görüşü, nüfus teorileri eşliğinde savunmuşlardır. Çünkü onlara göre, ücretler
artarsa, işçiler daha fazla çocuk yapacaklar ve bu da işsizliği arttırarak
işçiler arasındaki rekabeti körükleyecek ve sonuçta ücretler tekrar asgariye
doğru düşecektir. Görüldüğü gibi, “ücretlerin tunç yasası” adıyla anılan bu
uyduruk görüşün altında yatan şey Malthus’un nüfus yasasıdır.
Gerek Marx gerekse de Engels,
işsizliğin (ve işçiler arasındaki rekabetin) ücretleri baskılayan en önemli
faktörlerden biri olduğunu defalarca vurgulamış, bunun sınai çevrimlerle bağını
da ortaya koymuşlardır:
“Bir bütün olarak bakıldığında,
işçi ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel
değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve
daralmalar tarafından düzenlenir. Bundan dolayı, bu hareketler, işçi nüfusunun
mutlak sayısındaki değişikliklerle değil, işçi sınıfının faal işçi ordusu ile
yedek işçi ordusuna bölünmesinin değişen oranlarıyla, artık nüfusun göreli
büyüklüğündeki artış ve azalışlarla, bu nüfusun kâh soğurulup kâh yeniden
serbest bırakılmasının derecesiyle belirlenir.”[29]
Ancak Marx’ın ücret teorisi, tek
nedenli bir açıklama değildir, çok sayıda faktörü hesaba katar. Sınıfın bilinç
ve örgütlülük durumu ve buna bağlı olarak sınıf savaşımının düzeyi de son
derece önemli bir faktördür. Ücretlerin sınai çevrimlerdeki kısa vadeli
dalgalanmaları dışında, uzun vadeli değişimi, Marx tarafından işgücünün
değerindeki değişimle açıklanır. Bu değişim, sermaye birikiminin bir
fonksiyonudur. Sermaye birikimi, emek üretkenliğinin artışı ve sermayenin
organik bileşiminin artışıyla birlikte ilerler ve bunlar da işgücünün değeri
üzerinde hem azaltıcı hem de bazı yönleriyle arttırıcı etkide bulunurlar.
Sonucu, bu zıt eğilimlerin çatışması ve sentezi belirleyecektir, ama yine de
ağır basanın, azalma yönündeki eğilim olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalist
üretimin genel eğilimi, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltme değil, düşürme,
yani işgücünün değerini “üç aşağı beş yukarı en alt sınırına çekme yönünde”dir
der Marx. Ardından da eğer bu eğilime karşı hiçbir şey yapmazsa, işçi sınıfının
“ezilmiş ve hiçbir kurtuluş umudu kalmamış bir sefiller yığını durumuna
düşeceği”ni belirterek sendikal mücadelenin önemini vurgular.[30]
Ücret hareketlerine ilişkin
olarak Marx’ı eleştirenler, onun metanın değeri ile fiyatı (bu durumda ücret)
arasındaki farkı gözettiğini de çoğunlukla görmezden gelirler. İşgücünün değeri
uzun vadeli olarak azalırken, fiyatı aynı kalabilir ve hatta yükselebilir de.
Sınai çevrimlerin boom evresinde yaşanan ücret artışları bunun örneğidir.
Dahası, daha az parayla bile daha fazla tüketim malı satın almak mümkündür![31]
Demek ki emek üretkenliğindeki artış nedeniyle işgücünün değeri ve reel
ücretler zıt yönlerde hareket edebilirler.
* * *
Gördüğümüz gibi kapitalizm,
işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti gerek nispi olarak gerekse de kimi dönemlerde
mutlak olarak büyütmektedir. Son derece sarsıcı bir tarihsel sistem krizinden
geçtiğimiz son çeyrek asırdır, arka arkaya gelen ve giderek şiddetlenen
iktisadi kriz dalgaları insanlığın acılarının daha da derinleşmesine yol
açıyor. Büyük bir tarihsel yol ayrımına gelmiş bulunmaktayız. Dünyaya hükmeden
finans kapitalin zirveleri, bu çürümüş ve can çekişmekte olan sistemi nasıl
ayakta tutacaklarına kafa patlatıyorlar. Üstelik görünen o ki, bu noktada hangi
tercihlerde bulunacaklarına dair ciddi iç çatışmalar yaşıyorlar. Hangi taraf
ağır basacak olursa olsun, bu, insanlık için hayırlı olmayacaktır. Kimi finans
kapital çevrelerinin vaat ettikleri kırıntılara tav olarak bu sömürü sisteminin
sürmesine razı mı gelinecek? Kapitalistlerin öyle ya da böyle sömürüyü ve
baskıyı daha da arttırarak ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme
tercihlerine boyun mu eğilecek? Kapitalizmin zirvelerindeki kapışmanın dayattığı
seçenekler arasında bir tercih yapmayı reddetmekten başka şansımız bulunmuyor.
İnsanlığa kâbusu yaşatan bu kapitalist sistemi son tuğlasına kadar yıkmaktan
başka hiçbir yol yoktur.
Oktay Baran
20 Mayıs 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder