17 Haziran 2022

,

Düşünen Makineler


Bu satırları yazarken, Twitter’de bir tartışmaya tanık oldum. Elimdeki şarap kadehini yudumlamak suretiyle metanetimi korumaya çalıştığım bu tartışma, (Diyalog Uygulamaları için Dil Modeli anlamında) LaMDA denilen, Google tarafından geliştirilmiş büyük dil modeli sisteminin “bilinçlilik” düzeyine eriştiğine inananlarla inanmayanlar arasında cereyan ediyordu.

Bu “bilinçlilik” kelimesini bilim kurgu klişelerine kul olmuş kişiler, genelde “düşünmek” anlamında kullanıyorlar. Bu tespite karşı çıkanlarsa, esas olarak, büyük dil modellerinin kalıpları eşleştiren gelişkin sistemler, bilgisayar temelli basit hileler ve araştırmacılar Emely M. Bender ve Timnit Gebru’nun dile getirdiği biçimiyle, “rastgele konuşan papağanlar” olduklarını söylüyorlar.

Bilgisayarın gücünden yoğun bir biçimde yararlanan bu sistemler, sohbet konusunda belirgin bir yanılsamaya yol açmak amacıyla, internetten bize ait kelimeleri çekip, bize tekrar boca ediyorlar, bunun için, kalıpları eşliyorlar, olasılıklar üzerinden işliyorlar, bu amaç doğrultusunda, yazılım aracılığıyla uygulamalı matematikten istifade ediyorlar.

Aklın hüküm sürdüğü bir dünya olsaydı, bu tartışmadan galip çıkan, gerçekler olurdu. Ama böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Bizim dünyamızda teknolojiye safça inanan, bilim kurguyu düşüncenin merkezine koyan, en önemlisi de kasten yanlış bilgileri yayan kişiler, bize esasen kendilerinin kaleme aldıkları bir hikâyeyi dayatıp duruyorlar. Bu hikâyede, düşünen makinelerin icat edildiğinden veya Silikon Vadisi’nin tek bir hamlesine kaldığından ve her şeyle, bilhassa emekle ilgili bildiğimiz her şeyin değişmek üzere olduğundan dem vuruluyor.

Yapay Zekâ Efsanesi ve Mülk Sahibi Sınıf

Yapay Zekâ (AI), uzun zamandır bilim kurgunun konusu. Bugünse bize bu kurgunun gerçek olduğu bir dünyaya daha da yaklaştığımız söyleniyor. Gelişmiş kapitalist dünyanın önemli bir kısmında, bir gazetecinin, iş dünyası liderinin veya siyasetçinin yapay zekânın yaşam tarzımızı devrimcileştireceği konusunda cesur kimi öngörülerde bulunmadığı tek bir gün bile geçmiyor.

Oysa bu, bir yalan. Esasında yalandan öte, bu, “Yapay Zekâ Sanayi Kompleksi” olarak adlandırabileceğimiz şeyin, bizi kasten kandırmak için başvurduğu bir hile.

Söz konusu yalanın, araştırmacıların ve pratiği biçimlendiren teknoloji uzmanlarının çalışmalarından ayrı ele alınması gerekiyor. O, daha çok pazarlama amaçlı promosyon çalışmaları ve medyadaki abartılı haberler üzerinden yürütülen gelişkin bir propaganda faaliyeti ve insan emeği ile yeteneğinin değerini azaltıp, teknik kapasite eksikliğini örtbas etme derdinde olan kapitalist bir faaliyet olarak anlaşılmalı. Özetle, yapay zekâ sanayi kompleksiyle ilgili olarak söylenen yalan, başvurulan hile, mülk sahibi sınıfın, makinelerdeki idrakin, insandaki melekelere en kısa sürede üstün geleceğine dair fikri allayıp pullama çabasının bir parçası.

“Artık Radyolog Yetiştirilmesin”

Bugün belirli bir anlama sahip “yapay zekâ” diye bir şey yok, dolayısıyla, net bir biçimde tanımlamadığımız bir şeyi nasıl yapabiliriz? Şimdilik bol depolama ve hesaplama gücüyle donatılmış kalıp eşleme pratiğinin mevcut sınırları, hükümetlerin ve sanayinin idrak ettiği bir mesele. Üniversitelerde ve şirketlerde yapay zekâ için tahsis edilmiş bölümlerin olması, yapay zekânın varolduğu anlamına gelmiyor. Aslında bu bölümler, 1956’da bilgisayar bilimcisi John McCarthy’nin bu terimi ilk kez kullandığından beri arzu edilen bir şey olarak yapay zekâya atfedilen o güçlü memetik değerin bir kanıtı. Dolayısıyla, Silikon Vadisi’nin yatırım sermayesini ve keriz müşterileri etkilemeyle ilgili bitmek bilmeyen kavgası dâhilinde bize yutturmaya çalıştığı abartılı hikâyeyi bir kenara attığımızda, karşımızda, bilgisayarın gücüyle nelerin mümkün olabileceği konusunda herkeste oluşmuş olan algıyı biçimlendirmek için yürütülen bir propagandanın olduğunu görürüz.

Örneğin bilgisayar bilimcisi Geoffrey Hinton’ın 2016’da ettiği “artık radyolog yetiştirilmesin” lafını ele alalım. O günden beri yapılan araştırmalar, bu lafın erken edilmiş bir laf olduğunu ortaya koyuyorlar. Kendi sahasının parlak isimlerinden birinin abartılı bir lafı demek cazip gelse de daha derine bakıp, bu lafın dayandığı politik ekonomiyle ilgili sorular sormak gerekiyor.

Radyologluk, ABD’de yetiştirilme süreci ve istihdamı pahalı olan, oldukça fazla talep gören bir meslek. Sayıları az olduğu için yüksek maaş ve iyi çalışma koşullarına layık görülüyorlar. Bu anlamda, ellerindeki maddi koşullar gereği, işçi aristokrasisi içerisinde değerlendiriliyorlar. Geçmişte, teknolojinin geliştiği dönemin ilk yirmi otuz yılı içerisinde yaygın olarak görülen, bol miktarda dağıtılan ikramiyeler türünden teşvikler ve eğitim aracılığıyla bu alandaki işçi kıtlığı sorunu giderilmeye çalışılıyordu.

Bugün bu durum, otomasyonun devreye sokulması ile aşılabildiğinde, radyologların vasıflı emeği değersizleşiyor, bir yandan radyolog eksikliği sorunu çözülüyor, bir yandan da mülk sahiplerinin radyolog dışında kalan personel üzerindeki iktidarı artıyor.

Otomasyona teslim edilmiş radyoloji pratiği, eldeki imkân ve becerilerden bağımsız olarak, mülk sahibi sınıfa cazip gelen bir fikir, çünkü bu fikir, işgücünü zayıflatmayı ve işgücünün maliyetini düşürüp ölçekleme becerisini yukarı çekmek suretiyle, kârı artırmayı vaat ediyor. Mülk sahibi sınıf, söz konusu fikrin reklâmını yapmakla yetiniyor, çünkü piyasada, eldeki algoritmik sistemlerin yapabildikleri ile gerçeklik arasında büyük bir uçurum söz konusu. Bu uçurum, makinelerin tüm insanları iş pratiklerini makinelere bırakmaya ikna etme hedefi yanında pek de önemli bir mesele değil. Asıl en önemli konu, gerçekleştirilmesi mümkün olup olmadığı bilinmeyen, uzak bir geleceğin konusu olan, düşünen makineler değil, bu sistemler aracılığıyla hayatını yaşamak zorunda kalacak insanlara kıyasla daha iyi tanımlanmış otomatik sistemlerden oluşan labirente tabi olan, morali sıfırlanmış nüfus.

Gerçek Tehlike Nerede?

Medyada çıkıp teknoloji konusunda ahkam kesen isimlerden, Stephen Hawking gibi önemli bilim insanlarına, oradan maalesef her konuda fikri alınan Musk’a kadar birçok düşünür, insanlığın üst düzey makine zekâsının devreye girmesiyle tehlikeye gireceği konusunda ikazda bulunuyor. Bu zekâya iman edenler, Terminatör film serisindeki Skynet gibi, tüm dünyayı kuşatacağını, neticede kapitalizme hizmet edeceğini söylüyorlar. Otomobilleri ve kamyonları bu zekâ yönetecek, o, doktorların yerini alacak, yemekleri o yapacak, hatta mülksüzler için sentetik de olsa, samimi bir arkadaşlık hizmeti sunacak.

Oysa bu hikâye, baştan sona yalan. Asıl tehdidin nerede olduğunu anlamak için Zizek’in 2003 tarihli “Irak Savaşı’nda Gerçek Tehlike Nerede?” isimli makalesine bakmak gerekecek. Avrupa’daki sağcı söylemle solun verdiği cevap arasındaki ilişkiye değindiği bu yazısında, Zizek şunu söylüyor:

“Gerçek tehlikeyi, Avrupa’da popülist sağın fiiliyatta oynadığı şu rol örnekliyor: Popülist sağ, (dış tehdit, göçü sınırlama gerekliliği gibi) belirli konu başlıklarını gündeme getiriyor, sonra muhafazakâr partiler, hatta ‘sosyalist’ hükümetlerin fiilen yürüttükleri siyaset, bu başlıkları sessizce sahipleniyor.”

Yapay zekâ propagandası dâhilinde anlatılan hikâye de benzer bir duruma yol açıyor: teknoloji endüstrisi, zekâyı kendisinin yarattığına dair hikâyeyi bize yutturmak suretiyle, tüm tartışma zeminini değiştirmeye çalışıyor. Bu anlamda, bilgisayar teknolojisinin, ölçümleme işinin politik ekonomisinin tartışılmasına izin vermiyor, sadece makinenin gelişmekte olan özerkliğine dair bilim kurgu temelli efsanenin işitilmesini istiyor. Bugün bu kurguya karşı koymak, endüstrinin gerçek hedeflerine kilitlenmek, gözlerimizi o hedeflerden ayırmamak gerekiyor.

Bu yalana, yaratılan yanılsamaya kendimizi kaptırmanın bedeli çok ağır olacak.

Dwayne Monroe
16 Haziran 2022
Kaynak

0 Yorum: