Hardt ve Negri’nin emperyalizmle ilgili literatüre
yeterince dikkat kesilmemesi, okurlarını asla şaşırtmamalı.
Emperyalizm konusunda bir dizi çalışmayı dikkatle
gözden geçirip incelemiş olan Lenin ve Luxemburg’un aksine Hardt ve Negri,
konuya dair yazılmış eserlerin önemli bir kısmını görmezden gelmeyi tercih
etmişler.
Ele aldıkları literatür, büyük ölçüde uluslararası
politik ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanıyla alakalı olan Kuzey Amerika
kaynaklı sosyal bilimleri çalışmalarından ve Fransız felsefesinin ağırlığının
hissedildiği eserlerden oluşuyor. Bu teorik sentez, postmodern bir üslup ve
dille ambalajlanıyor, ortaya da yazarların niyetlerine rağmen, bir yıl sonra
Davos’ta bir araya gelecek paralı efendilerin huzurunu bozmayacak bir ürün
çıkıyor.
İmparatorluk kitabındaki
alıntıların büyük bölümü, tam da bu özelliğine bağlı olarak, Fransa ve Amerika
akademyasını tayin eden müesses yapının sınırlarını aşamayan kitap veya
makalelerden yapılan alıntılardan oluşuyor. Kitapta, Latin Amerika, Hindistan,
Afrika ve Üçüncü Dünya’nın diğer kısımlarında üretilmiş olan emperyalist
sistemin işleyişine ve emperyalizmin kendisine dair literatüre dipnotlarda bile
değinilmiyor.
Ancak kısacık bir bölümde Hilferding, Luxemburg,
Lenin, Buharin ve Kautsky gibi Marksistlerin yürüttüğü tartışmalardan
bahsedebilen kitap, İkinci Dünya Savaşı sonrası konuyla ilgili tartışmalara çok
az yer ayırıyor.
Ernst Mandel, Paul Baran, Paul Sweezy, Harry Magdoff,
James O'Connor, Andrew Shonfield, Ignacy Sachs, Paul Matlick, Elmar Altvater ve
Maurice Dobb gibi isimlerden hiç bahsetmeyen kitap, sermayenin tarihinde
görülen tümüyle yeni bir aşamaya ışık tuttuğunu iddia ediyor.
Aslında kitap, imparatorluğa dair, ona yukarıdan,
hâkim unsurların bulunduğu katmandan bakan bir görüş sunuyor. Bu kısmi ve tek
taraflı olan görüş, sistemin bütünlüğünü hiçbir şekilde algılayamadığı gibi,
Kuzey Atlantik sahillerinin ötesine dair bir şey söylemiyor, sistemin dünyadaki
diğer tezahürlerini değerlendirmeye tabi tutamıyor. Neticede ortaya dar bir
görüş çıkıyor. Üstelik bu, birçok önemli kör noktaya sahip bir görüş.
İmparatorluk, sorunun
kökenini inceleme niyetiyle yola koyulan, ama kendi döneminin toplumsal
gerçekliğini gözlemlerken imtiyazlı konumundan vazgeçemeyen bir çalışma. Bu
açıdan Marx’ın çalışmasıyla çelişen bir yerde duruyor. Zira Marx, Londra’dayken
kendi kaderinden, kendi varlığından bağımsız bir çalışmayı nasıl yapacağını biliyordu.
O, hâkim sınıfların oluşturduğu ideolojik ağdan uzak durmayı hep bildi.
İmparatorluk, dünyaya
Kuzey Atlantik gerçekliğinin penceresinden baktığı için, bugüne dek
imparatorluğun tüm günlük operasyonlarını organize eden, izleyip denetleyen iki
önemli kurum olarak IMF ve Dünya Bankası’ndan o beş yüz sayfa boyunca ancak bir
iki yerde bahsedebiliyor. Kitap, dünya ekonomisindeki stratejik oyuncular
olarak ulusötesi şirketlerin analizine ancak altı sayfa ayırmış. “İktidarın
mevcut olmayan yeri” gibi çok önemli ve aciliyet arz eden konularsa daha fazla
kıymet görmüş. Baruch Spinoza’nın politik felsefeye yaptığı katkılar 11,
Foucault’nun düşünsel macerası ve onun fikriyatının imparatorluk düzenini
anlamak için sahip olduğu önem 6 sayfada ele alınmış. Kitap, dünyayı
emperyalizmin altında ezilenlerin değil, onun tepesindeki kişilerin gözüyle
anlatıyor.
Bu hâliyle İmparatorluk kitabı, değerlendirme
ve yorum konusunda önemli yanlışlar yapan yazarların yeni ve eski sorunlara
dair ortaya koydukları derin bir bilgilendirme çabası olarak görülebilir.
Yazarların iyi bir toplumun, özellikle komünist bir toplumun inşası davasına
bağlı olduklarına hiç şüphe yok. Bu bağlılık, kitap genelinde kendisini ele
veriyor ve desteklenmeyi hak ediyor.
Ancak şunu da görmek gerekiyor: İmparatorluk,
tarihsel materyalizmin o büyük geleneğiyle alakası bulunmayan bir tartışma
yürütüyor. Köklü önyargılara karşı kulaç atma ve bu dönemin neoliberal
anlayışına itiraz etme cesareti gösteren yazarlar, komünist ideale sadık
olduklarını söylüyorlar ve bu bağlamda, “hayır, biz anarşist değil, komünistiz”
diyorlar.[1]
Ama bir yandan da yazarlar, “Bugünün emperyalist
düzenini izah ve analiz etme ihtiyacıyla yüzleştiklerinde, o komünist olmanın
söndürülemeyen ışığı ve neşesinin iskambil ev gibi yıkıldığını” söylüyorlar.[2]
Bu noktada teorik ve politik kararsızlık, abartılı çıkarımlarla yol almalarına
neden oluyor.
Bu anlamda İmparatorluk, aynı konuyu ele alan
Samir Amin’in Dünya Ölçeğinde Birikim (1974), Kaos İmparatorluğu (1992)
ve kısa süre önce yayımlanan Küreselleşme Çağında Kapitalizm (1997);
Giovanni Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl’ı (1995) veya Yıl 501 isimli
eseri; Noam Chomsky’nin Fetih Süreci Devam Ediyor (1993), Eski ve
Yeni Dünya Düzeni (1994) eserleri; Robert Cox’un Üretim, Güç ve Dünya
Düzeni (1987) kitabı; ve Immanuel Wallerstein’in Modern Dünya Sistemi (1974-88)
ile Liberalizmden Sonra (1995) gibi çalışmalarıyla çelişiyor. Şurası
kesin ki bu tür çalışmalarla yapılacak her türden kıyaslama, Hardt ve Negri’nin
hoşuna gitmeyecek, onların aleyhine olacak sonuçlar ortaya koyacak.
Atilio A. Boron
[Kaynak: Empire & Imperialism: A
Critical Reading of Michael Hardt and Antonio Negri, Zed Books, 2005, s.
23-25.]
Dipnotlar:
[1] M. Hardt ve A. Negri, Empire, Cambridge, MA: Harvard University
Press, 2001, s. 350.
[2] A.g.e., s. 413.
0 Yorum:
Yorum Gönder