Frantz Fanon, 1925 yılında
Karayipler’de bulunan Martinik adasında dünyaya geldi ve Fransız İmparatorluğu
mensubu bir beyefendi olarak yetişti. Farklı yerlerde Fransız ordusu için
çalıştığı dönemin ardından Fransa’ya geldiğinde, sömürgeci efendilerinin
ülkesinde siyah halkı içerisinde elindeki sınıfsal ayrıcalığın hiçbir anlamı
bulunmadığını, kendisinin siyahi bir adamdan başka bir şey olmadığını gördü.
Fransa’da bir üniversiteye tez
olarak sunduğu, fakat redde tabi tutulan Siyah Deri Beyaz Maskeler isimli
kitabındaki o ünlü bölümde Fanon, beyaz bir Fransız çocuğun kendisini görünce
annesine “Anne bak zenci!” diye bağırdığında yaşadığı şoktan bahsediyor. Ama
sonrasında Fanon, kendisinin yüzleştiği bu şoktan yola çıkarak, tüm dünya
genelinde sömürgeciliği anlama çabası içine giriyor.
Aynı kitabın son bölümünde Fanon,
Avrupalı felsefeci Hegel’in ünlü çalışması “Efendi ve Köle”ye yönelik okuması
üzerinden, bu anlayışı kendi amacı doğrultusunda kullanma yoluna gidiyor.
Şiddete Dair filmini
izlerken, emperyalistlerin çizdikleri sınırlarda dövüşen özgürlük
savaşçılarının Mozambik ve Angola devletinin ismini anışında bu husus aklımıza
geliyor. Fanon’un bize verdiği ders, efendilerin geliştirdikleri şeyleri köle
veya sömürge halkların çıkarları doğrultusunda kullanılabileceğini öğretiyor.
Bu konuda Fanon, W. E. B. Du Bois ve Nelson Mandela gibi büyük liderlerle
birlikte anılmayı hak ediyor.
Sömürgeciliği tefekkür etmeye
devam eden Fanon, bir yandan başka bir şey yapmak istiyor. Tüm vaktini ve
becerisini şiddetin çilesini çeken insanları iyileştirmek için tahsis ediyor.
Bu filmde Portekizce konuşan
direnişçiler gibi Fanon da Fransızca konuşan, ama bir yandan da efendisinin
dilini kendi diliyle melezlemiş olan bir Afrika ülkesine gidiyor. Bu düşünce,
Cezayirli Assia Cebar, Güney Afrikalı Njabulo Ndebele ve Hindistanlı Seyyid
Abdulmelik’te de karşımıza çıkıyor.
Senegal’den gerekli cevabı
alamayan Fanon, Kuzey Afrika’daki Cezayir’e gidiyor. Psikiyatri eğitimi almış
olan Fanon, burada Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde çalışmaya başlıyor.
Hastanede sömürge psikopatolojisi adını taşıyan radikal teorisini geliştiren
Fanon, 1954’te katıldığı Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi ile birlikte Fransız
sömürgeciliğine karşı mücadele veriyor.
Biraz önce adını andığım dostum Assia
Cebar, Tunus’ta Fanon’la birlikte çalışmış olan bir isim. Kendisi, bana
Fanon’un şiddeti görmezden gelmek yerine onun sonuçları üzerinden açılan
yaraları iyileştirme yönünde ortaya koyduğu çalışmaların detaylarını benimle
paylaşmıştı.
Fanon, 36 yaşında vefat etti. Bu
ateşin doğurduğu, yolunda kararlı bir şekilde yürüyen insan, özde kurtuluşun
ardından içte oluşan şiddet sarmalına yakalanan, sınıf mücadeleleriyle uğraşan,
ülkedeki açgözlülükle boğuşan sömürge ülkeleri irfanı ve birikimiyle besleyecek
kadar çok yaşadı.
Sömürgecilik, insanlığın yüzleştiği,
açgözlülükle ilgili bir meseledir. Kimse bir başkasından daha iyi değil. Her bir
nesil, özgürlük pratiği konusunda eğitilmeli, tıpkı Fanon gibi, başkalarını önemsemeyi
öğrenmeli. Özgürlük pratiği ve başkalarını önemsemek, sömürgeciliğin son
verdiği hasletler.
Sermaye oluşumu konusunda
gösterilen açgözlülük dâhilinde sömürgecilik, hâlihazırda varolan cahil ırkçılığın
medeniyet, modernleşme veya bugün gördüğümüz biçimiyle, küreselleşme adına
piyasalara yayılmasını sağlıyor.
Şiddete Dair filmi,
şiddet araçlarını eline alıp başkalarını öldürmek adına iki ayağı üzerine
doğrulduğu vakit yoksulun ikna olduğu milleti redde tabi tuttuğu trajik anı
anlatıyor. Kendisi de sömürgeciler içerisinde yaşayan güçlü bir sömürgecilik
karşıtı isim olan Fransız felsefeci Jean-Paul Sartre, Fanon’un ömrünün son on
haftası içerisinde yazdığı kitabı okuyor. Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’ni
yazdığı sırada akut lösemiye yakalandığını, ayrıca sömürgeci Fransız
hükümetinin peşinde olduğunu biliyor. Sartre, kitabı şiddete verilmiş bir onay
olarak okuyor, ama satır aralarına bakmıyor.
O satır aralarında Fanon, asıl
trajedinin yoksulun şiddetin sınırlarına hapsolması olduğunu söylüyor. Onun cevap
verme imkânının kesinlikle bulunmadığı koşullara verebileceği başka bir cevap
yok. Onun elinden, sömürgecilerin meşru görülen şiddetini tüm kesinliğiyle uygulamaktan
başkası gelmiyor. Yoksulun canı, sömürgecilerin ölümü karşısında hiçbir anlam
ve değere sahip değil: aşırı duygusallaştırılmış 11 Eylül’ler, kabul dahi
edilmeyen Hiroşimaların karşısına çıkartılıyor.
Bu noktada Gandi’nin pasif
direnişin gücü konusunda sunduğu ders ile şiddeti en uç noktaya taşıyan ve onu
meşrulaştıran devlet pratiğiyle İsrail’in sunduğu dersin bugün için faydalı
olduğunu görmek gerekiyor. Tam da bu bağlamda, Portekiz’e karşı verdikleri
mücadelenin ardından yeni kurulan Angola ve Mozambik’in iç savaş süreci
içerisine girdiği ve sömürgeciden kurtulmanın yoksula yeni bir günle
tanıştıracağı hayalini suya düşürdüğü gerçeği anımsanmalı.
Neticede Mozambik, tüm güçleriyle
kapitalist küreselleşme sürecine dâhil oldu. Bu, istisnadan çok bir kural.
Fanon, Geberen Sömürgecilik
kitabında bir uyarıda bulunuyor. Kendisinde iradenin iyimserliğinden kalan o son
zerreyle şunu söylüyor: “Artık küçük öncülerin çağı geride kaldı”. Burada
Fanon, farkında olmadan, bugün filmde izleyeceğimiz gerilla savaşını tarif
ediyor. Büyük tarihçi Fernand Braudel’in “uzun vade” dediği kesitte
sömürgecilik öncesi sorunlar, sömürgecilik sonrası dönemde oluşan sorunlar
üzerinden yeniden gündeme geldi. “Toplumsal faaliyetler denilen yüzeyin altında
görünmez olan yapılar” neden oldu buna.
Birçoğumuz, sömürgecilik dönemindeki
asıl felâketin sömürgenin zihninin yok edilmesi, onun saf şiddeti kabule
zorlanması olduğunu düşünürüz. Sömürgeci, sömürgeye özgürlük pratiği konusunda
hiçbir alan sunmaz, bu sebeple sömürgenin zihni, sömürgelikten kurtulması
durumunda herhangi bir şey inşa edemez.
Du Bois ve Mandela gibi kâmil
liderlerin sunduğu örnekliğe baktığımızda, Fanon yaşasaydı, onun da aynı yolda
ilerleyeceğini söyleyebiliyoruz. Kendi ulus-devletleri için çalışmış olan Gandi’den,
ilk dönem Du Bois’ten, hatta Mandela’dan farklı olarak Fanon, Cezayirli değildi,
yardım ettiği ülkenin bir mensubu değildi. Bir ulus devlet içerisinde
düşünmektense dünyayı düşünme arzusunda olan bizim gibiler için bu durum önemli
derslerle yüklü. Bu derslerden biri de özgürlük pratiği olmaksızın salt ulusal
kurtuluşa erişmenin pratikte toplumsal düzeyde yoksullara adil bir dünya
sunmadığıyla ilgili.
Fanon, Cezayir’deki sıradan
insanın konuştuğu dil olan Arapçayı bilmiyordu. Ülkenin çoğunluğunun ait olduğu
din olan İslam ile de alakası yoktu. O, günümüz dünyasında politik hareketlilik
için gerekli olan, bilhassa bugün “İslam dünyası” denilen coğrafyada elde
edilen bağımsızlık sonrası önemli hâle gelen söylem olarak dinin gücünden de
habersizdi.
1991’de Cezayir’in Vahran
şehrinde kurulan seçim sandıklarında görevliydim. Sömürgecilik sonrası dönem
bağlamında, yani Fanon’un bilemeyeceği süreç dâhilinde yaşanan trajediyi, bu
filmde aktarılan trajediyi dikkatle izleyip üzerine kafa yormak gerekiyor. Film,
öğretici bir metin aynı zamanda.
Bir iki kelime de toplumsal
cinsiyet meselesi için edeyim. Bu film, bize kurtuluş mücadeleleri her ne kadar
görünüşte kadınları eşit oldukları bir düzleme taşımışsa da on dokuzuncu yüzyıl,
hatta daha öncesinden başlayan süreç dâhilinde, o toz duman dağıldığında,
sömürgecilik sonrası ulus denilen olgu, kadını ezen, ama hiç görünmeyen, uzun
zaman sökülüp atılamayan yapılara yeniden başvurdu.
Filmdeki en çarpıcı sahnelerden
biri, siyahi Venüs’ün gösterildiği sahne. Burada film, kolları olmayan Milo
Venüsü’nü anımsatıyor. Bu, aynı zamanda çıplak memesinden bir bebeği emziren
siyahi Meryem Ana’yı ifade ediyor. Bu ikona, bize ister gelişmiş isterse
gelişmekte olan ülke olsun, savaşta yer alan veya meşru devletlerin meşru
ordularında çalışan kadınlara tecavüze onay verilmeye devam edildiği gerçeğini
anımsatıyor. Kadının ezilmesi ve kadına şiddet konusunda sömürgeci ve sömürge,
kol kola giriyor. Her ikisi de anneliği ona yönelik bir acıma duygusuyla
yüceltiyor.
Bu noktada kardeşimiz Fanon’u
zihniyetini değiştirmeye teşvik etmemiz gerekiyor. Ama yaşasa seksenlerinde
olacak olan Fanon, burada değil. Biz, sadece devrimde faal olarak çalışan Cezayirli
kadınların çektiği Barberousse mes soeurs (“Barbarossa, Kız
Kardeşlerim” -Hassan Buabdallah, 1985) filmini izlemenizi tavsiye edebiliriz.
Bu filmimizse Frantz Fanon’un Yeryüzünün
Lanetlileri isimli eserine yönelik bir saygı, görsellikle anlatma denemesi.
Konuşmamı Fanon gibi sonlandırayım ve iki yüz yıldan fazla bir zaman önce
Avrupa için kalem oynatan Avrupalı felsefeciye çevireyim yüzümü. Ben de Hegel’in
Kant için dediği sözü aktarayım: “İnsanlar (tüm özneleri içeren kütle) ve
dostlarının kendileri için alamadığı hiçbir kararı egemen alamaz.”
Sömürgecilik koşullarında halk,
özgürlüğü pratiğe dökemez. Pratik yoksa karar da alamazsınız.
Şimdi sinema perdesinde
göreceğimiz insanlar, yoksulların en yoksuludur, halkın küçük bir kısmını
teşkil eder ve savaşta onları şiddetin içine çeken egemen liderlerce ilk olarak
ölüme gönderilmişlerdir. Bu pratik, tüm ordularda ve tüm direniş hareketlerinde
ulus ve din adına uygulamaya konulur.
Bugün Fanon yaşasa faydalı
olabilirdi. Toplumsal cinsiyet konusuna gelince, “halkı” bizzat biz toplumsal
cinsiyet meselesinin konusu kılmalıyız. Kardeşlerimiz Kant ve Fanon, bu noktada
bir katkı sunmuyorlar.
Bu görevleri bize verdiği için
Göran Olsson’a teşekkür ederim.
Gayatri Çakravorti Spivak
New York 30 Aralık 2013
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder