12 Haziran 2022

,

Cadı Avı ve Feminizm


Radikal feministler, tarihte görülen cadı avı pratiklerini, patriarkanın kadınlar üzerinde zorla kontrol tesis etmek ve modern toplumun ilk döneminde yaşayan erkeklerin bir şekilde yabanî bulunan kadın cinselliği üzerinde sahip oldukları hâkimiyetlerine yönelik tehdidi ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyduğu bir araç olarak değerlendiriyorlar. Bu değerlendirmelerde, kadınların ebe veya şifacı olarak sahip oldukları, “yasaya aykırı” bir biçimde tatbik edilen iyileştirme pratikleri üzerinde duruluyor. Hristiyanlık dışında duran, doğurganlıkla alakalı inanışlara sahip rahibeler gibi kimi kadınların sergiledikleri becerilerin erkek egemenliğini tehdit ettiği veya kadınların bu tür pratiklerle ekonomi alanında erkeklere güçlük çıkarttıkları düşünülüyor.

Bu tür değerlendirmeler, daha çok, suçlanan kadınlara karşı kullanılan hukukî usullerin yol açtığı korkuya vurgu yapıyor ve bu noktada, direğe bağlanmış cadıların yakılarak öldürülmesinden veya onların işkenceye maruz kalmasından bahsediyorlar.

Radikal feministler, cadı avını kadın düşmanlığı veya kadının cinselliğine yönelik korku üzerinden izah ediyorlar ve cadı avının sebebinin bu korku ve düşmanlık olduğunu düşünüyorlar.

Radikal feministler, bu iddialarını, genelde 1486 yılında yayımlanmış olan, Heinrich Kramer isminde Dominikan tarikatı mensubu bir Engizisyon mahkemesi üyesince kaleme alınmış olan Malleus maleficarum isimli risaleye dayandırıyorlar ve risalenin cadılara yönelik olarak uygulanan, yukarıdan gelen talimatlarla yürütülen katliamın arkasındaki itici güç olarak elitler arasındaki kadın düşmanlığının kanıtı olduğunu söylüyorlar. Risaleye ilişkin analizlerde ise Kramer’in “maleficarum” [“dişi şeytanlar”] tabirini eserin ismi olarak tercih etmesi üzerinde duruluyor. Radikal feministlerin önemsediği bir husus da kitapta geçen şu soru ve ona verilen cevap: “Kadınlar, neden bu türden zararlı büyü işleriyle meşgul oluyorlar?” Kramer, bu soruya şu cevabı veriyor: “Çünkü kadında hiçbir zaman tatmin edilemeyen, bedensel bir şehvet mevcut.”

Cadı avı ile ilgili radikal feminist yorumların önemli bir bölümü, akademi dışı feminist aktivizmin ürünü. Söz konusu yorumlar, bu anlamda, sırf yürütülen polemiklerde ve tartışmalarda belirli bir anlamı ve işlevi var, ama tarihsel açıdan tümüyle yanlış.

Birinci dalga feminizm, cadı avı konusunda benzer bir değerlendirmede bulunmuş. Amerikalı sufrajist Matilda Joslyn Gage’in 1893 yılında yayımladığı Kadın, Kilise ve Devlet: Hristiyanlık Çağı Boyunca Kadının Statüsü isimli eser, benzer şeyler söylüyor. Gage’in iddiasına göre, yürütülen cadı avlarında çoğunluğunu kadınların meydana getirdiği dokuz milyon insan, cadı diye katlediliyor. İdam edilen insanlar arasında yaşlı kadınlar, bilge kadınlar ve Hristiyanlık dışı inanışları benimsemiş rahibeler de var. Paragöz Kilise, kadınların erkeklerden daha fazla cadı olma ihtimali bulunduğunu, çünkü kadınların fıtratı gereği günahkâr olduklarını düşünüyor.

Yetmişlerin ikinci dalga feministleri daha da ileri giderek, cadı avının sadece patriarkal bir zulüm olmadığını, kadınların kasten katledildiği bir “cinskırım” örneğini teşkil ettiğini söylüyorlar. 1974 tarihli “Cinskırım: Cadılar” isimli makalesinde Andrea Dworkin, yukarıda bahsini ettiğimiz Gage’in fikirlerini dolaşıma sokuyor ve daha çok, Kilise’nin kadının cinselliğine yönelik nefreti ve korkusu üzerinde duruyor. Dworkin, cadı avının ana sebeplerinden biri olan Malleus maleficarum isimli eserin kadına yönelik öfkeyle ve psikotik bir nefretle yüklü olduğunu söylüyor.

Mary Daly’nin 1978’de kaleme aldığı Jin/Ekoloji isimli kitabı da “cadıların yakılması denilen cinskırım riti” fikrine yaslanıyor. Bu kitabın yürüttüğü tartışmanın merkezinde de Malleus maleficarum isimli risaledeki kadın düşmanlığı duruyor ve kitap, ilgili risalenin bu düşmanlığı Kilise’ye kafa tutan spiritüel ve tıbbi bilgiye sahip akıllı kadınlara yönelik olduğu iddiasında bulunuyor.

Cadı avcılarının özellikle kadın şifacıları, bilhassa ebeleri hedef aldığı tezi, Barbara Ehrenreich ve Deirdre English’in 1973’te kaleme aldığı kitapta da kendisine destek buluyor. Bu kitap, cadı avlarının erkek doktorlara rakip olan kadınları ortadan kaldırmayı ve modern dönemde de kendisine alan bulan tıp mesleğindeki erkek egemenliğini güvence altına almayı amaçladıklarını söylüyor.

Radikal feminist yazın, akademi dışında cadılık pratikleriyle ilgili olarak oluşan algıyı önemli ölçüde etkiliyor: radikal feministlerin Kilise’nin zulmettiği pagan rahibeler (kamlar) ve bilge kadınlar olarak cadılara yönelik vurgusu, cadılık tarihini de biçimlendiriyor. Bu yaklaşım, sonrasında yayıncılar tarafından da ciddiye alınıyor. Doksanların başında ortaya çıkan radikal feminist çizgi, bu konuda iki önemli çalışma ortaya koyuyor: Marianne Hester’in kaleme aldığı İffetsiz Kadınlar ve Günahkâr Cadılar, ayrıca Anne Llewellyn Barstow’un Cadı Furyası. Her iki yazar da cadılara yönelik zulmü, erkeklerin kadınlara yönelik cinsel şiddeti üzerinden izah ediyor.

Ne var ki akademik tarihçiler, bu tür yorumlara zerre önem vermiyorlar. Radikal feministlerin cadı avının aslında “kadın avı” olduğuna ilişkin iddialarını eleştiren tarihçiler, Malleus maleficarum isimli risaleye fazla bel bağlandığını, radikal feministlerin cadı yargılamalarına ilişkin kayıtları inceleme konusunda gönülsüz olduklarını, “kadın düşmanlığı” ve “patriarka” gibi kavramları tarihsel bağlamı dışında kullandıklarını, böylelikle, modern dönemin başlarında kültür ve toplumun sahip olduğu tarihsel özgüllüğü görmezden geldiklerini söylüyorlar.

Tarihçilerin radikal feministlere yönelttikleri bu eleştirilerin önemli bir kısmının meşru olduğunu görmek gerek. Radikal feministlerin cadı avı ile ilgili yorumlarındaki birçok unsur, cadılık mesleği konusunda on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyıl başlarında üretilmiş, gerçekle alakası bulunmayan, yalan yanlış efsanelerden kaynaklanıyor. Feministler, kendi ajandalarına uygun düştüğü için bu efsaneleri, eleştiri süzgecinden geçirmeden, olduğu gibi benimsiyorlar.

Arşiv araştırmalarının da ortaya koyduğu biçimiyle, ilk dönem modern Avrupa’da idam edilen cadı sayısı dokuz milyon değil, kırk beş ilâ altmış bin civarında. Ayrıca, bırakalım bu tür inanışları yayan rahibeleri, örgütlü pagan inanışların bile modern dönemin başlarına tevarüs ettiği, hayatta kaldığı konusunda elde herhangi bir delil de bulunmuyor.

Öte yandan tarihçiler, ebelerin ve kadın şifacıların, elitlerin organize ettiği cadılara yönelik zulmün ana hedefi olduklarına ilişkin tezi de çürütüyorlar. Nadiren cadılık mesleğini icra ettikleri için zulüm gören ebeler, bu mesleği doğurdukları bebekleri öldürmek için kullandıkları gerekçesiyle suçlandıklarına pek tesadüf edilmiyor, bilâkis, bu ebeler, muhtemelen bebek katillerine yönelik soruşturmalara yardım ediyorlar.

1582 yılında Essex’te faaliyet yürüten, St. Osyth’li Ursulua Kemp gibi kadın şifacılar veya “beyaz” büyü işiyle meşgul olanlar, cadılıkla suçlanıyorlar. Ama sıradan insanlar, şifacıları kadersizliğe, hastalıklara ve kötü büyüye karşı koruyucu bir güç olarak görüyorlar, dolayısıyla onları suçlamak gibi bir eğilim içerisinde değiller.

Dahası, akademide yürütülen çalışmalarda aktarılan bir tahmine göre, beyaz büyü işiyle meşgul olanların önemli bir kısmı (İngiltere’de üçte ikisi) kadın değil, erkek. Sırf iyilik olsun diye büyü yapan erkekler, kimi bölgelerde cadı avının kurbanı oluyorlar.

Bugün feministlerin basit bir yaklaşımla, cadıları “mağdur edilmiş akıllı kadınlar” olarak takdim eden yaklaşımlar yerini, beyaz büyü ve halk tıbbı alanında faal olan kadın ve erkeklerin ortaya koydukları uygulamalara dair daha fazla detaylandırılmış, zenginleştirilmiş bir analiz alıyor. Bu analize göre, modern dönemin başlarında evlerde kadınlar, ev içinde kullanmak üzere, bitki ilâçları hazırlıyorlar. Bu dönemde kötü büyü yaptığına inanılan kadın cadıların aynı zamanda “şifacı” olduğuna inanılıyor, bir kişiye yaptıkları büyüyü kaldırabildikleri düşünülüyor, ama “iyi” büyü ile ilgili yarı profesyonel uygulamalarda daha çok erkeklerin sözü geçiyor.

İyi büyü yapan erkeklerin cadı avlarında ne kadar zarar gördükleri konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyaç var. Ayrıca zararlı cadılık pratiği sergiledikleri konusunda kadınlara yöneltilen suçlamalar da bölgesel düzlemde ele alınmalı. “İyi büyü işiyle meşgul olan kadınlar, erkek meslektaşlarına kıyasla kötü büyü yapma konusunda daha fazla suçlandıkları için beyaz büyü pratiklerinden zaman içerisinden vazgeçmiş olabilirler mi?” türü sorular, ciddiyetle tartışılmalı.

Bir de tabii akademide birçok tarihçinin genelde feminizme, özelde radikal feminizme yönelik antipatisinin tartışmayı kısırlaştırıcı bir etken olduğunu görmek gerekiyor. Böylesi bir yaklaşım, tarihçileri, feministlerin patriarka analizi bağlamında cadılara yönelik baskıların toplumsal cinsiyetle alakalı yönü konusunda sundukları faydalı görüşleriyle ilişki kurmaktan alıkoyuyor.

Örneğin birçok tarihçi, feminist tarihçi Christina Larner’ın 1981’de yazdığı, modern dönemin başlarında İskoçya’da gerçekleşen cadı avı pratiklerine ilişkin çığır açıcı çalışmasını görmüyor. Larner, o çalışmasında şu tür bir sonuca ulaşıyor: “Cadı mesleği belirli bir cinsiyete özgü değildi, ama cinsiyetle alakalı bir meseleydi.” Bu sık sık alıntılanan tespit, esasen cadı avının “kadın avı” olduğuna dair önermenin altını oyuyor. Ama öte yandan, Larner’ın “Patriarkanın ideal kadın görüşüne karşı duran kadınlar suçlandılar” tespitine pek kimse yüz vermiyor.

Genelde erkeği kadın karşısında imtiyazlı kılan politik, hukukî, toplumsal, ekonomik ve kültürel güç uygulama pratikleri olarak tarif edilen patriarkaya ilişkin çalışmaların, cadı mesleğine yönelik inançları, suçlama süreçlerini ve yargılama pratiklerini nasıl biçimlendirdiğini görebilmek için daha fazla analize ihtiyaç duyduğunu görmek gerekiyor.

Bir çıkış noktası anlamında, modern toplumun başlarında patriarkal örgütlenmenin “sebep” değil, ağırlıklı olarak kadınları mağdur eden cadı avlarının gerekli bir önkoşulu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Patriarka, bilhassa hukuk açısından önemli bir mesele. Bu bağlamda patriarka, erkeklerin hukuku kadınların aleyhine olacak şekilde teşkil edip uyguladıkları düzenin devamlılığını sağlamak için uğraşıyor.

Bu anlamda, feministlerin, cadı yargılamalarının, modern dönemin başlarında yaşanan kalkışmalar esnasında kendisini tehdit altında hisseden “patriarkal sistem”in içine girdiği yeniden yapılanma sürecinde kadınlara karşı, stratejik bir araç olarak kullanıldığı veya cadılara yönelik baskıların ev içerisinde kadınların evcilleştirilmesi ile neticelenen, uzun soluklu modernleşme sürecinin bir parçası olduğu ile ilgili iddialarının pek de makul iddialar olmadıklarını görmek gerekiyor.

Bahsi edilen gelişmeler, somutta özel bir olgu olarak cadı yargılamalarıyla ilişkilendirilemez. Bu noktada feministler, cadı avı pratiklerinin, patriarkal toplumsal düzenin istikrarı ile ilgili kaygılara yol açması yanında, muhtemelen onları aynı zamanda giderdiği gerçeğini gözden kaçırıyorlar.

Alison Rowlands
Mayıs 2013
Kaynak

0 Yorum: