Dean Dettloff Söyleşisi
Alexander Shah
Mayıs 2022
Kendisini sosyalist olarak niteleyen Bolivyalı lider
Evo Morales, orak-çekiç şekli verilmiş İsa figürlü haçı Papa Francis’e verince
olaya tanık olan herkesin kafası karışmıştı. Zira Marksist geleneğin
Hristiyanlıkla ne gibi bir ortak yönü olabilirdi ki?
Neticede orak-çekiç işçi dayanışmasını, haç ise
İsa’nın çarmıha gerilmesini temsil ediyordu. Kimsenin pek bilmediği bir husus
da Morales’in elindeki “komünist haç”ın, Bolivya’daki zalim sağcı diktatörlüğe
karşı madencilerin hakları için dövüşmüş Cizvit papazı ve sosyal adalet
aktivisti Peder Lúis Espinal’in hazırladığı orijinal versiyonun taklidi
oluşuydu.
Espinal’i hükümete bağlı bir ölüm mangası öldürdü. Ona
işkence edenler, cesedini La Paz’daki çöp sahasına attılar. Latin Amerika’daki
sayısız lider gibi Espinal de şiddete, sefalete ve adaletsizliklere karşı
çıktı, bu itirazın bedelini canıyla ödedi. Bu tür insanlar, kutsal kitabın
“ezilenleri özgürleştirin” talimatı uyarınca hareket etmişlerdi. Aynı zamanda
bu insanlar, zulüm konusunda tarihsel ve materyalist bir anlayışa kavuşma
imkânı sunan Karl Marx’ın eserlerinden de istifade ettiler. Bu anlayışı manevi
gaye doğrultusunda ilerleyen kurtuluş yolunu açmak için kullandılar.
Dean Dettloff, bu türden dinamikleri yakından
inceleyen bir isim. Doktorasını Hristiyanlık Çalışmaları Enstitüsü’nde
tamamlayan Dettloff, Hristiyanlık ve Marksizm arasındaki ilişkiyi ve Hristiyan
antikapitalizmini ele alan bir dizi ders verdi. Gazeteci olarak ortaya koyduğu
çalışmalar üzerinden Hristiyan Solu ve Kanada’daki toplumsal meselelere dair
yığınla yazı kaleme aldı. Yazıları Geez
dergisi ve Sojourners gibi yayınlarda yer aldı. Ayrıca Hristiyanlık ve
sol arasındaki kesişim noktaları konusunda daha fazla şey öğrenmek isteyenlerin
ilgiyle takip ettiği Magnificast isimli podcast yayınına katkı sundu.
Kısa süre önce kendisiyle bu ve benzeri konular hakkında konuşma imkânı bulduk.
* * *
Matt Bernico ile birlikte Hristiyanlık ve politik sol
başlıklarını ele alan Magnificast isminde bir podcast çalışması
yürütüyorsun. Bu projenin ardındaki ana dürtüyü bize anlatabilir misin?
Aslında proje, birlikte iş yapma isteğimizin bir
ürünüydü. İlk tanıştığımız günden beri Hristiyanlık ve sol konusunda sohbet
etmek istiyorduk. İş, buradan çıkış aldı. Her bir yayında Hristiyanlıkla sol
arasındaki kesişim noktalarını anlatmaya çalışıyoruz. Bu çalışma dâhilinde Hristiyanların
sola yaptıkları katkıları ele alıyoruz. Hristiyanlık ve sol, tüm dünyada etkin
olan gelenekler. Sanayi kapitalizmine cevap olarak ortaya çıkmış olan sol
gelenek, nispeten daha genç. Buna karşın, her iki gelenek de ortak tarihsel
köklere sahip.
Kuzey Amerika’da birçok solcunun örgütlü dine karşı
şüpheyle yaklaştığı görülüyor. Bu insanlar, genelde Marx’ın “din halkın
afyonudur” sözüne atıfta bulunuyorlar. Ayrıca egemen sınıfların dini kitlelere
zulmeden hiyerarşilerini tarihsel planda savunmak için bir tür araç olarak
kullandığını söylüyorlar. Bu sence tek taraflı bir yorum
mu? Eğer öyleyse, sol, dinle kendi politik projesini belirli bir anlam
dâhilinde nasıl uzlaştırabilir?
Solcuları
dine, en azından Hristiyanlığa şüpheyle yaklaşıyorlar diye suçlayamam. On
dokuzuncu yüzyılda sanayileşmiş ülkelerde solun ortaya çıktığı dönemde
Hristiyan kurumları, egemen sınıfın elinde birer araç olarak kullanılıyorlardı.
Bazı Hristiyanlar, bu sınıfın parçası hâline geldiler. Dolayısıyla haklı olarak
sol, Katolik, Protestan ve Ortodoks kiliseleri gericiliğe ait güçler olarak
değerlendirdi, onları büyük toprak sahipleriyle, politik iktidarla, kapitalizmin
kök aldığı koşullarda feodal yaşam tarzıyla birlikte ele aldı. Sömürgecilik ve
kapitalist dünya sistemi, maddi ve ekonomik mantığı dâhilinde Hristiyanlığı
Avrupa’da ve sömürgelerde Hristiyan güçlerin iktidar alanlarını genişletmek
için kullandı. Papaların kaleme aldığı fetvalar, misyoner çalışmaları ve ırk
meselesini temele alan teolojiler, kapitalist gelişme sürecinin önemli unsurları
olarak devreye sokuldular. Kapitalizm Hristiyan toplumların bağrından çıktığı
için, bu din, her daim kapitalist sömürünün daimî kılınması sürecinin bir
parçası olarak ele alınıldı. Örneğin dünya tarihinde görülmüş en güçlü
imparatorluk olarak ABD’de başa şu veya bu şekilde vaftiz edilmemiş bir
Hristiyan geçmedi. Ortada birçok ahlaki kepazelik söz konusu. Ayrıca inanılması
güç bir epistemoloji üretilmiş. Dolayısıyla, Hristiyanlıkla ilişki kurmak
istemeyen solcularla çokça ortak yönüm olduğunu, onlara sempatiyle yaklaştığımı
belirtmeliyim.
Ama
gene de Hristiyanlığı zulme sebep olan toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde
oynadığı role indirgeyen yaklaşımın miyoplara has olduğunu, politik açıdan
hiçbir kapı aralamayacağını düşünüyorum.
Cornel
West, Monthly Review dergisi için yazdığı bir yazıda dini ciddiyetle ele
almak, onu halka, bilhassa ezilen halka ait kültürlerin parçası olarak ele alıp
değerlendirebilmek için materyalist olmak gerektiğini söylüyordu.
Hristiyanlık,
radikal bir dizi eğilimi bağrından çıkartmış bir din. Roma İmparatorluğu’nun
gölgesinde kurulan ilk Hristiyan toplulukların ilkel komünizminden, Engels ve
Kautsky’yi etkileyen, Almanya’daki Protestan köylü isyanlarına kadar bir dizi
eğilim ortaya çıktı. Yirminci yüzyılda birçok sebebe bağlı olarak Hristiyanlar,
bilhassa güneyin yoksul ülkelerinde küresel ekonomik sistemin saldırılarıyla
yüzleştiler. Amerika ve Afrika’daki kurtuluş teolojisi, Filipinler’deki
mücadele teolojisi, Çin’deki özyönetime, özdesteğe ve öz-neşre vurgu yapan Üç
Öz Hareketi, Kore’deki Minjung teolojisi gibi örnekler, Hristiyanlıktaki
esnekliğe ve ezilenlerin safında yer alma ihtimaline vurgu yapan çalışmalardı.
Tüm bu örneklerde Hristiyanlık, devrimci hareketlerin asli özelliği hâline
geldi. En çarpıcı örnekse, dört Katolik rahibin devrimci hükümet içerisinde
görevler üstlendiği Sandinistlerin mücadelesiydi.
Gerçek
şu ki sınıf mücadelesi, Hristiyanlığı da dikine kesen bir şey. O, sadece bu
dini karşıya atan bir şey değil. Sanat, edebiyat gibi alanlarda din, sınıf
mücadelesinin parçası hâline geliyor. Marksistler, bu etkileşim içerisinde
konuşmanın farklı yollarını buluyorlar.
Aslında
ABD ile Latin Amerika arasındaki ilişki dâhilinde karşımıza emperyalizme ait
Hristiyanlık anlayışı ile antiemperyalizme ait Hristiyanlık anlayışı arasındaki
çarpışma çıkıyor. Bazen ikincisi, Nikaragua gibi yerlerde başarı elde ediyor,
bazen de El Salvador’da Başpiskopos Oscar Romero örneğinde görüldüğü üzere,
ABD’de bizzat Hristiyanlarca eğitilmiş ölüm mangaları devrimcileri öldürüyor.
Romero’nun katilleri, ABD’de sağcı Hristiyanlar tarafından destekleniyor.
Eğer
Marksistler, Hristiyanlığı bir hayale veya ideolojiye indirgeyip onun içinde
faal olan çatışmaları ve çelişkileri göremezse, gerçek mücadeleleri anlama konusunda
eksik kalacak, o mücadelelerin içerisinde yer alan insanların anlamını ve
değerini idrak edemeyecek.
Dinle,
özellikle Hristiyanlığı solla uzlaştırma noktasında ben, solcuların Hristiyan
olmalarını beklemiyorum elbette. Tanıdığım Marksistler, bu geleneklerin emekçi
halkın hayatında oynadığı rolü ve o halkta sahip olduğu derin anlamı idrak
ediyorlar.
Sen,
Marx’ın afyonla ilgili sözünü aktardın. O sözden önce Marx “dinî çilenin, aynı
zamanda gerçek çilenin ifadesi, gerçek çileye karşı bir tepki olduğunu, dinin
zulüm gören mahlukun iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhtan yoksun şartların
ruhu olduğunu” söylüyor. Din olarak değerlendirdiği şeyin ortadan kalkmasını
Marx da istiyor ama o, bazı solcuların savunduğu ateizmin dile getirdiği
yorumlardan daha derinlikli yorumlarda bulunuyor.
Castro
gibi güneyin yoksul ülkelerinde başarıya ulaşmış devrimcilere baktığınızda,
onların din konusunda açık olduklarını görüyorsunuz. Fidel ve Din isimli
kitapta yer verilen, Castro’nun Brezilyalı rahip Frei Betto ile yaptığı
sohbette bu açıklık, çok net bir biçimde görülüyor. Bu sohbette Fidel, tek
başına dini hedef aldığınızda inançlı insanları karşı-devrimcilerin kollarına
iteceğinizi söylüyor. Görebildiğimiz kadarıyla, Sovyetler’de yürütülen ateizm
kampanyaları bile nihayetinde insanların manevi hayata katılım konusunda gösterdikleri
isteği ortadan kaldıramadı, hatta bu kampanyalar, sovyet devletleri genelinde birbiriyle
çelişen politikalara ve uygulamalara yol açtı. Sovyetler’in dine yönelik
yürüttüğü politikalar, bir yandan da Polonya’da karşımıza çıkan Dayanışma
Hareketi türünden güçlü muhalif hareketlere katkıda bulundu. Komünist devletlerin
ve hareketlerin hedefe koyduğu inançlı insanlar, bu süreçte gereksiz yere bir
dizi zorlukla yüzleşti.
Ben
burada “köklü kiliselere veya Hristiyanların oluşturduğu ağlara şüpheyle
yaklaşılması için ortada bir sebep yok” demiyorum elbette. Bunların sömürücü
ekonomik düzenler için bir tür nostalji işlevi görebileceğini, dış müdahaleler
için bir araç olarak kullanılabileceğini biliyoruz. Fakat bir bütün olarak
Marksizm, inananların kendilerini ilerleme hâlindeki devrimci toplumların
düşmanı değil de parçası olarak görecekleri bir alan açmakta hep güçlük çekti. Küba’daki
ve Hindistan’ın Kerala eyaletindeki denemelerin öğretici olduğunu düşünüyorum. Güneyin
yoksul ülkelerindeki pratikler, önemli dersler içeriyor. Buna karşılık, kuzeyin
zengin ülkelerinde yaşayan Marksistler, maalesef bu tür pratiklere pek aşina
değiller.
Solcular,
bugün muhalif Hristiyanlık pratikleriyle kaynaşmayı bilmeli. Bu tespit, sadece
Hristiyanlıkla da sınırlı değil. Politik düzlemde sol, kurtuluş mücadelesine
girme arzusunda olan Hristiyanlarla uzlaşabilmeli. Başarılı bir hareket için bu
şart.
Tarihsel
planda Hristiyanlık, hem ezenin hem de işçi sınıfı ile ezilenin kullandığı bir
araç olmuş. Podcast yayınınız, büyük ölçüde Latin Amerika’da tanık olduğumuz, “yoksulların
tercihi” olarak takdim edilen kurtuluş teolojisinden istifade ediyor. Bu teolojik
yaklaşımı nasıl tanımlarsın? Kurtuluş teolojisinin içeriği ve anlamı konusunda
neler söylersin?
“Kurtuluş
teolojisi” çok katmanlı bir tabir. İnsanlar, bu tabiri çoğunlukla sola meyilli her
türden teolojiyi tanımlamak için kullanıyor. Ama bence bu, yanlış bir değerlendirme.
Farklı kurtuluş teolojileri var, siyahların kurtuluş teolojisi, gay-lezbiyen
kurtuluş teolojisi gibi. Benim aşina olduğum kurtuluş teolojisi ise Latin Amerika’da,
esas olarak Katolik dünyanın içinden çıkan teoloji.
Kurumsal planda bu Katolik geleneği, Katolik Kilisesi
içinde yaşanan ve İkinci Vatikan Konsili denilen tarihsel olayın ardından ortaya
çıktı. Bu dönemde kilise, moderniteyle ilişkisini yeniden değerlendirmeye tabi
tuttu, bu değerlendirmenin ışığında kilise, kendisi dışında gelişen eğilimlerle
ve kilise dışında hareket eden insanlarla açık bir diyalog içine girdi.
Latin Amerika’da piskoposlar, bu konsilin yaptığı açılıma
kendi yetki alanlarında yaşayan insanların maruz kaldıkları sömürüye dair
düşünceler geliştirerek cevap geliştirdiler. 1968’de bu piskoposlar, halktan beslenen,
tabandaki cemaatlerden kök alan bir kilise anlayışının geliştirilmesini önerdiler.
Bu cemaatler, ibadetin yanında toplumsal amaçlar doğrultusunda bir araya gelen
insanları ifade ediyorlardı. Bu cemaatler, birçok sendikanın ortaya çıkmasına,
birçok okuma-yazma kampanyalarının yürütülmesine katkıda bulundular. Kurumsal kilisenin
yanında bu insanlar, Latin Amerika genelinde kendilerini sömüren güçlere karşı
örgütlü cepheler meydana getirdiler. Bölge ağırlıklı olarak Katolik olduğu için,
doğal olarak Katolikliğin belirli biçimleri açığa çıktı ve ortaya konulan
deneyimi teorik olarak besledi. Bir de arafta olan teologlar vardı. Bunların bir
ayağı resmi kilisede diğeri de halk hareketlerindeydi. Bu isimler, yerleşik teolojik
geleneğe itiraz ettiler ve yeni bir dil geliştirdiler. Bu anlamda kilise içerisinde
ve bölgede birçok harekete tanıklık edildi.
Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisi, kilise
dünyasında ve toplumda yaşanan hızlı değişimin ürünüdür. Kurtuluş teolojisiyle
ilgili o mükemmel çalışmasında Brezilyalı Marksist Michael Löwy, İkinci Vatikan
Konsili’nin ve Küba Devrimi’nin kurtuluş teolojisine öncülük eden iki önemli
gelişme olduğunu kaydediyor.
Kendi adıma bir Hristiyan olarak kurtuluş teolojisinin
İsa’nın “açları doyurun, üryanı giydirin, mahpusu özgürleştirin” gibi
isteklerini yerine getirdiğini gördüm. Katolik olarak yetiştirilmiş bir insan
olmama rağmen kimi dönemlerde Hristiyan ya da değil, farklı gelenekler
üzerinden Katolik Kilisesi’nden uzaklaştım. Kurtuluş teolojisi benim yüzümü
yeniden Katolik Kilisesi’ne çevirmemi sağladı. Kurtuluş teolojisi, içten içe
bana kilisede bana ait bir yer olduğunu söylüyordu. Bu süreçte kurtuluş
teolojisinin açtığı pencereden kendimdeki imana baktım. İçinden çıktığı maddi
koşulları, büyüdüğüm dünyayı oradan anlamaya çalıştım.
Kurtuluş
teolojisi üzerinden Hristiyan düşüncesinin ve geleneğinin Marksist politikaya
ne tür katkıları olabilir sence? Aynı şekilde, Marksizm, bugün uygulandığı
biçimiyle, Hristiyanlık içerisinde ne tür bir rol oynayabilir?
Galiba
ilk sorunun cevabı daha kolay, o yüzden önce ilk sorudan başlayayım. İlerici
Hristiyanlar, doğru şeylere ahlaken öfkelenmek konusunda gayet iyiler, ama bütün
olarak bu insanlar, adaletsizliğin ana sebeplerini belirleyip ele alma
konusunda o kadar iyi değiller.
Sınıfsal
ilişkilerin belirlediği bir dünyada yaşıyoruz. Buna bir de başka baskıcı
ilişkiler eşlik ediyor. Kapitalist bir ekonomide emek ve sermaye kendine has
işlevlere sahip. Marx, bu işlevleri analiz ederek muazzam bir iş yapmış. Serveti
emekçi insanlar üretiyorlar. Onlar olmasaydı, servet üretilemezdi. Aynı şekilde
Hristiyanlar da zenginlerin elindeki aşırı zenginliği ve yoksulların içinde
yaşadıkları koşulları eleştiriyorlar. Ama kapitalizm, kendisini ahlaki düzlemde
mahkûm edenlere aldırış etmiyor. Çoğunlukla göstermese de kapitalist ekonomi
önemli bir kudrete sahip.
Toplumda
işleyen sınıfsal dinamiklere dikkat çekerek Marksizm, Hristiyanların
kapitalizmi kavramalarına ve iyi sözler söylemenin ötesine geçerek, ona karşı
nasıl örgütlenileceğini anlamalarına katkıda bulunabilir. Bir keresinde,
Sosyalizm Yanlısı Hristiyanlar adında bir örgüt kuran Katolik bir isim olarak Kathleen
Schultz’un bana söylediği gibi, “Marksizm, meseleleri açıklama konusunda önemli
bir güce sahip.” Gerekli açıklamayı yaptıktan sonra eyleme geçme konusunda
ihtiyaç duyduğunuz güce de kavuşuyorsunuz. Bu, bilhassa küresel ekonominin
emperyalist merkezinde yaşayan Hristiyanlar için önemli bir mesele, çünkü bizim
gibi ülkeler hâlen daha Hristiyanlık üzerinden savunulan bunca şiddetin
sorumlusu. Marksizm, sistematik hâle gelmiş şiddetteki payımızdan veya kurtuluş
teologlarının ifadesiyle, “yapısal günahımız”dan kurtulmamıza katkıda
bulunabilir.
Esasında
Küba’da çalışma yürüten Presbiteryen rahibi Sergio Arce gibi kimi kurtuluş
teologları, Hristiyanlığın Marksizme muhtaç olduğunu düşünüyorlar, çünkü bizim güç
ve zulüm üzerine kurulu maddi ilişkilerden kendi başımıza kurtulmamız mümkün
değil. Bu anlamda Marksist bir devrim, aynı zamanda Hristiyanlığın kurtuluşu
anlamına geliyor. Bu devrim, Hristiyanlığı burjuvaziye yaranmak zorunda olduğu,
istediği şeyleri yapamadığı, İsa’nın emirlerini yerine getiremediği koşulları
ortadan kaldıracaktır. Özetle, Hristiyanlar kapitalizmi tüm açıklığıyla görmek
ve ondan kurtulmak için Marksizme mecburlar.
İlk
soruna dönecek olursak; bu soru, hem zor hem de ilginç bir soru. Hristiyanların
Marksistlere öğretebilecekleri konusunda aklıma iki şey geliyor. İlk husus, “yoksul”
kategorisi. Kurtuluş teolojisinin asli toplumsal kategorisi proletarya değil, “yoksullar”dır.
Bu kategori işçi sınıfını içerir, ama aynı zamanda topraksızları, köylüleri ve
diğer sınıfları, bunun yanında, sınıfsal temele sahip olan, marjinalleştirilmiş
kimlikleri kapsar. Kurtuluş teolojisi, tüm ezilenleri halkın mücadelesi
içerisinde birleştirmek ister.
Yirmi
birinci yüzyılda bu yaklaşım, Venezuela, Bolivya ve Brezilya gibi ülkelerde
solcu hükümetlerin başarı kazanmasını sağlamıştır. Kara Panterler ve Genç Lordlar
gibi örgütler de benzer bir yaklaşıma sahiptirler. Bu tür örgütler, Marx’ın “lümpen
proletarya” dediği kesimi antikapitalist mücadele içerisinde örgütlemeyi
bilmişlerdir.
Marksizm,
elbette hayırlı gerekçelere bağlı olarak, proletaryaya odaklanıyor. Sermaye ve üretimle
özel bir ilişkisi olan işçi sınıfı örgütlenme konusunda da avantajlara sahip. Gelgelelim,
dünyanın önemli bir kısmı proleterleşmiş değil, buna karşılık, kapitalizmle
mücadele etmek için çalışan çalışmayan herkese ihtiyacımız var. İşçi sınıfı,
halk mücadelelerinin de ortaya koyduğu biçimiyle, iktidarı elde etmek için
yegâne kaldıraç değil. ABD ve Kanada’da örgütlü emeğin zayıflığını dikkate
aldığımızda tüm ümidimizi emek hareketine bağlayamayız, ama tabii bu hareketi görmezden
gelemeyiz, onun varlığını nisyana gömemeyiz.
Hristiyanların
Marksistlere öğretebileceği ikinci husus, devrimci bağışlama. Bunun somut
örneği Sandinist devrimdir. Sandinistler iktidara gelince idam cezasını
kaldırdılar. Bu anlamda devrim sonrası mahkemeler kuran, zalimleri, düşman
safında savaşanları ve talihsiz halktan insanları idam eden devrimlerin
ardındaki o sol gelenekten koptular. Sandinistler, bu kararı devrimin mayasında
Hristiyanların kanı ve teri olduğu için alabildiler.
Marksizm,
neyden nefret etmeniz gerektiğini söylediği için önemli. Hristiyanlık da
sınıfsal nefret konusunda önemli bir tarihe sahip. Fakat Marksistler terörü
asla affetmezlerken, Hristiyanlar, mevcut şiddet döngüsünün sona ermesi
gerektiğini düşünüyorlar. Devrimci bağışlama pratiği zor, acı veren bir iş, ama
aynı zamanda daha iyi bir dünyayı inşa etmek için önemli. Meşru da olsa şiddet,
her zaman ahlaki hasara yol açıyor. Tarihsel planda Marksist toplumlar, bu açılan
yaraların çilesini çektiler. Oysa devrim iyileştirici olmalı. Bu konuda
devrimci Hristiyanlık önemli bir seçenek sunuyor. Sandinistler gibi Marksistler
bu seçeneğe yöneldiler ve pratikte uyguladılar.
Felsefeci
Jacques Ellul, insanların maneviyatla bağlarını korumaya ihtiyaç duyduğunu söylüyor.
Tespitine göre, seküler dünyamızda maneviyat ortadan kaldırılmadı, ama yerini
yurdunu yitirdi. Yerini başka şeyler aldı. Bu anlamda bugün aslında her zamankinden
daha dinî bir çağda yaşıyoruz. Devrim, cinsellik, ulus devlet, teknoloji gibi
kutsal nesnelerimiz var. Ellul’a katılıyor musun? Dinin ve maneviyatın toplumda
her zaman bir rol oynayacağına inanıyor musun?
Eski
bir Hristiyan anarşist olan Ellul, hayatımın bir döneminde benim için önemli
olmuş bir isim. Doğal olarak burada da karşıma çıkması gayet doğal! Onun kutsal
kitaplar temelinde, insanların putlar ürettiğine dair vurgusu önemli. Tam da bu
tespiti üzerinden Ellul, Fransa’da ortaya çıkan Durumcularla ilgilenmiştir. Ona
göre, “gösteri”den dem vuran Guy Debord, aslında putçuluk eleştirisinin
ürettiği geleneği belli yönlerden solculuğun diline tercüme etmişti.
Ama
bu noktada itiraf etmeliyim ki ben, aslında insanların “din” veya “maneviyat”
gibi kelimeleri ne anlamda kullandıklarını bilmiyorum. Bu terimler, insanî
deneyimin evrensel özellikleriymiş gibi takdim edildikleri vakit geriliyorum. Artık
Ellul’dan haz etmememin bir sebebi bu. Ellul, aslında Hristiyanlığı üstün
görüyor, bir anlamda Hristiyan üstünlükçülüğü öneriyor, bu sebeple de modernitenin
tüm sorunlarının nihai çözümünü Kitab-ı Mukaddes’i temel alan (Ellul’a göre
reforma tabi tutulmuş) Hristiyanlığa dönüşte buluyor. Ellul, Marksizme çok
yakın durduğu için kurtuluş teolojisini kendisine düşman belliyor. Onun maneviyatının
dünyayla fazla kirlendiğini düşünüyor.
Frei
Betto, Küba’nın manevi disipline ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. Amerikan
ablukasının hüküm sürdüğü koşullarda insanların kuyruklarda beklemesi, kıtlıkla
başa çıkabilmesi, dayanışma içerisinde hareket edebilmesi için bir tür
maneviyata, başkalarına ve geleceğe açık olmaya ihtiyacı var.
Bu
kastediliyorsa, evet, her toplumda maneviyat her daim bir role sahip olacak. Toplumun
belirli çalışmalara ister kilise, ister devlet, ister ütopyacı bir komün
isterse tarım hareketi eliyle olsun, nasıl kanalize edileceği çözüme kavuşturulamamış
bir mesele. Bahsini ettiğim açıklık, kurumsal biçimlerin ve disiplinlerin ötesine
uzanmalı. Bu açıdan Marx’ın dediğine katılmıyorum. Din de maneviyat da
insanların karnı doyduğunda, başını sokacak bir evleri olduğunda çözülüp
dağılacak şeyler değiller. Bilâkis, maddi kısıtlamalardan kurtulduğumuzda,
manevi hayatın yeni boyutlarını keşfedeceğiz. Umarım, Hristiyanlık sermayeyle,
feodalizmle ve her türden hâkimiyet biçimiyle arasındaki bağlardan kurtulur ve
Ellul’ın dediği gibi gerçek din anlamında değil de Tanrı’nın vaat ettiği,
sevgiyle bir araya gelmiş yoksulların hükümranlığına şahit olan bir din olarak
geleceğin dünyasında kendisine yer bulur.
0 Yorum:
Yorum Gönder