Hristiyanlık ve sinema türünden, tarihin tayin ettiği diğer ölü formlar gibi
liberalizm de bugün zombi misali, yalpalayarak devam ediyor yoluna, buna rağmen o, hayatları tarif etmeyi ve elindeki maddi gücü kullanmayı sürdürüyor. Gene de
tarihin çöp tenekesindeki yeri, neredeyse garanti gibi. Onun hiçbir geleceği
yok. Liberalizm, geçerliliğini yitireceği güne doğru uzanan o uzun yolculuğunda
aheste aheste ilerliyor.
Liberalizm
ve yönetim biçimi olarak tercih ettiği liberal demokrasi çöküyor, çünkü liberalizme
can veren, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa’da gerçekleşen
devrimler ve savaşlar aracılığıyla ona tarihsel güç bahşeden kavram olarak
ulus-devlet, kapitalist gelişme için gerekli bir alet olmaktan çıkıp, büyümenin
önündeki engel hâline geldi.
Kapitalizm, Soğuk Savaş süresince önemli bir zafer elde etti ve dünyanın en ırak
bölgelerine bile ulaşmayı bildi. Ama kapitalizm, bir yandan da yetmişlerin
başından itibaren uzun bir kârlılık krizi içine girdi, bu da dünya sisteminin
tepeden tırnağa, yeni borç ve lojistik yapıları ile birlikte sarsılmasını
beraberinde getirdi. Neticede bu gelişme, emtianın anında dünyanın her yanına
ulaşmasına ve paranın dolaşması için dünya pazarlarına sürekli erişilmesine
ihtiyaç duyan sistemi kırılganlaştırdı. Böylelikle sınırlar ve uluslar, varlıklarıyla
zarara yol açmaya, yokluklarıyla kâr getirmeye başladılar. Dolayısıyla kapitalizm,
çöküşünü ertelemek adına, en sevdiği evladını yemeye başladı.
Anti-materyalist
sol, bugün aşırı sağın internete hâkim olan kimlik siyasetine tepki olarak doğduğunu,
yeni gelişen etnik milliyetçisi sağın ulus ve sermayenin yaşadığı çöküşe
verilmiş bir cevap olduğunu söylüyor. Oysa bu sağın derdi, zombiye dönmüş
liberalizmin geride bıraktığı politik ve libidinal boşluğu doldurmak ve yavaş
yavaş harlanan kapitalist krizden sağ çıkabilecek bir “ulus”u canlandırıp, onu
yeniden örgütlemek. Diğer tüm aşırı sağcı projeler gibi bu sağ da ilgili hedefe,
yurttaş kavramını daraltıp, politik ve toplumsal hakları sadece mülk sahibi olan
heteroseksüel beyaz erkeklere bahşetmek suretiyle ulaşmak istiyor. Bu anlamda aşırı
sağ, yerleşimci sömürgeciliğin tüm çıplaklığıyla yaşandığı o eski güzel günlere
dönmeyi arzuluyor. Yeterince örgütlü ve kudretli olunca, mülk sahibi erkeklerden
oluşan bu türden bir ulus, şirket yanlısı, teknokratik polis devleti eliyle gelişip
serpilecek. Bu devlet, tabii ki zenginliği üreten işçilerin etrafındaki tüm
zırhları kaldırıp, ulusun gerçek üyeleri olarak görülmeyenlere karşı açıktan soykırım
tertipleyecek bir sermaye diktatörlüğü olacak.
Bu
soykırımcı tutum, Amerikan devlet aklının hiç değişmeyen özelliklerinden biri. İlgili
tutum, bugün “gereksiz” görülen nüfusa yönelik olarak gündeme getiriliyor. Ana akım
Amerikan siyaseti, son dönemde bu özelliği faş eden, açığa vuran birçok veri
sunmuş durumda.
Kongre’de
gündeme getirilen sağlık “reform”u yoluyla muhafazakârlar, milyonları
katletmeye çalıştılar. Öte yandan Trump, gerekli yerlere mesajını iletti ve
bunun neticesinde etnik milliyetçi hareket, başkanın gölgesinde mantar gibi
üredi. Zamanla Amerikan sağı, kripto faşizm sularını terk edip açıktan faşizm
sularına yelken açtı.
Sağ,
son otuz yıl içerisinde ideolojik ve örgütsel açıdan dönüşüme tabi tutuldu. Ama
bu dönüşüme, sağın gücüne denk bir güç elde etmiş bir liberalizm eşlik etmedi. Hatta
2016 seçimlerinin hem temsilciler meclisinde hem kongrede hem de valiliklerde
kaybedilmesi, liberal projenin ve onun o boş vizyonunun yetersizliğini ortaya
koydu. Daha iyi bir politik program veya daha iyi bir dünya vizyonu sunmak
yerine Demokrat Parti’nin sergilediği direniş, sağa karşı elindeki avantajı,
cumhuriyetçilerin planına nazaran çevreyi daha yavaş yok edip, yoksulları daha
yavaş öldürmek olan “merkezî” statükoyu romantikleştirmekten başka bir işe yaramadı.
Liberalizm,
Demokrat Partililer halkta karşılığı olmayan liderler seçmedikleri için başarısız
olmadı. Onun başarısızlığı, esasen önerdiği, borç bağımlısı ekonomi siyasetinin
maddi sınırlarının bir sonucu.
Neoliberal
ekonomi siyaseti, bir dizi borç balonu ile büyüme sağladı, ama bu balonlar,
öğrencilerin borçları ve sağlıkla alakalı borçlar bağlamında, sınırlarına
ulaşmış durumda. Bugün liberalizm, az sayıda kişinin artık girilmesi imkânsız
hâle gelen üst sınıflara dâhil olması dışında hiçbir şey öneremeyecek durumda.
Liberalizm
çöküş yaşadıkça, geçen yüzyıl kapitalist dünyada ülke içerisinde yürütülen
siyasete damgasını vuran sağ/sol ayrımı da hükmünü yitiriyor. Gelecekte politik
çatışma, liberalizmle (veya onun Avrupalı kuzeni sosyal demokrasiyle) liberal
demokrasinin ana ilkelerini temelde benimseyen, ama polisin copunu daha sert
vurmasını isteyen muhafazakârlık arasında cereyan etmeyecek. Gelecekte siyaset
âlemi, “sol” faşizm ve “sağ” faşizm arasında taksim edilecek. İlki çoktan zuhur
etti bile, ikincisi ise yeni yeni gelişme kaydediyor.
Jürgen
Habermas gibi yirminci yüzyıl Marksistleri, “sol faşizm” tabirini ideolojik muarızlarına
karşı bir tür küfür olarak kullanıyorlardı. Bense burada ilgili tabiri,
madalyonun bir yüzünde duran, şirket yanlısı teknokratik liberterizm ile onun
muadili olan ve madalyonun diğer yüzünde duran sağ faşizmin otoriter etnik
milliyetçiliğini ifade etmek için kullanıyorum.
Ani
gelişen ekonomik gerileme döneminde Mark Zuckerberg, 2020 yılı içerisinde
herkese temel gelir fikrini savunuyor, “küresel yurttaşlık” üzerine kurulu Amerikan
kimliğini öne çıkartıyor. Bu anlamda o, bahsini ettiğim yeni “sol” faşizmi
temsil ediyor. Trump’ın faşizminin aksine Zuckerberg’in faşizmi, ulus-devleti
merkezî bir kavram olarak devre dışı bırakıyor. Bu hamleyi, yirmi birinci
yüzyıl bağlamında yenilikçi ve yıkıcı bir faşizm türü olarak ele almak gerekiyor.
Üstün
ırktan, onu temel alan ilkelerden, kan ve toprak üzerine inşa edilmiş yurttaşlıktan
dem vurmayan bu sol faşistler, markaya bağlılığı ve hizmet kullanımını esas
alan “tercihler”le kurulmuş uluslar meydana getirecekler. Yurttaşların yerini
müşteriler ve tüketiciler, başkanların ve kongrelerin yerini icra kurulu
başkanları ve yönetim kurulları, toplum sözleşmelerinin yerini hizmet koşulları
alacak. İşçiler, özel güçlere hizmet eden paramiliterlerce gözetlenecek ve
şirketlerin inşa ettikleri şehirlerde yaşayacaklar.
Dünya,
bu tür uygulamalara geçmişte de tanıklık etti. İlk dönem sömürgecilik de bu tür
adımlar attı. Başka ülkelerde lisans almış anonim şirketler, dünyanın her iki
tarafında kurulmuş, plantasyonu andıran mikro devletleri yönetmişlerdi. Bu sefer
başta bir kral yerine dünya pazarı olacak. İmparatorluk olmayacak, sadece
sermaye olacak.
Tarihsel
planda faşizm, aşırı milliyetçilikle kopmaz bağlara sahip. Karşılığı olan, efsane
üzerine kurulu bir yapı olarak ulus, faşist iktidarın elinde kusursuz bir araca
dönüşüyor. Faşist iktidar ulusu, sınıfları dikine kesen bir ittifakı kurmak, orta
sınıfları ve emekçi sınıfları içteki ve dıştaki “düşmanlar”a karşı zenginlerle
bir araya getirmek için kullanıyor. Yahudiler, eşcinseller, göçmenler,
translar, Müslümanlar, komünistler… sömürgeciliğin, imparatorluğun, savaşın ve
kapitalizmin ürettiği zenginlikle tanımlanmış, ondan kaynak alan bir “ulus”tan kolayca
dışlanabilecek kim varsa, düşman kabul ediliyor.
Naziler,
destansı ve efsanevî bir “Halk”a işaret ettiler. Köylü kıyafetleri giymiş
yurttaşların katıldıkları yürüyüşler tertiplediler, bazen de Hristiyanlığı
aşan, hatta onu karşıya alan, farklı akımları birbirine teğellemiş bir tür
Alman paganizmini savundular.
Japon
devleti, imparatorun ve ordunun tarihsel rolünü ve önemini efsaneler üzerinden
tanımladı. Burada amaç, birleşik bir Japon kültürü yaratabilmekti.
Mussolini’nin
faşistleri, İtalya’da yeni doğan insanın Libya’da imparatorluğun
gerçekleştirdiği, genişlemeyi hedefleyen o şanlı yürüyüş aracılığıyla kendisini
ispat ettiğini söylediler.
Faşistler,
ana hedeflerine ulaşmak için ellerindeki her türden aracı kullanacaklar. Devletle
sermayeyi iç içe geçirmek, bağımsız sivil toplumu tasfiye etmek ve işçi sınıfını
ezmek için ellerinden geleni yapacaklar. Tam da bu sebeple, İtalya ve Almanya’da
rejimler, ilk başta sosyalizmin dilini ve ona ait bazı teknikleri kullanmışlardı.
Hitler ve Mussolini, her ne kadar kurdukları rejimlerin kiliseyle uzlaşması
için çalışsalar da, bir biçimde Hristiyanlığa ateistlere has bir tiksintiyle
yaklaştı. İspanya ve Yunanistan’da ise faşistler, kendilerini kralın ve
kilisenin savunucuları olarak konumlandırdılar.
Faşizm,
bir ulus-devlete ihtiyaç duymuyor, onun tek ihtiyacı, devleti ele geçirmek için
gerekli olan ideolojik ulus. IŞİD’in kurduğu hilafetin ardında da bu türden bir
teori vardı. O, konumu veya etnisiteyi temel alan devlet yerine gerçek müminleri,
ümmeti esas alan “küresel Müslüman ulusu” fikrine yaslanan, faşist bir
devletti.
Devlet
olmak için gerekli olan ulus-devlet modeli, uzun zamandır yürürlükte. Bu anlamda,
devlet ve ulus-devlet hep birbirlerinin yerine kullanıldılar. Gelgelelim epeydir
Silikon Vadisi’nin sol faşistleri, Singapur’u büyük bir hayranlıkla ve özlemle takip
ediyorlar. Bu ufak, ayrıksı ve otoriter şehir-devleti, güçlü bir zengin
yöneticiler sınıfı meydana getirmeyi bildi. Bu ülke, bir ulus-devlet değil,
şehir-devleti olarak yönetiliyor. Tek amacı da küresel sermaye akışı bağlamında
şirketlere bir tür cennet olarak hizmet sunmak için yurttaşlarını korumak veya
onları temsil etmek.
Silikon
Vadisi’nin ideolojisi, doksanların ortalarında yaygın olarak analize tabi tutuldu
ve bu liberterizme has devletçilik karşıtlığı üzerine kurulu olan ideoloji, “Kaliforniya
İdeolojisi” olarak tanımlandı. Söz konusu ideoloji, bugünlerde vadinin elindeki
maddi güç sayesinde büyüdü ve genişledi. “Küresel şehirler” denilen fikir
gerçekliğe dönüştükçe, teknoloji dünyasının yön verdiği yeni Singapurlar inşa
ediliyor. Bugün kapitalistler, dünya genelinde açtıkları onlarca garsoniyerde
işlerini yürütüp vakit harcıyorlar.
Şirketlerin
her şeye egemen oldukları düzeni amaç edinmiş yeni faşist siyaset görünür
oldukça, devletle ulus-devlet arasındaki fark da belirginleşecek. Sermayenin
tümüyle robotlarla çalışan fabrikaları, ay kolonilerini ve deniz üzerine kurulu yerleşim
yerlerini temel alan romantik düşleri, esasen İtalyan faşistlerinin
teknolojiyi, şiddeti ve hızı fetişleştiren yaklaşımlarını andırıyor. Sınırlara ve
topyekûn savaşlara yönelik liberter itiraz ambalajında sunulan bu sol faşizm,
temelde kapitalist yeniden yapılanma sürecinin yeni ve son aşamasını ifade
ediyor.
Amerika’da
sağ faşistler, kitle tabanını tarım işletmelerinde, enerji endüstrisinde ve ordu-sanayi
kompleksinde buluyor. Tüm bunlar, zenginlik üretme noktasında, ağırlıklı olarak
devlet teşviklerine, savaşa ve sınır kontrollerine bel bağlayan faaliyet alanları.
Her ne kadar sağ faşistler, vergilerden ve yurttaşlık haklarından nefret
etseler de sırtlarını Amerikan emperyalizmine, geleneksel planda ticaret
sahasında yol açtığı dengesizliklere, enerji anlaşmaları için yürütülen
müzakerelere ve kâr elde etmek için gerekli olan ve hiç bitmeyen savaşlara yaslıyorlar.
Öte
yandan, sırtlarını teknolojiye, eğitime ve hizmetlere yaslayan sol faşistlerse,
küresel emek akışları ve serbest ticaret üzerinden kendileri için hayırlı olan
ne varsa onu yapıyorlar. Lojistiğe, küresel tedarik zincirlerine, vaktinde
üretime bel bağlayan, bununla birlikte, biricikliğe ve toplumsal sorunları
teknoloji yoluyla çözmeye takıntılı olan sol faşistler, ulus-devleti bir engel
olarak görüyorlar, orduyu küresel sorunlar konusunda kifayetsiz bir çözüm yolu
olarak değerlendiriyorlar.
Sol
faşizm de sağ faşizm de devletin ücretleri düşürmek, halkı gözetlemek ve
düzenleme amaçlı denetimi ortadan kaldırmak için kullanılması gerektiği
konusunda uzlaşıyor. Nispeten daha gelenekçi olan sağ faşistler, sınıf savaşı
denilen meseleyi tek seferde, kan ve barutla çözmek isterlerken, sol faşistler,
sınıf savaşını kolayca kontrol edilebilen, ufak devletler meydana getirip, geçim
için gerekli temel ihtiyaçları karşılamak suretiyle, az çok kesintiye uğratabilecekleri
hayalini kuruyorlar.
Bir
taraf, halkı tebaa; diğer tarafsa müşteri olarak görüyor. Diktatör-tebaa ilişkisiyle
şirket-müşteri ilişkisi arasında temel bir farklılık söz konusu: şirket-müşteri
ilişkisinde sömürü ve zulüm, iğva ve himmet maskeleri ardına saklanıyor, kimi
zaman da bu ilişki, cömertlikle karıştırılabiliyor.
Pratikte
bu türden bir kafa karışıklığına hep birlikte tanık olduk. Geçen Şubat ayında
haber kanalları, Apple’ın FBI’ın şirketin iPhone şifrelerini kırması konusunda
teşkilâta yardımcı olmayı reddettiğine dair haberi köpürterek sundu. Birçok
insan, Apple’ın müşterisinden yana olduğunu, onun gizlilik haklarını koruduğunu
düşündü. Oysa bu, yanlış bir düşünceydi, çünkü şirket müşterilerinin verileriyle
her şeyi yapmayı alışkanlık hâline getirmişti. Esasında burada egemenlik
konusunda bir müsamere sergilenmekteydi. Amaç, özelde Apple’ın, genelde Silikon
Vadisi’nin devletten bağımsız olduğunu göstermekti.
Bu
bağımsızlık, temelde sol faşist siyasetin gelecekte atacağı adımı ifade ediyor.
Söz konusu hamle, egemen olanın koruma sorumluluğu ile ilgiliydi. Bu anlamda,
eğer Apple Ulusu’na bağlı olan, birer müşteri olarak hareket eden tebaanın
parçası olduğu sürece Apple müşterilerinin hiçbir bilgisi ifşa edilmeyecek.
Önümüzdeki
yıllarda sol faşistler, Demokrat Parti’nin kontrolünü ele geçirmek için uğraşacaklar.
Bu çaba dâhilinde kimi solcular onlara destek sunacaklar, çünkü sol faşistler,
herkese temel gelir, sınır kontrollerinin gevşetilmesi, çok kültürlü toplum ve
çok kutuplu dünya gibi politikaları gündeme getirecekler. Yeni teknoloji milyarderleri,
bu türden vaatleriyle birçok solcuyu avlayacak. Böylelikle bu solcular, şirket
yanlısı teknokratik düzene geçişi öngören sol faşist proje için bir tür kılıf
işlevi görecekler.
Tuhaf
bir dönemden geçiyoruz. Öyle ki; faşistler geleceği devrimci sola kıyasla daha berrak
görüyorlar. Sol, uzun zamandır, ulus-devleti ele geçirerek iktidar olma hayali
kurdu ve ulus-devlet yönteminin artık sermayenin işine yaramadığını göremedi.
Faşizmi
ezmek için bizim geleceğe dair anlayışımızı kökünden değiştirmemiz gerekiyor. Devrimciler,
ulus ve devleti fetişleştiren yaklaşımlarından kurtulmak zorunda. Bırakalım yeni
bir dünya kurmayı, varolan dünyayı gerçek manada yok etmek gibi bir umuda
sahiplerse eğer, bu tür yüklerinden arınmaya mecburlar.
Vicky Osterweil
15 Eylül 2017
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder