09 Haziran 2022

,

Mayıs 68'in Hatası

“Mayıs 1968: Uzun soluklu mücadelenin başlangıcı”


1968 yılının mart ayında Le Monde gazetesinin baş sayfasındaki manşette şu yazıyordu: “Bugün kamusal hayatımızı tanımlayan şey, can sıkıntısı.” İki ay sonra, beşinci cumhuriyeti temellerinden sarsan bir devrim patlak verdi, Fransa bölündü ve bu devrim, ülkenin tarihini ebediyete dek değiştirdi.

Devrim, Paris’in varoşlarında bulunan Nanterre Üniversitesi’ndeki küçük aşırı sol örgütlerin gerçekleştirdikleri oturma eylemleri ve protestolarla başladı. O günlerde bu örgütlerin eylemleriyle sadece küçük bir öğrenci azınlığı ilgilenmekteydi.

Ama her şey, 3 Mayıs günü değişti. Bu örgütler, Sorbonne Üniversitesi’nin bahçesinde bir araya geldiler. Aşırı sağcı bir milis gücünün kendilerine saldırmak için geleceğine dair söylentilerin işitilmesi ardından bu örgütler kavga için hazırlık yaptılar. O noktada dekan polisi aradı, bunun neticesinde, aralarında Daniel Cohn-Bendit’in de bulunduğu bir dizi eylemci gözaltına alındı. Sonrasında yaşanan çatışmaların ulaştığı şiddet, düzeyi herkesi şaşırttı. Aynı dönemde fabrikalarda da bir dizi grev gerçekleştirildi. Çatışmaların yoğunlaşması ile birlikte hükümet de paniklemeye başladı.

Mayıs ayının sonunda hükümet, grevdeki işçilerle anlaşma yapmak için uğraştı, ama hiçbir sonuç alamadı. Cumhurbaşkanı Dögol, 24 saat süreyle ortadan kayboldu. Arafta kalan hükümet Dögol’ün müdahalesiyle karşılaştı. Dögol, meclisi feshetti ve Haziran sonunda seçim yapılacağını duyurdu. Dögolcüler, seçimde oyların büyük bir kısmını aldı, öte yandan, grevlerin ve öğrenci eylemlerinin ardındaki halk desteği ortadan kayboldu. Bu grevler ve eylemler, kısa süre içerisinde sönümlendiler.

Haziran ayı içerisinde Tunus’ta bulunan ve Fransa’daki gelişmeleri izleyen Michel Foucault, bir arkadaşına yazdığı mektupta şunu yazıyordu: “Buradan bakıldığında her şey büyük bir gizemmiş gibi görünüyor.”

Aradan elli yıldan fazla bir zaman geçti ve bu eylemlerin sebepleri ve anlamı konusunda herhangi bir uzlaşma hâlen daha söz konusu değil.

Öğrencileri harekete geçiren, ekonomik kaygılar mıydı? Yoksa bu, bir kültür devrimi miydi? Buna bir de şu soru ekleniyor: Gençlik isyanının temel sebebi güvencesizlik miydi, yoksa mevcut bolluk muydu?

İkinci Dünya Savaşı sonrası doğum oranlarındaki artışa tanıklık eden ülkede eskisine nazaran çok fazla öğrenci bulunuyordu: 1967-1968 akademi yılında toplam öğrenci sayısı 508.000’di, oysa bu sayı, 1950-1951’de sadece 135.000’di. Beşeri bilimler alanında eğitim gören ve eylemcilerin önemli bir kısmını teşkil eden öğrencilerdeki endişeler, esasen kendilerine sunulan iş imkânlarındaki azlıkla ilgiliydi.

Mayıs ayaklanmalarına iştirak etmiş olan Maoist Louis Gruel, 68 Ayaklanması: Yeni Bir Sosyolojik Okuma isimli çalışmasında, bu açıklamanın çöp olduğunu söylüyor. Gruel’in iddiasına göre, 1968’de yayımlanmış hiçbir broşürde veya dillendirilmiş hiçbir talepte öğrencilerin emek piyasasındaki geleceğine dair herhangi bir şeyden bahsedilmiyor. Diplomalar, esasen çok sonra değersizleşiyor. Ayrıca, yazarın eski eylemciler arasında yaptığı ankete katılanların hiçbirisi, gelecek kaygılarının eylemlere katılma sebebi olduğunu söylemiyor.

Fransa da zaten altmışların sonunda ekonomik düzlemde diz çökmüş durumda değil. “Şanlı Otuzlar” diye anılan ve GSYİH’nin kesintisiz bir biçimde arttığı, dönem genelinde her yıl ortama yüzde beş büyüdüğü otuz yıllık kesitte ülke işsizlik gibi bir soruna sahip değil. İşçi sınıfı, alım gücünün arttığına tanıklık ediyor. Gençler, ebeveynlerinden daha iyi bir geleceğe sahip olacaklarına inanmak için her türden gerekçeye sahipler.

Gerçekte, küçük bir gençlik grubu, tüketici toplumunun devrimle ortadan kaldırılmasını ve “hayal gücünün iktidara gelmesini” talep ediyor. Eylül 1968’de Fransa Kamuoyu Enstitüsü öğrencilere, kendileri için en önemli şeyin ne olduğunu soruyor: cevaplar arasında en fazla öne çıkanları, toplumun devrimci dönüşümü, üniversite reformu ve sınavlardan geçmek. Kapitalizmin yıkılmasına vurgu yapan öğrencilerin oranı ise sadece yüzde 12.

Öte yandan, birçok Katolik, kapitalizme karşı manevi devrim fikrine sarılıyor. Maurice Clavel ve Jacques Maritain gibi Fransız Katolikliğinin entelektüel kanadına mensup isimler, devrim fikrine meylediyor. Maritain, o günlerde öğrencilerin sokaklarda dövüşmesinin sebebinin, onların yaşama gerekçelerinden mahrum kalmış olmaları olduğunu söylüyor.

Rahipler, Katolik aydınlara nazaran daha fazla örgütleniyorlar devrimci mücadeleye. 1968 yılında yaklaşık bin beş yüz rahip istifa ediyor. Manastır şuraları yeniden örgütleniyor, kararlar kolektif olarak alınıyor. Bu şuraların birinde eski bir Dominikan, aynı zamanda Aristo çevirisi yapmış bir isim, filozofun eserlerini satın almak için izin istiyor. Şura, gerekli yetkiyi vermiyor ve Aristo’nun artık demode olduğunu söylüyor.

Felsefeci Raymond Aron, Mayıs 1968 ile ilgili şaşkınlığını dile getiren isimlerden. Aron, kaosun bağrından neyin çıkacağını merak ettiğini söylüyor. O, öğrencilerin Fransız toplumuna yönelik eleştirilerini görüyor, ama onun karşına ideal bir toplum modeli çıkartamıyor oluşu karşısında paniğe kapıldığını ifade ediyor.

Tıpkı sonrasında, George Floyd’un öldürülmesi sonrası yaşanan süreçte olduğu gibi, Mayıs 1968’de de kaosun kendisi bizatihi başlı başına hedef hâline geldi. Martin Gurri’nin 2020 yazında Amerika’da yaşananlara dair ifadesini burada da kullanmak mümkün. 1968’de de Fransız öğrencilerin eylemleri, “alternatif sunmayan, sadece statükoyu reddetmekle, inkâr etmekle yetinen bir pratikten ibaret. Böylesi momentlerde nihilizm meselesinden kaçınmak imkânsızlaşıyor.”

İçi boş felsefe, içi boş politik eylemle neticeleniyor. Söz konusu dönemde Fransa’da çok sayıda, sıra dışı felsefî eser kaleme alınıyor. Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’i (1966) ve Bilginin Arkeolojisi (1969); Jacques Derrida’nın Yazı ve Fark’ı ve Gramatoloji’si (1967). Jacques Lacan’ın Yazılar’ı 1966’da, Deleuze’ün Fark ve Tekrar’ı 1968’de, Anlamın Mantığı ise 1969’da yayımlanıyor.

Düşünce 68 isimli çalışmalarında Luc Ferry ve Alain Renaut, Mayıs isyanına eşlik eden düşünceyi eleştirel bir yaklaşımla ele alıyor. Kendilerini asıl etkileyen hususun, kullandıkları tabirle, “fark felsefeleri”nin ayaklanma sonrasında taşlaşıp yeniden basit bir ezbere dönüşmesi olduğunu söylüyor. Yazarlara göre bu fark felsefeleri, Fransız düşüncesinin genel tarzından kopuyorlar, ondaki açıklığı ellerinin tersiyle itiyorlar ve onun yerine, paradokslara yönelik inancı koyuyorlar, bir yandan da makul hiçbir yanı olmayan “karmaşıklık” için sürekli debelenip duruyorlar. Derrida, Foucault ve Deleuze gibi isimlerin fikirleri, hiçbir şekilde Fransız düşünce hayatının meyveleri olarak görülmemeli. Bu yazarlar daha çok, Freud, Nietzsche, Marx ve Heidegger gibi isimlerin eserlerini tırtıklıyorlar. Fransız felsefesi, bu isimler şahsında Alman düşüncesinin radikal bir uzantısı hâline geliyor.

Mayıs 1968’de ortaya çıkmış olan o sol hareketler ortadan kaybolmadılar. Bu hareketler, devrim yapmak yerine kendi aralarında ağız kavgaları etmekle yetindiler.

Bu dönemde gelişip serpilme imkânı bulan feminizm ise Maoizmle çatışma içine girdi. Kadınların Kurtuluşu Hareketi’ne mensup feministler, Maoistlerin kabul ettikleri, devrimci mücadeleye ait dogmalara karşı olduklarını reddettiklerini açıkladılar. Kendi davalarını teori değil, deneyim üzerine inşa ettiklerini, üstelik deneyimin erkeklerin savundukları kavramlardan daha doğru olduğunu söylediler.

Sosyolog Jean Pierre Le Goff’un bahsini ettiği bir feminist şunu söylüyor: “Aktivistler, kendi zamanlarını başkaları için, işçiler veya göçmenler için harcıyorlar. Artık kendimizden bahsedelim, işçiler de kendileri hakkında konuşsunlar.”

Kadınların Kurtuluşu Hareketi’ne özgü feminizm, esasen Mayıs 1968’in ulaştığı zirveyi ifade ediyor. Hareket, o dönemde özel olanla kamusal olan arasındaki engelin kaldırılması talebini dillendiriyor. Devrimciler, proletaryanın kurtuluşu davasında kişisel olanın yerinin bulunmadığını söylerlerken, Fransız feministleri, siyasetin duygulardan başladığını iddia ediyorlar. Birçok feministe göre siyaset, zaten duyguların ötesine uzanmaması, orada kalması gereken bir pratik.

Mayıs olayları, sol siyasetteki önemli bir dönüm noktasını ifade ediyor. O günden sonra devrimin niteliğine dair anlayış değişiyor. Devrim, toplumu değiştirme amacıyla geliştirilmiş, ekonomiyle alakalı görüşleri temel alan, kolektif bir proje olmaktan çıkıyor. Devrim özelleşiyor ve kişisel hayatlar alanına indirgeniyor. Sol, içine düştüğü anlamsızlık denilen kuyudaki hâlini, Régis Debray’nin ifadesiyle, “muhayyel mücadelelere yoğunlaşmak suretiyle” telafi etmeye çalışıyor.

68 kuşağı, Maoizm durağında bindiği otobüsten pazarlama durağında indi. İsyanların yaşandığı dönemde 22 yaşında olan Guy Hocquenghem, eski yoldaşlarının esrarı kokainle, mobiletleri spor arabalarla takas ettiklerini söylüyor. Dediğine göre bu insanlar, hep birlikte bir “mafya teşkilâtı” meydana getirip, sonrasında Fransız toplumunda en önemli konumları ele geçirdiler.

“Her daim genç kalan 68 sınıfının kendisinden sonra gelen her şeyin yolunu büyük bir kararlılıkla kestiğini” söyleyen Hocquenghem’e göre 68 kuşağı, itiraz üzerine kurulu siyaseti, ne sağ ne de sol olan, her ikisinin en berbat unsurlarını bir araya getiren bir tür uzlaşma siyasetine evriltti. Dolayısıyla bugün İkinci Dünya Savaşı sonrası doğum oranlarının yüksek olduğu dönemde dünyaya gelmiş olanların ve altmış sekizlilerin Macron’un en çok güvendiği destekçileri hâline gelmiş olmasına şaşmamak gerekiyor.

Bu noktada Macron ile Dögol’ü kıyaslayalım. Yaşlı general, hiçbir zaman Dögolizm diye bir şey tarif etmedi, ama hatıratında, onun “mücadele ve yenilenme aracı” olduğunu söylüyor. 68 isyanlarının Fransa’nın yeniden icat edilmesi gerektiği konusunda kendisini ikna ettiğinden bahsediyor. Arnaud Teyssier’nin de dile getirdiği biçimiyle, Dögol, sokaklarda gerçekleşen ve her şeyi eline yüzüne bulaştıran devrime kendi devrimiyle cevap veriyor.

1969’da referandum kararı alan Dögol, Fransız kurumlarının değiştirilmesini öneriyor. Yeni oluşan, geniş orta sınıflara beşinci cumhuriyete eksiksiz katılma fırsatı sunmak istiyor. Bölgelere daha fazla yetki verilmesinden bahsediyor. Elitist senatonun yerini yeni kurulacak ikinci meclisin alması önerisinde bulunuyor.

Fransızlar, bu projeye karşı çıkınca, general istifa ediyor. O, Fransa’nın durmayı tercih ettiğine kanaat getiriyor. Dögol, önerdiği devrimi tamamladığı sürece, Fransa’nın bir kez daha halkta karşılığı olmayan politik partilerin meydana getirdikleri bir oligarşi tarafından yönetileceğini görüyor. Bu oligarşinin kendi çelişkileri içerisinde boğulup gitmesi, sadece beş yıl sürüyor.

Altmışların sonunda devrimle flört eden Fransızlar, devrim fikrini hep birlikte yüz üstü bırakıyorlar. Ne solun devrimini ne de Dögol’ün yukarıdan gerçekleştirilecek devrimini istiyorlar. Gençler, dünyayı değiştirmek şöyle dursun, Fransa’daki kurumları yeniden inşa etme konusunda bile ayak sürüyorlar. Bu gençler, daha çok bugüne odaklanıyorlar, geçmişe ve önlerinde uzanan geleceğe karşı kayıtsızlaşıyorlar. Marguerite Yourcenar’ın ifadesiyle, solun “çöküş eğrisi” karmaşık yönlere sahip.

Krzysztof Tyszka-Drozdowski
24 Mayıs 2022
Kaynak

0 Yorum: