Amerikan demokrasisinin sahteliğini anlamak için,
liberallerin temsil iddiasında oldukları, yoksulların ve işçilerin çıkarlarını
savunamaz oluşlarına bakmak kâfi.
Finans sektörünün liberal hükümetlerce desteklenen
zenginlerinin elde ettiği başarı, bu başarıya tanık olanları liberallerin
beceriksizliklerine karşı körleştirdi. Wall Street’i İşgal Et hareketi sonrası
bu kesimin yapıp ettikleri, “adamlar paraları ile rezil oluyorlar!” şeklinde
yorumlandı.
Oysa burada döngüsel akıl yürütme pratiğinden başka
bir şeye rastlamıyoruz. Bu akıl, liberallerin kamusal çıkara sırt dönmelerini
basit manada neolibalizmin dayattığı bir sonuç olarak görüyor ve
neoliberalizmin yakasına ülkenin bayrağını iliştirmiş, ortalıkta mali durumuna
dair tedirginlikle dolaşan başka bir tür liberali ürettiğini söylüyor.
Aslında otuzların sonundan kırklı yılların başına dek
uzanan süreçte atılmış adımlara dair inceleme, bize çok şey söylüyor. Bu,
bugünle bağlantılı tarihsel süreç dâhilinde liberallerin iktidarla ve
demokrasiyle kurdukları ilişkileri belirli bir bağlama oturtmamıza katkı
sunacak bir dönem. Burada artık gına getiren, o bildik nakaratların ardına
bakıp liberal teslimiyetin ilk adımları incelenecek.
“Demokrasinin Aşırı Yanları”yla İlgili İlk Tespit
Liberalizmi savunan birçok isim, ilk Yeni Mutabakat
politikalarına halkın verdiği yoğun destek karşısında endişeye kapıldı. Lords
of the Press [“Basının Efendileri”] isimli kitabında gazeteci George
Seldes’in de ifade ettiği biçimiyle, “1937 yılında New York Post gazetesindeki
liberal bakış açısı değişime uğradı. O dönemde gazete, New York şehrinde çıkan
günlük gazetelerin içerisinde en solcu gazeteydi, yayıncısı J. David Stern de
onlarca yıl liberalizme sadakatle bağlı kalmış bir isimdi.”
Seldes’in ifadesiyle gazete, yayın kurulu üzerinden,
liberallerin faşistlere karşı komünistlerle kurduğu birliğin, ‘birleşik
cephe’nin gericilerin saldırısına nazaran daha büyük bir tehdit olduğunu
söyleyerek, o okur kitlesindeki aşırı solcu eğilimden koptu. Bu, esasen Avrupa
genelinde faşist rejimlerin nüfuz alanlarını genişlettiği dönemde liberalizme
yol gösteren bir gazetenin rahatlıkla dile getirebileceği bir ifade.
Seldes, devamında gazetenin yayıncısı konusunda bir
tespitte bulunuyor: “Sanayi Örgütleri Kongresi isimli sendikanın insanın gözünü
alan ışıl ışıl bir rüya olarak görüldüğü dönemde gazetenin sahibi David Stern
sendikayı alkışladı, ama sendika başarılı olunca korkuya kapıldı.”
Liberaller, sosyal demokrasinin gerçekleşmesinin ana
ülküleri olduğunu söyleseler de 1934 yılından itibaren sanayide işçilerin
gerçekleştirdikleri grevlerdeki militanlık düzeyi, onları epey endişeye sevk
etti. Büyük şirketlerde liberalizm karşıtı rüzgârın estiği koşullarda Yeni
Mutabakat dönemi, “demokrasinin aşırılığı”yla ilgili ilk tespitin
dillendirilmesi için gerekli zemini oluşturdu. Bu zeminde liberaller,
kendilerindeki ütopyacılığın seviyesini aşağı çekmek zorunda kaldılar.
Liberallerdeki bu ruh hâli, kaçınılmaz olarak,
emekçilere ve yoksullara yönelik güvensizliği tetikledi, zira modern
liberalizmin doğuşundan beri işçi, liberallerin bilimsel yönetim ve ticari
reklâmcılık stratejilerine karşı ağır bir tehdit veya bir soyutlama olarak ele
alındı. Peki kişilerin kendi kaderlerini ellerine alma konusunda ihtiyaç
duydukları güce yol açan “demokrasideki aşırılık”, yeni işçi olmuş kişilerin
bile liberalleri doğal liderleri olarak görmelerine mi neden oldu? Liberallerin
zihniyetine göre, bu sorunun cevabı insanı endişeye sürükleyecek cinstendi.
Tashih Edilmiş Liberalizm
ABD başkanı Roosevelt, 1937’deki resesyon esnasında
büyük patronlarla uzlaştı. Böylelikle liberaller, bu uzlaşma üzerinden kamu
hizmetlerindeki devlet mülkiyeti denilen, kürsülerde en fazla savundukları
görüşten koptular. Roosevelt, kendisinden önceki başkan Hoover gibi ihracat
meselesine baş koydu ve ihracatı ekonomik sıkıntıların ana çözüm yolu olarak
gördü. Bunun neticesinde hükümet, daha ilk döneminde güya savunduğu sol
milliyetçi çizgiden sessiz sedasız uzaklaştı. Gerard Colby-Zilg’in Dupont:
Behind the Nylon Curtain [“Dupont: Naylon Perdenin Gerisinde”] isimli
kitabında dile getirdiği biçimiyle, “Roosevelt, zaten Yeni Mutabakat’ın ülke
içerisinde yürürlüğe koyduğu programın tamamlandığını, mülkiyetin özel
şirketlerden alınıp kapalı ekonomiye ve millileştirme aşamasına geçilmesine dair
her türden görüşü çöpe attığını düşünüyordu.”
Ne var ki Yeni Mutabakat liberalizmi, halkın zihninde
hâlen daha kendisine yer bulabiliyordu. Seldes’in seçimleri “basının inkârı”
olarak yorumlamasına bakacak olursak, 1936-1937’de bugünden farklı bir hava
var. Zira o dönemde “Amerikalılar, nihayet gazetelerin emekçilere karşı
önyargılı olduğuna, bankalardan ve şirketlerden yana saf tuttuğuna dair bir
görüşe kavuşmuşlar.” Seldes, en genel manada büyük gazeteleri “sahte haber”
üretmekle suçluyor, özellikle Chicago Tribune gazetesinin Amerikan
halkının büyük düşmanı olduğunu söylüyor. Bu dönemde halkın bilinci zirveye
ulaşıyor, çünkü kitleler, her ne kadar kısa süreli de olsa, plütokratların
kendilerini eleştiren herkesi “komünist” olarak yaftalamayı esas alan
saldırılarına karşı bağışıklık kazanıyorlar.
Bu rüzgâra karşı koymak adına Ulusal İmalatçılar
Birliği ve elektrik gibi hizmetler sunan şirketler, ünlü kimi liberal köşe
yazarlarını besleyip, onların Yeni Mutabakat’a saldırmalarını, ayrıca başkanı
elektrik, gaz ve su gibi hizmetler sunan şirketlerle barış yapması konusunda
ikna etmelerini istiyorlar. Seldes’in de aktardığı biçimiyle, “bu günlük
yazılar, daha bir yıl önce demiryollarının ve elektrik gibi hizmetlerin
kamulaştırılmasını savunan liberallerin her türden iddiasını boşa düşürüyor.”
Liberallerin gömlek değiştirdiği dönemde Yeni Mutabakat’ın yürürlüğe koyduğu
tüm liberal ve ilerici politikalara yönelik saldırılar, kamuoyuna bir biçimde
liberal kisve altında takdim ediliyor.” Bu anlamda kamuoyunun algısında bir
darbe gerçekleştiriliyor. Bu darbenin amacı ise kamuoyunun otuzlu yıllar
boyunca elde ettiği politik feraset düzeyini aşağıya çekmek.
İlk “Yeni Roosevelt”
Ne yazık ki liberallerin Roosevelt’in şahsiyetine
yönelik düşkünlükleri, patronların liberalizmin özünü arındırma konusunda hep
birlikte ortaya koydukları çabalara stratejik bir cevap geliştirmeyi
imkânsızlaştırdı. Savaş döneminde yaşanan canlılık, sadece savaş sonrası
dönemde politikanın kaçınılmaz olarak girdiği yolu beslemekten başka bir işe
yaramadı. Bu, dönemin Churchill, Hitler ve Stalin gibi isimler şahsında artık
politik bir eğilim hâlini almış olan basit bir saplantıdan mı ibaretti, yoksa
liberallerin politik sahada nefes alıp vermelerini mümkün kılan bir adama akıl
almaz bir biçimde bağlanmaları ile ilgili bir mesele miydi? Bu sorunun cevabı
ne olursa olsun, Yeni Mutabakat döneminin başında görülen liberalizme ve
ilericiliğe bağlananların soyu kısa bir süre sonra kurudu.
Öte yandan, kırkların başında Roosevelt’in değirmenine
su taşıyanlar, yeniden sterilize edilmiş, arındırılmış liberalizmi kamuya mal
etmeye başladılar. Bu “yaşamsal merkez” olarak pazarlanan, sol yanıyla savaşa
yönelik çabalara kayıtsız şartsız destek sunan yeni liberalizm, Sovyetler Birliği
ile ileride barış imzalanacağı, onunla işbirliğine gidileceği konusunda
belirgin bir iyimserliğe sahipti, ama ayrıca işçi hakları konusunda ihtiyatlı
bir tavır içerisindeydi ve bu hususta gayet paternalist bir tutum
içerisindeydi.
Kırklı yıllarda liberallerin ve ilericilerin
Roosevelt’e gösterdikleri hürmet, onların stratejik ve eleştirel düşünme
kapasitesini köreltti. Ayrıca bu liberaller ve ilericiler, ilgili dönemde
sürecin yabancısı değil, bizatihi yerlisi, doğal bileşeni olmak istediler.
Tarihçi Richard Pells’in tespitiyle, New Republic gazetesinin yayın
yönetmenleri, “muktedirin dikkatini çekmek için çabalayıp durdular, ama ilgi görme
pahasına, ezelden beri dillerinden eksik etmedikleri birçok şeyi yuttular.”
1944’te Demokrat Parti’nin muhafazakâr kanadı,
özellikle güney eyaletlerinden gelen senatörler, Roosevelt’in parti siyasetine
yol gösteren, ilerici ismi Henry Wallace’ı başkan yardımcısı yapmasına karşı
çıktılar. Bu gelişme üzerine New Republic gazetesi, “büyük bir şevkle
ekonomik ve toplumsal taleplerini geri plana atıp yeniden gerçekleştirilecek
seçim kampanyasının dayattığı ihtiyaçları gündemine aldı.” 1989 yılında
Pells’in dile getirdiği gibi, “bu kişiler, Roosevelt’in liberallerin zaten
kendisine sadık oldukları bir dönemde neden liberal fikirlere dikkat kesilmesi
gerektiği konusunda herhangi bir ikna edici gerekçe öne süremiyorlardı.”
Neticede katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker!
Nüfuzlarını veya itibarlarını yitirmekten korkan liberaller, savaş sonrası
dönemde sosyal demokrasinin geliştirdiği vizyonu benimsemek yerine, Yeni
Mutabakat’ın silik izlerine bağlandılar.
İlericiymiş gibi görünen Henry Wallace’ın adaylığından
dört yıl sonra bu adaylık, hakiki olduğunu iddia eden liberal hareket için
saklanılacak gizli bir liman hâline geldi. Bu liberal hareketin kısa ömürlü
olduğu görüldü. “Yaşamsal merkez” olduğu söylenen bu hareket, İlerici Parti’ye
verilen her oyun “hareket”i zayıflatacağını, Cumhuriyetçi Parti’nin adayı
Thomas Dewey’nin elini kolunu sallaya sallaya Beyaz Saray’a girmesini mümkün
kılacağını söyledi. İlk başta yarattığı heyecana rağmen Henry Wallace gümledi ve
Harry Truman, “yeni Roosevelt” olarak ilân edilip göklere çıkartıldı.
Demokratlar, Kongre’nin dizginlerini Cumhuriyetçilerin
ellerinden almış olmasına rağmen, Truman (kendisinin de desteklediği) milli
sağlık sigortası ve (emeği etkisizleştiren) 1947 tarihli Çalışma Hayatında
Yönetim İlişkileri Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması gibi halktan destek
gören liberal politikaları uygulamaya koyamadı. Söz konusu kanunu kaldırma
girişimi, hem Cumhuriyetçiler hem de Güneyli Demokratlar eliyle engellendi.
Görebildiğimiz kadarıyla Roosevelt’in her bir kopyası bir öncekinden daha
soluk. Tarih, bu gerçeği her fırsatta dile getiriyor.
Geçmişten Bugüne
Bugün şu görülmeli: liberalizm, kamusal çıkar
meselesine neoliberal dönemden çok önce sırtını döndü. Bu süreç, esasen otuzlu
yıllarda halkın bilincinde yaşanan sıçrama ve halktaki uyanışa tepki olarak
başladı. Kitleler, gazetecilerin ve özgün basının değilse de büyük gazetelerin
“halkın düşmanı” olduğunu görmüştü. Çünkü bu gazeteleri çıkaranlar, esasen
plütokratların çıkarlarını savunuyor, o çıkarlar için mücadele ediyorlardı. Bu
politik idrak karşısında liberaller, seçmen kitlelerine karşı ihtiyatlı bir
tutum takındılar ve onlara karşı güvensizlik duymaya başladılar. Ardından
“yaşamsal merkez”, işlevsizleşen ilişkiler içerisinde yeni bir biçim kazandı.
Onlarca yıl sonra liberallere Roosevelt’in ekonomi anlayışına sadakatle bağlı
ecdadından sadece işçilere ve yoksullara yönelik küçümseyici ve kibirli bakış
miras kaldı.
Scott Vance
3 Ağustos 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder