Radikal
feministler, tarihte görülen cadı avı pratiklerini, patriarkanın kadınlar
üzerinde zorla kontrol tesis etmek ve modern toplumun ilk döneminde yaşayan
erkeklerin bir şekilde yabanî bulunan kadın cinselliği üzerinde sahip oldukları
hâkimiyetlerine yönelik tehdidi ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyduğu bir araç
olarak değerlendiriyorlar. Bu değerlendirmelerde, kadınların ebe veya şifacı
olarak sahip oldukları, “yasaya aykırı” bir biçimde tatbik edilen iyileştirme
pratikleri üzerinde duruluyor. Hristiyanlık dışında duran, doğurganlıkla
alakalı inanışlara sahip rahibeler gibi kimi kadınların sergiledikleri
becerilerin erkek egemenliğini tehdit ettiği veya kadınların bu tür pratiklerle
ekonomi alanında erkeklere güçlük çıkarttıkları düşünülüyor.
Bu
tür değerlendirmeler, daha çok, suçlanan kadınlara karşı kullanılan hukukî
usullerin yol açtığı korkuya vurgu yapıyor ve bu noktada, direğe bağlanmış
cadıların yakılarak öldürülmesinden veya onların işkenceye maruz kalmasından
bahsediyorlar.
Radikal
feministler, cadı avını kadın düşmanlığı veya kadının cinselliğine yönelik
korku üzerinden izah ediyorlar ve cadı avının sebebinin bu korku ve düşmanlık
olduğunu düşünüyorlar.
Radikal
feministler, bu iddialarını, genelde 1486 yılında yayımlanmış olan, Heinrich
Kramer isminde Dominikan tarikatı mensubu bir Engizisyon mahkemesi üyesince
kaleme alınmış olan Malleus maleficarum isimli risaleye dayandırıyorlar
ve risalenin cadılara yönelik olarak uygulanan, yukarıdan gelen talimatlarla
yürütülen katliamın arkasındaki itici güç olarak elitler arasındaki kadın
düşmanlığının kanıtı olduğunu söylüyorlar. Risaleye ilişkin analizlerde ise
Kramer’in “maleficarum” [“dişi şeytanlar”] tabirini eserin ismi olarak
tercih etmesi üzerinde duruluyor. Radikal feministlerin önemsediği bir husus da
kitapta geçen şu soru ve ona verilen cevap: “Kadınlar, neden bu türden zararlı
büyü işleriyle meşgul oluyorlar?” Kramer, bu soruya şu cevabı veriyor: “Çünkü
kadında hiçbir zaman tatmin edilemeyen, bedensel bir şehvet mevcut.”
Cadı
avı ile ilgili radikal feminist yorumların önemli bir bölümü, akademi dışı
feminist aktivizmin ürünü. Söz konusu yorumlar, bu anlamda, sırf yürütülen
polemiklerde ve tartışmalarda belirli bir anlamı ve işlevi var, ama tarihsel
açıdan tümüyle yanlış.
Birinci
dalga feminizm, cadı avı konusunda benzer bir değerlendirmede bulunmuş.
Amerikalı sufrajist Matilda Joslyn Gage’in 1893 yılında yayımladığı Kadın,
Kilise ve Devlet: Hristiyanlık Çağı Boyunca Kadının Statüsü isimli eser,
benzer şeyler söylüyor. Gage’in iddiasına göre, yürütülen cadı avlarında
çoğunluğunu kadınların meydana getirdiği dokuz milyon insan, cadı diye
katlediliyor. İdam edilen insanlar arasında yaşlı kadınlar, bilge kadınlar ve
Hristiyanlık dışı inanışları benimsemiş rahibeler de var. Paragöz Kilise,
kadınların erkeklerden daha fazla cadı olma ihtimali bulunduğunu, çünkü
kadınların fıtratı gereği günahkâr olduklarını düşünüyor.
Yetmişlerin
ikinci dalga feministleri daha da ileri giderek, cadı avının sadece patriarkal
bir zulüm olmadığını, kadınların kasten katledildiği bir “cinskırım” örneğini
teşkil ettiğini söylüyorlar. 1974 tarihli “Cinskırım: Cadılar” isimli
makalesinde Andrea Dworkin, yukarıda bahsini ettiğimiz Gage’in fikirlerini
dolaşıma sokuyor ve daha çok, Kilise’nin kadının cinselliğine yönelik nefreti
ve korkusu üzerinde duruyor. Dworkin, cadı avının ana sebeplerinden biri olan Malleus
maleficarum isimli eserin kadına yönelik öfkeyle ve psikotik bir nefretle
yüklü olduğunu söylüyor.
Mary
Daly’nin 1978’de kaleme aldığı Jin/Ekoloji isimli kitabı da “cadıların
yakılması denilen cinskırım riti” fikrine yaslanıyor. Bu kitabın yürüttüğü
tartışmanın merkezinde de Malleus maleficarum isimli risaledeki kadın düşmanlığı
duruyor ve kitap, ilgili risalenin bu düşmanlığı Kilise’ye kafa tutan spiritüel
ve tıbbi bilgiye sahip akıllı kadınlara yönelik olduğu iddiasında bulunuyor.
Cadı
avcılarının özellikle kadın şifacıları, bilhassa ebeleri hedef aldığı tezi,
Barbara Ehrenreich ve Deirdre English’in 1973’te kaleme aldığı kitapta da
kendisine destek buluyor. Bu kitap, cadı avlarının erkek doktorlara rakip olan
kadınları ortadan kaldırmayı ve modern dönemde de kendisine alan bulan tıp
mesleğindeki erkek egemenliğini güvence altına almayı amaçladıklarını söylüyor.
Radikal
feminist yazın, akademi dışında cadılık pratikleriyle ilgili olarak oluşan
algıyı önemli ölçüde etkiliyor: radikal feministlerin Kilise’nin zulmettiği
pagan rahibeler (kamlar) ve bilge kadınlar olarak cadılara yönelik vurgusu,
cadılık tarihini de biçimlendiriyor. Bu yaklaşım, sonrasında yayıncılar
tarafından da ciddiye alınıyor. Doksanların başında ortaya çıkan radikal
feminist çizgi, bu konuda iki önemli çalışma ortaya koyuyor: Marianne Hester’in
kaleme aldığı İffetsiz Kadınlar ve Günahkâr Cadılar, ayrıca Anne
Llewellyn Barstow’un Cadı Furyası. Her iki yazar da cadılara yönelik
zulmü, erkeklerin kadınlara yönelik cinsel şiddeti üzerinden izah ediyor.
Ne
var ki akademik tarihçiler, bu tür yorumlara zerre önem vermiyorlar. Radikal
feministlerin cadı avının aslında “kadın avı” olduğuna ilişkin iddialarını
eleştiren tarihçiler, Malleus maleficarum isimli risaleye fazla bel
bağlandığını, radikal feministlerin cadı yargılamalarına ilişkin kayıtları
inceleme konusunda gönülsüz olduklarını, “kadın düşmanlığı” ve “patriarka” gibi
kavramları tarihsel bağlamı dışında kullandıklarını, böylelikle, modern dönemin
başlarında kültür ve toplumun sahip olduğu tarihsel özgüllüğü görmezden
geldiklerini söylüyorlar.
Tarihçilerin
radikal feministlere yönelttikleri bu eleştirilerin önemli bir kısmının meşru
olduğunu görmek gerek. Radikal feministlerin cadı avı ile ilgili yorumlarındaki
birçok unsur, cadılık mesleği konusunda on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci
yüzyıl başlarında üretilmiş, gerçekle alakası bulunmayan, yalan yanlış
efsanelerden kaynaklanıyor. Feministler, kendi ajandalarına uygun düştüğü için
bu efsaneleri, eleştiri süzgecinden geçirmeden, olduğu gibi benimsiyorlar.
Arşiv
araştırmalarının da ortaya koyduğu biçimiyle, ilk dönem modern Avrupa’da idam
edilen cadı sayısı dokuz milyon değil, kırk beş ilâ altmış bin civarında.
Ayrıca, bırakalım bu tür inanışları yayan rahibeleri, örgütlü pagan inanışların
bile modern dönemin başlarına tevarüs ettiği, hayatta kaldığı konusunda elde
herhangi bir delil de bulunmuyor.
Öte
yandan tarihçiler, ebelerin ve kadın şifacıların, elitlerin organize ettiği
cadılara yönelik zulmün ana hedefi olduklarına ilişkin tezi de çürütüyorlar.
Nadiren cadılık mesleğini icra ettikleri için zulüm gören ebeler, bu mesleği
doğurdukları bebekleri öldürmek için kullandıkları gerekçesiyle suçlandıklarına
pek tesadüf edilmiyor, bilâkis, bu ebeler, muhtemelen bebek katillerine yönelik
soruşturmalara yardım ediyorlar.
1582
yılında Essex’te faaliyet yürüten, St. Osyth’li Ursulua Kemp gibi kadın
şifacılar veya “beyaz” büyü işiyle meşgul olanlar, cadılıkla suçlanıyorlar. Ama
sıradan insanlar, şifacıları kadersizliğe, hastalıklara ve kötü büyüye karşı
koruyucu bir güç olarak görüyorlar, dolayısıyla onları suçlamak gibi bir eğilim
içerisinde değiller.
Dahası,
akademide yürütülen çalışmalarda aktarılan bir tahmine göre, beyaz büyü işiyle
meşgul olanların önemli bir kısmı (İngiltere’de üçte ikisi) kadın değil, erkek.
Sırf iyilik olsun diye büyü yapan erkekler, kimi bölgelerde cadı avının kurbanı
oluyorlar.
Bugün
feministlerin basit bir yaklaşımla, cadıları “mağdur edilmiş akıllı kadınlar”
olarak takdim eden yaklaşımlar yerini, beyaz büyü ve halk tıbbı alanında faal
olan kadın ve erkeklerin ortaya koydukları uygulamalara dair daha fazla
detaylandırılmış, zenginleştirilmiş bir analiz alıyor. Bu analize göre, modern
dönemin başlarında evlerde kadınlar, ev içinde kullanmak üzere, bitki ilâçları
hazırlıyorlar. Bu dönemde kötü büyü yaptığına inanılan kadın cadıların aynı
zamanda “şifacı” olduğuna inanılıyor, bir kişiye yaptıkları büyüyü
kaldırabildikleri düşünülüyor, ama “iyi” büyü ile ilgili yarı profesyonel
uygulamalarda daha çok erkeklerin sözü geçiyor.
İyi
büyü yapan erkeklerin cadı avlarında ne kadar zarar gördükleri konusunda daha
fazla araştırmaya ihtiyaç var. Ayrıca zararlı cadılık pratiği sergiledikleri
konusunda kadınlara yöneltilen suçlamalar da bölgesel düzlemde ele alınmalı.
“İyi büyü işiyle meşgul olan kadınlar, erkek meslektaşlarına kıyasla kötü büyü
yapma konusunda daha fazla suçlandıkları için beyaz büyü pratiklerinden zaman
içerisinden vazgeçmiş olabilirler mi?” türü sorular, ciddiyetle tartışılmalı.
Bir
de tabii akademide birçok tarihçinin genelde feminizme, özelde radikal
feminizme yönelik antipatisinin tartışmayı kısırlaştırıcı bir etken olduğunu
görmek gerekiyor. Böylesi bir yaklaşım, tarihçileri, feministlerin patriarka
analizi bağlamında cadılara yönelik baskıların toplumsal cinsiyetle alakalı
yönü konusunda sundukları faydalı görüşleriyle ilişki kurmaktan alıkoyuyor.
Örneğin
birçok tarihçi, feminist tarihçi Christina Larner’ın 1981’de yazdığı, modern
dönemin başlarında İskoçya’da gerçekleşen cadı avı pratiklerine ilişkin çığır
açıcı çalışmasını görmüyor. Larner, o çalışmasında şu tür bir sonuca ulaşıyor:
“Cadı mesleği belirli bir cinsiyete özgü değildi, ama cinsiyetle alakalı bir
meseleydi.” Bu sık sık alıntılanan tespit, esasen cadı avının “kadın avı”
olduğuna dair önermenin altını oyuyor. Ama öte yandan, Larner’ın “Patriarkanın
ideal kadın görüşüne karşı duran kadınlar suçlandılar” tespitine pek kimse yüz
vermiyor.
Genelde
erkeği kadın karşısında imtiyazlı kılan politik, hukukî, toplumsal, ekonomik ve
kültürel güç uygulama pratikleri olarak tarif edilen patriarkaya ilişkin
çalışmaların, cadı mesleğine yönelik inançları, suçlama süreçlerini ve
yargılama pratiklerini nasıl biçimlendirdiğini görebilmek için daha fazla
analize ihtiyaç duyduğunu görmek gerekiyor.
Bir
çıkış noktası anlamında, modern toplumun başlarında patriarkal örgütlenmenin
“sebep” değil, ağırlıklı olarak kadınları mağdur eden cadı avlarının gerekli
bir önkoşulu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Patriarka,
bilhassa hukuk açısından önemli bir mesele. Bu bağlamda patriarka, erkeklerin
hukuku kadınların aleyhine olacak şekilde teşkil edip uyguladıkları düzenin
devamlılığını sağlamak için uğraşıyor.
Bu
anlamda, feministlerin, cadı yargılamalarının, modern dönemin başlarında
yaşanan kalkışmalar esnasında kendisini tehdit altında hisseden “patriarkal
sistem”in içine girdiği yeniden yapılanma sürecinde kadınlara karşı, stratejik
bir araç olarak kullanıldığı veya cadılara yönelik baskıların ev içerisinde
kadınların evcilleştirilmesi ile neticelenen, uzun soluklu modernleşme
sürecinin bir parçası olduğu ile ilgili iddialarının pek de makul iddialar
olmadıklarını görmek gerekiyor.
Bahsi
edilen gelişmeler, somutta özel bir olgu olarak cadı yargılamalarıyla
ilişkilendirilemez. Bu noktada feministler, cadı avı pratiklerinin, patriarkal
toplumsal düzenin istikrarı ile ilgili kaygılara yol açması yanında, muhtemelen
onları aynı zamanda giderdiği gerçeğini gözden kaçırıyorlar.
Alison Rowlands
Mayıs 2013
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder