06 Aralık 2022

,

Şiddete Dair’e Önsöz

Frantz Fanon, 1925 yılında Karayipler’de bulunan Martinik adasında dünyaya geldi ve Fransız İmparatorluğu mensubu bir beyefendi olarak yetişti. Farklı yerlerde Fransız ordusu için çalıştığı dönemin ardından Fransa’ya geldiğinde, sömürgeci efendilerinin ülkesinde siyah halkı içerisinde elindeki sınıfsal ayrıcalığın hiçbir anlamı bulunmadığını, kendisinin siyahi bir adamdan başka bir şey olmadığını gördü.

Fransa’da bir üniversiteye tez olarak sunduğu, fakat redde tabi tutulan Siyah Deri Beyaz Maskeler isimli kitabındaki o ünlü bölümde Fanon, beyaz bir Fransız çocuğun kendisini görünce annesine “Anne bak zenci!” diye bağırdığında yaşadığı şoktan bahsediyor. Ama sonrasında Fanon, kendisinin yüzleştiği bu şoktan yola çıkarak, tüm dünya genelinde sömürgeciliği anlama çabası içine giriyor.

Aynı kitabın son bölümünde Fanon, Avrupalı felsefeci Hegel’in ünlü çalışması “Efendi ve Köle”ye yönelik okuması üzerinden, bu anlayışı kendi amacı doğrultusunda kullanma yoluna gidiyor.

Şiddete Dair filmini izlerken, emperyalistlerin çizdikleri sınırlarda dövüşen özgürlük savaşçılarının Mozambik ve Angola devletinin ismini anışında bu husus aklımıza geliyor. Fanon’un bize verdiği ders, efendilerin geliştirdikleri şeyleri köle veya sömürge halkların çıkarları doğrultusunda kullanılabileceğini öğretiyor. Bu konuda Fanon, W. E. B. Du Bois ve Nelson Mandela gibi büyük liderlerle birlikte anılmayı hak ediyor.

Sömürgeciliği tefekkür etmeye devam eden Fanon, bir yandan başka bir şey yapmak istiyor. Tüm vaktini ve becerisini şiddetin çilesini çeken insanları iyileştirmek için tahsis ediyor.

Bu filmde Portekizce konuşan direnişçiler gibi Fanon da Fransızca konuşan, ama bir yandan da efendisinin dilini kendi diliyle melezlemiş olan bir Afrika ülkesine gidiyor. Bu düşünce, Cezayirli Assia Cebar, Güney Afrikalı Njabulo Ndebele ve Hindistanlı Seyyid Abdulmelik’te de karşımıza çıkıyor.

Senegal’den gerekli cevabı alamayan Fanon, Kuzey Afrika’daki Cezayir’e gidiyor. Psikiyatri eğitimi almış olan Fanon, burada Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde çalışmaya başlıyor. Hastanede sömürge psikopatolojisi adını taşıyan radikal teorisini geliştiren Fanon, 1954’te katıldığı Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi ile birlikte Fransız sömürgeciliğine karşı mücadele veriyor.

Biraz önce adını andığım dostum Assia Cebar, Tunus’ta Fanon’la birlikte çalışmış olan bir isim. Kendisi, bana Fanon’un şiddeti görmezden gelmek yerine onun sonuçları üzerinden açılan yaraları iyileştirme yönünde ortaya koyduğu çalışmaların detaylarını benimle paylaşmıştı.

Fanon, 36 yaşında vefat etti. Bu ateşin doğurduğu, yolunda kararlı bir şekilde yürüyen insan, özde kurtuluşun ardından içte oluşan şiddet sarmalına yakalanan, sınıf mücadeleleriyle uğraşan, ülkedeki açgözlülükle boğuşan sömürge ülkeleri irfanı ve birikimiyle besleyecek kadar çok yaşadı.

Sömürgecilik, insanlığın yüzleştiği, açgözlülükle ilgili bir meseledir. Kimse bir başkasından daha iyi değil. Her bir nesil, özgürlük pratiği konusunda eğitilmeli, tıpkı Fanon gibi, başkalarını önemsemeyi öğrenmeli. Özgürlük pratiği ve başkalarını önemsemek, sömürgeciliğin son verdiği hasletler.

Sermaye oluşumu konusunda gösterilen açgözlülük dâhilinde sömürgecilik, hâlihazırda varolan cahil ırkçılığın medeniyet, modernleşme veya bugün gördüğümüz biçimiyle, küreselleşme adına piyasalara yayılmasını sağlıyor.

Şiddete Dair filmi, şiddet araçlarını eline alıp başkalarını öldürmek adına iki ayağı üzerine doğrulduğu vakit yoksulun ikna olduğu milleti redde tabi tuttuğu trajik anı anlatıyor. Kendisi de sömürgeciler içerisinde yaşayan güçlü bir sömürgecilik karşıtı isim olan Fransız felsefeci Jean-Paul Sartre, Fanon’un ömrünün son on haftası içerisinde yazdığı kitabı okuyor. Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazdığı sırada akut lösemiye yakalandığını, ayrıca sömürgeci Fransız hükümetinin peşinde olduğunu biliyor. Sartre, kitabı şiddete verilmiş bir onay olarak okuyor, ama satır aralarına bakmıyor.

O satır aralarında Fanon, asıl trajedinin yoksulun şiddetin sınırlarına hapsolması olduğunu söylüyor. Onun cevap verme imkânının kesinlikle bulunmadığı koşullara verebileceği başka bir cevap yok. Onun elinden, sömürgecilerin meşru görülen şiddetini tüm kesinliğiyle uygulamaktan başkası gelmiyor. Yoksulun canı, sömürgecilerin ölümü karşısında hiçbir anlam ve değere sahip değil: aşırı duygusallaştırılmış 11 Eylül’ler, kabul dahi edilmeyen Hiroşimaların karşısına çıkartılıyor.

Bu noktada Gandi’nin pasif direnişin gücü konusunda sunduğu ders ile şiddeti en uç noktaya taşıyan ve onu meşrulaştıran devlet pratiğiyle İsrail’in sunduğu dersin bugün için faydalı olduğunu görmek gerekiyor. Tam da bu bağlamda, Portekiz’e karşı verdikleri mücadelenin ardından yeni kurulan Angola ve Mozambik’in iç savaş süreci içerisine girdiği ve sömürgeciden kurtulmanın yoksula yeni bir günle tanıştıracağı hayalini suya düşürdüğü gerçeği anımsanmalı.

Neticede Mozambik, tüm güçleriyle kapitalist küreselleşme sürecine dâhil oldu. Bu, istisnadan çok bir kural.

Fanon, Geberen Sömürgecilik kitabında bir uyarıda bulunuyor. Kendisinde iradenin iyimserliğinden kalan o son zerreyle şunu söylüyor: “Artık küçük öncülerin çağı geride kaldı”. Burada Fanon, farkında olmadan, bugün filmde izleyeceğimiz gerilla savaşını tarif ediyor. Büyük tarihçi Fernand Braudel’in “uzun vade” dediği kesitte sömürgecilik öncesi sorunlar, sömürgecilik sonrası dönemde oluşan sorunlar üzerinden yeniden gündeme geldi. “Toplumsal faaliyetler denilen yüzeyin altında görünmez olan yapılar” neden oldu buna.

Birçoğumuz, sömürgecilik dönemindeki asıl felâketin sömürgenin zihninin yok edilmesi, onun saf şiddeti kabule zorlanması olduğunu düşünürüz. Sömürgeci, sömürgeye özgürlük pratiği konusunda hiçbir alan sunmaz, bu sebeple sömürgenin zihni, sömürgelikten kurtulması durumunda herhangi bir şey inşa edemez.

Du Bois ve Mandela gibi kâmil liderlerin sunduğu örnekliğe baktığımızda, Fanon yaşasaydı, onun da aynı yolda ilerleyeceğini söyleyebiliyoruz. Kendi ulus-devletleri için çalışmış olan Gandi’den, ilk dönem Du Bois’ten, hatta Mandela’dan farklı olarak Fanon, Cezayirli değildi, yardım ettiği ülkenin bir mensubu değildi. Bir ulus devlet içerisinde düşünmektense dünyayı düşünme arzusunda olan bizim gibiler için bu durum önemli derslerle yüklü. Bu derslerden biri de özgürlük pratiği olmaksızın salt ulusal kurtuluşa erişmenin pratikte toplumsal düzeyde yoksullara adil bir dünya sunmadığıyla ilgili.

Fanon, Cezayir’deki sıradan insanın konuştuğu dil olan Arapçayı bilmiyordu. Ülkenin çoğunluğunun ait olduğu din olan İslam ile de alakası yoktu. O, günümüz dünyasında politik hareketlilik için gerekli olan, bilhassa bugün “İslam dünyası” denilen coğrafyada elde edilen bağımsızlık sonrası önemli hâle gelen söylem olarak dinin gücünden de habersizdi.

1991’de Cezayir’in Vahran şehrinde kurulan seçim sandıklarında görevliydim. Sömürgecilik sonrası dönem bağlamında, yani Fanon’un bilemeyeceği süreç dâhilinde yaşanan trajediyi, bu filmde aktarılan trajediyi dikkatle izleyip üzerine kafa yormak gerekiyor. Film, öğretici bir metin aynı zamanda.

Bir iki kelime de toplumsal cinsiyet meselesi için edeyim. Bu film, bize kurtuluş mücadeleleri her ne kadar görünüşte kadınları eşit oldukları bir düzleme taşımışsa da on dokuzuncu yüzyıl, hatta daha öncesinden başlayan süreç dâhilinde, o toz duman dağıldığında, sömürgecilik sonrası ulus denilen olgu, kadını ezen, ama hiç görünmeyen, uzun zaman sökülüp atılamayan yapılara yeniden başvurdu.

Filmdeki en çarpıcı sahnelerden biri, siyahi Venüs’ün gösterildiği sahne. Burada film, kolları olmayan Milo Venüsü’nü anımsatıyor. Bu, aynı zamanda çıplak memesinden bir bebeği emziren siyahi Meryem Ana’yı ifade ediyor. Bu ikona, bize ister gelişmiş isterse gelişmekte olan ülke olsun, savaşta yer alan veya meşru devletlerin meşru ordularında çalışan kadınlara tecavüze onay verilmeye devam edildiği gerçeğini anımsatıyor. Kadının ezilmesi ve kadına şiddet konusunda sömürgeci ve sömürge, kol kola giriyor. Her ikisi de anneliği ona yönelik bir acıma duygusuyla yüceltiyor.

Bu noktada kardeşimiz Fanon’u zihniyetini değiştirmeye teşvik etmemiz gerekiyor. Ama yaşasa seksenlerinde olacak olan Fanon, burada değil. Biz, sadece devrimde faal olarak çalışan Cezayirli kadınların çektiği Barberousse mes soeurs (“Barbarossa, Kız Kardeşlerim” -Hassan Buabdallah, 1985) filmini izlemenizi tavsiye edebiliriz.

Bu filmimizse Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri isimli eserine yönelik bir saygı, görsellikle anlatma denemesi. Konuşmamı Fanon gibi sonlandırayım ve iki yüz yıldan fazla bir zaman önce Avrupa için kalem oynatan Avrupalı felsefeciye çevireyim yüzümü. Ben de Hegel’in Kant için dediği sözü aktarayım: “İnsanlar (tüm özneleri içeren kütle) ve dostlarının kendileri için alamadığı hiçbir kararı egemen alamaz.”

Sömürgecilik koşullarında halk, özgürlüğü pratiğe dökemez. Pratik yoksa karar da alamazsınız.

Şimdi sinema perdesinde göreceğimiz insanlar, yoksulların en yoksuludur, halkın küçük bir kısmını teşkil eder ve savaşta onları şiddetin içine çeken egemen liderlerce ilk olarak ölüme gönderilmişlerdir. Bu pratik, tüm ordularda ve tüm direniş hareketlerinde ulus ve din adına uygulamaya konulur.

Bugün Fanon yaşasa faydalı olabilirdi. Toplumsal cinsiyet konusuna gelince, “halkı” bizzat biz toplumsal cinsiyet meselesinin konusu kılmalıyız. Kardeşlerimiz Kant ve Fanon, bu noktada bir katkı sunmuyorlar.

Bu görevleri bize verdiği için Göran Olsson’a teşekkür ederim.

Gayatri Çakravorti Spivak
New York 30 Aralık 2013
Kaynak

Şiddete Dair

0 Yorum: