06 Haziran 2022

,

Her Şey Masada mı?

Eleştirel Teori profesörü Fabio Vighi, o insanı yücelten varlığıyla, Almanya’da kovid meselesine şüpheyle yaklaşanların buluştuğu internet platformlarından olan Her Şey Masada programını şereflendirdi. Söyleşi, dinleyeni epey tahrik eden bir özetle birlikte sunuluyor:

“Kovid’in kapımızı çalmasının üzerinden iki yıl geçti. Bugün Fabio Vighi, sürdürülmesine dönük çabaların artık giderek anlamını yitirdiği sağlıkla alakalı acil durumla, içe doğru çöken, finansın yön verdiği ekonomi arasındaki illiyet bağını keşfediyor. Milyarlarca insanın aşılanmasına rağmen pandemi, tüm ağırlığıyla hâlen daha bizimle birlikte. Bu döneme enflasyon oranlarındaki artış eşlik ediyor, değerini yitiren para birimleri, giderek daha fazla insanı borç batağına ve yoksulluğa doğru sürüklüyor, bir yandan da halkları ayrımcılığa tabi tutuyor. Üstelik bu ifrata vardırılan ayrımcılık, bir biçimde hukukî zemine de kavuşturuluyor. Peki tüm bu adımlar, kimlerin işine yarıyor? Bu bunaltıcı hayat koşullarından neden hâlâ kurtulamıyoruz?”

Kapanmalara ve korona tedbirlerine direnen özgürlük hareketi içerisinde yer alan, sözde sol, ekonomiyle sağlıkla alakalı acil durum arasında illiyet bağı kurulmasına, dahası, bu dönemin kaymağını yiyenlerin sorgulanmasına çok sevindi. Peki Bay Vighi, gerçekten de o bağ kuruyor mu?

İlliyet Bağı Mevcut mu?

Önce Vighi’nin dediklerine ve vaat ettiği illiyet bağına bakalım. Söyleşinin başlarında Vighi, “ekonomimizin aşırı finansallaşmış bir ekonomi olduğunu, dolayısıyla onun finans sektörüne ve finansal spekülasyonlara fazlasıyla bağımlı hâle geldiğini” söylüyor. Vighi, burada dünya ekonomisinden mi yoksa Batı ekonomisinden mi söz ediyor, belli değil. Ama mecazî bir ifade dâhilinde onun, ekonominin belirli bir kısmını teşkil eden finans sektörüne yönelik bağımlılık üzerinde durduğu açık.

Vighi, devamında, finans sektörü ile reel ekonomideki temel unsurlar arasındaki bağın neredeyse koptuğunu söylüyor. Yani nasıl oluyorsa, bir bütün olarak ekonomi ya da onun belirli kısmı (reel olan kısmı) hem finans sektöründen kopuyor, hem de bir şekilde ona bağımlı hâle geliyor.

Vighi, bu tespitine bağlı olarak, şu tespitini yapıyor:

“Finans sektörü, ekonomik değer olarak kabul ettiğimiz, üretim değerinde belirleyici. Bildiğimiz kadarıyla, değerin önemli bir kısmı finans sektöründe üretiliyor, bu anlamda, hayatlarımızın toplumsal düzlemde yeniden üretilmesi, giderek finans sektöründeki gelişmelere bağımlı hâle geliyor. Finans sektörü, reel ekonomide önemli bir unsur olan GSYİH’nin altı kat fazlası değer içeriyor, ama öte yandan, türev piyasalar gibi kimi piyasaların ne kadarlık bir değer ürettiğini bilmiyoruz. Bu türev piyasalar, spekülatif finans kapitalizminin oldukça karmaşık ve karanlıkta kalmış bir sahasını teşkil ediyorlar. Ama neticede şunu biliyoruz: Finansal değerlerin oluşturduğu kütle, reel ekonomide üretilen kütleden daha büyük. Bu sebeple, otomasyon önemli bir rol oynuyor.”

Burada Vighi, “biz” derken neyi kastediyor, belli değil. Aynı şekilde onun “değer” kavramı konusunda da kafası karışık. Yüklediği anlamı zerre umursamıyor. Zira, ana akım siyasette ve ekonomide “değer” parayı da ifade edebiliyor, serveti de. Kendisini esas olarak Marksizm konusunda sınırlı bilgiye sahip solcuların dinlediğini bildiği için, o, söz konusu anlam karışıklığını, Marksist bir şeymiş gibi takdim edebiliyor. Marksizmin ya da başka bir akımın emek değer teorisine az çok aşina olanlarsa, Vighi’nin bu değerlendirmesinin sorunlu olduğunu görüyorlar.

Marksist açıdan değeri sadece emek üretir. Emtia değerini üretim süreci üzerinden elde eder. O emeği içeren emtia, finans sektöründe yeniden ambalajlanır, aktarılır, alınır satılır, teminat altına alınır vs. Bu aşamada, teknik emek üzerinden az miktarda değer eklenir. Örneğin ileride imzalanacak sözleşmeler için hesaplamalar yapılır, araştırmalar yürütülür. Ayrıca ulaşım sektörü de bir miktar değer ekler. Bunu, ilgili metaı üretim noktasından satılacağı noktaya taşımak suretiyle yapar.

Marksist değer anlayışı, değerin ağırlıklı olarak finans sektöründe üretilebileceğini söyleyen anlayışla, bilhassa, spekülasyonun değer üretebileceğini iddia eden fikirle çelişir.

Her ne kadar bu söyleşide Vighi dile getirmese de başka yerlerde kendisini Hegelci Marksizm eleştirisini benimsemiş bir kişi olarak tarif eder. O, bilhassa Marksizmin artı değer anlayışını eleştirmektedir. Todd Mcgowan ile yaptığı söyleşide Vighi, “artı değerin Lacancı manada asla hesaplanamayacak bir varlık” olduğunu söyler. Devamında Vighi, herhangi bir mantıksal gerekçe sunmaksızın, sermayenin finans piyasasında, “spekülatif bir biçimde” kendisini yeniden üretebileceği ve bunun için emeğin aracılığına ihtiyaç duymayacağı, işgücünü doğrudan sömürebileceği iddiasında bulunur. Bunları söylerken de aynı mantığa yaslanır. Onun derdi, teorinin kapsamını genişletmek değil, kendi inancını dile getirmektir. Zira ondaki Hegelciliği havasından geçilmeyen postmodernist görecelikçilikten ayırmak mümkün değildir.

Oysa Marksizm, bu konuda fazlasıyla yalındır. Bir metanın değişim değerini onu satmaya çalıştığınız toplumsal koşullarda o şeyi üretmek için harcanan emek zamanının ortalama değeri, bunun yanında, değeri doğrudan nihai ürüne aktarılan her türden başka gerekli ürünlerin maliyeti tayin eder. Emtia üretiminin bu temel yapısı, pratikte kolaylıkla algılanamayan, kiralama pratiklerinden oluşmuş sık bir örgüden oluşur.

Kapitalizm koşullarında işgücünün kendisi de metadır. İşçi işgücünü sekiz saat satar, karşılığında belirli bir ücret alır. Bu ücretin oranı, kapitalist piyasadaki diğer her türden meta ile aynı şekilde belirlenir. Burada belirleyici olan, işçinin sekiz saat daha çalışmasını mümkün kılacak, çalışmasını istemesini sağlayacak şekilde onu üretmek ve yeniden üretmek için gerekli emek zamanıdır. Dolayısıyla işçinin işgücünün değişim değerini, işçi bir sekiz saat daha çalışabilsin diye gerekli olan gıdanın, barınmanın, kıyafetin vs. maliyeti belirler.

Sermaye, tam da bu noktada bir dümen çevirir: değerin yegâne yaratıcısı, insan emeğidir. İnsanlar, kendilerini yeniden üretmelerini sağlayacak şeylerden daha fazlasını üretirler. İhtiyacım olanı alabilmem için dört saat çalışmam yeterlidir, ama ben gün içerisinde sekiz saat çalışırım. Kapitalist ise piyasanın kanununa uyduğunu, ücretimi buna göre ödediğini söyler, ama öte yandan, benim bir gün sonraya çıkmam, temel ihtiyaçlarımı gidermem için bana dört saatin kâfi olduğunu da bilir. Üretim araçları onun elinde olduğundan ve devleti de o kontrol ettiğinden, bu tartışmayı genelde o kazanır. Marx’ın tespitiyle, “eşit haklar arasındaki kavganın sonucuna güç karar verir.” Dört saatte kendim için, kalan dört saatte de kapitalist için çalışırım. Buna “artı değer” denilir ve bu değer, kapitalist kârın kaynağıdır.

İster kabul edilsin isterse edilmesin, kapitalist için artı değeri tam da bu işlem yaratır. Kapitalist, bana dört saatlik işin karşılığını öder, ama ben sekiz saat çalışırım. Bu değer, pazara taşınan ürünlere aktarılır. O ürünleri sattığında başta elinde olandan daha fazlası vardır. Belirli bir soyutlama düzeyinde, dünyadaki faydalı şeylerin miktarında hep bir artış yaşanmıştır. Zenginlik bu yolla meydana getirilmiştir. Aynı şey, spekülasyon denilen işlem için geçerli değildir. O, sadece belirli kapitalistlerin nispeten daha zayıf olan kapitalistlerin işçilerden temellük ettiği değerin bir kısmına el koymasını sağlar. Spekülasyon, insanlığın hep birlikte ürettiği zenginliğin büyümesine katkıda bulunmaz, sadece o zenginlik üzerindeki mülkiyet hakkının yeniden dağıtılmasından ibarettir.

Bilgi mahsulüymüş gibi görünen laflarıyla yarattığı cazibeye teslim olmamak gerek. Vighi, çok ciddi ve önemli şeyler söylüyormuş gibi yapıyor sadece. Çoğunlukla da zırvalıyor. Ama onun Zizek’ten daha derinlikli olduğunu söylemek lazım.

Vighi’nin boş konuştuğunu anlamak için onun McGowan ile birlikte Marx’ın emek değer teorisinin Microsoft türünden yüksek teknoloji şirketlerinin elde ettikleri kârı açıklayamayacağına dair tespitine bakmak yeterli olacaktır. Bu türden açıklamalar sayesinde bilge filozoflarımızın Marksist analizin fiyatın dönüşümü veya teknolojik rant gibi önemli ve temel unsurlarına zerre aşina olmadıklarını anlıyoruz. Her bir metanın fiyatı onun değerine elbette ki denk düşmüyor.[1]

Vighi, kendi içinde bile tutarlılığı olmayan bir isim. McGowan ile yaptığı söyleşide artı değerin hesaplanamayacağını söylüyor. Yukarıda da alıntılanan sözünde de görüldüğü üzere Vighi, “Finans sektörü, reel ekonomide önemli bir unsur olan GSYİH’nin altı kat fazlası değer içeriyor” diyor. Onun bu cümlede “değer” kelimesine ne tür bir anlam yüklediğini bilemesek de Her Şey Masada programına verdiği söyleşide değerin ölçülemediğini, ama aynı zamanda GSYİH ile birlikte ölçülemeyeceğini iddia ediyor.

Vighi’ye göre, finans sektörü ondan beklenenden daha fazlasını sunuyor ama o, değer sunma ile değer yaratmanın aynı şey olup olmadığı konusunda net bir şeyler söylemiyor. Bu noktada Marksizm dışı, muğlâk bir kavram olarak “reel ekonomi” terimine başvuruyor. Bu yaklaşıma bağlı olarak, Vighi, “türev piyasalar” dediği yerde hiçbir zaman emin olamayacağımız, devasa miktarlarda (aslında varolmayan) gizemli bir varlık olarak değerin üretildiğini iddia ediyor. Finans denilen o tehlikeli ve karanlık cehennemde bize rehberlik eden Vighi, bir açıklama getirmek yerine, yüzeysel bir ifade dâhilinde, “karmaşık ve karanlıkta kalmış bir saha”dan bahsediyor.

Hiçbir açıklama sunmayarak, okuruna ve dinleyicisine işkence eden Vighi, “otomasyonun önemli bir rol oynadığını” söylüyor. Bu kadar da değil: ardından bize her şeyin derinini izah edecekmiş pozu kesiyor, ama hiçbir şey anlatmıyor:

“Otomasyon özgün bir momenttir. Bugünkü dengesizliğin ana sebebi odur. Aşırı finansallaşmış, istikrarsızlıkla malul bu sistem onun sonucudur. Burada bahsini ettiğimiz şey, kurgusal sermaye yani spekülasyonlardır. Spekülasyonlar, oldukça karmaşık ve istikrarsız bir işlemdir ve yeni yeni balonların şişmesine neden olurlar. Bu balonlar patlayınca tüm sistem sorunla karşılaşır, zira toplum finans sektöründe üretilen değere bağımlı hâle gelmiştir.”

Vighi, burada nedenselliği yeterince ortaya koymuyor. Tarihsel açıdan otomasyondan sonra ortaya çıkan finansallaşma sürecinin otomasyonu ürettiğini söylüyor, bir yandan da tersinin de geçerli olduğunu, bir şekilde otomasyonun bugünkü dengesizliğin ana sebebi olduğunu iddia ediyor, ama nedense bu dengesizliğin ne zamandan beridir var olduğunu, ne kadar süredir devam ettiğini söylemiyor. Bahsini ettiği dengesizlik, hem aşırı finansallaşmış sistemin ürünü hem de ona sebep olan, onu mümkün kılan şey. Bu bitmek bilmeyen soyutlamalar zinciri, metaforlar cümbüşüyle devam ediyor. Bu noktada yazarımız, patlayan balonlardan, bağımlılıktan, verili bağlam dâhilinde somutta neye atıfta bulunduğu belli olmayan hususlardan bahsediyor.

Vighi, 2008 krizine dair yalan yanlış bir izahat sunuyor. Bu noktada bize bu illetin, sistemsel marazın, ölümcül hastalığın ilk en büyük semptomundan bahsediyor, ama gene metaforlardan başka bir şey söylemiyor, somuta dair hiçbir şey dile getirmiyor.

Bahsini ettiği aşırı finansallaşmış ekonomi altı kat değer üretebiliyor. Ama Vighi, finans sektörünün nasıl değer ürettiğini ve otomasyonu bize hiç anlatmıyor. Bu noktaya nasıl geldiğimiz üzerinde hiç durmuyor.

2008 ile ilgili değerlendirmesinde Vighi, aslında John Titus’tan aldığı, yarım yamalak anladığı görüşleri bize satmaktan başka bir şey yapmıyor.[2]

“Niceliksel rahatlama imkânıyla yüzleşilen, ucuz paranın sistemi akıtıldığı, faiz oranlarının düşük tutulduğu o on bir yıllık dönem geride kaldı. Birden bu süreç bir balon meydana getirdi, likidite tuzağı oluştu, birden faiz oranları fırladı, borç verme işi durdu, 2008’dekine benzer bir likidite tuzağı oluştu. Kredi darlığı meydana geldi. Bunun topluma ve diğer tüm piyasalar yıkıcı etkileri oldu. Bu süreçten sadece Wall Street değil, tüm dünya etkilendi.”

Ne yazık ki burada Vighi’nin başvurduğu ekonomi terimleri, onun olağan koşullarda kullandığı Lacancı jargona kıyasla daha somut tanımlara sahip. Dolayısıyla bu pasajı nasıl okursak okuyalım, tutarlı bir metin kabul edemeyiz.

Çarpıcı ifade kullanan Vighi, alabildiğine idealist bir felsefeci. Kendisini Marksist olarak tanımlamayan bir kişi olarak Vighi, aslında bir tür Hegelci. Bu anlamda, finans dünyasını tarif edilemeyen, ruhlar âlemine ait bir yer zannediyor. Bu yer, bizim dünyamızın dışında, ama nasıl oluyorsa onu belirliyor.

Bahsini ettiği Wall Street sanki göklerde kurulmuş bir bina. Dolayısıyla orada olan biteni mantıksal tutarlılığa sahip olması gereken dünyevî bağlardan azade gelişmeler olarak ele alıyor. Bizse yeryüzünde, toplumun içerisinde yaşayan fanileriz.

İşte Vighi, o fanilere somut veya tutarlı hiçbir şey sunamıyor. İnsanı yoran onca şey söyledikten sonra yazarımız, okurlarını somutta izah ettiğini söylediği illiyet bağını idrak etmeye çağırıyor.

Kimlere Hizmet Ediyor?

Fabio Vighi’nin “kimlere hizmet ediyor?” sorusu üzerinden, mevcut programın ardındaki failleri anlayıp tanımlamamıza katkı sunduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır.

O bize, imalar ve dolayımlar üzerinden, aşağı yukarı şu tarz bir şey söylüyor: 2008 krizi sonrası “aşırı finansallaşmış” ekonomimizin sorunları çözülmedi, ilk işaretlerini 2019 yılında vermeye başlayan bir sonraki çöküşün zeminini ördü.

Yaklaşan felâket için alarm zillerini ilkin Uluslararası Ödemeler Bankası çaldı. Ona göre sonrasında “büyük oyuncular” yeni bir 2008 krizi yaşanmasın, yaşansa da ağırlığını azaltalım diye ellerinden geleni yaptılar. Sonrasında ilân edilen pandemi, aslında bu amaç doğrultusunda kullanılmış bir araçtan ibaretti.

Burada aktarılan önermelerin bir kısmını incelemekte fayda var. En fazla öne çıkanı da 2008’in yönetici sınıf için gerçek bir sorun veya felâket olduğuna ilişkin önermedir.[3] Bu, öyle büyük bir sorundur ki yönetici sınıf, onun tekrarlanmaması için ellerinden geleni yapmaktadır. Vighi’ye göre 2008 krizi, onu önceleyen 11 Eylül ve bugün yürürlükte olan program gibi dikkatle organize edilmiş bir programdır. Yönetici sınıf, bu program dâhilinde hayal bile edemeyeceği yağmanın altına imza atabilmiştir. Diğer önerme ise bir miktar daha derinliklidir ve ilk başta kolayca idrak edilememektedir. Ancak ciddi bir incelemenin ardından anlaşılabilen bu önerme, doğrudan Vighi’nin kendi kitlesiyle alakalıdır.

Buna göre, yönetici sınıfın bugün uyguladığı program, üzerinde kontrol sağlayamadığı veya idrak edemediği finansal olgulara yönelik bir tepkiden ibarettir. Bu da bizi gerisin geriye acil durumla alakalı propagandaya ve yönetici sınıfın bir şeyleri kurtaracağına dair edebiyata götürmektedir. Artık yönetici sınıfın virüs kaynaklı felâketten bizi kurtardığı hikâyesine inanmayan veya inanmak istemeyen insanlar olarak bize şimdi de yönetici sınıfın bizi bir finansal felâketten kurtardığı yalanı satılmaktadır. Esasında Vighi, dolaylı olarak, bahsini ettiği kovid darbesinin arkasındaki yönetici sınıf adına çalışan unsurların aşırı samimi teknokratlar olduklarını, onların gerçekten istisnai olan, olağandışı politik tedbirlere başvurmak için kontrolü ele geçirmek durumunda kaldıklarını söylemektedir.

Vighi’nin bu teknokratları ve arkasındaki yönetici sınıfı takdim ederken söylediklerinin makul olup olmadığını sorgulamak gerekiyor: Bir biçimde Vighi, bize 2019 yazında yönetici sınıfın krizin kaçınılmaz olduğunu anladığını, bizi kurtarmaya karar verdiğini, insanlık tarihinde şans eseri ortaya çıkan virüsten istifade ettiğini veya biyolojik silâh olarak virüsü piyasaya sürdüğünü iddia ediyor.[4] Bu tür yorumlarda yönetici sınıf, hem güçlü hem güçsüz, hem iyi hem kötü niyetli bir güç olarak takdim ediliyor. Yaptıklarının ardında hem bir komplo aranıyor hem de yapılanların tesadüfi adımlar olduğu söyleniyor. Bu tür saçma sapan iddialar, esasen kimseyi ikna edemiyor. Asıl mesele de bu zaten.

Vighi’nin burada satmaya çalıştığı ürün kimseyi ikna edemiyor, çünkü zaten bunun için imal edilmemiş. Yazarımız, bu malı kovid darbesi konusunda yürütülen propaganda dâhilinde söylenen lafların yanlış olduğuna kani olmuş, az çok Marksizmle çeşnilendirilmiş ve/veya modası geçmiş bir çaba dâhilinde kendi şüphelerini komplo teorisi olarak ambalajlamış insanlara satacağını iyi biliyor. Asıl önemli olansa, bu fikirlerini kendi dostlarıyla ve yoldaşlarıyla hiç utanmadan paylaşabiliyor olması.

Vighi’nin Masasında Neler Var?

Bu malı eleştirmeden edinenler, ne elde ediyorlar? Vighi tutarlı bir şey söylese, daha çok müşteri bulur aslında.

Vighi, olayların seyrini aktarıyor, yönetici sınıfın uzun erimli ve kapsamlı planını detaylı inceleme gereği duymuyor, bu da bizim mevcut programı anlama becerimizi azaltıyor. Esasen Vighi, muteber ve tutarlı bir değerlendirmeyle herkesi ikna edebileceğini sanma gafletine düşüyor.

Yönetici sınıfın faşist ve kölelik benzeri bir sistem kurmak suretiyle kapitalizmin çelişkilerini aşma amacını güden mevcut harekâtını yoğun bir çalışma üzerinden Marksist analize tabi tutmak yerine Cathrine Austin Fitts ve John Titus gibi samimi ve bilgi sahibi muhafazakâr veya liberter isimlerin çalışmalarından tırtıkladığı dahice fikirleri Hegelciliğin kâsesinde hazırladığı laf salatasına malzeme eden Vighi, bir yandan da akla mantığa aykırı bir teori olarak modern para teorisini yeşil yeni mutabakatı, yönetici sınıfın geçiş sürecinde başvurduğu ana unsuru satmak amacıyla öne çıkartıyor. Ama iyi bir Hegelci olarak, felâketine mani olmak için ümitsizce mücadele eden yönetici sınıfın yapıp ettikleri veya yol açtıkları konusunda somut bir şeyler söylemekten imtina ediyor. Tam da bu amaç doğrultusunda Vighi, sürekli metaforlara ve imalara başvuruyor ve böylelikle yüksek enflasyon, biyolojik silâh, Weimar Almanyası gibi korkutucu olgulardan bahsederek, kaygıyı tetiklemeye çalışıyor.

Vighi’nin gördüğü işlevi buradan, bu korku tellâllığı üzerinden anlamak lazım.

Esasında kovid darbesinde solun belirli bir kısmı, meselelere Mao’nun ünlü mottosu üzerinden baktı: “Gökkubbenin altında muazzam bir kaos var, vaziyet harika.”

Bu anlamda, yönetici sınıfın yüzleştiği gerçek bir kriz, her daim o sınıfın düşmanları olarak bizim ve onun sürekli sömürüp köleleştirmeye çalıştığı kitleler için muazzam bir fırsattır. Kovid darbesini eleştirenler, ana akım Batı solundan, tam da son iki yılın yönetici sınıf için genel bir krizi ifade edip etmediği sorusu üzerinden ayrışıyor. Biz “kriz iyi ki geldi” diyenleriz. Vighi ise bizi krizle korkutmak ve örtük olarak bizi yönetici sınıfın insanlığı (her ne kadar eşitsizlik temelinde olsa da) bu felâketten kurtarmaya çalıştığını düşündürtmek istiyor.

Ana akım sol, krizin gerçek olduğunu, virüs tehdidinin yönetici sınıfı ekonomik daralmaya ittiğini[5], bu hâliyle virüsün kapitalizmin yanlışlığını, sosyalizmin faydalarını ve gelecekteki kurtuluşun imkânlarını ortaya koyduğunu düşündü. Bizse bu virüs döneminde sergilenen her türden maskaralıkta yönetici sınıfın elindeki gücün ve servetin katbekat arttığını tespit ettik. Yönetici sınıfın sahip olduğu ve çok güvendiği propaganda ve toplumsal kontrol araçlarını virüs krizi hikâyesini herkese yedirmek için sürekli kullandığını söyledik. Bu krizin uzun zamandır zorunlu olarak devrede olduğundan bahsettik.

Kendi yarattıkları krizlerde yönetici sınıf, hem risk hem de fırsat görür. Servetin belirli ellerde yoğunlaştığı ve finansallaşmanın hızlandığı sürecin arkasındaki dinamikler, yönetici sınıfın varlığı giderek daha fazla risklerle yüzleşen kapitalist sınıf olarak varlığını sürdürme ve yeniden üretme imkânı sunarlar. Bu dinamikler, aynı zamanda yönetici sınıfın sınıflı toplumun yeni ve daha berbat bir biçimi dâhilinde bir tür kast olarak kendi konumunu tahkim etmesi için gerekli koşulları yaratırlar.

Tehdit ve kriz bizim için şundan başka bir şey değildir: yönetici sınıfların kendi programlarını başarıyla ilerletmeleri. Vighi gibi şarlatanlar, tam da bu programın savunulması için devreye sokulurlar. Söyleşinin sonunda kendisine “neler yapılabilir?” sorusu yöneltildiğinde, Vighi, samimiyetsiz bir ifadeyle, alternatif cemaatler oluşturmaktan bahsediyor. Bu anlamda küçük burjuva fantezilerini aktarıyor. Sonra da bilinçlenmemiz için ilk adımı atmamız gerektiğinden bahsediyor.

Aslında Vighi’nin felsefî mavallarını Philosophical Salon [“Felsefe Salonu”] sitesinde millete okuduğu dönemde, iki yıldır alınan tedbirleri sokaklarda sadece eleştirmekle yetinmeyen, ayrıca bu onlara karşı mücadele eden kitlesel gösteriler attı o ilk adımı. Vighi, nedense onca laf ediyor, ama dünya genelinde işçi sınıfının sergilediği direnişten ve yapılan eylemlerden hiç bahsetmiyor. Çünkü o, bizim mevcut düzenin kontrolsüz bir biçimde yıkılması, Uluslararası Ödemeler Bankası’nın alarm zillerini çalmak durumunda kaldığı, yönetici sınıfın şüpheyle yaklaştığı, dehşetengiz kriz karşısında korkmamızı istiyor. Oysa Vighi bilmiyor ki asıl bizim yapacağımız devrim, yönetici sınıfın ve tüm o salonlarda beslediği asalakların yüzleşecekleri en büyük ve en gerçek kriz olacak.

Korona kısıtlamaları karşısında birçok insanın edindiği müşterek tecrübe, şu gerçeğin herkesçe görülmesini sağladı: Kontrol edilmesi, izole edilmesi ve yok edilmesi gereken virüs, esasen biziz. Biziz virüs, biz kriziz. Aslında bizden korkuyorlar ki bunun için makul sebeplere sahip olmadıklarını kimse söyleyemez.

T. Mohr
15 Mart 2022
Kaynak

Dipnotlar
[1] Pazara giriş için az engelle karşılaşan emek yoğun teşebbüsler fazlasıyla rekabetçi olurlar, çünkü düşük risk sebebiyle kâr az da olsa ayakta kalabilirler. Ailecek işletilen bir lokanta veya tekstil atölyesi işçilerini fazla fazla sömürür, çünkü üretilen ürünlerin fiyatı sürekli değerinin altında kalır. Bu tür işletmeler, ısıtmaya, elektriğe, daha güçlü ve büyük sermaye kaynaklarından gelen teknolojik girdilere gereğinden fazla para akıtırlar. Microsoft’un elde ettiği yüksek kârların emek değer teorisini çürüttüğü sonucuna ulaşmakla bir bovling topunun düşüşüyle bir tüyün düşüşünü kıyasladıktan sonra Newtoncu fiziği çürütmek arasında bir fark yoktur. Modern ekonomide fiyat dönüşümünün kimi önemli unsurları ile ilgili bir değerlendirme için bkz.: Midnight Notes, “The Work/Energy Crisis and the Apocalypse, Kasım 1980, PDF.

[2] Best Evidence, Youtube.

[3] Vighi aslında “yönetici sınıf”tan hiç bahsetmiyor, buna ihtiyaç duymuyor ki bu da onun Marksist olmadığının bir göstergesi. O, daha çok “büyük oyuncular”dan, “elitler”den veya “merkez bankacıları”ndan söz ediyor. Meseleyi derinlemesine ele almak yerine gerçekleri örtbas adına hep zor kavranan terimlere başvuruyor. Bu anlamda, sınıf temelli analizi çöpe atıyor.

[4] Yönetici sınıf, veba korkusunu hiç varolmayan veya nispeten zararsız bir patojen üzerinden üretti. Vighi, bu gerçeğin üzerinden atlıyor. Kurnaz bir yaklaşımla, muhalefetin kontrol edilmesi için üretilen dezenferomasyona bağlanıyor ve biyolojik silâh tezine sarılıyor. “Kovid kazara mı çıktı ortaya? Eğer öyleyse mucizevi bir şey bu” diyor. Laboratuvar sızıntısı veya kasten gerçekleştirilmiş biyolojik saldırı iddiası üzerine kurulu olan, ama bir biçimde çürütülmüş olan teoriler gibi şu teori de propaganda dâhilinde piyasaya sürülüyor: virüs gerçek ve çok tehlikeli. Alınan tedbirler meşru, ama gene de arkasında Çinlilerin, Atlantikçilerin, Siyon Pirleri’nin vs. olduğunu görmek gerek.

[5] Esasında yönetici sınıf, ekonomik büyüme fikrinden vazgeçeli uzun zaman oldu. Bu tespiti, Vighi ve onun akıl hocası olduğunu bildiğimiz Slavoj Zizek ile ilgili olan, Zizek’in bugün yönetici sınıfın dezenformasyon ve propaganda konusunda kullandığı en tehlikeli ajanlardan biri olduğunu söylediğimiz bir değerlendirmede dile getirmiştik: “ABD yönetici sınıfı ekonomik büyüme istemiyor”, 19 Aralık 2020, Red Podcast Channel, Youtube.

0 Yorum: