25 Aralık 2022

İlk Dönem Hristiyanlık ve Komünizm


Mülteciler, Müslümanlar ve göçmenler gibi azınlık gruplarının ötekileştirilip günah keçisi ilân edilmeleri, çağımızın ahlaki felâketidir. Ekonomi ne vakit kötüleşse, millici ve yerlici klişeler içselleştirilir. Böylece, medeniyet ve aydınlanma kisvesine bürünen Batı istisnacılığının kolektif ruhumuzun içine düştüğü kenef olduğu ortaya çıkar.

Siyahların Amerika’da insan hakları mücadelesi verdiği dönemin güçlü sesi James Baldwin’in de bir vakitler dediği gibi, “İnsanların içlerindeki nefrete bu denli inatçı bir biçimde bağlı kalmalarının bir sebebinin, onların o nefret çekip gittiğinde, acıyla başa çıkmak zorunda kalacaklarını hissediyor olmalarıdır.”

Ötekiye yönelik düşmanlık, bugün kemer sıkma politikalarını savunan ideolojik çevrenin dayaktan geçirdiği, hırpaladığı işçi sınıfı bilincine sızdı. Bu düşmanlık, kemer sıkma politikalarının tüm acımasızlığıyla uygulandığı bir çağda, yoksulluğun çilesiyle, ücretlerin düşürülmesini öngören sözleşmelerle ve ümitsizlikle baş etmek için başvurulan bir yol olabilir mi?

Ekonominin çöktüğü momentlerde azınlıklar, anında günah keçisi ilân ediliyorlar. “Bizim” ve “biz” diyebildiğimiz yerde onlar ancak “öteki” olarak varolabiliyorlar. Varlıkları, milletin çıkarı olarak görülene dair inancı peşinen kabullenmemizi sağlayan, bizi aslında biz ve bizim olanla ilişkimizin dışında duran gerçek “öteki” anlamında egemen sınıfa bağlayan kültürel değerlere ve kimlik üzerine inşa edilmiş muhayyel cemaate yönelik bir tehdit olarak görülüyor. Öteki, esasında yanlış bilinci edinerek ödediğimiz bedeli anımsatan bir andaç olarak iş görüyor.

Gramsci, yanlış bilinci sağduyu ile ilişkilendiriyor ve iyi duyuyla karşıtlık içerisinde olduğunu düşündüğü sağduyunun büyük bir cüretle toplum olarak tarif ettiğimiz, geç dönem kapitalizmin tanrısının dişleri arasında kıpırdamadan durmamızı sağlayan kültürel ve toplumsal şartların doğal sonucu olduğunu söylüyor.

Napolyon Bonapart ise zenginlerin servetlerinin yoksullar sayesinde biriktirilip geleceğe taşındığı toplumlarda dinin rolünü veciz bir ifade ile dile getiriyor: “Din, yoksulların zenginleri öldürmesine mani olan şeydir.” Oysa generalin bu sözüne yurtseverliği, milli kimliği, aynı amaca hizmet eden diğer kültürel koşulları da eklemek gerekiyor.

Erich Fromm, ilk dönem (devrimci) Hristiyanlığın sömürülen yoksulların ve ezilenlerin ideolojisi olduğunu, önceki hiçbir imparatorluğun ulaşamadığı yerlere ulaşmış olan Roma İmparatorluğu elinde çile çekenlerin bu ideolojiye bağlandığını, söz konusu ideolojinin hâlen daha gerçekleri açıklama anlamında geçerliliğini muhafaza ettiğini söylüyor. Fromm’a göre, ilk dönem Hristiyanlığa destek olan insanlar, “eğitimsiz yoksul halk kitleleri, Kudüs proletaryası, artan politik ve ekonomik baskılara bağlı olarak mevcut koşulların değişmesini isteyen köylüler”di. Fromm, sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“O, tarihsel açıdan önem arz eden mesihçi ve devrimci hareket, yoksul Hristiyanlık içerisinden neşet etmiştir.”

Fromm doğru söylüyor. İlk dönem Hristiyanlıktaki devrimci itki, incillerde de karşımıza çıkıyor:

Ne mutlu size, ey yoksullar, çünkü Tanrı’nın egemenliği sizindir.
Ne mutlu size, şimdi açlık çekenler, çünkü doyurulacaksınız.
Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar, çünkü güleceksiniz.
Vay hâline, şimdi karnı tok olan sizler, çünkü açlık çekeceksiniz.
Vay hâlinize, ey şimdi gülenler, çünkü yas tutup ağlayacaksınız. [Luka İncili 6]

Burada genelde Hristiyanlığı tanımlayan unsur olarak görülen barış ve sevgi mesajları verilmiyor. Bu cümlelerde Marx’ın Komünist Manifesto’sunda görülen türden bir sınıfsal öfke var. Yoksulluğun üzerindeki, onu gizemli kılan ve doğal bir olgu ya da Tanrı’nın emrettiği bir koşul olarak takdim eden örtü kaldırılıyor, özgürlük adına değil, kâr ve sermaye birikimi adına bir sınıfın diğer bir sınıfı sömürdüğü gerçeklik bağlamına yerleştiriliyor.

Yirmilerde ve otuzlarda ortaya çıkan faşizm, ekonominin çöktüğü kriz koşullarında egemen sınıfla alakalı bir meseleydi. Bugün de benzer bir süreci tecrübe ediyoruz. Yirmilerin sonunda ve otuzlarda dünya ekonomisi, Amerika’daki Büyük Buhran’dan epey etkilendi. Aynı şekilde, 2008’deki finans krizinde de tüm kapitalist sistem krize girdi. Maddi çıkarları ve ihtiyaçları ile bu sisteme karşı olan işçi sınıfının aklında ve yüreğinde sistemin yaşamasını sağlamak için kimi fikirler ortaya atıldı.

Yoksullaşma ve zulüm neticesinde Avrupa ve Amerika’da o Büyük Buhran döneminde komünist fikirler gelişme imkânı buldular. Tıpkı ilk dönem Hristiyanlık gibi komünizm de milli ve kültürel açıdan özel olunduğuna dair anlayışları aşmak suretiyle başarı kazandı. O da Hristiyanlık gibi dünyayı sarsan dünya-tarihsel bir hareket hâline geldi.

Alttakilerin servetlerine, imtiyazlarına ve iktidarına el koyacağı korkusuna kapılan egemen sınıf, yüzünü faşizme çevirdi. Büyüye inanan, cehaleti savunan düşünce yapısının ürettiği, ırkın, milletin ve kültürün üstünlüğüne vurgu yapan o dar ve kaba ideolojisi, yükselen komünist dalganın önüne bir dalgakıran gibi yerleştirildi. Faşizm, insanın maddi varoluş koşullarıyla kurduğu gerçek ilişkileri temel alan komünizmin karşısına çıkartıldı.

Felsefi Arabeskler isimli başyapıtında Nikolay Buharin şu tespiti yapıyordu:

“Gemi azıya almış milliyetçilikteki ani yükseliş, ırka dair bir özellik değil, son aşamasına gelmiş olan, kapitalizmin genel kriziyle, kapitalizmdeki çelişkilerin derinleşmesiyle bağlantılı çöküşün eşiğine gelip dayanmış bulunan emperyalizmin ideolojik ve politik ifadesidir.”

Bu “gemi azıya almış milliyetçilik”, 2008 ekonomik krizinde tekrar gündeme geldi. Bu dönemde egemen sınıflar, işçi sınıfının ve yoksulların elinden serveti ve kaynakları alıp, onları kapitalist sınıfa ve zenginlere aktarma hedefiyle politik iktidar tarafından imal edilmiş kemer sıkma politikaları denilen ekonomik ve ideolojik sopayla kâr oranlarını muhafaza etmeye çalıştılar.

Bu “gemi azıya almış milliyetçilik”, yeniden nüksetti. Bu gelişme neticesinde mülksüzleştirme sürecinin çilesini çeken insanlar, öfkelerini egemen sınıfa değil, başka yerlere yönelttiler. İşçi sınıfı içerisinde kabaran öfke, süreç içerisinde milliyetçi popülist bir içerik kazandı ve mültecileri, göçmen işçileri, ezilenleri, yani üretim araçlarıyla ilişkilerinden kaynaklanan vasfın dışında, taşıdıkları kimliği hedef aldı.

Zizek’in ısrarla dile getirdiği biçimiyle:

“Yunanistan’dan Fransa’ya birçok yerde radikal solun kalıntıları içerisinden yeni bir eğilim açığa çıkıyor: bu akım, milliyetçiliği yeniden keşfediyor. Birdenbire evrenselcilik, demode oluyor, köksüz küresel sermayenin ve onun teknokrat finans uzmanlarının ölü politik ve kültürel muadili olarak görülüp çöpe atılıyor. Milliyetçilik, Habermasçı sosyal demokratların insani yüzü olan kapitalizmi savunusu üzerine kurulu ideolojilerinin karşısına çıkartılıyor.”

Zizek, sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“Solun milliyetçiği yeniden keşfettiğine hiç şüphe yok. Batı Avrupa’da bugün işçi sınıfının çıkarlarının korunmasını savunan en güçlü politik yapı olarak sağcı milliyetçi popülizm yükselişte. Bu akım, aynı zamanda politik sahaya uygun tutkuların dil bulmasını sağlayabilecek en kudretli güç.”

Zarfa değil de mazrufa baktığımızda, Zizek’in esasında gerçekle ve hayatla irtibatını kesmiş olan solla bağlantılı, insanı aptallaştıran kimlik politikası savunusuyla geçen onca yılın ardından, politik tutkunun özgürleştirici yönüne işaret ettiğini görüyoruz.

“Gene çelişkilerden, biz/onlar ayrımından ve karşıtlığından dem vuran göçmen karşıtı popülizm, bu tutkuyu yeniden siyaset sahasına taşıdı.”

Zizek, solun yüzleştiği asli güçlüğe dikkatleri çekmek suretiyle, paha biçilmez bir hizmette bulunuyor. Bu güçlük, esasen enternasyonalizmin işçi sınıfının ulusal sınırları kesen birliğini ve dayanışmasını değil de kapitalizmin uluslararasılaşmasını ifade etmesiyle ilgili. Dolayısıyla, küresel sermayeye yönelik muhalefet de sağın ideolojisiyle ilişkilendiriliyor, sol, bu noktada gümbürtüye gidiyor. Sonuçta da sol, politik ve ideolojik şizofreninin kurbanı hâline geliyor, milliyetçi-popülist sağ ile liberal merkezci statüko arasında geleceği biçimlendirme hakkı konusunda süren kavgada sol, olaylara etki edemeyecek bir yere savruluyor.

İnsanî varoluşun her bir yönünün piyasalaşmasını ilerlemenin şartı olarak gören ve bu görüşü her derde deva olarak satan liberal merkezci statüko, neoliberal gevezeliklerden başka bir şey üretmiyor. Oysa gerçekte ilerlemeye taban tabana zıt bir süreç işliyor. Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında ilerleme, azınlık için ütopyayı, çoğunluk için distopyayı ifade ediyor.

Öte yandan, milliyetçi sağ ise tüm dinî, milli ve kültürel grupları ötekileştiriyor, bunları çokkültürlü işçi sınıfının birliğine ve bilincine yönelik bir tehdit olarak görüyor. Son tahlilde liberal merkezci statükonun bu gruplar eliyle güvence altına alındığını düşünüyor.

Kolektivist fikirlerden kaynaklanan ideolojiler olarak görülen ve bir yapısöküm sürecini içerdiği düşünülen milliyetçilikle komünizmi birbirinden ayırdığımızda, zihinsel uyuşmazlık tuzağına düşmüş olmayız. Bu ayrımı yaptığımızda, milliyetçiliğin esasen belirli bir sınıfın toplumsal ilişkilerini değil, toplumsal varlığından bağımsız olarak tüm sınıflar içerisinden seçilmiş belirli bir kesitin tekil özelliklerini temel aldığını görürüz. Milliyetçilik, insanları onların toplumsal varlığından kopartan bir ideolojidir ve bu ideoloji, süreç içerisinde giderek yoksullaşan işçi sınıfının o yoksullaşmadan sorumlu olan egemen sınıfa bağlanmasını sağlayan yanlış bilinci üretir.

Kafa karışıklığının bu kadar derin ve kapsamlı olduğu bir dönemde, liberalizme mani olan bir kale olarak görülen milliyetçiliğin kuyruğuna tutunan bir sol, lanetlenmekten kurtulamaz. Bu sola, milliyetçiliğe karşı geliştirilen direniş dâhilinde, liberalizmin kuyruğuna tutunan sol eşlik etmektedir.

Tarihi dönüştüren tüm değişimler, devrimci bir fikirle başlar. Antik çağda Hristiyanlık bir fikirdi ve bu fikir, ezilenleri ve yoksulları birleştirme becerisi göstermiş devrimci bir hareketi meydana getirdi. Komünizm de içinde olduğumuz çağın bir fikridir. Onun tohumlanacağı, gelişip serpileceği yer, koşar adım kendi yıkımına doğru ilerleyen kapitalist-emperyalist dünyadır.

“Komünizm denendi ve başarısız oldu” dediğinizi duyar gibiyim. Hayır, yanılıyorsunuz. Denendi ve başarılı oldu. Aksi takdirde, öldüğü söylenen o günün üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen, tek gayesi işçi sınıfını bilinçsiz kılmak olan egemen sınıfın komünizmin indirdiği her darbede neden korkuya kapıldığını izah edemezdik.

Roma İmparatoru Konstantin tarafından üçüncü yüzyılda gasp edilip ele geçirilmezden önce Hristiyanlık, devrimciydi. Bu din, imparatorluğun malı hâline geldikten sonra, insanın özgürleşmesine mani olan bir mahmuza dönüştü. Komünizmse eskiden olduğu gibi bugün de en lanetli ve en fazla kahır dolu olanlarımızdan oluşan o büyük ordunun elindeki cephanelikte bulunan en güçlü silâh.

Onlar, komünizmi toprağa gömdüklerine inana dursunlar, komünizm fikri zulüm sürdükçe yaşayacak. Bu fikirle onun gerçekte karşılık bulması arasında duran yanlış bilinç duvarı daha önce aşıldı. Onu bir kez daha aşmak, bugünün ana meselesidir.

John Wight
19 Temmuz 2022
Kaynak

0 Yorum: