26 Aralık 2022

,

Orak Haçla Buluşunca


Dean Dettloff Söyleşisi
Alexander Shah
Mayıs 2022

Kendisini sosyalist olarak niteleyen Bolivyalı lider Evo Morales, orak-çekiç şekli verilmiş İsa figürlü haçı Papa Francis’e verince olaya tanık olan herkesin kafası karışmıştı. Zira Marksist geleneğin Hristiyanlıkla ne gibi bir ortak yönü olabilirdi ki?

Neticede orak-çekiç işçi dayanışmasını, haç ise İsa’nın çarmıha gerilmesini temsil ediyordu. Kimsenin pek bilmediği bir husus da Morales’in elindeki “komünist haç”ın, Bolivya’daki zalim sağcı diktatörlüğe karşı madencilerin hakları için dövüşmüş Cizvit papazı ve sosyal adalet aktivisti Peder Lúis Espinal’in hazırladığı orijinal versiyonun taklidi oluşuydu.

Espinal’i hükümete bağlı bir ölüm mangası öldürdü. Ona işkence edenler, cesedini La Paz’daki çöp sahasına attılar. Latin Amerika’daki sayısız lider gibi Espinal de şiddete, sefalete ve adaletsizliklere karşı çıktı, bu itirazın bedelini canıyla ödedi. Bu tür insanlar, kutsal kitabın “ezilenleri özgürleştirin” talimatı uyarınca hareket etmişlerdi. Aynı zamanda bu insanlar, zulüm konusunda tarihsel ve materyalist bir anlayışa kavuşma imkânı sunan Karl Marx’ın eserlerinden de istifade ettiler. Bu anlayışı manevi gaye doğrultusunda ilerleyen kurtuluş yolunu açmak için kullandılar.

Dean Dettloff, bu türden dinamikleri yakından inceleyen bir isim. Doktorasını Hristiyanlık Çalışmaları Enstitüsü’nde tamamlayan Dettloff, Hristiyanlık ve Marksizm arasındaki ilişkiyi ve Hristiyan antikapitalizmini ele alan bir dizi ders verdi. Gazeteci olarak ortaya koyduğu çalışmalar üzerinden Hristiyan Solu ve Kanada’daki toplumsal meselelere dair yığınla yazı kaleme aldı. Yazıları Geez dergisi ve Sojourners gibi yayınlarda yer aldı. Ayrıca Hristiyanlık ve sol arasındaki kesişim noktaları konusunda daha fazla şey öğrenmek isteyenlerin ilgiyle takip ettiği Magnificast isimli podcast yayınına katkı sundu. Kısa süre önce kendisiyle bu ve benzeri konular hakkında konuşma imkânı bulduk.

* * *

Matt Bernico ile birlikte Hristiyanlık ve politik sol başlıklarını ele alan Magnificast isminde bir podcast çalışması yürütüyorsun. Bu projenin ardındaki ana dürtüyü bize anlatabilir misin?

Aslında proje, birlikte iş yapma isteğimizin bir ürünüydü. İlk tanıştığımız günden beri Hristiyanlık ve sol konusunda sohbet etmek istiyorduk. İş, buradan çıkış aldı. Her bir yayında Hristiyanlıkla sol arasındaki kesişim noktalarını anlatmaya çalışıyoruz. Bu çalışma dâhilinde Hristiyanların sola yaptıkları katkıları ele alıyoruz. Hristiyanlık ve sol, tüm dünyada etkin olan gelenekler. Sanayi kapitalizmine cevap olarak ortaya çıkmış olan sol gelenek, nispeten daha genç. Buna karşın, her iki gelenek de ortak tarihsel köklere sahip.

Kuzey Amerika’da birçok solcunun örgütlü dine karşı şüpheyle yaklaştığı görülüyor. Bu insanlar, genelde Marx’ın “din halkın afyonudur” sözüne atıfta bulunuyorlar. Ayrıca egemen sınıfların dini kitlelere zulmeden hiyerarşilerini tarihsel planda savunmak için bir tür araç olarak kullandığını söylüyorlar. Bu sence tek taraflı bir yorum mu? Eğer öyleyse, sol, dinle kendi politik projesini belirli bir anlam dâhilinde nasıl uzlaştırabilir?

Solcuları dine, en azından Hristiyanlığa şüpheyle yaklaşıyorlar diye suçlayamam. On dokuzuncu yüzyılda sanayileşmiş ülkelerde solun ortaya çıktığı dönemde Hristiyan kurumları, egemen sınıfın elinde birer araç olarak kullanılıyorlardı. Bazı Hristiyanlar, bu sınıfın parçası hâline geldiler. Dolayısıyla haklı olarak sol, Katolik, Protestan ve Ortodoks kiliseleri gericiliğe ait güçler olarak değerlendirdi, onları büyük toprak sahipleriyle, politik iktidarla, kapitalizmin kök aldığı koşullarda feodal yaşam tarzıyla birlikte ele aldı. Sömürgecilik ve kapitalist dünya sistemi, maddi ve ekonomik mantığı dâhilinde Hristiyanlığı Avrupa’da ve sömürgelerde Hristiyan güçlerin iktidar alanlarını genişletmek için kullandı. Papaların kaleme aldığı fetvalar, misyoner çalışmaları ve ırk meselesini temele alan teolojiler, kapitalist gelişme sürecinin önemli unsurları olarak devreye sokuldular. Kapitalizm Hristiyan toplumların bağrından çıktığı için, bu din, her daim kapitalist sömürünün daimî kılınması sürecinin bir parçası olarak ele alınıldı. Örneğin dünya tarihinde görülmüş en güçlü imparatorluk olarak ABD’de başa şu veya bu şekilde vaftiz edilmemiş bir Hristiyan geçmedi. Ortada birçok ahlaki kepazelik söz konusu. Ayrıca inanılması güç bir epistemoloji üretilmiş. Dolayısıyla, Hristiyanlıkla ilişki kurmak istemeyen solcularla çokça ortak yönüm olduğunu, onlara sempatiyle yaklaştığımı belirtmeliyim.

Ama gene de Hristiyanlığı zulme sebep olan toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde oynadığı role indirgeyen yaklaşımın miyoplara has olduğunu, politik açıdan hiçbir kapı aralamayacağını düşünüyorum.

Cornel West, Monthly Review dergisi için yazdığı bir yazıda dini ciddiyetle ele almak, onu halka, bilhassa ezilen halka ait kültürlerin parçası olarak ele alıp değerlendirebilmek için materyalist olmak gerektiğini söylüyordu.

Hristiyanlık, radikal bir dizi eğilimi bağrından çıkartmış bir din. Roma İmparatorluğu’nun gölgesinde kurulan ilk Hristiyan toplulukların ilkel komünizminden, Engels ve Kautsky’yi etkileyen, Almanya’daki Protestan köylü isyanlarına kadar bir dizi eğilim ortaya çıktı. Yirminci yüzyılda birçok sebebe bağlı olarak Hristiyanlar, bilhassa güneyin yoksul ülkelerinde küresel ekonomik sistemin saldırılarıyla yüzleştiler. Amerika ve Afrika’daki kurtuluş teolojisi, Filipinler’deki mücadele teolojisi, Çin’deki özyönetime, özdesteğe ve öz-neşre vurgu yapan Üç Öz Hareketi, Kore’deki Minjung teolojisi gibi örnekler, Hristiyanlıktaki esnekliğe ve ezilenlerin safında yer alma ihtimaline vurgu yapan çalışmalardı. Tüm bu örneklerde Hristiyanlık, devrimci hareketlerin asli özelliği hâline geldi. En çarpıcı örnekse, dört Katolik rahibin devrimci hükümet içerisinde görevler üstlendiği Sandinistlerin mücadelesiydi.

Gerçek şu ki sınıf mücadelesi, Hristiyanlığı da dikine kesen bir şey. O, sadece bu dini karşıya atan bir şey değil. Sanat, edebiyat gibi alanlarda din, sınıf mücadelesinin parçası hâline geliyor. Marksistler, bu etkileşim içerisinde konuşmanın farklı yollarını buluyorlar.

Aslında ABD ile Latin Amerika arasındaki ilişki dâhilinde karşımıza emperyalizme ait Hristiyanlık anlayışı ile antiemperyalizme ait Hristiyanlık anlayışı arasındaki çarpışma çıkıyor. Bazen ikincisi, Nikaragua gibi yerlerde başarı elde ediyor, bazen de El Salvador’da Başpiskopos Oscar Romero örneğinde görüldüğü üzere, ABD’de bizzat Hristiyanlarca eğitilmiş ölüm mangaları devrimcileri öldürüyor. Romero’nun katilleri, ABD’de sağcı Hristiyanlar tarafından destekleniyor.

Eğer Marksistler, Hristiyanlığı bir hayale veya ideolojiye indirgeyip onun içinde faal olan çatışmaları ve çelişkileri göremezse, gerçek mücadeleleri anlama konusunda eksik kalacak, o mücadelelerin içerisinde yer alan insanların anlamını ve değerini idrak edemeyecek.

Dinle, özellikle Hristiyanlığı solla uzlaştırma noktasında ben, solcuların Hristiyan olmalarını beklemiyorum elbette. Tanıdığım Marksistler, bu geleneklerin emekçi halkın hayatında oynadığı rolü ve o halkta sahip olduğu derin anlamı idrak ediyorlar.

Sen, Marx’ın afyonla ilgili sözünü aktardın. O sözden önce Marx “dinî çilenin, aynı zamanda gerçek çilenin ifadesi, gerçek çileye karşı bir tepki olduğunu, dinin zulüm gören mahlukun iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhtan yoksun şartların ruhu olduğunu” söylüyor. Din olarak değerlendirdiği şeyin ortadan kalkmasını Marx da istiyor ama o, bazı solcuların savunduğu ateizmin dile getirdiği yorumlardan daha derinlikli yorumlarda bulunuyor.

Castro gibi güneyin yoksul ülkelerinde başarıya ulaşmış devrimcilere baktığınızda, onların din konusunda açık olduklarını görüyorsunuz. Fidel ve Din isimli kitapta yer verilen, Castro’nun Brezilyalı rahip Frei Betto ile yaptığı sohbette bu açıklık, çok net bir biçimde görülüyor. Bu sohbette Fidel, tek başına dini hedef aldığınızda inançlı insanları karşı-devrimcilerin kollarına iteceğinizi söylüyor. Görebildiğimiz kadarıyla, Sovyetler’de yürütülen ateizm kampanyaları bile nihayetinde insanların manevi hayata katılım konusunda gösterdikleri isteği ortadan kaldıramadı, hatta bu kampanyalar, sovyet devletleri genelinde birbiriyle çelişen politikalara ve uygulamalara yol açtı. Sovyetler’in dine yönelik yürüttüğü politikalar, bir yandan da Polonya’da karşımıza çıkan Dayanışma Hareketi türünden güçlü muhalif hareketlere katkıda bulundu. Komünist devletlerin ve hareketlerin hedefe koyduğu inançlı insanlar, bu süreçte gereksiz yere bir dizi zorlukla yüzleşti.

Ben burada “köklü kiliselere veya Hristiyanların oluşturduğu ağlara şüpheyle yaklaşılması için ortada bir sebep yok” demiyorum elbette. Bunların sömürücü ekonomik düzenler için bir tür nostalji işlevi görebileceğini, dış müdahaleler için bir araç olarak kullanılabileceğini biliyoruz. Fakat bir bütün olarak Marksizm, inananların kendilerini ilerleme hâlindeki devrimci toplumların düşmanı değil de parçası olarak görecekleri bir alan açmakta hep güçlük çekti. Küba’daki ve Hindistan’ın Kerala eyaletindeki denemelerin öğretici olduğunu düşünüyorum. Güneyin yoksul ülkelerindeki pratikler, önemli dersler içeriyor. Buna karşılık, kuzeyin zengin ülkelerinde yaşayan Marksistler, maalesef bu tür pratiklere pek aşina değiller.

Solcular, bugün muhalif Hristiyanlık pratikleriyle kaynaşmayı bilmeli. Bu tespit, sadece Hristiyanlıkla da sınırlı değil. Politik düzlemde sol, kurtuluş mücadelesine girme arzusunda olan Hristiyanlarla uzlaşabilmeli. Başarılı bir hareket için bu şart.

Tarihsel planda Hristiyanlık, hem ezenin hem de işçi sınıfı ile ezilenin kullandığı bir araç olmuş. Podcast yayınınız, büyük ölçüde Latin Amerika’da tanık olduğumuz, “yoksulların tercihi” olarak takdim edilen kurtuluş teolojisinden istifade ediyor. Bu teolojik yaklaşımı nasıl tanımlarsın? Kurtuluş teolojisinin içeriği ve anlamı konusunda neler söylersin?

“Kurtuluş teolojisi” çok katmanlı bir tabir. İnsanlar, bu tabiri çoğunlukla sola meyilli her türden teolojiyi tanımlamak için kullanıyor. Ama bence bu, yanlış bir değerlendirme. Farklı kurtuluş teolojileri var, siyahların kurtuluş teolojisi, gay-lezbiyen kurtuluş teolojisi gibi. Benim aşina olduğum kurtuluş teolojisi ise Latin Amerika’da, esas olarak Katolik dünyanın içinden çıkan teoloji.

Kurumsal planda bu Katolik geleneği, Katolik Kilisesi içinde yaşanan ve İkinci Vatikan Konsili denilen tarihsel olayın ardından ortaya çıktı. Bu dönemde kilise, moderniteyle ilişkisini yeniden değerlendirmeye tabi tuttu, bu değerlendirmenin ışığında kilise, kendisi dışında gelişen eğilimlerle ve kilise dışında hareket eden insanlarla açık bir diyalog içine girdi.

Latin Amerika’da piskoposlar, bu konsilin yaptığı açılıma kendi yetki alanlarında yaşayan insanların maruz kaldıkları sömürüye dair düşünceler geliştirerek cevap geliştirdiler. 1968’de bu piskoposlar, halktan beslenen, tabandaki cemaatlerden kök alan bir kilise anlayışının geliştirilmesini önerdiler. Bu cemaatler, ibadetin yanında toplumsal amaçlar doğrultusunda bir araya gelen insanları ifade ediyorlardı. Bu cemaatler, birçok sendikanın ortaya çıkmasına, birçok okuma-yazma kampanyalarının yürütülmesine katkıda bulundular. Kurumsal kilisenin yanında bu insanlar, Latin Amerika genelinde kendilerini sömüren güçlere karşı örgütlü cepheler meydana getirdiler. Bölge ağırlıklı olarak Katolik olduğu için, doğal olarak Katolikliğin belirli biçimleri açığa çıktı ve ortaya konulan deneyimi teorik olarak besledi. Bir de arafta olan teologlar vardı. Bunların bir ayağı resmi kilisede diğeri de halk hareketlerindeydi. Bu isimler, yerleşik teolojik geleneğe itiraz ettiler ve yeni bir dil geliştirdiler. Bu anlamda kilise içerisinde ve bölgede birçok harekete tanıklık edildi.

Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisi, kilise dünyasında ve toplumda yaşanan hızlı değişimin ürünüdür. Kurtuluş teolojisiyle ilgili o mükemmel çalışmasında Brezilyalı Marksist Michael Löwy, İkinci Vatikan Konsili’nin ve Küba Devrimi’nin kurtuluş teolojisine öncülük eden iki önemli gelişme olduğunu kaydediyor.

Kendi adıma bir Hristiyan olarak kurtuluş teolojisinin İsa’nın “açları doyurun, üryanı giydirin, mahpusu özgürleştirin” gibi isteklerini yerine getirdiğini gördüm. Katolik olarak yetiştirilmiş bir insan olmama rağmen kimi dönemlerde Hristiyan ya da değil, farklı gelenekler üzerinden Katolik Kilisesi’nden uzaklaştım. Kurtuluş teolojisi benim yüzümü yeniden Katolik Kilisesi’ne çevirmemi sağladı. Kurtuluş teolojisi, içten içe bana kilisede bana ait bir yer olduğunu söylüyordu. Bu süreçte kurtuluş teolojisinin açtığı pencereden kendimdeki imana baktım. İçinden çıktığı maddi koşulları, büyüdüğüm dünyayı oradan anlamaya çalıştım.

Kurtuluş teolojisi üzerinden Hristiyan düşüncesinin ve geleneğinin Marksist politikaya ne tür katkıları olabilir sence? Aynı şekilde, Marksizm, bugün uygulandığı biçimiyle, Hristiyanlık içerisinde ne tür bir rol oynayabilir?

Galiba ilk sorunun cevabı daha kolay, o yüzden önce ilk sorudan başlayayım. İlerici Hristiyanlar, doğru şeylere ahlaken öfkelenmek konusunda gayet iyiler, ama bütün olarak bu insanlar, adaletsizliğin ana sebeplerini belirleyip ele alma konusunda o kadar iyi değiller.

Sınıfsal ilişkilerin belirlediği bir dünyada yaşıyoruz. Buna bir de başka baskıcı ilişkiler eşlik ediyor. Kapitalist bir ekonomide emek ve sermaye kendine has işlevlere sahip. Marx, bu işlevleri analiz ederek muazzam bir iş yapmış. Serveti emekçi insanlar üretiyorlar. Onlar olmasaydı, servet üretilemezdi. Aynı şekilde Hristiyanlar da zenginlerin elindeki aşırı zenginliği ve yoksulların içinde yaşadıkları koşulları eleştiriyorlar. Ama kapitalizm, kendisini ahlaki düzlemde mahkûm edenlere aldırış etmiyor. Çoğunlukla göstermese de kapitalist ekonomi önemli bir kudrete sahip.

Toplumda işleyen sınıfsal dinamiklere dikkat çekerek Marksizm, Hristiyanların kapitalizmi kavramalarına ve iyi sözler söylemenin ötesine geçerek, ona karşı nasıl örgütlenileceğini anlamalarına katkıda bulunabilir. Bir keresinde, Sosyalizm Yanlısı Hristiyanlar adında bir örgüt kuran Katolik bir isim olarak Kathleen Schultz’un bana söylediği gibi, “Marksizm, meseleleri açıklama konusunda önemli bir güce sahip.” Gerekli açıklamayı yaptıktan sonra eyleme geçme konusunda ihtiyaç duyduğunuz güce de kavuşuyorsunuz. Bu, bilhassa küresel ekonominin emperyalist merkezinde yaşayan Hristiyanlar için önemli bir mesele, çünkü bizim gibi ülkeler hâlen daha Hristiyanlık üzerinden savunulan bunca şiddetin sorumlusu. Marksizm, sistematik hâle gelmiş şiddetteki payımızdan veya kurtuluş teologlarının ifadesiyle, “yapısal günahımız”dan kurtulmamıza katkıda bulunabilir.

Esasında Küba’da çalışma yürüten Presbiteryen rahibi Sergio Arce gibi kimi kurtuluş teologları, Hristiyanlığın Marksizme muhtaç olduğunu düşünüyorlar, çünkü bizim güç ve zulüm üzerine kurulu maddi ilişkilerden kendi başımıza kurtulmamız mümkün değil. Bu anlamda Marksist bir devrim, aynı zamanda Hristiyanlığın kurtuluşu anlamına geliyor. Bu devrim, Hristiyanlığı burjuvaziye yaranmak zorunda olduğu, istediği şeyleri yapamadığı, İsa’nın emirlerini yerine getiremediği koşulları ortadan kaldıracaktır. Özetle, Hristiyanlar kapitalizmi tüm açıklığıyla görmek ve ondan kurtulmak için Marksizme mecburlar.

İlk soruna dönecek olursak; bu soru, hem zor hem de ilginç bir soru. Hristiyanların Marksistlere öğretebilecekleri konusunda aklıma iki şey geliyor. İlk husus, “yoksul” kategorisi. Kurtuluş teolojisinin asli toplumsal kategorisi proletarya değil, “yoksullar”dır. Bu kategori işçi sınıfını içerir, ama aynı zamanda topraksızları, köylüleri ve diğer sınıfları, bunun yanında, sınıfsal temele sahip olan, marjinalleştirilmiş kimlikleri kapsar. Kurtuluş teolojisi, tüm ezilenleri halkın mücadelesi içerisinde birleştirmek ister.

Yirmi birinci yüzyılda bu yaklaşım, Venezuela, Bolivya ve Brezilya gibi ülkelerde solcu hükümetlerin başarı kazanmasını sağlamıştır. Kara Panterler ve Genç Lordlar gibi örgütler de benzer bir yaklaşıma sahiptirler. Bu tür örgütler, Marx’ın “lümpen proletarya” dediği kesimi antikapitalist mücadele içerisinde örgütlemeyi bilmişlerdir.

Marksizm, elbette hayırlı gerekçelere bağlı olarak, proletaryaya odaklanıyor. Sermaye ve üretimle özel bir ilişkisi olan işçi sınıfı örgütlenme konusunda da avantajlara sahip. Gelgelelim, dünyanın önemli bir kısmı proleterleşmiş değil, buna karşılık, kapitalizmle mücadele etmek için çalışan çalışmayan herkese ihtiyacımız var. İşçi sınıfı, halk mücadelelerinin de ortaya koyduğu biçimiyle, iktidarı elde etmek için yegâne kaldıraç değil. ABD ve Kanada’da örgütlü emeğin zayıflığını dikkate aldığımızda tüm ümidimizi emek hareketine bağlayamayız, ama tabii bu hareketi görmezden gelemeyiz, onun varlığını nisyana gömemeyiz.

Hristiyanların Marksistlere öğretebileceği ikinci husus, devrimci bağışlama. Bunun somut örneği Sandinist devrimdir. Sandinistler iktidara gelince idam cezasını kaldırdılar. Bu anlamda devrim sonrası mahkemeler kuran, zalimleri, düşman safında savaşanları ve talihsiz halktan insanları idam eden devrimlerin ardındaki o sol gelenekten koptular. Sandinistler, bu kararı devrimin mayasında Hristiyanların kanı ve teri olduğu için alabildiler.

Marksizm, neyden nefret etmeniz gerektiğini söylediği için önemli. Hristiyanlık da sınıfsal nefret konusunda önemli bir tarihe sahip. Fakat Marksistler terörü asla affetmezlerken, Hristiyanlar, mevcut şiddet döngüsünün sona ermesi gerektiğini düşünüyorlar. Devrimci bağışlama pratiği zor, acı veren bir iş, ama aynı zamanda daha iyi bir dünyayı inşa etmek için önemli. Meşru da olsa şiddet, her zaman ahlaki hasara yol açıyor. Tarihsel planda Marksist toplumlar, bu açılan yaraların çilesini çektiler. Oysa devrim iyileştirici olmalı. Bu konuda devrimci Hristiyanlık önemli bir seçenek sunuyor. Sandinistler gibi Marksistler bu seçeneğe yöneldiler ve pratikte uyguladılar.

Felsefeci Jacques Ellul, insanların maneviyatla bağlarını korumaya ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Tespitine göre, seküler dünyamızda maneviyat ortadan kaldırılmadı, ama yerini yurdunu yitirdi. Yerini başka şeyler aldı. Bu anlamda bugün aslında her zamankinden daha dinî bir çağda yaşıyoruz. Devrim, cinsellik, ulus devlet, teknoloji gibi kutsal nesnelerimiz var. Ellul’a katılıyor musun? Dinin ve maneviyatın toplumda her zaman bir rol oynayacağına inanıyor musun?

Eski bir Hristiyan anarşist olan Ellul, hayatımın bir döneminde benim için önemli olmuş bir isim. Doğal olarak burada da karşıma çıkması gayet doğal! Onun kutsal kitaplar temelinde, insanların putlar ürettiğine dair vurgusu önemli. Tam da bu tespiti üzerinden Ellul, Fransa’da ortaya çıkan Durumcularla ilgilenmiştir. Ona göre, “gösteri”den dem vuran Guy Debord, aslında putçuluk eleştirisinin ürettiği geleneği belli yönlerden solculuğun diline tercüme etmişti.

Ama bu noktada itiraf etmeliyim ki ben, aslında insanların “din” veya “maneviyat” gibi kelimeleri ne anlamda kullandıklarını bilmiyorum. Bu terimler, insanî deneyimin evrensel özellikleriymiş gibi takdim edildikleri vakit geriliyorum. Artık Ellul’dan haz etmememin bir sebebi bu. Ellul, aslında Hristiyanlığı üstün görüyor, bir anlamda Hristiyan üstünlükçülüğü öneriyor, bu sebeple de modernitenin tüm sorunlarının nihai çözümünü Kitab-ı Mukaddes’i temel alan (Ellul’a göre reforma tabi tutulmuş) Hristiyanlığa dönüşte buluyor. Ellul, Marksizme çok yakın durduğu için kurtuluş teolojisini kendisine düşman belliyor. Onun maneviyatının dünyayla fazla kirlendiğini düşünüyor.

Frei Betto, Küba’nın manevi disipline ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. Amerikan ablukasının hüküm sürdüğü koşullarda insanların kuyruklarda beklemesi, kıtlıkla başa çıkabilmesi, dayanışma içerisinde hareket edebilmesi için bir tür maneviyata, başkalarına ve geleceğe açık olmaya ihtiyacı var.

Bu kastediliyorsa, evet, her toplumda maneviyat her daim bir role sahip olacak. Toplumun belirli çalışmalara ister kilise, ister devlet, ister ütopyacı bir komün isterse tarım hareketi eliyle olsun, nasıl kanalize edileceği çözüme kavuşturulamamış bir mesele. Bahsini ettiğim açıklık, kurumsal biçimlerin ve disiplinlerin ötesine uzanmalı. Bu açıdan Marx’ın dediğine katılmıyorum. Din de maneviyat da insanların karnı doyduğunda, başını sokacak bir evleri olduğunda çözülüp dağılacak şeyler değiller. Bilâkis, maddi kısıtlamalardan kurtulduğumuzda, manevi hayatın yeni boyutlarını keşfedeceğiz. Umarım, Hristiyanlık sermayeyle, feodalizmle ve her türden hâkimiyet biçimiyle arasındaki bağlardan kurtulur ve Ellul’ın dediği gibi gerçek din anlamında değil de Tanrı’nın vaat ettiği, sevgiyle bir araya gelmiş yoksulların hükümranlığına şahit olan bir din olarak geleceğin dünyasında kendisine yer bulur.

Kaynak

0 Yorum: