Bu noktada Marksizmin içine doğduğu politik ortama döndüğümüzde, 1848 Alman devriminin burjuvaziyi tam anlamıyla muktedir kılmadığını söylememiz gerekecek.
Oysa kapitalizm, Almanya ve Fransa’da 1850’den sonra tüm gücüyle gelişme imkânı bulabildi. Prusya'da İlerici Parti, parlamentarizm için mücadele etmeye başladı ki hükümet, burjuvazinin güçlü ulus-devlet taleplerini karşılayabilmek uğruna askerî eylemlere başvurunca, bu sistemin zaafı ortaya çıktı.
Orta Avrupa’nın
siyaset sahnesine ulusal birlik için yola çıkmış hareketler hâkim oldular.
Yükselen burjuvazi, iktidarda bulunduğu İngiltere hariç her tarafta feodal
mutlakiyetçilik koşullarına karşı mücadele veriyordu.
Yeni
bir sınıfın devlet ve toplumda iktidar olmak için giriştiği mücadele, aynı
zamanda her daim yeni bir dünya görüşünü kabul ettirmek için yürütülen manevi
bir mücadeledir. Eski güçleri alt etmek, ancak kitleler onlara karşı ayaklandıklarında
ya da en azından onları izlemekten vazgeçtiklerinde mümkün olabilir.
Dolayısıyla, burjuvazinin emekçi kitleleri kendi safına çekmesi ve kapitalist
topluma bağlaması zorunluydu. Bunun için de küçük burjuvazi ve köylülüğe özgü eski
düşünceleri ortadan kaldırmak ve yerlerine yeni burjuva ideolojilerini geçirmek
gerekiyordu. Bu amaca hizmet edecek araçları da kapitalizmin kendisi
hazırlamıştı.
Doğa
bilimleri, kapitalizmin manevi temelidir. Kapitalizmi ilerleten teknik gelişme,
bu bilimlere bağlıdır. Bu sebeple, yükselen burjuva sınıfı, bilimi el üstünde
tutar. Üstelik bu bilim, burjuvaziyi feodal düzende yer etmiş bulunan alışılmış
dogmalardan da kurtarmıştır. Bilimsel buluşlardan yeni bir hayat anlayışı ve
dünya görüşü doğmuş, burjuvaziye eski güçlerin iddialarına meydan okumak için gerekli
argümanları sağlamıştır. İşte burjuvazi, bu yeni dünya görüşünü kitlelere yaydı.
Çiftliklerde ve işliklerde kuşaktan kuşağa aktarılan İncil inancı yaygındı. Ama
köylülerin ya da yoksullaşan zanaatkârların oğulları sanayi işçisi olunca,
zihinleri de kapitalist gelişme tarafından ele geçirildi. Kapitalizm öncesi
koşullarda kalanlar bile bu gelişmeye özgü liberal bakışa kaptırdılar
kendilerini ve yeni fikirlerin propagandasından etkilendiler.
Manevi
mücadele, öncelikle dine karşı verilen bir kavgaydı. Dinsel inanç, geçmişte
kalan koşulların ideolojisidir; miras alınmış bir gelenek olarak, kitlelerin
eski güçlere tabi kalmasını sağlar ve bu yüzden yenilgiye uğratılması şarttır.
Dine karşı mücadele, toplumsal koşullar tarafından dayatılmıştır, dolayısıyla,
değişen koşullara göre değişik biçimler almak zorundadır. Burjuvazinin iktidarı
tam olarak ele geçirdiği ülkelerde, örneğin İngiltere'de, böyle bir mücadele artık
gerekli değildi ve burjuvazi de mevcut kiliseye saygı gösterdi. Daha radikal
düşünüş tarzları, ancak orta sınıfın alt kesimlerinde ve işçiler arasında ilgi
gördü. Sanayi ve burjuvazinin özgürleşme için mücadele etmesi gereken ülkelerde
ise kitabî inancın karşısına liberal ve ahlakî bir Hıristiyanlık çıkarıldı. Bu
mücadele, hâlen daha güçlü bir krallık rejimi ve aristokrasi sınıfının
bulunduğu bir ülkede veriliyor, büyük bir kuvvet ve çabaya ihtiyaç duyuyorsa,
yeni dünya görüşü, aşırı radikal biçimlere bürünmek zorunda kalıyor ve bir orta
sınıf materyalizminin doğmasına yol açıyordu. Orta Avrupa’da durum, büyük
ölçüde bu şekildeydi, dolayısıyla materyalizmi savunan popüler propagandanın
(Moleschott, Vogt, Büchner), diğer ülkelerde de sesini duyurmakla birlikte, en
çok burada görülmesi doğaldı. Radikal broşürlerin yanı sıra, ortaya modern
bilimsel buluşları halka tanıtan zengin bir literatür de çıkmıştı; bu da
yurttaş kitlelerini, işçileri ve köylüleri geleneğin zincirlerinden kurtarıp
ilerici burjuvazinin yoluna çekmek için çok değerli silahlar sağlıyordu. Orta
sınıfa mensup aydınlar olarak profesörler, mühendisler, doktorlar, bu yeni aydınlanmanın
en hevesli savunucularıydı.
Doğa
biliminin özünü doğada işleyen yasaların keşfine dönük çaba teşkil ediyordu.
Doğal olguların dikkatle incelenmesi, tekrarlanan düzenlilikleri açığa
çıkararak bilimsel tahminlerde bulunmayı mümkün kılıyordu. On yedinci yüzyıl,
Galileo’nun araştırdığı cisimlerin düşme yasası ve yerçekimiyle, Kepler'in
gezegen hareketlerini açıklayan yasasıyla, Snell'in bulduğu ışığın kırılma
yasasıyla ve Boyle’un gaz basıncı yasasıyla tanışmıştı. Aynı yüzyılın
sonlarında Newton’un çekim yasasını bulması, on sekizinci ve on dokuzuncu
yüzyılların felsefi düşünüşü üzerinde önceki bütün buluşlardan daha büyük bir
etkide bulundu. Diğerleri mutlak doğru sayılamayacak kurallardan ibaretti, oysa
Newton’ın çekim yasası, gök cisimlerinin hareketlerine her yönden hükmeden
gerçekten kesin ilk yasaydı ve olguları gözlemlendikleri kadar tam bir
kesinlikle tahmin edebilme imkânı sunuyordu. Bunun bir sonucu olarak, bütün
doğal olguların hiç değişmeyen belli yasalara uyduğu görüşü gelişti. Doğada
nedensellik yasaları hüküm sürer: Yerçekimi cisimlerin düşmesinin nedenidir,
çekim gücü de gezegenlerin hareketine neden olur. Olan biten her şey, tamamen nedenler
tarafından belirlenmiş etkilerdir, ne özgür iradeye yer vardır, ne rastlantıya
ne de keyfiliğe.
Bilimin
açığa çıkardığı bu değişmez doğa düzeni, geleneksel dinsel doktrinlerin tam
karşıtıydı. Bu doktrinlere göre, despot bir hükümdar olan Tanrı, dünyayı
keyfince yönetir, iyi ve kötü talihi nasıl uygun buluyorsa öyle dağıtır,
düşmanlarını yıldırımlarla, salgın hastalıklarla mahveder, kimilerini de
mucizeler yaratarak ödüllendirir. Oysa mucizeler, değişmez doğa düzeniyle
çelişir. Mucize mümkün değildir ve İncil’de anlatılan bütün mucizeler birer
masaldan ibarettir. İncil’de ve dinde karşımıza çıkan doğa yorumu, mutlak despotlar
olan toprak beylerinin hüküm sürdüğü ve ilkel tarımcılığın ağır bastığı bir
devre aittir. Yükselen burjuvazinin doğa felsefesi ise, bütün olguları
denetleyen doğal yasalarıyla, despotun keyfi yönetiminin yerini herkes için
geçerli yasaların aldığı yeni bir devlet ve toplum düzenine özgüdür.
Teolojiye
göre, mutlak ve tanrısal gerçek olan İncil’deki doğa felsefesi, dış görünüşlere
aldanan, kıpırtısız dünyayı evrenin merkezi sanan, her türlü maddenin
yaratılmış olduğunu ve çürüyüp yok olacağını düşünen cehaletin doğa
felsefesidir. Bilimsel deneyim bunun tersini kanıtlamış, görünüşte yok olup
giden maddenin (örneğin yanma olayında) aslında gözle görülemeyen gazlara
dönüştüğünü saptamıştır. Ölçümler, böyle bir süreçte toplam ağırlığın
azalmadığını ve dolayısıyla maddenin yok olmadığını göstermektedir. Bu buluş da
yeni bir ilke hâlinde genelleştirilmiştir: Madde yok edilemez, miktarı her
zaman aynı kalır, değişen, sadece biçimi ve bileşimleridir. Bu, atomları bütün
cisimlerin yapıtaşlarını oluşturan kimyasal elementlerin tümü için geçerlidir.
Böylece bilim, maddenin korunumu yasası ve doğanın ebediliği görüşüyle,
dünyanın 6000 yıl kadar önce yaratıldığını iddia eden teolojik dogmaya karşı
çıkmaktadır.
Gelip
geçen olgular arasında bilimin tespit ettiği tek kalıcı töz, madde değildir. On
dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri, enerjinin korunumu adıyla bilinen yasa,
fiziğin temel aksiyomu olarak kabul edilmiştir. Burada da gene doğanın sabit ve
çok geniş kapsamlı bir düzene sahip olduğuna dair tespitte bulunuluyor. Her
olguda enerjinin biçimi, ısı ve harekette, gerilim ve çekimde, elektrik
enerjisinde ve kimyasal enerjide değişmektedir. Ama toplam enerji miktarı hiç
değişmez. Kozmik cisimlerin, güneşin ve dünyanın daha iyi anlaşılmasını sağlayan
bu ilke karşısında tanrıbilimin bütün iddiaları, kekeleyen bir çocuğun
konuşmaları gibi kalmaktadır.
İnsanın
dünyadaki yerine ilişkin bilimsel buluşlar daha da büyük sonuçlar doğurmuşlardır.
Türlerin kökeni hususunda Darwin’in ileri sürdüğü, insanın evrim yoluyla
hayvanlar dünyasından çıkmış olduğunu belirten teori, bütün dinsel doktrinlerle
tam bir çelişki içerisindedir. Ama Darwin’den önce de, biyoloji ve kimya
alanlarında gerçekleşen buluşlar, bütün insanların ve canlıların organik
olmayan doğayla organik bakımdan özdeş olduğunu ortaya koymuştu. Albüminli
yapısıyla bütün canlı varlıkların hücrelerini oluşturan ve her türlü yaşamın ona
bağlı olduğu protoplazma, diğer maddelerle aynı atomlara sahiptir. Ruhun
ölümsüzlüğünü savunan teolojik doktrinlerin tanrısallığın bir parçası olarak
yücelttiği insan zihni, beynin fiziksel özelliklerine sıkı sıkıya bağlıdır;
bütün ruhsal olgular, beyin hücrelerindeki maddi olaylara eşlik ederler veya
onların sonuçlarıdır.
Orta
sınıf materyalizmi, bu bilimsel buluşlardan olabilecek en radikal sonuçları
çıkarmıştır. Ruhsal olan ne varsa, maddi süreçlerin ürünüdür; fikirler, tıpkı
karaciğerin safra salgılaması gibi, beyin tarafından salgılanır. Büchner’in
dediği gibi “Bırakalım din, maddenin bozulup yok olduğunu, ruhun ise ölümsüz
olduğunu anlatıp dursun, gerçek, bunun tam tersidir.” Beyinde küçücük bir hasar
meydana gelse, ruhsal olan her şey yok olup gider; beyin parçalandı mı zihinden eser
kalmaz, oysa zihnin taşıyıcısı olan madde ebedidir, yok edilemez. Fikirler de dâhil
olmak üzere, yaşamın bütün olguları hücre maddesinin kimyasal ve fiziksel
süreçlerinden kaynaklanır; bunların canlı olmayan maddeden tek farkı daha
karmaşık olmalarıdır. Geçirdikleri bütün süreçler, son kertede atomların
dinamiği ve hareketleriyle açıklanmak zorundadır.
Ne
var ki bu doğa bilimi materyalizminin vardığı sonuçları en uç noktalarına kadar
savunmak mümkün değildir. Her şeyden önce fikirler, safradan ve bedenin benzer
salgılarından farklıdır; zihin de kuvvet ya da enerjinin bir biçimi olarak ele
alınamaz, bambaşka bir kategoriye aittir. Eğer zihin, diğer doku ve hücrelerden
sadece daha karmaşık oluşuyla ayrılan beynin bir ürünüyse, o zaman esas itibarıyla
zihne ait herhangi bir şeyin, herhangi bir duyumun her hayvansal hücrede
bulunacağı sonucuna varmak gerekir. Ayrıca hücre maddesi de bir araya toplanmış
atomlardan meydana geldiğine ve daha karmaşık da olsa, özünde diğer maddelerden
farksız olduğuna göre, çıkacak sonuç, zihin dediğimiz şeyin bir parçasının
atomda zaten varolduğudur: En küçük madde parçacığında bile biraz “ruhsal töz”
bulunur. Bu “atomik ruh” kuramına önemli bir zoolog olan ve dinsel dogmatizme
karşı cesaretle savaşan Darwinciliğin enerjik savunucusu Emst Haeckel’in
eserlerinde rastlıyoruz. Haeckel, kendi felsefi görüşlerini materyalizm olarak
görmemiş, onlara “Monizm” adını vermeyi yeğlemiştir ve bu da yeterince
gariptir, çünkü esasen zihin madde ikiliğini dünyanın en küçük unsurlarına
kadar yaymaktadır.
Materyalizm,
burjuva sınıfının ideolojisine ancak kısa bir süre için egemen olabildi.
Burjuvazi, teorik sorunların doğa üstü ve ruhsal güçler varsaymaya gerek
kalmadan bilim tarafından çözülebileceğine inanmayı, ancak özel mülkiyet,
kişisel özgürlük ve serbest rekabete dayanan kendi toplumunun sanayi, bilim ve
tekniği geliştirerek bütün insanlığın yaşam sorunlarını çözebileceğine inandığı
müddetçe sürdürebildi. Ama kitlelerin yaşam sorunlarının kapitalizm tarafından
çözülemeyeceği proleter sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte belli olur
olmaz, o kendinden emin materyalist felsefe de ortadan kayboldu. Dünya, yine
çözümsüz çelişkiler ve belirsizliklerle, uygarlığı tehdit eden karanlık
güçlerle dolu görünüyordu. Burjuvazi, çeşitli dinsel inançlara geri döndü,
burjuva aydınlar ve bilimciler, mistik eğilimlerin etkilerine boyun eğdiler.
Materyalist felsefenin zaaf ve yetersizliklerini fark etmekte, “bilimin sınırları”
ve “dünyanın çözülemez bilmeceleri” üzerine nutuklar atmakta gecikmediler.
Sadece
alt ve orta sınıf mensubu az sayıda radikal görüşlü kişi, erken dönemdeki
kapitalizmin politik sloganlarına ve materyalizme bağlılığını sürdürdü. İşçi
sınıfı ise verimli bir topraktı materyalizm için. Anarşizm taraftarları da her
zaman bu görüşün en sıkı savunucuları oldular. Sosyalist işçiler, Marx'ın
doktrinlerine olduğu kadar doğa bilimlerinin materyalizmine de aynı ilgiyi
göstererek kucak açtı. Kapitalist sistemdeki çalışma pratiği, günlük
deneyimleri ve toplumsal kuvvetlere ilişkin artan bilinçleri, geleneksel dinin
çökertilmesine büyük katkıda bulundu. Şüphe duydukları hususları çözme isteği,
bilimsel bilgiye duydukları ihtiyacı artırdı, böylelikle işçiler, Büchner ile
Haeckel’in en meraklı okuyucuları hâline geldiler. Marksist doktrin, işçilerin pratik,
politik ve toplumsal ideolojisini belirlerken, daha derin bir kavrayış ancak
yavaş yavaş biçimlenmekteydi; orta sınıf materyalizminin tarihsel materyalizm
tarafından çoktan aşılmış olduğunu pek azı fark edebildi. Bu durumun, işçi
sınıfı hareketinin henüz kapitalizmin ötesine geçememesi, sınıf savaşının
pratikte sadece işçi sınıfının kapitalist toplumdaki yerini korumaya yönelik
olması ve erken dönem orta sınıf hareketlerinin getirdiği demokratik çözümlerin
işçi sınıfı için de geçerli sayılması olgusuna denk düştüğünü belirtelim.
Marksist kuramın tam olarak anlaşılması, ancak devrimci pratikle bağlantı
içinde mümkündür.
Peki
orta sınıf materyalizmiyle tarihsel materyalizm arasında nasıl farklar ve
karşıtlıklar vardı?
Her
iki görüş de birer materyalist felsefe olarak deneyimlenen maddi dünyanın
önceliğini savunur; her ikisi de manevi olguların, duyumun, bilincin ve
düşüncelerin bu maddi dünyadan türediğini kabul eder. Aralarındaki fark ise,
orta sınıf materyalizminin doğa bilimine dayanmasına karşılık, tarihsel
materyalizmin öncelikle toplumun bilimi olmasıdır. Burjuva bilimciler insanı,
yalnızca doğanın bir parçası, hayvanların en gelişmiş olanı ve doğa yasalarının
belirlediği bir varlık olarak ele alırlar. Yaşamı ve eylemleri ancak genel biyolojik
yasalarla ve daha geniş anlamda da kimya, fizik ve mekanik yasalarıyla
açıklanabilir. Bunlar, toplumsal olguların ve düşüncelerin anlaşılabilmesi için
çok az işe yarayan araçlardır bunlar. Oysa tarihsel materyalizm, insan
toplumunun özgül evrim yasalarını açığa çıkarır, toplum ile düşünceler
arasındaki karşılıklı bağlantıyı ortaya koyar.
Bu
sebeple, manevi olanın maddi dünya tarafından belirlendiği şeklindeki
materyalist aksiyom, söz konusu doktrinlerde tamamıyla farklı bir anlam
taşımaktadır. Orta sınıf materyalizmi için bu aksiyomun anlamı, düşüncelerin
beyin tarafından üretildiği, beyin maddesinin yapısı ve değişiminden, son
kertede beyin atomlarının dinamiğinden hareketle açıklanması gerektiğidir.
Tarihsel materyalizm içinse aynı aksiyom, insan düşüncelerinin toplumsal
koşullar tarafından belirlendiği anlamına gelir; toplum, insanın çevresidir, onu
duyu organları aracılığıyla etkiler. Böyle bir anlayış, tamamen farklı bir
sorundan, farklı bir yaklaşımdan, farklı bir düşünüş tarzından ve dolayısıyla
farklı bir bilgi kuramından yola çıkmaktadır.
Orta
sınıf materyalizmi için bilginin anlamı meselesi, manevi olgular ile beyin denilen
maddeyle alakalı fiziksel-kimyasal-biyolojik olgular arasındaki ilişkiye dair
bir meseledir. Tarihsel materyalizm içinse bilginin anlamı meselesi,
düşüncelerimizin dış dünya olarak deneyimlediğimiz olgularla ilişkisine dairdir.
Gelgelelim, insanın toplumdaki yeri bir gözlemci konumu değildir; zira insan, çevresine
tepki gösteren ve onu değiştiren dinamik bir güçtür. Toplum da çalışmayla
dönüştürülmüş olan doğadır. Bilimci için doğa, gözlemlediği, nesnel olarak
verilmiş ve kendisini duyular aracılığıyla etkileyen gerçekliktir. O, dış
dünyayı aktif ve dinamik, zihni ise pasif ve uysal bir unsur olarak kavrar. Dolayısıyla,
örneğin materyalist ve idealist felsefeler arasındaki çelişkiye işaret eden
Engels’in de kullandığı bir ifadeyle, zihnin bir yansımadan, dış dünyanın bir
görüntüsünden ibaret olduğu vurgulanır. Oysa bilimcinin bilimi, bütün insan
faaliyetlerinin bir parçası, daha büyük bir amacın bir aracıdır sadece. Daha
önce gelen bu pasif parçayı insan faaliyetinin aktif parçası izler: Teknik
gelişim, üretim ve dünyanın insan tarafından dönüştürülmesi.
İnsan,
her şeyden önce aktif bir varlıktır. Çalışma sürecinde organlarını ve doğal
yeteneklerini kullanarak çevresini sürekli inşa eder. Bu süreçte hem alet
dediğimiz yapay organları icat etmiş, hem de bedensel ve zihinsel yeteneklerini
doğal çevreye etkili bir şekilde müdahale edebilen hayatı sürdürme araçları olarak
geliştirmiştir. İnsanın en önemli organı olan beynin işlevi, düşünmedir ve bu
da diğer herhangi bir faaliyet kadar fiziksel bir faaliyettir. Beyin
faaliyetinin, yani zihnin dünya üzerindeki etkisinin en önemli ürünü olan bilim
de maddi aletlerle yan yana duran zihinsel bir alettir ve bizzat bir üretici
güç olarak teknolojinin temelini teşkil ettiğinden, üretim aygıtının en asli
parçalarından biridir.
Dolayısıyla,
tarihsel materyalizmin gözünde bilimin ürünleri olan kavramlar, maddeler, doğa
yasaları ve kuvvetler, her ne kadar doğanın sunduğu malzemeden yapılmış olsalar
da, her şeyden önce insanın zihinsel emeğinin yarattığı şeylerdir. Buna
karşılık, bilimsel araştırmacının gözünden bakan orta sınıf materyalizmi, bütün
bunları bilim tarafından keşfedilip gün ışığına çıkarılan doğanın bir parçası
sayar. Doğabilimciler, madde, enerji, elektrik, yerçekimi, entropi yasası, vb.
gibi değişmez tözleri dünyanın temel unsurları, keşfedilmesi gereken gerçeklik
olarak görmektedirler. Oysa tarihsel materyalizme göre bunlar, yaratıcı
zihinsel faaliyetin doğal olguların malzemesinden yararlanarak biçimlendirdiği
ürünlerdir.
Bu,
düşünme yöntemindeki temel bir farklılıktır. Başka bir fark da tarihsel
materyalizmin Hegel’den miras aldığı diyalektikte yatar. Engels, on sekizinci
yüzyıl materyalist felsefesinin evrimi dikkate almadığına işaret etmişti;
diyalektik düşünceyi kaçınılmaz kılan, evrimdir. Evrim ve diyalektik, çoğu vakit
eşanlamlı olarak anlaşılmıştır; tarihsel materyalizmin evrim teorisi olduğunu
söylemekle, onun diyalektik niteliğinin belirtilmiş olacağı düşünülmüştür. Oysa
evrim, doğa bilimi tarafından daha on dokuzuncu yüzyıl başında biliniyordu.
Hücrenin gelişip daha karmaşık bir organizma oluşturduğu, hayvan türlerinin
Darwincilikte dile getirilen evrimi ve entropi yasası adıyla bilinen fiziksel
dünyanın evrimi, bilim insanlarının bildiği bir şeydi. Ama akıl yürütme
yöntemleri, diyalektik değildi. Ele aldıkları kavramların sabit nesneler olması
gerektiğini düşünüyor, kavramları ve karşıtlarını mutlak olarak anlıyorlardı.
Böylece dünyanın evrimi ve bilimin ilerlemesi beraberinde çelişkiler getirdi
beraberinde. Engels, Anti-Dühring’de bunun birçok örneğine yer
vermiştir. Genelde idrak, özelde bilim, gerçek olgular dünyasındaki akış ve
geçişlerin tüm kademelerinde gerçekleşen şeyleri sabit kavramlar ve katı
yasalar hâlinde ayrıştırıp sistemleştirmektedir. Dil, olgu gruplarını isimler
aracılığıyla ayırıp tanımladığından, bir kavramın çeşitli somutlanmaları olarak
aynı grupta yer alan her şey, birbirinin benzeri ve değişmez kabul edilir.
Soyut kavramlar olarak kesin çizgilerle ayrılan şeyler gerçeklikte iç içe geçip
birbirlerine dönüşürler. Mavi ve yeşil iki ayrı renktir, ama ortadaki geçiş
alanında kalan nüanslar söz konusu olduğunda, birinin nerede başlayıp diğerinin
nerede son bulduğunu kimse söyleyemez. Bir çiçeğin yaşam çevriminde, onun ne
zaman çiçek hâline geldiği ve ne zaman çiçek olmaktan çıktığı belirlenemez.
Pratik yaşamda iyi ile kötünün mutlak karşıtlar olmadığına, en yüksek adaletin
en büyük haksızlığa dönüşebildiğine her gün tanık oluruz. Kapitalist gelişimde
hukuki özgürlük, fiili kölelik şeklinde çıkar karşımıza. Diyalektik düşünüşün gerçekliğe
uygun oluşu, kavramları ele alırken sonlu olanın sonsuzu, statik olanın da
dinamik olanı tam anlamıyla veremeyeceğinin ve her kavramın gelişip yeni
kavramlara, hatta kendi karşıtına dönüşmek zorunda bulunduğunun farkında olması
sayesindedir. Buna karşılık, diyalektik olmayan metafizik düşünüş, dogmatik
iddialara ve çelişkilere varır, çünkü düşüncenin formüle ettiği
kavramlaştırmaları, dünyanın gerçekliğini oluşturan sabit ve bağımsız varlıklar
gibi görmektedir. Kuşkusuz gerçek doğa bilimi, bu kusurların çilesini o kadar
çok çekmez. Formüllerini sürekli düzelterek, daha fazla ayrıntıya girip
zenginleştirerek, niteliksel ayrımları matematiksel formüllerle geliştirerek,
eklemeler ve düzeltmelerle tamamlayarak ve böylece yaptığı resmi orijinale,
yani olgular dünyasına hep biraz daha yaklaştırarak, zorlukları ve çelişkileri
alt etmeyi başarır. Diyalektik düşünüş eksikliği, yalnızca bilimci kendi özgül
bilgi alanından uzaklaşıp genel felsefi düşünüşe yöneldiğinde sorun hâline
gelir; orta sınıf materyalizminin durumu tam da budur.
Örneğin
türlerin kökeni kuramı sık sık, hayvan zihninden evrimlenmiş olan insan
zihninin onunla özdeş nitelikte olduğu ve sadece nicelik bakımından daha
gelişmiş bulunduğu yaklaşımına yol açmıştır. Diğer yandan, yaygın bir deneyimin
konusu olan insan ve hayvan zihni arasındaki nitelik farkı, ruhun ölümsüzlüğünü
vurgulamak için teolojik doktrin tarafından öne çıkarılmış, mutlak bir karşı
tez hâline gelmiştir. Her iki durumda da eksik olan diyalektik düşünüştür: Buna
göre, başlangıçtaki nitelik benzerliği, gelişme sürecinde nicelik farkının nitelik
farkına dönüşmesiyle (niceliğin niteliğe dönüşmesi denilen şey) yeni adlar ve
nitelemeler gerektirir, ama tam bir karşıtlığa ve benzerliğin kaybolmasına da
yol açmaz.
Beyindeki
süreçlerin ürünü olduğu için düşünceyi diğer organların benzer ürünleriyle,
örneğin safrayla karşılaştırmak; ya da zihnin, maddi bir varlığın özelliği
olduğu için, her türlü maddenin tipik bir özelliği olması gerektiğini
varsaymak, yine diyalektik olmayan, metafizik bir düşünüş tarzıdır. Özellikle,
maddeden farklı bir şey olarak zihnin, arada hiçbir geçiş olmamak üzere, mutlak
surette ve tamamıyla farklı bir dünyaya ait olması gerektiği düşüncesi de
diyalektikten nasibini almamıştır; böyle bir bakış için zihin ve madde düalizmi
ta atomlara kadar yayılır, keskin ve aşılamaz bir ikilik olarak kalır. Oysa
diyalektik için, düşünen zihin, manevi dediğimiz bütün olguları kapsayan bir
kavramdan ibarettir, dolayısıyla bunların en basit hayvandaki fiili görünüşünün
ardına geçemez. Burada manevi olgular, giderek salt duyarlılığa, en basit yaşam
biçimine geçerek yitip gittiğinden, zihin teriminin anlamı da bulanıklaşmaya
başlamaktadır. Doğada “zihin” diye, mevcut olan ya da olmayan ayrı bir varlık, özgül
bir nitelik ya da özellik yoktur. Zihin, kimi açıkça, kimi de belirsizce manevi
olan belli birtakım olgulara verdiğimiz addır.
Hayatın
kendisi de tıpkı böyledir. En küçük mikroskobik organizmadan başlayıp daha da
küçük, görünmeyen bakteri ve virüslere doğru gidersek, sonunda albümin içeren
çok karmaşık moleküllere varırız; bunlarsa artık kimyanın alanına
girmektedirler. Bu ardışıklıkta canlı maddenin nerede sona erip cansız maddenin
nerede başladığı belirlenemez. Olgular kademeli olarak değişir, basitleşir; hâlen
daha birbirlerine benzerler, ama artık farklıdırlar. Bu, sınır çizgilerini biz belirleyemiyoruz
demek değildir; mesele, doğanın sınır diye bir şey tanımıyor oluşundan
ibarettir. Mevcut olan ya da olmayan “hayat” durumunun doğada bulunan bir
koşulu yoktur; hayat da bir kelimeden ibarettir, hayatî olguların derecelenmesindeki
sonsuz çeşitliliği kavrayabilmek için oluşturduğumuz bir kavramdır. Orta sınıf
materyalizmi, hayat ve ölümle, madde ve zihinle, bunlar sanki kendi kendine
varolan sahici gerçekliklermiş gibi ilgilendiğinden, sert ve keskin
karşıtlıklarla çalışmak zorundadır; oysa doğa bize, az çok kademeli seyreden
geçişleri muazzam bir çeşitlilikte takdim eder.
Demek
ki orta sınıf materyalizmi ile tarihsel materyalizm arasındaki fark derine,
temel felsefi görüşlere kadar inmektedir. Geniş kapsamlı ve tamamıyla gerçekçi
olan tarihsel materyalizmin tersine, orta sınıf materyalizmi yanılsamalıdır ve
kesinlikten uzaktır, aynı şekilde, teorisiyle ait olduğu burjuva sınıf hareketi
de tam ve gerçek özgürleşme sağlayan proleter sınıf hareketinin tersine, eksik
ve yanılsamalı bir özgürleşmeyi temsil eder.
İki
düşünce sistemi arasındaki fark, özellikle dine karşı tutumda belirginlik
kazanır. Orta sınıf materyalizmi dini aşmak istemiştir. Ne var ki toplumsal hayattan
kaynaklanan belli bir görüş, sadece tartışma yoluyla yenilip yok edilemez; bu,
ancak bir bakış açısının karşısına bir başkasını çıkarmak demektir ve her
argümanın bir de karşıtı bulunur. Böyle bir görüşü alt etmenin tek yolu, onun
neden ve hangi koşullar altında gerekli olduğunu göstermek, bu koşulların
geçici niteliğini ortaya koymaktır. Dolayısıyla, dinin doğa bilimi tarafından
çürütülmesi, sadece doğa yasaları, gök gürültüsü ve şimşek, madde ve enerji
konularındaki bilgisizliğin her türlü boş inanca yol açtığı ilkel dinler söz
konusu olduğunda etkilidir. Burjuva toplumunun teorisi, ilkel tarım ekonomisine
özgü ideolojileri yıkmayı başarmıştı. Ama burjuva toplumunda din, bu toplumdaki
bilinemeyen ve denetlenemeyen toplumsal kuvvetlere dayanmaktadır, işte ve orta
sınıf materyalizmi, bunlarla baş edememiştir. Burjuva ekonomisinin
ideolojilerini ancak işçi devrimi teorisi yıkabilir. Tarihsel materyalizm,
dinin toplumsal temelini açıklar ve onun belli dönemler ve sınıflar için
gerekli bir düşünme biçimi olduğunu ortaya koyar. Dinin büyüsü ancak bu sayede
bozulmuştur. Tarihsel materyalizm, dinle doğrudan doğruya savaşmaz; yüksek bir konumdan
bakıp, onu belli koşullar altında ortaya çıkan doğal bir olgu olarak anlar ve
açıklar. Ama işte tam da bu kavrayış sayesinde dinin temelini parçalamış olur
ve yeni bir toplumun doğuşuyla birlikte ortadan kalkacağını haber verir. Aynı
şekilde, tarihsel materyalizm, burjuva sınıfında materyalist düşüncenin geçici
bir süre görülmesini ve bu sınıfın yeniden mistisizme ve dinsel eğilimlere
sapışını da açıklar. Gene aynı şekilde, materyalist düşüncenin çalışan sınıf
arasında yayılmasını dine karşı getirilen herhangi bir argümana değil,
kapitalist toplumdaki gerçek güçlerin giderek daha iyi tanınmasına bağlar.
Anton Pannekoek
1938
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder