30 Aralık 2022

Liberalizmin Sorunu


Amerikan demokrasisinin sahteliğini anlamak için, liberallerin temsil iddiasında oldukları, yoksulların ve işçilerin çıkarlarını savunamaz oluşlarına bakmak kâfi.

Finans sektörünün liberal hükümetlerce desteklenen zenginlerinin elde ettiği başarı, bu başarıya tanık olanları liberallerin beceriksizliklerine karşı körleştirdi. Wall Street’i İşgal Et hareketi sonrası bu kesimin yapıp ettikleri, “adamlar paraları ile rezil oluyorlar!” şeklinde yorumlandı.

Oysa burada döngüsel akıl yürütme pratiğinden başka bir şeye rastlamıyoruz. Bu akıl, liberallerin kamusal çıkara sırt dönmelerini basit manada neolibalizmin dayattığı bir sonuç olarak görüyor ve neoliberalizmin yakasına ülkenin bayrağını iliştirmiş, ortalıkta mali durumuna dair tedirginlikle dolaşan başka bir tür liberali ürettiğini söylüyor.

Aslında otuzların sonundan kırklı yılların başına dek uzanan süreçte atılmış adımlara dair inceleme, bize çok şey söylüyor. Bu, bugünle bağlantılı tarihsel süreç dâhilinde liberallerin iktidarla ve demokrasiyle kurdukları ilişkileri belirli bir bağlama oturtmamıza katkı sunacak bir dönem. Burada artık gına getiren, o bildik nakaratların ardına bakıp liberal teslimiyetin ilk adımları incelenecek.

“Demokrasinin Aşırı Yanları”yla İlgili İlk Tespit

Liberalizmi savunan birçok isim, ilk Yeni Mutabakat politikalarına halkın verdiği yoğun destek karşısında endişeye kapıldı. Lords of the Press [“Basının Efendileri”] isimli kitabında gazeteci George Seldes’in de ifade ettiği biçimiyle, “1937 yılında New York Post gazetesindeki liberal bakış açısı değişime uğradı. O dönemde gazete, New York şehrinde çıkan günlük gazetelerin içerisinde en solcu gazeteydi, yayıncısı J. David Stern de onlarca yıl liberalizme sadakatle bağlı kalmış bir isimdi.”

Seldes’in ifadesiyle gazete, yayın kurulu üzerinden, liberallerin faşistlere karşı komünistlerle kurduğu birliğin, ‘birleşik cephe’nin gericilerin saldırısına nazaran daha büyük bir tehdit olduğunu söyleyerek, o okur kitlesindeki aşırı solcu eğilimden koptu. Bu, esasen Avrupa genelinde faşist rejimlerin nüfuz alanlarını genişlettiği dönemde liberalizme yol gösteren bir gazetenin rahatlıkla dile getirebileceği bir ifade.

Seldes, devamında gazetenin yayıncısı konusunda bir tespitte bulunuyor: “Sanayi Örgütleri Kongresi isimli sendikanın insanın gözünü alan ışıl ışıl bir rüya olarak görüldüğü dönemde gazetenin sahibi David Stern sendikayı alkışladı, ama sendika başarılı olunca korkuya kapıldı.”

Liberaller, sosyal demokrasinin gerçekleşmesinin ana ülküleri olduğunu söyleseler de 1934 yılından itibaren sanayide işçilerin gerçekleştirdikleri grevlerdeki militanlık düzeyi, onları epey endişeye sevk etti. Büyük şirketlerde liberalizm karşıtı rüzgârın estiği koşullarda Yeni Mutabakat dönemi, “demokrasinin aşırılığı”yla ilgili ilk tespitin dillendirilmesi için gerekli zemini oluşturdu. Bu zeminde liberaller, kendilerindeki ütopyacılığın seviyesini aşağı çekmek zorunda kaldılar.

Liberallerdeki bu ruh hâli, kaçınılmaz olarak, emekçilere ve yoksullara yönelik güvensizliği tetikledi, zira modern liberalizmin doğuşundan beri işçi, liberallerin bilimsel yönetim ve ticari reklâmcılık stratejilerine karşı ağır bir tehdit veya bir soyutlama olarak ele alındı. Peki kişilerin kendi kaderlerini ellerine alma konusunda ihtiyaç duydukları güce yol açan “demokrasideki aşırılık”, yeni işçi olmuş kişilerin bile liberalleri doğal liderleri olarak görmelerine mi neden oldu? Liberallerin zihniyetine göre, bu sorunun cevabı insanı endişeye sürükleyecek cinstendi.

Tashih Edilmiş Liberalizm

ABD başkanı Roosevelt, 1937’deki resesyon esnasında büyük patronlarla uzlaştı. Böylelikle liberaller, bu uzlaşma üzerinden kamu hizmetlerindeki devlet mülkiyeti denilen, kürsülerde en fazla savundukları görüşten koptular. Roosevelt, kendisinden önceki başkan Hoover gibi ihracat meselesine baş koydu ve ihracatı ekonomik sıkıntıların ana çözüm yolu olarak gördü. Bunun neticesinde hükümet, daha ilk döneminde güya savunduğu sol milliyetçi çizgiden sessiz sedasız uzaklaştı. Gerard Colby-Zilg’in Dupont: Behind the Nylon Curtain [“Dupont: Naylon Perdenin Gerisinde”] isimli kitabında dile getirdiği biçimiyle, “Roosevelt, zaten Yeni Mutabakat’ın ülke içerisinde yürürlüğe koyduğu programın tamamlandığını, mülkiyetin özel şirketlerden alınıp kapalı ekonomiye ve millileştirme aşamasına geçilmesine dair her türden görüşü çöpe attığını düşünüyordu.”

Ne var ki Yeni Mutabakat liberalizmi, halkın zihninde hâlen daha kendisine yer bulabiliyordu. Seldes’in seçimleri “basının inkârı” olarak yorumlamasına bakacak olursak, 1936-1937’de bugünden farklı bir hava var. Zira o dönemde “Amerikalılar, nihayet gazetelerin emekçilere karşı önyargılı olduğuna, bankalardan ve şirketlerden yana saf tuttuğuna dair bir görüşe kavuşmuşlar.” Seldes, en genel manada büyük gazeteleri “sahte haber” üretmekle suçluyor, özellikle Chicago Tribune gazetesinin Amerikan halkının büyük düşmanı olduğunu söylüyor. Bu dönemde halkın bilinci zirveye ulaşıyor, çünkü kitleler, her ne kadar kısa süreli de olsa, plütokratların kendilerini eleştiren herkesi “komünist” olarak yaftalamayı esas alan saldırılarına karşı bağışıklık kazanıyorlar.

Bu rüzgâra karşı koymak adına Ulusal İmalatçılar Birliği ve elektrik gibi hizmetler sunan şirketler, ünlü kimi liberal köşe yazarlarını besleyip, onların Yeni Mutabakat’a saldırmalarını, ayrıca başkanı elektrik, gaz ve su gibi hizmetler sunan şirketlerle barış yapması konusunda ikna etmelerini istiyorlar. Seldes’in de aktardığı biçimiyle, “bu günlük yazılar, daha bir yıl önce demiryollarının ve elektrik gibi hizmetlerin kamulaştırılmasını savunan liberallerin her türden iddiasını boşa düşürüyor.” Liberallerin gömlek değiştirdiği dönemde Yeni Mutabakat’ın yürürlüğe koyduğu tüm liberal ve ilerici politikalara yönelik saldırılar, kamuoyuna bir biçimde liberal kisve altında takdim ediliyor.” Bu anlamda kamuoyunun algısında bir darbe gerçekleştiriliyor. Bu darbenin amacı ise kamuoyunun otuzlu yıllar boyunca elde ettiği politik feraset düzeyini aşağıya çekmek.

İlk “Yeni Roosevelt”

Ne yazık ki liberallerin Roosevelt’in şahsiyetine yönelik düşkünlükleri, patronların liberalizmin özünü arındırma konusunda hep birlikte ortaya koydukları çabalara stratejik bir cevap geliştirmeyi imkânsızlaştırdı. Savaş döneminde yaşanan canlılık, sadece savaş sonrası dönemde politikanın kaçınılmaz olarak girdiği yolu beslemekten başka bir işe yaramadı. Bu, dönemin Churchill, Hitler ve Stalin gibi isimler şahsında artık politik bir eğilim hâlini almış olan basit bir saplantıdan mı ibaretti, yoksa liberallerin politik sahada nefes alıp vermelerini mümkün kılan bir adama akıl almaz bir biçimde bağlanmaları ile ilgili bir mesele miydi? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, Yeni Mutabakat döneminin başında görülen liberalizme ve ilericiliğe bağlananların soyu kısa bir süre sonra kurudu.

Öte yandan, kırkların başında Roosevelt’in değirmenine su taşıyanlar, yeniden sterilize edilmiş, arındırılmış liberalizmi kamuya mal etmeye başladılar. Bu “yaşamsal merkez” olarak pazarlanan, sol yanıyla savaşa yönelik çabalara kayıtsız şartsız destek sunan yeni liberalizm, Sovyetler Birliği ile ileride barış imzalanacağı, onunla işbirliğine gidileceği konusunda belirgin bir iyimserliğe sahipti, ama ayrıca işçi hakları konusunda ihtiyatlı bir tavır içerisindeydi ve bu hususta gayet paternalist bir tutum içerisindeydi.

Kırklı yıllarda liberallerin ve ilericilerin Roosevelt’e gösterdikleri hürmet, onların stratejik ve eleştirel düşünme kapasitesini köreltti. Ayrıca bu liberaller ve ilericiler, ilgili dönemde sürecin yabancısı değil, bizatihi yerlisi, doğal bileşeni olmak istediler. Tarihçi Richard Pells’in tespitiyle, New Republic gazetesinin yayın yönetmenleri, “muktedirin dikkatini çekmek için çabalayıp durdular, ama ilgi görme pahasına, ezelden beri dillerinden eksik etmedikleri birçok şeyi yuttular.”

1944’te Demokrat Parti’nin muhafazakâr kanadı, özellikle güney eyaletlerinden gelen senatörler, Roosevelt’in parti siyasetine yol gösteren, ilerici ismi Henry Wallace’ı başkan yardımcısı yapmasına karşı çıktılar. Bu gelişme üzerine New Republic gazetesi, “büyük bir şevkle ekonomik ve toplumsal taleplerini geri plana atıp yeniden gerçekleştirilecek seçim kampanyasının dayattığı ihtiyaçları gündemine aldı.” 1989 yılında Pells’in dile getirdiği gibi, “bu kişiler, Roosevelt’in liberallerin zaten kendisine sadık oldukları bir dönemde neden liberal fikirlere dikkat kesilmesi gerektiği konusunda herhangi bir ikna edici gerekçe öne süremiyorlardı.” Neticede katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker! Nüfuzlarını veya itibarlarını yitirmekten korkan liberaller, savaş sonrası dönemde sosyal demokrasinin geliştirdiği vizyonu benimsemek yerine, Yeni Mutabakat’ın silik izlerine bağlandılar.

İlericiymiş gibi görünen Henry Wallace’ın adaylığından dört yıl sonra bu adaylık, hakiki olduğunu iddia eden liberal hareket için saklanılacak gizli bir liman hâline geldi. Bu liberal hareketin kısa ömürlü olduğu görüldü. “Yaşamsal merkez” olduğu söylenen bu hareket, İlerici Parti’ye verilen her oyun “hareket”i zayıflatacağını, Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Thomas Dewey’nin elini kolunu sallaya sallaya Beyaz Saray’a girmesini mümkün kılacağını söyledi. İlk başta yarattığı heyecana rağmen Henry Wallace gümledi ve Harry Truman, “yeni Roosevelt” olarak ilân edilip göklere çıkartıldı.

Demokratlar, Kongre’nin dizginlerini Cumhuriyetçilerin ellerinden almış olmasına rağmen, Truman (kendisinin de desteklediği) milli sağlık sigortası ve (emeği etkisizleştiren) 1947 tarihli Çalışma Hayatında Yönetim İlişkileri Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması gibi halktan destek gören liberal politikaları uygulamaya koyamadı. Söz konusu kanunu kaldırma girişimi, hem Cumhuriyetçiler hem de Güneyli Demokratlar eliyle engellendi. Görebildiğimiz kadarıyla Roosevelt’in her bir kopyası bir öncekinden daha soluk. Tarih, bu gerçeği her fırsatta dile getiriyor.

Geçmişten Bugüne

Bugün şu görülmeli: liberalizm, kamusal çıkar meselesine neoliberal dönemden çok önce sırtını döndü. Bu süreç, esasen otuzlu yıllarda halkın bilincinde yaşanan sıçrama ve halktaki uyanışa tepki olarak başladı. Kitleler, gazetecilerin ve özgün basının değilse de büyük gazetelerin “halkın düşmanı” olduğunu görmüştü. Çünkü bu gazeteleri çıkaranlar, esasen plütokratların çıkarlarını savunuyor, o çıkarlar için mücadele ediyorlardı. Bu politik idrak karşısında liberaller, seçmen kitlelerine karşı ihtiyatlı bir tutum takındılar ve onlara karşı güvensizlik duymaya başladılar. Ardından “yaşamsal merkez”, işlevsizleşen ilişkiler içerisinde yeni bir biçim kazandı. Onlarca yıl sonra liberallere Roosevelt’in ekonomi anlayışına sadakatle bağlı ecdadından sadece işçilere ve yoksullara yönelik küçümseyici ve kibirli bakış miras kaldı.

Scott Vance
3 Ağustos 2022
Kaynak

0 Yorum: