“Mayıs 1968: Uzun soluklu mücadelenin başlangıcı”
1968
yılının mart ayında Le Monde gazetesinin baş sayfasındaki manşette şu
yazıyordu: “Bugün kamusal hayatımızı tanımlayan şey, can sıkıntısı.” İki ay
sonra, beşinci cumhuriyeti temellerinden sarsan bir devrim patlak verdi, Fransa
bölündü ve bu devrim, ülkenin tarihini ebediyete dek değiştirdi.
Devrim,
Paris’in varoşlarında bulunan Nanterre Üniversitesi’ndeki küçük aşırı sol örgütlerin
gerçekleştirdikleri oturma eylemleri ve protestolarla başladı. O günlerde bu örgütlerin
eylemleriyle sadece küçük bir öğrenci azınlığı ilgilenmekteydi.
Ama
her şey, 3 Mayıs günü değişti. Bu örgütler, Sorbonne Üniversitesi’nin
bahçesinde bir araya geldiler. Aşırı sağcı bir milis gücünün kendilerine
saldırmak için geleceğine dair söylentilerin işitilmesi ardından bu örgütler kavga
için hazırlık yaptılar. O noktada dekan polisi aradı, bunun neticesinde,
aralarında Daniel Cohn-Bendit’in de bulunduğu bir dizi eylemci gözaltına
alındı. Sonrasında yaşanan çatışmaların ulaştığı şiddet, düzeyi herkesi
şaşırttı. Aynı dönemde fabrikalarda da bir dizi grev gerçekleştirildi. Çatışmaların
yoğunlaşması ile birlikte hükümet de paniklemeye başladı.
Mayıs
ayının sonunda hükümet, grevdeki işçilerle anlaşma yapmak için uğraştı, ama
hiçbir sonuç alamadı. Cumhurbaşkanı Dögol, 24 saat süreyle ortadan kayboldu. Arafta
kalan hükümet Dögol’ün müdahalesiyle karşılaştı. Dögol, meclisi feshetti ve
Haziran sonunda seçim yapılacağını duyurdu. Dögolcüler, seçimde oyların büyük
bir kısmını aldı, öte yandan, grevlerin ve öğrenci eylemlerinin ardındaki halk
desteği ortadan kayboldu. Bu grevler ve eylemler, kısa süre içerisinde
sönümlendiler.
Haziran
ayı içerisinde Tunus’ta bulunan ve Fransa’daki gelişmeleri izleyen Michel
Foucault, bir arkadaşına yazdığı mektupta şunu yazıyordu: “Buradan bakıldığında
her şey büyük bir gizemmiş gibi görünüyor.”
Aradan
elli yıldan fazla bir zaman geçti ve bu eylemlerin sebepleri ve anlamı
konusunda herhangi bir uzlaşma hâlen daha söz konusu değil.
Öğrencileri
harekete geçiren, ekonomik kaygılar mıydı? Yoksa bu, bir kültür devrimi miydi?
Buna bir de şu soru ekleniyor: Gençlik isyanının temel sebebi güvencesizlik
miydi, yoksa mevcut bolluk muydu?
İkinci
Dünya Savaşı sonrası doğum oranlarındaki artışa tanıklık eden ülkede eskisine
nazaran çok fazla öğrenci bulunuyordu: 1967-1968 akademi yılında toplam öğrenci
sayısı 508.000’di, oysa bu sayı, 1950-1951’de sadece 135.000’di. Beşeri bilimler
alanında eğitim gören ve eylemcilerin önemli bir kısmını teşkil eden öğrencilerdeki
endişeler, esasen kendilerine sunulan iş imkânlarındaki azlıkla ilgiliydi.
Mayıs
ayaklanmalarına iştirak etmiş olan Maoist Louis Gruel, 68 Ayaklanması: Yeni
Bir Sosyolojik Okuma isimli çalışmasında, bu açıklamanın çöp olduğunu
söylüyor. Gruel’in iddiasına göre, 1968’de yayımlanmış hiçbir broşürde veya
dillendirilmiş hiçbir talepte öğrencilerin emek piyasasındaki geleceğine dair
herhangi bir şeyden bahsedilmiyor. Diplomalar, esasen çok sonra
değersizleşiyor. Ayrıca, yazarın eski eylemciler arasında yaptığı ankete
katılanların hiçbirisi, gelecek kaygılarının eylemlere katılma sebebi olduğunu
söylemiyor.
Fransa
da zaten altmışların sonunda ekonomik düzlemde diz çökmüş durumda değil. “Şanlı
Otuzlar” diye anılan ve GSYİH’nin kesintisiz bir biçimde arttığı, dönem
genelinde her yıl ortama yüzde beş büyüdüğü otuz yıllık kesitte ülke işsizlik
gibi bir soruna sahip değil. İşçi sınıfı, alım gücünün arttığına tanıklık
ediyor. Gençler, ebeveynlerinden daha iyi bir geleceğe sahip olacaklarına
inanmak için her türden gerekçeye sahipler.
Gerçekte,
küçük bir gençlik grubu, tüketici toplumunun devrimle ortadan kaldırılmasını ve
“hayal gücünün iktidara gelmesini” talep ediyor. Eylül 1968’de Fransa Kamuoyu
Enstitüsü öğrencilere, kendileri için en önemli şeyin ne olduğunu soruyor:
cevaplar arasında en fazla öne çıkanları, toplumun devrimci dönüşümü,
üniversite reformu ve sınavlardan geçmek. Kapitalizmin yıkılmasına vurgu yapan
öğrencilerin oranı ise sadece yüzde 12.
Öte
yandan, birçok Katolik, kapitalizme karşı manevi devrim fikrine sarılıyor.
Maurice Clavel ve Jacques Maritain gibi Fransız Katolikliğinin entelektüel
kanadına mensup isimler, devrim fikrine meylediyor. Maritain, o günlerde
öğrencilerin sokaklarda dövüşmesinin sebebinin, onların yaşama gerekçelerinden
mahrum kalmış olmaları olduğunu söylüyor.
Rahipler,
Katolik aydınlara nazaran daha fazla örgütleniyorlar devrimci mücadeleye. 1968
yılında yaklaşık bin beş yüz rahip istifa ediyor. Manastır şuraları yeniden
örgütleniyor, kararlar kolektif olarak alınıyor. Bu şuraların birinde eski bir
Dominikan, aynı zamanda Aristo çevirisi yapmış bir isim, filozofun eserlerini
satın almak için izin istiyor. Şura, gerekli yetkiyi vermiyor ve Aristo’nun
artık demode olduğunu söylüyor.
Felsefeci
Raymond Aron, Mayıs 1968 ile ilgili şaşkınlığını dile getiren isimlerden. Aron,
kaosun bağrından neyin çıkacağını merak ettiğini söylüyor. O, öğrencilerin
Fransız toplumuna yönelik eleştirilerini görüyor, ama onun karşına ideal bir
toplum modeli çıkartamıyor oluşu karşısında paniğe kapıldığını ifade ediyor.
Tıpkı
sonrasında, George Floyd’un öldürülmesi sonrası yaşanan süreçte olduğu gibi,
Mayıs 1968’de de kaosun kendisi bizatihi başlı başına hedef hâline geldi.
Martin Gurri’nin 2020 yazında Amerika’da yaşananlara dair ifadesini burada da kullanmak mümkün. 1968’de
de Fransız öğrencilerin eylemleri, “alternatif sunmayan, sadece statükoyu reddetmekle,
inkâr etmekle yetinen bir pratikten ibaret. Böylesi momentlerde nihilizm
meselesinden kaçınmak imkânsızlaşıyor.”
İçi
boş felsefe, içi boş politik eylemle neticeleniyor. Söz konusu dönemde Fransa’da
çok sayıda, sıra dışı felsefî eser kaleme alınıyor. Foucault’nun Kelimeler
ve Şeyler’i (1966) ve Bilginin Arkeolojisi (1969); Jacques Derrida’nın
Yazı ve Fark’ı ve Gramatoloji’si (1967). Jacques Lacan’ın Yazılar’ı
1966’da, Deleuze’ün Fark ve Tekrar’ı 1968’de, Anlamın Mantığı ise
1969’da yayımlanıyor.
Düşünce
68 isimli
çalışmalarında Luc Ferry ve Alain Renaut, Mayıs isyanına eşlik eden düşünceyi
eleştirel bir yaklaşımla ele alıyor. Kendilerini asıl etkileyen hususun,
kullandıkları tabirle, “fark felsefeleri”nin ayaklanma sonrasında taşlaşıp
yeniden basit bir ezbere dönüşmesi olduğunu söylüyor. Yazarlara göre bu fark
felsefeleri, Fransız düşüncesinin genel tarzından kopuyorlar, ondaki açıklığı ellerinin
tersiyle itiyorlar ve onun yerine, paradokslara yönelik inancı koyuyorlar, bir
yandan da makul hiçbir yanı olmayan “karmaşıklık” için sürekli debelenip duruyorlar.
Derrida, Foucault ve Deleuze gibi isimlerin fikirleri, hiçbir şekilde Fransız
düşünce hayatının meyveleri olarak görülmemeli. Bu yazarlar daha çok, Freud,
Nietzsche, Marx ve Heidegger gibi isimlerin eserlerini tırtıklıyorlar. Fransız
felsefesi, bu isimler şahsında Alman düşüncesinin radikal bir uzantısı hâline
geliyor.
Mayıs
1968’de ortaya çıkmış olan o sol hareketler ortadan kaybolmadılar. Bu hareketler,
devrim yapmak yerine kendi aralarında ağız kavgaları etmekle yetindiler.
Bu
dönemde gelişip serpilme imkânı bulan feminizm ise Maoizmle çatışma içine girdi.
Kadınların Kurtuluşu Hareketi’ne mensup feministler, Maoistlerin kabul
ettikleri, devrimci mücadeleye ait dogmalara karşı olduklarını reddettiklerini
açıkladılar. Kendi davalarını teori değil, deneyim üzerine inşa ettiklerini,
üstelik deneyimin erkeklerin savundukları kavramlardan daha doğru olduğunu söylediler.
Sosyolog
Jean Pierre Le Goff’un bahsini ettiği bir feminist şunu söylüyor: “Aktivistler,
kendi zamanlarını başkaları için, işçiler veya göçmenler için harcıyorlar. Artık
kendimizden bahsedelim, işçiler de kendileri hakkında konuşsunlar.”
Kadınların
Kurtuluşu Hareketi’ne özgü feminizm, esasen Mayıs 1968’in ulaştığı zirveyi
ifade ediyor. Hareket, o dönemde özel olanla kamusal olan arasındaki engelin kaldırılması
talebini dillendiriyor. Devrimciler, proletaryanın kurtuluşu davasında kişisel
olanın yerinin bulunmadığını söylerlerken, Fransız feministleri, siyasetin
duygulardan başladığını iddia ediyorlar. Birçok feministe göre siyaset, zaten
duyguların ötesine uzanmaması, orada kalması gereken bir pratik.
Mayıs
olayları, sol siyasetteki önemli bir dönüm noktasını ifade ediyor. O günden
sonra devrimin niteliğine dair anlayış değişiyor. Devrim, toplumu değiştirme amacıyla
geliştirilmiş, ekonomiyle alakalı görüşleri temel alan, kolektif bir proje
olmaktan çıkıyor. Devrim özelleşiyor ve kişisel hayatlar alanına indirgeniyor.
Sol, içine düştüğü anlamsızlık denilen kuyudaki hâlini, Régis Debray’nin ifadesiyle, “muhayyel mücadelelere
yoğunlaşmak suretiyle” telafi etmeye çalışıyor.
68
kuşağı, Maoizm durağında bindiği otobüsten pazarlama durağında indi. İsyanların
yaşandığı dönemde 22 yaşında olan Guy Hocquenghem, eski yoldaşlarının esrarı kokainle,
mobiletleri spor arabalarla takas ettiklerini söylüyor. Dediğine göre bu
insanlar, hep birlikte bir “mafya teşkilâtı” meydana getirip, sonrasında
Fransız toplumunda en önemli konumları ele geçirdiler.
“Her
daim genç kalan 68 sınıfının kendisinden sonra gelen her şeyin yolunu büyük bir
kararlılıkla kestiğini” söyleyen Hocquenghem’e göre 68 kuşağı, itiraz üzerine
kurulu siyaseti, ne sağ ne de sol olan, her ikisinin en berbat unsurlarını bir
araya getiren bir tür uzlaşma siyasetine evriltti. Dolayısıyla bugün İkinci
Dünya Savaşı sonrası doğum oranlarının yüksek olduğu dönemde dünyaya gelmiş
olanların ve altmış sekizlilerin Macron’un en çok güvendiği destekçileri hâline
gelmiş olmasına şaşmamak gerekiyor.
Bu
noktada Macron ile Dögol’ü kıyaslayalım. Yaşlı general, hiçbir zaman Dögolizm diye
bir şey tarif etmedi, ama hatıratında, onun “mücadele ve yenilenme aracı”
olduğunu söylüyor. 68 isyanlarının Fransa’nın yeniden icat edilmesi gerektiği
konusunda kendisini ikna ettiğinden bahsediyor. Arnaud Teyssier’nin de dile
getirdiği biçimiyle, Dögol, sokaklarda gerçekleşen ve her şeyi eline yüzüne
bulaştıran devrime kendi devrimiyle cevap veriyor.
1969’da
referandum kararı alan Dögol, Fransız kurumlarının değiştirilmesini öneriyor. Yeni
oluşan, geniş orta sınıflara beşinci cumhuriyete eksiksiz katılma fırsatı
sunmak istiyor. Bölgelere daha fazla yetki verilmesinden bahsediyor. Elitist senatonun
yerini yeni kurulacak ikinci meclisin alması önerisinde bulunuyor.
Fransızlar,
bu projeye karşı çıkınca, general istifa ediyor. O, Fransa’nın durmayı tercih ettiğine
kanaat getiriyor. Dögol, önerdiği devrimi tamamladığı sürece, Fransa’nın bir
kez daha halkta karşılığı olmayan politik partilerin meydana getirdikleri bir
oligarşi tarafından yönetileceğini görüyor. Bu oligarşinin kendi çelişkileri
içerisinde boğulup gitmesi, sadece beş yıl sürüyor.
Altmışların
sonunda devrimle flört eden Fransızlar, devrim fikrini hep birlikte yüz üstü
bırakıyorlar. Ne solun devrimini ne de Dögol’ün yukarıdan gerçekleştirilecek
devrimini istiyorlar. Gençler, dünyayı değiştirmek şöyle dursun, Fransa’daki kurumları
yeniden inşa etme konusunda bile ayak sürüyorlar. Bu gençler, daha çok bugüne
odaklanıyorlar, geçmişe ve önlerinde uzanan geleceğe karşı kayıtsızlaşıyorlar. Marguerite
Yourcenar’ın ifadesiyle, solun “çöküş eğrisi” karmaşık yönlere sahip.
Krzysztof Tyszka-Drozdowski
24
Mayıs 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder