Bugün 9 Aralık 1987 günü işgal
altındaki Filistin topraklarında patlak vermiş olan ve meşakkatli, ama aynı
zamanda kahramanlıklarla dolu yıllar boyunca devam eden halk ayaklanmasının
anlamını daha iyi kavrıyoruz. Akademisyenler, analizciler ve eylemciler,
kitlesel eylemlerin fitilinin ateşlendiği ve bu eylemlerin kesintisiz ve
örgütlü bir isyana evrildiği koşulların olgunlaşmasını bir dizi faktörün
sağladığını söylüyorlar.
Bu koşullar, Doğu Kudüs, Gazze
Şeridi ve Batı Şeria’da yerleşimci siyasetin hız kazanmasını, hatta 1967’den
sonra İsrail’in işgal altındaki topraklar içi geliştirdiği mastır planı olarak
iş gören Allon Planı’nın belirlediği sınırların ötesine uzanması, devletin
desteğini arkasına alan yerleşimcilerin yasa, kural tanımaz pratiklerindeki
artış, İsrail’de çalışan Filistinli göçmen işçilerin ırkçı bir yaklaşımla maruz
kaldıkları zulüm, 1985’de İsrail’in uygulamaya koyduğu, sınır dışı etme
girişimleriyle, hapse atmalarla, kentleri ve evleri tutsak almaya dönük
önlemlerle ve ev yıkımlarıyla yüklü “Demir Yumruk” politikası, İsrail idaresi
altında yaşayan tüm Arapların kitlesel olarak dışlanması, Amerika ve
Almanya’daki ırkçı kanunları açıktan savunan İsrail faşizminin kökleşmesi,
Filistinlilerin ekonomik faaliyetlerine getirilen kısıtlamalar ve Arap emek
piyasasının daraltılmasına dönük adımlar gibi başlıkları içeriyordu.
Bu önemli koşullara, onlardan da
az önemli olmayan, Halil Vezir (Ebu Cihad) gibi isimlerin FKÖ içerisindeki
Fetih, FHKC ve DFKC gibi politik örgütler üzerinden gerçekleştirdiği atılıma,
FKÖ’nün 1982’de Lübnan’dan kovulduktan sonra Filistin Komünist Partisi’nin ve
İslamcı hareketin yürüttüğü kampanyalar eklemlendi. 1987’de Filistin’deki
1983’ten beri ulusal hareketi mahvetmiş olan bölünmenin sona ermesiyle birlikte
önemli gelişmeler yaşandı. Gazze Şeridi’nde İslamî Cihad cesurca saldırılar
gerçekleştirdi. FHKC-GK, İsrail’in kuzeyinde İsrail ordusunun zayıf yanlarını
açığa çıkartma imkânı buldu.
Bu koşullara bir de Reagan
döneminin Amerika-İsrail ilişkisini Washington’ın uluslararası hukuka sözde
destek sunmayı sürdürdüğü stratejik bir ilişkiden çıkartıp kongrenin birkaç kez
desteğini alan, katlanılmaz bir gösteriye evrilttiği dönemde Filistinliler
arasında artan ümitsizliği de eklemek gerekiyor.
Aynı dönemde ayrıca İsrail-Mısır
arasında Batı Şeria ve Gazze Şeridi konusunda imza edilmiş olan barış anlaşması,
sivil idare kılıfı altında mevcut olan askerî hükümetin kurumsallaşması için
gerekli zemini sağladı. Bu süreçte İsrail, kararlı bir tutumla, işbirlikçi köy
birliklerini harekete geçirme imkânı buldu. 1987’de Arap kurumları, daha çok
İran-Irak savaşı ile meşguldü. Arap Birliği Zirvesi’nde Filistin’in adı kendisine
ancak laf arasında dillendirilen görüşler dâhilinde yer bulabildi.
İntifadanın gerçekleşmesini
sağlayan koşullara başka koşullar da eklenebilir. Gelgelelim o güne, 8 Aralık
1987’ye geri döndüğümüzde kimse, İsrail ile Gazze Şeridi arasında
konuşlandırılmış olan Erez kontrol noktasındaki bir trafik kazasının önemli
gelişmelere yol açacağını ummazdı. Bu yaşananın kaza olup olmadığını
bilmiyoruz. Kaza neticesinde dört kişi öldü. Ertesi gün Gazze Şeridi’ndeki
Cebeliyye mülteci kampında, ardından da Batı Şeria’daki Nablus kasabasında
bulunan Balata mülteci kampında gösteriler tertiplendi. Orman yangını gibi kısa
sürede her yeri saran bu gösteriler, birkaç hafta içerisinde “İntifada”
sözcüğünün İngilizce gibi dillere dâhil olmasını sağlayacak bir halk
ayaklanmasına evrildi.
8 Aralık 1987 gününün sabahı
politik bir öneme sahip değildi, ama İsrail, birkaç ay sonra, Mayıs ayı
içerisinde kırkıncı yıl dönümünü kutlayacaktı. FKÖ hareketindeki iniş çıkışlara
tanıklık eden Lübnan’daki Filistinliler, Suriye’nin desteklediği Emel
hareketinin kamplarını kuşattıklarına şahit oldular. Bu süreçte işgal altındaki
topraklar, İsrail askerleri ve yerleşimcileri için birçok küçük Amerikan
kasabasından daha güvenli hâle gelmişti. İsrail’deki Filistinlilerse komünist
partisi ile İslamcı partiler arasındaki husumetin çilesini çekiyor, İsrail, bu
kavgayı ellerini ovuşturarak izliyordu. İsrail, o kadar rahattı ki kırkıncı yıl
dönümünde İsrailli liderler, “mel’un Filistinliler”in ve onların “uğursuz
davalar”ının sonsuza dek, hiç yaygaraya izin vermeden, tarihin çöp sepetine
atılacağı, Filistin davasının hepten yok olacağı günün gelip çattığını
söylüyorlardı.
Bu, sadece İsraillilerin arzusu
da değildi. Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney, geçmiş, bugün ve geleceğin düğüm
noktasında duran Filistin, üçüncü dünyanın önemli bir kısmında, özellikle
Afrika ve Güney Asya’da kitlelerin desteğini arkasına alan güçlü bir dava
hâline gelmişti. Öte yandan, Avrupa’nın önemli bir kısmında, Kuzey ve Güney
Amerika’da, ayrıca Doğu Asyalı liderlerin ciddi bir bölümü, İsrail’in kuruluş
yıl dönümünü daha önemli görüyor, bu önemi ya stratejik, ya politik, ya dinî,
ya oportünistik ya da ahlaki gerekçelerle ele alıyordu.
İsrail’in 1982’de
gerçekleştirdiği Lübnan Savaşı, Siyonizmin gerçeklerini televizyon üzerinden
ilk kez destekçilerinin oturma odalarına taşıdı. O Eylül ayının ortasında
yaşanan Sabra-Şatilla Katliamı bile İsrail’in 1967’deki işgallerini vecd
içerisinde kutlayanları zerre etkilemedi. O gün kimse, İsrail’in suçsuz veya
haklı olup olmadığını sorgulama gereği bile duymadı. Ama gene de ortada zaferle
neticelendirilmesi gereken bir soğuk savaş vardı. Seksenlerin sonunda dünya,
oldukça farklı bir yerdi.
Her şey tam da o 9 Aralık 1987
günü değişmeye başladı. İntifada’yı ister önceki otuz yılın mücadelesinin
meyvelerinin toplandığı moment, isterse yeni bir dönemin başlangıcı olarak
nitelendirelim, o, dün olduğu gibi bugün de bir dönüm noktası olarak görülmeli.
9 Aralık 1987, tarihçilerin dünyanın gözünde bir tür cennet olarak algılanan
İsrail’in Ortadoğu’nun Güney Afrika’sı olarak tarif edilmeye başladığı momenti
ifade ediyor.
Yüz milyonlarca insanın
sömürgeciliği hiç bilmediği veya unuttuğu koşullarda İsrail, kendi varlığını
“yararlı işgal pratiği” olarak pazarlama imkânı buldu. Filistinliler, önce o
korku duvarını aşmak zorundaydılar ve üstelik bu, oldukça sağlam bir duvardı.
İşgal altındaki topraklar, İsrail’in geri kalanı gibi yönetilmiyordu. Buradaki
idare daha kötüydü ve kararnamelerle yasal kılıfa büründürülmüş, Filistinlileri
topraklarından ve tüm zihinlerden söküp atmak amacıyla teşkil edilmiş bir
askerî hükümetin elindeydi.
Örneğin Strathclyde
Üniversitesi’nde şehir planlaması uzmanı olarak çalışan Anthony Coon, Hak
isimli Filistinli insan hakları örgütü için hazırladığı bir çalışmada, “yetki
verdiğinden daha fazla binayı yıkan başka bir şehir planlaması kurumuna daha
önce denk gelmediğini” söylüyordu.
İsrail’in Filistinliler
üzerindeki kontrolünün kapsamı ve müdahaleciliği, totaliter devletlerdeki
uygulamaları andırmaktaydı. Her şey için izin alınması gerekiyordu. Ağır
biçimde hasta olan çocuğunu hastaneye götürebilmek için aile içerisinden
birilerinin muhbirlik veya işbirlikçilik yapması gerekiyordu. İş bulmak ve
ailesine destek sunmak, yeni aile kurmak isteyen üniversite mezunları da benzer
yollara tevessül etmek zorunda kalıyorlardı.
Filistin bayrağı yasaktı.
Gazeteler sansürleniyordu. Birkaç kişi, izinsiz bir araya gelemiyordu.
İşbirliğine yanaşmayanlar, suç teşkil eden fikirlerini dile getirmeye veya
faaliyetlerde bulunmaya devam edenler hapse atılıyor, işkence görüyor, evleri
işaretleniyor veya buldozerle yıkılıyor, en nihayetinde bu kişiler sınır dışı
ediliyor, sürgüne gönderiliyorlardı. Doğu Kudüs’teki hayatın özeti bu
şekildeydi. Burası resmiyette ilhak edilmiş, doğrudan İsrail hükümetinin
kontrolünde olan bir bölgeydi. Üstelik diğer bölgelerden daha iyi durumdaydı.
Ama sonra Filistinliler o korku
duvarını yıktılar. Kaybedecekleri bir şey olmadığından değil, kazanacakları çok
şey olduğundan, zafer konusunda kararlılıkla hareket ettiklerinden o duvarı
yıkabildiler.
Selim Tamari’nin de ifade ettiği
biçimiyle, 1987’deki İntifada’yı 1967 sonrası yaşanan isyanlardan en çok da
sürece sadece şehirlerin ve mülteci kamplarının değil köylerin de dâhil olması
ayrıksı kılıyordu. 1988 yılının başlarında ayaklanma tüm şehirlere, mülteci
kamplarına, Batı Şeria’nın kuzeyindeki köylerden Gazze Şeridi’nin güneyindeki
köylere dek tüm köylere yayıldı. Refah mülteci kampında yaşayanlar kitlesel
gösteriler düzenlediler. Silâhsız göstericiler öldürüldü veya dayak yedi. Genel
greve tanıklık edildi. Esnaf kepenk indirdi. İsrail askerleri zorla dükkânları
açmaya çalıştı, görünürde olan her şeye el koydu. Ülkenin ve halkın yönetilme
imkânını ortadan kaldıran yaratıcı birçok faaliyetin altına imza atan Filistinliler,
bir dizi toplumsal ve ekonomik dayanışma pratiği sergilediler. Burada esas olan,
diğerkâmlık üzerine kurulu gönüllü yardımseverlik ruhu idi.
Ayaklanma, iç tutarlılığa ve
birliktelik ruhuna sahip bir liderlik çıkardı bağrından. İntifadanın Birleşik
Milli Komutanlığı adını alan bu liderlik kadrosu içerisinde FKÖ içindeki
örgütler ve İslamî Cihad yer alıyordu. Birçok bölge ve şehir komitesi temsilcileri
aracılığıyla örgütsel yapı içerisinde yer aldı. Komutanlık, her hafta halkı
militanlık düzeyini artırma, fedakârlıklarda bulunma ve bir sonraki haftanın
faaliyetleri için bir program hazırlama konusunda teşvik eden bildiriler
yayımladı. Talimatlarına en azından ilk başta, sorgusuz sualsiz uyuldu. Herkes
milli hareket ve onun temsil ettiği milli davaya bağlılık anlayışı ile hareket
etti.
Ayaklanmanın en önemli
özelliklerinden biri de ruh itibarıyla gerçek manada milli oluşuydu. 21 Aralık
1987’de eski Filistin mandası topraklarında yaşayan tüm Filistinliler genel
greve gitti. İsrail sınırları içerisinde yaşayan Filistinli eylemciler önemli
otoyolları kapatıp tekerlekleri ateşe verdiler, barikatlar kurdular. Muhtemelen
o gün, Ekim 1973’ten beri İsrailli liderlerin en çok korktuğu gündü. Parçalı
bir yapının içinde yer alan, ama bağımsız hareket eden kısımlar değil de
gerçekten bir halk olarak hareket eden Filistinlilerin bu İntifada’sı hem
Lübnan’daki kamplara yönelik kuşatma politikasına son verdi hem de İsrail’in
Gazze Şeridi’nden çıkmasını sağladı. Hatta ayaklanmanın ilk ayında Hafız Esad,
Lübnan’da kendisine bağlı güçlere Filistin’deki İntifada’yla dayanışma içinde
olduğunu göstermek amacıyla, Beyrut’taki mülteci kamplarına yönelik, ölümlerle
sonuçlanan kuşatma politikasına son verme çağrısı yapmak zorunda kaldı.
İsrail, bu saldırıya öfkeyle ve
tüm acımasızlığıyla cevap verdi. Çocuklar başlarından vuruldu, taş atan
çocukların kolları kırıldı, anne babaları evlerine girilerek dövüldü,
eylemciler gündüz gözü katledildiler. İsrail askerleri, tam da savunma bakanı
İzak Rabin’in “kemiklerini kırın” emri ve başbakan İzak Şamir’in “o korku
duvarını yeniden inşa edin” ricası uyarınca hareket ediyorlardı. Gözden ırak
olan yerlerde İsrail, altı yıl boyunca her gün bin kadar saldırı
gerçekleştirdi. İsrail’in Filistinlilere indirdiği her bir darbe onları daha da
güçlendirdi ve her seferinde misliyle karşılık buldu. Bu süreçte her liseli,
sanki üniversite sınavına girer gibi hapishane kapısından geçiyordu.
İsrail, en çok da herkesi hep
birlikte cezalandırma denilen silâhı kullandı. Bu cezalandırma pratiği
dâhilinde seyahat yasakları getirdi, elektriği suyu kesti, okulları kapattı,
toplu gözaltılar gerçekleştirdi, düzenli olarak ev baskınları düzenledi. En
ağır cezalardan biri de haftalarca süren sokağa çıkma yasakları idi. Düşük
gelir, çürümüş bir avuç bulgur, girilemeyen dersler, azalan erzak yüzünden
zaten çile çeken aşırı kalabalık evlerde insanlar, tıkış tıkış yaşamak zorunda
kaldılar. Dama veya bahçeye kaçıp oynama fırsatı bulan çocuklar, yiyecek veya
iş aramak için dışarı çıkan yetişkinler, akrabalarını, dostlarını veya
yoldaşlarını görmek için dışarı çıkanlar, bu hatalarının bedelini canlarıyla
ödediler. Bugün olduğu gibi o gün de Gazze Şeridi, İsrail’in sadist
politikalarının geliştirilmesi için kullanılan bir kobaydan başka bir şey
değildi.
İradenin sınandığı koşullarda
Şamir ve Rabin, Filistinlilere de isyanlarına da boyun eğdiremedi. Bu konuda Sovyetler
Birliği’nin yıkılışı da 1991 Körfez Savaşı da merhem olmadı. Bu koşullara
rağmen Filistinliler, ayaklanmalarının düzeyini hep yukarı taşımayı bildiler,
tutuklamalar veya tasfiye süreçleri o deneyimli liderlerin sayısını da
başarısını da azaltmadı. İsyanda oynadığı rol itibarıyla yeterince hürmet görmeyen
sürgündeki FKÖ, o itibarını azaltmak için her yolu denedi. Hamas’ın yükselişiyle
birlikte gruplararası işbirliği, yerini husumetlere ve kavgalara bıraktı.
Doksanların başında kitle
hareketi, giderek az sayıda eylemciyi içeren silâhlı ayaklanmaya doğru evrildi.
Silâh, yolda kimi aşırılıklara yol açsa da bu, esasen olumsuz bir gelişme
değildi. Ama yeni gelişmekte olan gerilla savaşı, hareketi ileri itmek şöyle
dursun, onun ivmesini düşürdü. Silâhsız gösterilere ve taş atan göstericilere
keskin nişancılarla ve makineli tüfeklerle cevap vermiş olan İsrail, kalaşnikoflara
savaş helikopterleriyle karşılık verdi. Buna karşın hâlen daha statükoyu yeniden
tesis edebilmiş değil.
Ayaklanmayı durdurma işini 1993’teki
Oslo Anlaşması üstlendi. Ayaklanma, esasında İsrail işgalini gayrı meşru ilân
etmeye dönük kampanyanın başarılı olmasını sağlamış, bir yandan da işgalin
maliyetini artırmıştı. Birçok kişinin tahminine göre, eğer Arafat, İsrail’le
Norveç’te o gizli müzakereleri gerçekleştirmeyip, Washington’da süren resmi görüşmelerde
Haydar Abdüşşafi’yle birlikte hareket etmiş olsaydı, İsrail en nihayetinde belirli
bir süre yerleşim politikasını askıya alma noktasına gelecekti. Filistinliler,
o dönemde ellerindeki kartları doğru oynamış olsalardı ve o kartları muhafaza
etmeyi bilselerdi, İsrail’in yerleşim politikasını askıya alacağı sürenin
uzunluğunu ve sonuçlarını belirleme imkânına kavuşacaklardı. Bu da Filistinlilerin
daha fazla kan kaybetmesine, daha fazla cebindekileri yitirmesine mani
olacaktı. 1993’te işgalin son bulunmasına dönük talepten vazgeçmek, çok daha
büyük bir bedellerin ödenmesine yol açacaktı.
Bu bağlamda, Filistin sorununun
çözümü için doğru çerçevenin belirlenmesine dair tartışmaların fazlasıyla zarar
verici ve birçok durumda kifayetsiz ve anlamsız olduğu görüldü. Tartışılan mesele,
Filistinlilerin kaç devleti olacağı değildi. Asıl üzerinde durulması gereken
soruyu kimse sormadı: “Filistin halkı, önce ayaklanmaya son verip ardından Batı
Şeria ve Gazze’deki İsrail işgalini ortadan kaldırmadığı sürece herhangi bir
şey elde edebilir mi?”
İşgale son vermediği sürece ne
FKÖ’nün yetmişlerde ve seksenlerde önerdiği programa uygun iki devletin ortaya çıkmasını
ne de zaten varolandan anlamlı bir farkı bulunmayan tek devletin kurulmasını sağlayabilirdi.
İleride işgale karşı mücadelenin
merkezde durması ve uluslararası planda kapsamlı bir desteği arkasına alması
durumunda Siyonist medya, muhakkak ki Filistin’in kendi kaderini tayin etme hakkına
kavuşması için gerekli tüm bu önkoşulları hükümsüz kılacak adımlar atacak. Bu hak
için verilen mücadele, seküler ve demokratik bir devlet için. İsrail, bu emele
ancak Batı Şeria ve Gazze’nin kendisine bırakılması ile mümkün olabileceğini
söylüyor. Bu düzlemde Filistin sorununun yeniden uluslararasılaşması gerekiyor.
Bunu ne BDS ne de BM yapabilir. Her ikisini de içerecek biçimde, lafta kalan
hedeflerin karşısına anlamlı ve somut bir stratejinin geliştirilmesi gerekiyor.
Birinci İntifada, ne 1967 sonrası
yaşanan ilk olaydı ne de yirminci yüzyılda Filistin tarihinin tanık olduğu ilk
ayaklanmaydı. Filistinliler, Manda döneminde ülkelerine ilk İngiliz yüksek komiserinin
ayak bastığı andan beri isyanda. En uzun genel grevin gerçekleştiği 1936-1939
Arap İsyanı, İntifada’nın liderlerinin ve eylem sürecine katılanların örnek aldıkları
en önemli olaydı. Arap İsyanı, yeterince çaba harcamadığı ve önceki devrimciler
kuşağının Manda’ya son verme mücadelesine girme kararının anlamsız olduğunu
düşünüp bunun yerine Arap birliğini talep etmeye başlamaları sebebiyle
başarısız olmadı.
Yetmişlerin ortasında ve
seksenlerin başında ise işgal altındaki topraklarda karışıklıkla geçmeyen tek
bir gün bile yoktu. Buna karşın 1987-1993 arası dönemde gerçekleşen İntifada,
1936’daki ayaklanma ve 1982’deki Beyrut’un İşgali ile birlikte, birçok
Filistinlinin son yüz yıl içerisinde yaşadığı en güzel zamandı. Çalışma hayatının
ve aile hayatının sorumluluklarını henüz omuzlamamış olan gençler, bu heyecan
verici dönemde birçok korkuyla da yüzleşiyorlardı. Ama gene de ölümün, yıkımın
ve kederin kıyısında bu gençler, özgürlüğün sağladığı neşe ve canlılıkla
tanışmışlardı.
O çok meşakkatli altı yılın
ardından birçok Filistinli, bilhassa işgal altındaki topraklarda yaşayanlar,
Oslo’yu olumlu karşıladı. Yaşanan olayın olumlu sonuçlar doğurmasını veya
İsrail’in açılan kapıdan çıkıp gitmesini umut ettiler. Ama bu umutların boş
olduğu görüldü. Umudun yerini öfke aldı. Filistinliler, öfkelerini sadece
İsrail’e ve yabancı destekçilerine değil, müzakere masasında oyuna
getirilmelerine imkân sağlayan liderlerine yönelttiler. Selim Tamari’nin
dediğine göre, seksenlerde İsrail, işgal altındaki topraklarda Filistinli bir
dayanak noktası arayıp durmuş, fakat o, sömürgecilik tarihindeki en başarısız
güçlerden biri olarak, bu dayanak noktasını bir türlü bulamamıştı. Ama Oslo
sonrası İsrail, kendi idaresi için taşeronluk işini üstlenecek ulusal kurtuluş
hareketi liderlerini örgütlemeyi bildi.
Doksanların sonunda Ramallah’ın
ortasında bir arkadaşla dolaştığım o günü anımsıyorum. Radyo Caddesi üzerinde
bulunan erkeklerin gittiği okulun önünden geçerken kapılar açılmış, öğrenciler
eyleme geçmişlerdi. O an arkadaşım, biraz kızgınlık biraz da hayranlıkla,
öğrencilerin İntifada’ya sundukları katkıları öven cümleler kurmuştu. Ona göre
öğrenciler, halk için tüm Filistin Yönetimi’nden daha fazla şey yapmıştı. Maalesef
haklıydı. O devlerin her birine ölene dek hürmet edeceğim.
Muin Rabbani
9
Aralık 2012
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder