Mülteciler,
Müslümanlar ve göçmenler gibi azınlık gruplarının ötekileştirilip günah keçisi
ilân edilmeleri, çağımızın ahlaki felâketidir. Ekonomi ne vakit kötüleşse,
millici ve yerlici klişeler içselleştirilir. Böylece, medeniyet ve aydınlanma
kisvesine bürünen Batı istisnacılığının kolektif ruhumuzun içine düştüğü kenef
olduğu ortaya çıkar.
Siyahların
Amerika’da insan hakları mücadelesi verdiği dönemin güçlü sesi James Baldwin’in
de bir vakitler dediği gibi, “İnsanların içlerindeki nefrete bu denli inatçı
bir biçimde bağlı kalmalarının bir sebebinin, onların o nefret çekip
gittiğinde, acıyla başa çıkmak zorunda kalacaklarını hissediyor olmalarıdır.”
Ötekiye
yönelik düşmanlık, bugün kemer sıkma politikalarını savunan ideolojik çevrenin
dayaktan geçirdiği, hırpaladığı işçi sınıfı bilincine sızdı. Bu düşmanlık,
kemer sıkma politikalarının tüm acımasızlığıyla uygulandığı bir çağda,
yoksulluğun çilesiyle, ücretlerin düşürülmesini öngören sözleşmelerle ve
ümitsizlikle baş etmek için başvurulan bir yol olabilir mi?
Ekonominin
çöktüğü momentlerde azınlıklar, anında günah keçisi ilân ediliyorlar. “Bizim”
ve “biz” diyebildiğimiz yerde onlar ancak “öteki” olarak varolabiliyorlar.
Varlıkları, milletin çıkarı olarak görülene dair inancı peşinen kabullenmemizi
sağlayan, bizi aslında biz ve bizim olanla ilişkimizin dışında duran gerçek
“öteki” anlamında egemen sınıfa bağlayan kültürel değerlere ve kimlik üzerine
inşa edilmiş muhayyel cemaate yönelik bir tehdit olarak görülüyor. Öteki,
esasında yanlış bilinci edinerek ödediğimiz bedeli anımsatan bir andaç olarak
iş görüyor.
Gramsci,
yanlış bilinci sağduyu ile ilişkilendiriyor ve iyi duyuyla karşıtlık içerisinde
olduğunu düşündüğü sağduyunun büyük bir cüretle toplum olarak tarif ettiğimiz,
geç dönem kapitalizmin tanrısının dişleri arasında kıpırdamadan durmamızı
sağlayan kültürel ve toplumsal şartların doğal sonucu olduğunu söylüyor.
Napolyon
Bonapart ise zenginlerin servetlerinin yoksullar sayesinde biriktirilip
geleceğe taşındığı toplumlarda dinin rolünü veciz bir ifade ile dile getiriyor:
“Din, yoksulların zenginleri öldürmesine mani olan şeydir.” Oysa generalin bu
sözüne yurtseverliği, milli kimliği, aynı amaca hizmet eden diğer kültürel
koşulları da eklemek gerekiyor.
Erich
Fromm, ilk dönem (devrimci) Hristiyanlığın sömürülen yoksulların ve ezilenlerin
ideolojisi olduğunu, önceki hiçbir imparatorluğun ulaşamadığı yerlere ulaşmış
olan Roma İmparatorluğu elinde çile çekenlerin bu ideolojiye bağlandığını, söz
konusu ideolojinin hâlen daha gerçekleri açıklama anlamında geçerliliğini
muhafaza ettiğini söylüyor. Fromm’a göre, ilk dönem Hristiyanlığa destek olan
insanlar, “eğitimsiz yoksul halk kitleleri, Kudüs proletaryası, artan politik
ve ekonomik baskılara bağlı olarak mevcut koşulların değişmesini isteyen
köylüler”di. Fromm, sözlerine şu şekilde devam ediyor:
“O, tarihsel açıdan önem
arz eden mesihçi ve devrimci hareket, yoksul Hristiyanlık içerisinden neşet
etmiştir.”
Fromm
doğru söylüyor. İlk dönem Hristiyanlıktaki devrimci itki, incillerde de
karşımıza çıkıyor:
Ne mutlu
size, ey yoksullar, çünkü Tanrı’nın egemenliği sizindir.
Ne mutlu size, şimdi açlık çekenler, çünkü doyurulacaksınız.
Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar, çünkü güleceksiniz.
Vay hâline, şimdi karnı tok olan sizler, çünkü açlık çekeceksiniz.
Vay hâlinize, ey şimdi gülenler, çünkü yas tutup ağlayacaksınız. [Luka
İncili 6]
Burada
genelde Hristiyanlığı tanımlayan unsur olarak görülen barış ve sevgi mesajları
verilmiyor. Bu cümlelerde Marx’ın Komünist Manifesto’sunda görülen
türden bir sınıfsal öfke var. Yoksulluğun üzerindeki, onu gizemli kılan ve
doğal bir olgu ya da Tanrı’nın emrettiği bir koşul olarak takdim eden örtü
kaldırılıyor, özgürlük adına değil, kâr ve sermaye birikimi adına bir sınıfın
diğer bir sınıfı sömürdüğü gerçeklik bağlamına yerleştiriliyor.
Yirmilerde
ve otuzlarda ortaya çıkan faşizm, ekonominin çöktüğü kriz koşullarında egemen
sınıfla alakalı bir meseleydi. Bugün de benzer bir süreci tecrübe ediyoruz.
Yirmilerin sonunda ve otuzlarda dünya ekonomisi, Amerika’daki Büyük Buhran’dan
epey etkilendi. Aynı şekilde, 2008’deki finans krizinde de tüm kapitalist
sistem krize girdi. Maddi çıkarları ve ihtiyaçları ile bu sisteme karşı olan
işçi sınıfının aklında ve yüreğinde sistemin yaşamasını sağlamak için kimi
fikirler ortaya atıldı.
Yoksullaşma
ve zulüm neticesinde Avrupa ve Amerika’da o Büyük Buhran döneminde komünist
fikirler gelişme imkânı buldular. Tıpkı ilk dönem Hristiyanlık gibi komünizm de
milli ve kültürel açıdan özel olunduğuna dair anlayışları aşmak suretiyle
başarı kazandı. O da Hristiyanlık gibi dünyayı sarsan dünya-tarihsel bir
hareket hâline geldi.
Alttakilerin
servetlerine, imtiyazlarına ve iktidarına el koyacağı korkusuna kapılan egemen
sınıf, yüzünü faşizme çevirdi. Büyüye inanan, cehaleti savunan düşünce
yapısının ürettiği, ırkın, milletin ve kültürün üstünlüğüne vurgu yapan o dar
ve kaba ideolojisi, yükselen komünist dalganın önüne bir dalgakıran gibi
yerleştirildi. Faşizm, insanın maddi varoluş koşullarıyla kurduğu gerçek
ilişkileri temel alan komünizmin karşısına çıkartıldı.
Felsefi
Arabeskler isimli başyapıtında Nikolay Buharin şu tespiti yapıyordu:
“Gemi azıya almış
milliyetçilikteki ani yükseliş, ırka dair bir özellik değil, son aşamasına
gelmiş olan, kapitalizmin genel kriziyle, kapitalizmdeki çelişkilerin
derinleşmesiyle bağlantılı çöküşün eşiğine gelip dayanmış bulunan emperyalizmin
ideolojik ve politik ifadesidir.”
Bu
“gemi azıya almış milliyetçilik”, 2008 ekonomik krizinde tekrar gündeme geldi.
Bu dönemde egemen sınıflar, işçi sınıfının ve yoksulların elinden serveti ve
kaynakları alıp, onları kapitalist sınıfa ve zenginlere aktarma hedefiyle
politik iktidar tarafından imal edilmiş kemer sıkma politikaları denilen
ekonomik ve ideolojik sopayla kâr oranlarını muhafaza etmeye çalıştılar.
Bu
“gemi azıya almış milliyetçilik”, yeniden nüksetti. Bu gelişme neticesinde
mülksüzleştirme sürecinin çilesini çeken insanlar, öfkelerini egemen sınıfa
değil, başka yerlere yönelttiler. İşçi sınıfı içerisinde kabaran öfke, süreç
içerisinde milliyetçi popülist bir içerik kazandı ve mültecileri, göçmen
işçileri, ezilenleri, yani üretim araçlarıyla ilişkilerinden kaynaklanan vasfın
dışında, taşıdıkları kimliği hedef aldı.
Zizek’in
ısrarla dile getirdiği biçimiyle:
“Yunanistan’dan Fransa’ya
birçok yerde radikal solun kalıntıları içerisinden yeni bir eğilim açığa
çıkıyor: bu akım, milliyetçiliği yeniden keşfediyor. Birdenbire evrenselcilik,
demode oluyor, köksüz küresel sermayenin ve onun teknokrat finans uzmanlarının
ölü politik ve kültürel muadili olarak görülüp çöpe atılıyor. Milliyetçilik,
Habermasçı sosyal demokratların insani yüzü olan kapitalizmi savunusu üzerine
kurulu ideolojilerinin karşısına çıkartılıyor.”
Zizek,
sözlerine şu şekilde devam ediyor:
“Solun milliyetçiği
yeniden keşfettiğine hiç şüphe yok. Batı Avrupa’da bugün işçi sınıfının
çıkarlarının korunmasını savunan en güçlü politik yapı olarak sağcı milliyetçi
popülizm yükselişte. Bu akım, aynı zamanda politik sahaya uygun tutkuların dil
bulmasını sağlayabilecek en kudretli güç.”
Zarfa
değil de mazrufa baktığımızda, Zizek’in esasında gerçekle ve hayatla irtibatını
kesmiş olan solla bağlantılı, insanı aptallaştıran kimlik politikası
savunusuyla geçen onca yılın ardından, politik tutkunun özgürleştirici yönüne
işaret ettiğini görüyoruz.
“Gene çelişkilerden,
biz/onlar ayrımından ve karşıtlığından dem vuran göçmen karşıtı popülizm, bu
tutkuyu yeniden siyaset sahasına taşıdı.”
Zizek,
solun yüzleştiği asli güçlüğe dikkatleri çekmek suretiyle, paha biçilmez bir
hizmette bulunuyor. Bu güçlük, esasen enternasyonalizmin işçi sınıfının ulusal
sınırları kesen birliğini ve dayanışmasını değil de kapitalizmin
uluslararasılaşmasını ifade etmesiyle ilgili. Dolayısıyla, küresel sermayeye
yönelik muhalefet de sağın ideolojisiyle ilişkilendiriliyor, sol, bu noktada
gümbürtüye gidiyor. Sonuçta da sol, politik ve ideolojik şizofreninin kurbanı
hâline geliyor, milliyetçi-popülist sağ ile liberal merkezci statüko arasında
geleceği biçimlendirme hakkı konusunda süren kavgada sol, olaylara etki
edemeyecek bir yere savruluyor.
İnsanî
varoluşun her bir yönünün piyasalaşmasını ilerlemenin şartı olarak gören ve bu
görüşü her derde deva olarak satan liberal merkezci statüko, neoliberal
gevezeliklerden başka bir şey üretmiyor. Oysa gerçekte ilerlemeye taban tabana
zıt bir süreç işliyor. Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında ilerleme,
azınlık için ütopyayı, çoğunluk için distopyayı ifade ediyor.
Öte
yandan, milliyetçi sağ ise tüm dinî, milli ve kültürel grupları
ötekileştiriyor, bunları çokkültürlü işçi sınıfının birliğine ve bilincine
yönelik bir tehdit olarak görüyor. Son tahlilde liberal merkezci statükonun bu
gruplar eliyle güvence altına alındığını düşünüyor.
Kolektivist
fikirlerden kaynaklanan ideolojiler olarak görülen ve bir yapısöküm sürecini
içerdiği düşünülen milliyetçilikle komünizmi birbirinden ayırdığımızda,
zihinsel uyuşmazlık tuzağına düşmüş olmayız. Bu ayrımı yaptığımızda,
milliyetçiliğin esasen belirli bir sınıfın toplumsal ilişkilerini değil,
toplumsal varlığından bağımsız olarak tüm sınıflar içerisinden seçilmiş belirli
bir kesitin tekil özelliklerini temel aldığını görürüz. Milliyetçilik,
insanları onların toplumsal varlığından kopartan bir ideolojidir ve bu
ideoloji, süreç içerisinde giderek yoksullaşan işçi sınıfının o yoksullaşmadan
sorumlu olan egemen sınıfa bağlanmasını sağlayan yanlış bilinci üretir.
Kafa
karışıklığının bu kadar derin ve kapsamlı olduğu bir dönemde, liberalizme mani
olan bir kale olarak görülen milliyetçiliğin kuyruğuna tutunan bir sol,
lanetlenmekten kurtulamaz. Bu sola, milliyetçiliğe karşı geliştirilen direniş
dâhilinde, liberalizmin kuyruğuna tutunan sol eşlik etmektedir.
Tarihi
dönüştüren tüm değişimler, devrimci bir fikirle başlar. Antik çağda
Hristiyanlık bir fikirdi ve bu fikir, ezilenleri ve yoksulları birleştirme
becerisi göstermiş devrimci bir hareketi meydana getirdi. Komünizm de içinde
olduğumuz çağın bir fikridir. Onun tohumlanacağı, gelişip serpileceği yer,
koşar adım kendi yıkımına doğru ilerleyen kapitalist-emperyalist dünyadır.
“Komünizm
denendi ve başarısız oldu” dediğinizi duyar gibiyim. Hayır, yanılıyorsunuz.
Denendi ve başarılı oldu. Aksi takdirde, öldüğü söylenen o günün üzerinden
onlarca yıl geçmesine rağmen, tek gayesi işçi sınıfını bilinçsiz kılmak olan
egemen sınıfın komünizmin indirdiği her darbede neden korkuya kapıldığını izah
edemezdik.
Roma
İmparatoru Konstantin tarafından üçüncü yüzyılda gasp edilip ele geçirilmezden
önce Hristiyanlık, devrimciydi. Bu din, imparatorluğun malı hâline geldikten
sonra, insanın özgürleşmesine mani olan bir mahmuza dönüştü. Komünizmse eskiden
olduğu gibi bugün de en lanetli ve en fazla kahır dolu olanlarımızdan oluşan o
büyük ordunun elindeki cephanelikte bulunan en güçlü silâh.
Onlar,
komünizmi toprağa gömdüklerine inana dursunlar, komünizm fikri zulüm sürdükçe
yaşayacak. Bu fikirle onun gerçekte karşılık bulması arasında duran yanlış
bilinç duvarı daha önce aşıldı. Onu bir kez daha aşmak, bugünün ana
meselesidir.
John Wight
19 Temmuz 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder