31 Aralık 2022

Orta Sınıf Materyalizmi

Bu noktada Marksizmin içine doğduğu politik ortama döndüğümüzde, 1848 Alman devriminin burjuvaziyi tam anlamıyla muktedir kılmadığını söylememiz gerekecek. Oysa kapitalizm, Almanya ve Fransa’da 1850’den sonra tüm gücüyle gelişme imkânı bulabildi. Prusya'da İlerici Parti, parlamentarizm için mücadele etmeye başladı ki hükümet, burjuvazinin güçlü ulus-devlet taleplerini karşılayabilmek uğruna askerî eylemlere başvurunca, bu sistemin zaafı ortaya çıktı. Orta Avrupa’nın siyaset sahnesine ulusal birlik için yola çıkmış hareketler hâkim oldular. Yükselen burjuvazi, iktidarda bulunduğu İngiltere hariç her tarafta feodal mutlakiyetçilik koşullarına karşı mücadele veriyordu.

Yeni bir sınıfın devlet ve toplumda iktidar olmak için giriştiği mücadele, aynı zamanda her daim yeni bir dünya görüşünü kabul ettirmek için yürütülen manevi bir mücadeledir. Eski güçleri alt etmek, ancak kitleler onlara karşı ayaklandıklarında ya da en azından onları izlemekten vazgeçtiklerinde mümkün olabilir. Dolayısıyla, burjuvazinin emekçi kitleleri kendi safına çekmesi ve kapitalist topluma bağlaması zorunluydu. Bunun için de küçük burjuvazi ve köylülüğe özgü eski düşünceleri ortadan kaldırmak ve yerlerine yeni burjuva ideolojilerini geçirmek gerekiyordu. Bu amaca hizmet edecek araçları da kapitalizmin kendisi hazırlamıştı.

Doğa bilimleri, kapitalizmin manevi temelidir. Kapitalizmi ilerleten teknik gelişme, bu bilimlere bağlıdır. Bu sebeple, yükselen burjuva sınıfı, bilimi el üstünde tutar. Üstelik bu bilim, burjuvaziyi feodal düzende yer etmiş bulunan alışılmış dogmalardan da kurtarmıştır. Bilimsel buluşlardan yeni bir hayat anlayışı ve dünya görüşü doğmuş, burjuvaziye eski güçlerin iddialarına meydan okumak için gerekli argümanları sağlamıştır. İşte burjuvazi, bu yeni dünya görüşünü kitlelere yaydı. Çiftliklerde ve işliklerde kuşaktan kuşağa aktarılan İncil inancı yaygındı. Ama köylülerin ya da yoksullaşan zanaatkârların oğulları sanayi işçisi olunca, zihinleri de kapitalist gelişme tarafından ele geçirildi. Kapitalizm öncesi koşullarda kalanlar bile bu gelişmeye özgü liberal bakışa kaptırdılar kendilerini ve yeni fikirlerin propagandasından etkilendiler.

Manevi mücadele, öncelikle dine karşı verilen bir kavgaydı. Dinsel inanç, geçmişte kalan koşulların ideolojisidir; miras alınmış bir gelenek olarak, kitlelerin eski güçlere tabi kalmasını sağlar ve bu yüzden yenilgiye uğratılması şarttır. Dine karşı mücadele, toplumsal koşullar tarafından dayatılmıştır, dolayısıyla, değişen koşullara göre değişik biçimler almak zorundadır. Burjuvazinin iktidarı tam olarak ele geçirdiği ülkelerde, örneğin İngiltere'de, böyle bir mücadele artık gerekli değildi ve burjuvazi de mevcut kiliseye saygı gösterdi. Daha radikal düşünüş tarzları, ancak orta sınıfın alt kesimlerinde ve işçiler arasında ilgi gördü. Sanayi ve burjuvazinin özgürleşme için mücadele etmesi gereken ülkelerde ise kitabî inancın karşısına liberal ve ahlakî bir Hıristiyanlık çıkarıldı. Bu mücadele, hâlen daha güçlü bir krallık rejimi ve aristokrasi sınıfının bulunduğu bir ülkede veriliyor, büyük bir kuvvet ve çabaya ihtiyaç duyuyorsa, yeni dünya görüşü, aşırı radikal biçimlere bürünmek zorunda kalıyor ve bir orta sınıf materyalizminin doğmasına yol açıyordu. Orta Avrupa’da durum, büyük ölçüde bu şekildeydi, dolayısıyla materyalizmi savunan popüler propagandanın (Moleschott, Vogt, Büchner), diğer ülkelerde de sesini duyurmakla birlikte, en çok burada görülmesi doğaldı. Radikal broşürlerin yanı sıra, ortaya modern bilimsel buluşları halka tanıtan zengin bir literatür de çıkmıştı; bu da yurttaş kitlelerini, işçileri ve köylüleri geleneğin zincirlerinden kurtarıp ilerici burjuvazinin yoluna çekmek için çok değerli silahlar sağlıyordu. Orta sınıfa mensup aydınlar olarak profesörler, mühendisler, doktorlar, bu yeni aydınlanmanın en hevesli savunucularıydı.

Doğa biliminin özünü doğada işleyen yasaların keşfine dönük çaba teşkil ediyordu. Doğal olguların dikkatle incelenmesi, tekrarlanan düzenlilikleri açığa çıkararak bilimsel tahminlerde bulunmayı mümkün kılıyordu. On yedinci yüzyıl, Galileo’nun araştırdığı cisimlerin düşme yasası ve yerçekimiyle, Kepler'in gezegen hareketlerini açıklayan yasasıyla, Snell'in bulduğu ışığın kırılma yasasıyla ve Boyle’un gaz basıncı yasasıyla tanışmıştı. Aynı yüzyılın sonlarında Newton’un çekim yasasını bulması, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların felsefi düşünüşü üzerinde önceki bütün buluşlardan daha büyük bir etkide bulundu. Diğerleri mutlak doğru sayılamayacak kurallardan ibaretti, oysa Newton’ın çekim yasası, gök cisimlerinin hareketlerine her yönden hükmeden gerçekten kesin ilk yasaydı ve olguları gözlemlendikleri kadar tam bir kesinlikle tahmin edebilme imkânı sunuyordu. Bunun bir sonucu olarak, bütün doğal olguların hiç değişmeyen belli yasalara uyduğu görüşü gelişti. Doğada nedensellik yasaları hüküm sürer: Yerçekimi cisimlerin düşmesinin nedenidir, çekim gücü de gezegenlerin hareketine neden olur. Olan biten her şey, tamamen nedenler tarafından belirlenmiş etkilerdir, ne özgür iradeye yer vardır, ne rastlantıya ne de keyfiliğe.

Bilimin açığa çıkardığı bu değişmez doğa düzeni, geleneksel dinsel doktrinlerin tam karşıtıydı. Bu doktrinlere göre, despot bir hükümdar olan Tanrı, dünyayı keyfince yönetir, iyi ve kötü talihi nasıl uygun buluyorsa öyle dağıtır, düşmanlarını yıldırımlarla, salgın hastalıklarla mahveder, kimilerini de mucizeler yaratarak ödüllendirir. Oysa mucizeler, değişmez doğa düzeniyle çelişir. Mucize mümkün değildir ve İncil’de anlatılan bütün mucizeler birer masaldan ibarettir. İncil’de ve dinde karşımıza çıkan doğa yorumu, mutlak despotlar olan toprak beylerinin hüküm sürdüğü ve ilkel tarımcılığın ağır bastığı bir devre aittir. Yükselen burjuvazinin doğa felsefesi ise, bütün olguları denetleyen doğal yasalarıyla, despotun keyfi yönetiminin yerini herkes için geçerli yasaların aldığı yeni bir devlet ve toplum düzenine özgüdür.

Teolojiye göre, mutlak ve tanrısal gerçek olan İncil’deki doğa felsefesi, dış görünüşlere aldanan, kıpırtısız dünyayı evrenin merkezi sanan, her türlü maddenin yaratılmış olduğunu ve çürüyüp yok olacağını düşünen cehaletin doğa felsefesidir. Bilimsel deneyim bunun tersini kanıtlamış, görünüşte yok olup giden maddenin (örneğin yanma olayında) aslında gözle görülemeyen gazlara dönüştüğünü saptamıştır. Ölçümler, böyle bir süreçte toplam ağırlığın azalmadığını ve dolayısıyla maddenin yok olmadığını göstermektedir. Bu buluş da yeni bir ilke hâlinde genelleştirilmiştir: Madde yok edilemez, miktarı her zaman aynı kalır, değişen, sadece biçimi ve bileşimleridir. Bu, atomları bütün cisimlerin yapıtaşlarını oluşturan kimyasal elementlerin tümü için geçerlidir. Böylece bilim, maddenin korunumu yasası ve doğanın ebediliği görüşüyle, dünyanın 6000 yıl kadar önce yaratıldığını iddia eden teolojik dogmaya karşı çıkmaktadır.

Gelip geçen olgular arasında bilimin tespit ettiği tek kalıcı töz, madde değildir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri, enerjinin korunumu adıyla bilinen yasa, fiziğin temel aksiyomu olarak kabul edilmiştir. Burada da gene doğanın sabit ve çok geniş kapsamlı bir düzene sahip olduğuna dair tespitte bulunuluyor. Her olguda enerjinin biçimi, ısı ve harekette, gerilim ve çekimde, elektrik enerjisinde ve kimyasal enerjide değişmektedir. Ama toplam enerji miktarı hiç değişmez. Kozmik cisimlerin, güneşin ve dünyanın daha iyi anlaşılmasını sağlayan bu ilke karşısında tanrıbilimin bütün iddiaları, kekeleyen bir çocuğun konuşmaları gibi kalmaktadır.

İnsanın dünyadaki yerine ilişkin bilimsel buluşlar daha da büyük sonuçlar doğurmuşlardır. Türlerin kökeni hususunda Darwin’in ileri sürdüğü, insanın evrim yoluyla hayvanlar dünyasından çıkmış olduğunu belirten teori, bütün dinsel doktrinlerle tam bir çelişki içerisindedir. Ama Darwin’den önce de, biyoloji ve kimya alanlarında gerçekleşen buluşlar, bütün insanların ve canlıların organik olmayan doğayla organik bakımdan özdeş olduğunu ortaya koymuştu. Albüminli yapısıyla bütün canlı varlıkların hücrelerini oluşturan ve her türlü yaşamın ona bağlı olduğu protoplazma, diğer maddelerle aynı atomlara sahiptir. Ruhun ölümsüzlüğünü savunan teolojik doktrinlerin tanrısallığın bir parçası olarak yücelttiği insan zihni, beynin fiziksel özelliklerine sıkı sıkıya bağlıdır; bütün ruhsal olgular, beyin hücrelerindeki maddi olaylara eşlik ederler veya onların sonuçlarıdır.

Orta sınıf materyalizmi, bu bilimsel buluşlardan olabilecek en radikal sonuçları çıkarmıştır. Ruhsal olan ne varsa, maddi süreçlerin ürünüdür; fikirler, tıpkı karaciğerin safra salgılaması gibi, beyin tarafından salgılanır. Büchner’in dediği gibi “Bırakalım din, maddenin bozulup yok olduğunu, ruhun ise ölümsüz olduğunu anlatıp dursun, gerçek, bunun tam tersidir.” Beyinde küçücük bir hasar meydana gelse, ruhsal olan her şey yok olup gider; beyin parçalandı mı zihinden eser kalmaz, oysa zihnin taşıyıcısı olan madde ebedidir, yok edilemez. Fikirler de dâhil olmak üzere, yaşamın bütün olguları hücre maddesinin kimyasal ve fiziksel süreçlerinden kaynaklanır; bunların canlı olmayan maddeden tek farkı daha karmaşık olmalarıdır. Geçirdikleri bütün süreçler, son kertede atomların dinamiği ve hareketleriyle açıklanmak zorundadır.

Ne var ki bu doğa bilimi materyalizminin vardığı sonuçları en uç noktalarına kadar savunmak mümkün değildir. Her şeyden önce fikirler, safradan ve bedenin benzer salgılarından farklıdır; zihin de kuvvet ya da enerjinin bir biçimi olarak ele alınamaz, bambaşka bir kategoriye aittir. Eğer zihin, diğer doku ve hücrelerden sadece daha karmaşık oluşuyla ayrılan beynin bir ürünüyse, o zaman esas itibarıyla zihne ait herhangi bir şeyin, herhangi bir duyumun her hayvansal hücrede bulunacağı sonucuna varmak gerekir. Ayrıca hücre maddesi de bir araya toplanmış atomlardan meydana geldiğine ve daha karmaşık da olsa, özünde diğer maddelerden farksız olduğuna göre, çıkacak sonuç, zihin dediğimiz şeyin bir parçasının atomda zaten varolduğudur: En küçük madde parçacığında bile biraz “ruhsal töz” bulunur. Bu “atomik ruh” kuramına önemli bir zoolog olan ve dinsel dogmatizme karşı cesaretle savaşan Darwinciliğin enerjik savunucusu Emst Haeckel’in eserlerinde rastlıyoruz. Haeckel, kendi felsefi görüşlerini materyalizm olarak görmemiş, onlara “Monizm” adını vermeyi yeğlemiştir ve bu da yeterince gariptir, çünkü esasen zihin madde ikiliğini dünyanın en küçük unsurlarına kadar yaymaktadır.

Materyalizm, burjuva sınıfının ideolojisine ancak kısa bir süre için egemen olabildi. Burjuvazi, teorik sorunların doğa üstü ve ruhsal güçler varsaymaya gerek kalmadan bilim tarafından çözülebileceğine inanmayı, ancak özel mülkiyet, kişisel özgürlük ve serbest rekabete dayanan kendi toplumunun sanayi, bilim ve tekniği geliştirerek bütün insanlığın yaşam sorunlarını çözebileceğine inandığı müddetçe sürdürebildi. Ama kitlelerin yaşam sorunlarının kapitalizm tarafından çözülemeyeceği proleter sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte belli olur olmaz, o kendinden emin materyalist felsefe de ortadan kayboldu. Dünya, yine çözümsüz çelişkiler ve belirsizliklerle, uygarlığı tehdit eden karanlık güçlerle dolu görünüyordu. Burjuvazi, çeşitli dinsel inançlara geri döndü, burjuva aydınlar ve bilimciler, mistik eğilimlerin etkilerine boyun eğdiler. Materyalist felsefenin zaaf ve yetersizliklerini fark etmekte, “bilimin sınırları” ve “dünyanın çözülemez bilmeceleri” üzerine nutuklar atmakta gecikmediler.

Sadece alt ve orta sınıf mensubu az sayıda radikal görüşlü kişi, erken dönemdeki kapitalizmin politik sloganlarına ve materyalizme bağlılığını sürdürdü. İşçi sınıfı ise verimli bir topraktı materyalizm için. Anarşizm taraftarları da her zaman bu görüşün en sıkı savunucuları oldular. Sosyalist işçiler, Marx'ın doktrinlerine olduğu kadar doğa bilimlerinin materyalizmine de aynı ilgiyi göstererek kucak açtı. Kapitalist sistemdeki çalışma pratiği, günlük deneyimleri ve toplumsal kuvvetlere ilişkin artan bilinçleri, geleneksel dinin çökertilmesine büyük katkıda bulundu. Şüphe duydukları hususları çözme isteği, bilimsel bilgiye duydukları ihtiyacı artırdı, böylelikle işçiler, Büchner ile Haeckel’in en meraklı okuyucuları hâline geldiler. Marksist doktrin, işçilerin pratik, politik ve toplumsal ideolojisini belirlerken, daha derin bir kavrayış ancak yavaş yavaş biçimlenmekteydi; orta sınıf materyalizminin tarihsel materyalizm tarafından çoktan aşılmış olduğunu pek azı fark edebildi. Bu durumun, işçi sınıfı hareketinin henüz kapitalizmin ötesine geçememesi, sınıf savaşının pratikte sadece işçi sınıfının kapitalist toplumdaki yerini korumaya yönelik olması ve erken dönem orta sınıf hareketlerinin getirdiği demokratik çözümlerin işçi sınıfı için de geçerli sayılması olgusuna denk düştüğünü belirtelim. Marksist kuramın tam olarak anlaşılması, ancak devrimci pratikle bağlantı içinde mümkündür.

Peki orta sınıf materyalizmiyle tarihsel materyalizm arasında nasıl farklar ve karşıtlıklar vardı?

Her iki görüş de birer materyalist felsefe olarak deneyimlenen maddi dünyanın önceliğini savunur; her ikisi de manevi olguların, duyumun, bilincin ve düşüncelerin bu maddi dünyadan türediğini kabul eder. Aralarındaki fark ise, orta sınıf materyalizminin doğa bilimine dayanmasına karşılık, tarihsel materyalizmin öncelikle toplumun bilimi olmasıdır. Burjuva bilimciler insanı, yalnızca doğanın bir parçası, hayvanların en gelişmiş olanı ve doğa yasalarının belirlediği bir varlık olarak ele alırlar. Yaşamı ve eylemleri ancak genel biyolojik yasalarla ve daha geniş anlamda da kimya, fizik ve mekanik yasalarıyla açıklanabilir. Bunlar, toplumsal olguların ve düşüncelerin anlaşılabilmesi için çok az işe yarayan araçlardır bunlar. Oysa tarihsel materyalizm, insan toplumunun özgül evrim yasalarını açığa çıkarır, toplum ile düşünceler arasındaki karşılıklı bağlantıyı ortaya koyar.

Bu sebeple, manevi olanın maddi dünya tarafından belirlendiği şeklindeki materyalist aksiyom, söz konusu doktrinlerde tamamıyla farklı bir anlam taşımaktadır. Orta sınıf materyalizmi için bu aksiyomun anlamı, düşüncelerin beyin tarafından üretildiği, beyin maddesinin yapısı ve değişiminden, son kertede beyin atomlarının dinamiğinden hareketle açıklanması gerektiğidir. Tarihsel materyalizm içinse aynı aksiyom, insan düşüncelerinin toplumsal koşullar tarafından belirlendiği anlamına gelir; toplum, insanın çevresidir, onu duyu organları aracılığıyla etkiler. Böyle bir anlayış, tamamen farklı bir sorundan, farklı bir yaklaşımdan, farklı bir düşünüş tarzından ve dolayısıyla farklı bir bilgi kuramından yola çıkmaktadır.

Orta sınıf materyalizmi için bilginin anlamı meselesi, manevi olgular ile beyin denilen maddeyle alakalı fiziksel-kimyasal-biyolojik olgular arasındaki ilişkiye dair bir meseledir. Tarihsel materyalizm içinse bilginin anlamı meselesi, düşüncelerimizin dış dünya olarak deneyimlediğimiz olgularla ilişkisine dairdir. Gelgelelim, insanın toplumdaki yeri bir gözlemci konumu değildir; zira insan, çevresine tepki gösteren ve onu değiştiren dinamik bir güçtür. Toplum da çalışmayla dönüştürülmüş olan doğadır. Bilimci için doğa, gözlemlediği, nesnel olarak verilmiş ve kendisini duyular aracılığıyla etkileyen gerçekliktir. O, dış dünyayı aktif ve dinamik, zihni ise pasif ve uysal bir unsur olarak kavrar. Dolayısıyla, örneğin materyalist ve idealist felsefeler arasındaki çelişkiye işaret eden Engels’in de kullandığı bir ifadeyle, zihnin bir yansımadan, dış dünyanın bir görüntüsünden ibaret olduğu vurgulanır. Oysa bilimcinin bilimi, bütün insan faaliyetlerinin bir parçası, daha büyük bir amacın bir aracıdır sadece. Daha önce gelen bu pasif parçayı insan faaliyetinin aktif parçası izler: Teknik gelişim, üretim ve dünyanın insan tarafından dönüştürülmesi.

İnsan, her şeyden önce aktif bir varlıktır. Çalışma sürecinde organlarını ve doğal yeteneklerini kullanarak çevresini sürekli inşa eder. Bu süreçte hem alet dediğimiz yapay organları icat etmiş, hem de bedensel ve zihinsel yeteneklerini doğal çevreye etkili bir şekilde müdahale edebilen hayatı sürdürme araçları olarak geliştirmiştir. İnsanın en önemli organı olan beynin işlevi, düşünmedir ve bu da diğer herhangi bir faaliyet kadar fiziksel bir faaliyettir. Beyin faaliyetinin, yani zihnin dünya üzerindeki etkisinin en önemli ürünü olan bilim de maddi aletlerle yan yana duran zihinsel bir alettir ve bizzat bir üretici güç olarak teknolojinin temelini teşkil ettiğinden, üretim aygıtının en asli parçalarından biridir.

Dolayısıyla, tarihsel materyalizmin gözünde bilimin ürünleri olan kavramlar, maddeler, doğa yasaları ve kuvvetler, her ne kadar doğanın sunduğu malzemeden yapılmış olsalar da, her şeyden önce insanın zihinsel emeğinin yarattığı şeylerdir. Buna karşılık, bilimsel araştırmacının gözünden bakan orta sınıf materyalizmi, bütün bunları bilim tarafından keşfedilip gün ışığına çıkarılan doğanın bir parçası sayar. Doğabilimciler, madde, enerji, elektrik, yerçekimi, entropi yasası, vb. gibi değişmez tözleri dünyanın temel unsurları, keşfedilmesi gereken gerçeklik olarak görmektedirler. Oysa tarihsel materyalizme göre bunlar, yaratıcı zihinsel faaliyetin doğal olguların malzemesinden yararlanarak biçimlendirdiği ürünlerdir.

Bu, düşünme yöntemindeki temel bir farklılıktır. Başka bir fark da tarihsel materyalizmin Hegel’den miras aldığı diyalektikte yatar. Engels, on sekizinci yüzyıl materyalist felsefesinin evrimi dikkate almadığına işaret etmişti; diyalektik düşünceyi kaçınılmaz kılan, evrimdir. Evrim ve diyalektik, çoğu vakit eşanlamlı olarak anlaşılmıştır; tarihsel materyalizmin evrim teorisi olduğunu söylemekle, onun diyalektik niteliğinin belirtilmiş olacağı düşünülmüştür. Oysa evrim, doğa bilimi tarafından daha on dokuzuncu yüzyıl başında biliniyordu. Hücrenin gelişip daha karmaşık bir organizma oluşturduğu, hayvan türlerinin Darwincilikte dile getirilen evrimi ve entropi yasası adıyla bilinen fiziksel dünyanın evrimi, bilim insanlarının bildiği bir şeydi. Ama akıl yürütme yöntemleri, diyalektik değildi. Ele aldıkları kavramların sabit nesneler olması gerektiğini düşünüyor, kavramları ve karşıtlarını mutlak olarak anlıyorlardı. Böylece dünyanın evrimi ve bilimin ilerlemesi beraberinde çelişkiler getirdi beraberinde. Engels, Anti-Dühring’de bunun birçok örneğine yer vermiştir. Genelde idrak, özelde bilim, gerçek olgular dünyasındaki akış ve geçişlerin tüm kademelerinde gerçekleşen şeyleri sabit kavramlar ve katı yasalar hâlinde ayrıştırıp sistemleştirmektedir. Dil, olgu gruplarını isimler aracılığıyla ayırıp tanımladığından, bir kavramın çeşitli somutlanmaları olarak aynı grupta yer alan her şey, birbirinin benzeri ve değişmez kabul edilir. Soyut kavramlar olarak kesin çizgilerle ayrılan şeyler gerçeklikte iç içe geçip birbirlerine dönüşürler. Mavi ve yeşil iki ayrı renktir, ama ortadaki geçiş alanında kalan nüanslar söz konusu olduğunda, birinin nerede başlayıp diğerinin nerede son bulduğunu kimse söyleyemez. Bir çiçeğin yaşam çevriminde, onun ne zaman çiçek hâline geldiği ve ne zaman çiçek olmaktan çıktığı belirlenemez. Pratik yaşamda iyi ile kötünün mutlak karşıtlar olmadığına, en yüksek adaletin en büyük haksızlığa dönüşebildiğine her gün tanık oluruz. Kapitalist gelişimde hukuki özgürlük, fiili kölelik şeklinde çıkar karşımıza. Diyalektik düşünüşün gerçekliğe uygun oluşu, kavramları ele alırken sonlu olanın sonsuzu, statik olanın da dinamik olanı tam anlamıyla veremeyeceğinin ve her kavramın gelişip yeni kavramlara, hatta kendi karşıtına dönüşmek zorunda bulunduğunun farkında olması sayesindedir. Buna karşılık, diyalektik olmayan metafizik düşünüş, dogmatik iddialara ve çelişkilere varır, çünkü düşüncenin formüle ettiği kavramlaştırmaları, dünyanın gerçekliğini oluşturan sabit ve bağımsız varlıklar gibi görmektedir. Kuşkusuz gerçek doğa bilimi, bu kusurların çilesini o kadar çok çekmez. Formüllerini sürekli düzelterek, daha fazla ayrıntıya girip zenginleştirerek, niteliksel ayrımları matematiksel formüllerle geliştirerek, eklemeler ve düzeltmelerle tamamlayarak ve böylece yaptığı resmi orijinale, yani olgular dünyasına hep biraz daha yaklaştırarak, zorlukları ve çelişkileri alt etmeyi başarır. Diyalektik düşünüş eksikliği, yalnızca bilimci kendi özgül bilgi alanından uzaklaşıp genel felsefi düşünüşe yöneldiğinde sorun hâline gelir; orta sınıf materyalizminin durumu tam da budur.

Örneğin türlerin kökeni kuramı sık sık, hayvan zihninden evrimlenmiş olan insan zihninin onunla özdeş nitelikte olduğu ve sadece nicelik bakımından daha gelişmiş bulunduğu yaklaşımına yol açmıştır. Diğer yandan, yaygın bir deneyimin konusu olan insan ve hayvan zihni arasındaki nitelik farkı, ruhun ölümsüzlüğünü vurgulamak için teolojik doktrin tarafından öne çıkarılmış, mutlak bir karşı tez hâline gelmiştir. Her iki durumda da eksik olan diyalektik düşünüştür: Buna göre, başlangıçtaki nitelik benzerliği, gelişme sürecinde nicelik farkının nitelik farkına dönüşmesiyle (niceliğin niteliğe dönüşmesi denilen şey) yeni adlar ve nitelemeler gerektirir, ama tam bir karşıtlığa ve benzerliğin kaybolmasına da yol açmaz.

Beyindeki süreçlerin ürünü olduğu için düşünceyi diğer organların benzer ürünleriyle, örneğin safrayla karşılaştırmak; ya da zihnin, maddi bir varlığın özelliği olduğu için, her türlü maddenin tipik bir özelliği olması gerektiğini varsaymak, yine diyalektik olmayan, metafizik bir düşünüş tarzıdır. Özellikle, maddeden farklı bir şey olarak zihnin, arada hiçbir geçiş olmamak üzere, mutlak surette ve tamamıyla farklı bir dünyaya ait olması gerektiği düşüncesi de diyalektikten nasibini almamıştır; böyle bir bakış için zihin ve madde düalizmi ta atomlara kadar yayılır, keskin ve aşılamaz bir ikilik olarak kalır. Oysa diyalektik için, düşünen zihin, manevi dediğimiz bütün olguları kapsayan bir kavramdan ibarettir, dolayısıyla bunların en basit hayvandaki fiili görünüşünün ardına geçemez. Burada manevi olgular, giderek salt duyarlılığa, en basit yaşam biçimine geçerek yitip gittiğinden, zihin teriminin anlamı da bulanıklaşmaya başlamaktadır. Doğada “zihin” diye, mevcut olan ya da olmayan ayrı bir varlık, özgül bir nitelik ya da özellik yoktur. Zihin, kimi açıkça, kimi de belirsizce manevi olan belli birtakım olgulara verdiğimiz addır.

Hayatın kendisi de tıpkı böyledir. En küçük mikroskobik organizmadan başlayıp daha da küçük, görünmeyen bakteri ve virüslere doğru gidersek, sonunda albümin içeren çok karmaşık moleküllere varırız; bunlarsa artık kimyanın alanına girmektedirler. Bu ardışıklıkta canlı maddenin nerede sona erip cansız maddenin nerede başladığı belirlenemez. Olgular kademeli olarak değişir, basitleşir; hâlen daha birbirlerine benzerler, ama artık farklıdırlar. Bu, sınır çizgilerini biz belirleyemiyoruz demek değildir; mesele, doğanın sınır diye bir şey tanımıyor oluşundan ibarettir. Mevcut olan ya da olmayan “hayat” durumunun doğada bulunan bir koşulu yoktur; hayat da bir kelimeden ibarettir, hayatî olguların derecelenmesindeki sonsuz çeşitliliği kavrayabilmek için oluşturduğumuz bir kavramdır. Orta sınıf materyalizmi, hayat ve ölümle, madde ve zihinle, bunlar sanki kendi kendine varolan sahici gerçekliklermiş gibi ilgilendiğinden, sert ve keskin karşıtlıklarla çalışmak zorundadır; oysa doğa bize, az çok kademeli seyreden geçişleri muazzam bir çeşitlilikte takdim eder.

Demek ki orta sınıf materyalizmi ile tarihsel materyalizm arasındaki fark derine, temel felsefi görüşlere kadar inmektedir. Geniş kapsamlı ve tamamıyla gerçekçi olan tarihsel materyalizmin tersine, orta sınıf materyalizmi yanılsamalıdır ve kesinlikten uzaktır, aynı şekilde, teorisiyle ait olduğu burjuva sınıf hareketi de tam ve gerçek özgürleşme sağlayan proleter sınıf hareketinin tersine, eksik ve yanılsamalı bir özgürleşmeyi temsil eder.

İki düşünce sistemi arasındaki fark, özellikle dine karşı tutumda belirginlik kazanır. Orta sınıf materyalizmi dini aşmak istemiştir. Ne var ki toplumsal hayattan kaynaklanan belli bir görüş, sadece tartışma yoluyla yenilip yok edilemez; bu, ancak bir bakış açısının karşısına bir başkasını çıkarmak demektir ve her argümanın bir de karşıtı bulunur. Böyle bir görüşü alt etmenin tek yolu, onun neden ve hangi koşullar altında gerekli olduğunu göstermek, bu koşulların geçici niteliğini ortaya koymaktır. Dolayısıyla, dinin doğa bilimi tarafından çürütülmesi, sadece doğa yasaları, gök gürültüsü ve şimşek, madde ve enerji konularındaki bilgisizliğin her türlü boş inanca yol açtığı ilkel dinler söz konusu olduğunda etkilidir. Burjuva toplumunun teorisi, ilkel tarım ekonomisine özgü ideolojileri yıkmayı başarmıştı. Ama burjuva toplumunda din, bu toplumdaki bilinemeyen ve denetlenemeyen toplumsal kuvvetlere dayanmaktadır, işte ve orta sınıf materyalizmi, bunlarla baş edememiştir. Burjuva ekonomisinin ideolojilerini ancak işçi devrimi teorisi yıkabilir. Tarihsel materyalizm, dinin toplumsal temelini açıklar ve onun belli dönemler ve sınıflar için gerekli bir düşünme biçimi olduğunu ortaya koyar. Dinin büyüsü ancak bu sayede bozulmuştur. Tarihsel materyalizm, dinle doğrudan doğruya savaşmaz; yüksek bir konumdan bakıp, onu belli koşullar altında ortaya çıkan doğal bir olgu olarak anlar ve açıklar. Ama işte tam da bu kavrayış sayesinde dinin temelini parçalamış olur ve yeni bir toplumun doğuşuyla birlikte ortadan kalkacağını haber verir. Aynı şekilde, tarihsel materyalizm, burjuva sınıfında materyalist düşüncenin geçici bir süre görülmesini ve bu sınıfın yeniden mistisizme ve dinsel eğilimlere sapışını da açıklar. Gene aynı şekilde, materyalist düşüncenin çalışan sınıf arasında yayılmasını dine karşı getirilen herhangi bir argümana değil, kapitalist toplumdaki gerçek güçlerin giderek daha iyi tanınmasına bağlar.

Anton Pannekoek
1938
Kaynak

0 Yorum: