11 Haziran 2022

,

Latin Amerika'nın Bugünü

“Uyan Latin Amerika. Ayağa kalkmanın vaktidir.” [Francisco Daniel -2020]

Giriş

Sembolik öneme sahip dört darbe, büyük ölçüde savuşturuldu: Şili (1973), Peru (1992), Honduras (2009) ve Bolivya (2019). Bu darbelerin ardında, ordunun ve ABD hükümetinin desteğini arkasına almış olan aşırı sağcı politik güçler vardı. Şili’de Gabriel Boric, Honduras’ta Xiomara Castro, Bolivya’da Luis Arce ve Peru’da Pedro Castillo, sol politik güçleri temsil eden cumhurbaşkanları kervanına katıldı. Her bir isim de yürüttükleri seçim kampanyaları üzerinden, ABD hükümetiyle sıkı bağlara sahip faşist güçlere karşı mücadele yürüttü. Washington’ın bu faşistleri iktidara taşımak, böylece Latin Amerika genelinde solu boğma hedefi doğrultusunda ilerleme kaydetmek niyetinde olduğu açıktı. Ama Arce, Castillo, Castro ve Boric, işçileri, köylüleri, kentlerdeki yoksul prekaryayı ve giderek zayıflayan orta sınıfı içeren ittifak üzerinden muzaffer olmayı bildi. Honduras’ın ovalarından Bolivya’nın dağlarına uzanan seçim çalışmalarında geniş kitleler seferber edildiler.

Neoliberalizmdeki Aşınma

Şili, 1973’te General Augusto Pinochet önderliğinde gerçekleşen ve Cumhurbaşkanı Salvador Allende’nin yürürlüğe koyduğu sosyalist projeyi sonlandıran darbenin ardından, neoliberal politika için bir tür laboratuvar hâline geldi. Pinochet, “Şikagolu Çocuklar” denilen, serbest piyasa yanlısı bir grup ekonomisti işbaşına getirdi. Burada amaç, ABD merkezli çokuluslu şirketlerle, bilhassa Şili bakırı konusunda, onların lehine olan anlaşmalar imzalanmasını sağlamak, Şili oligarşisinin vergi muafiyetlerinin kapsamını genişletmek ve en temel kamu hizmetlerini ve devlet eliyle yürütülen emeklilik türünden programların özelleştirilmesine imkân sağlamaktı. Pinochet darbesinin tesis ettiği rejimin 1990’a dek sürmesini mümkün kılansa, örgütlü işçi sınıfına ve sosyalistlere karşı uygulanan zor ve bakır fiyatlarının yüksek oluşuydu. 1990 sonrası demokrasiye geçiş sürecine yön veren ve Concertación [“Uzlaşma”] olarak anılan, liberaller arası anlaşma ise neoliberal projeyi yürürlükten kaldırmadı, sadece ordunun kışlalarına çekilmesini sağladı.

Liberallerin Pinochet döneminde uygulanan politikalara teslim olmaları, esasen sadece Şili’ye özgü bir olgu değildi. Seksenlerde Üçüncü Dünya’nın yüzleştiği borç krizi, 1991’de SSCB’nin çöküşü ile birlikte sol, yeni bir sosyalist proje önerme imkânını ortadan kaldırdı. Bu dönemde Latin Amerika siyasetinin en önemli oyuncusu, IMF’ti. IMF, finansal desteğe erişim için gerekli şart olarak, kamu sektöründeki kesintileri tolare etme imkânına sahip olmayan ülkelere kemer sıkma politikaları dayattı. Doksanların başında Peru’da IMF, bu tür bir politikanın uygulanmasını isteyince, sağcı cumhurbaşkanı Alberto Fujimori, kongreyi ve yargıyı lağvetti ve iktidarı ele geçirdi, bir anlamda kendisine darbe yapmış oldu. Bölgede başka ülkelerde de bu tür bir darbe ihtiyaç hâline geldi, zira bu ülkelerde liberaller, IMF politikalarına kuzu kuzu teslim oldular. Fujimori’nin darbesinden birkaç ay önce Venezuela cumhurbaşkanı Carlos Andrés Pérez, merkezinde petrol ürünleri için verilen teşviklerin kesilmesi maddesinin durduğu bir IMF paketini kabul etti. Bu paketin yürürlüğe konulması neticesinde Caracazo olarak alınan kitlesel ayaklanma patlak verdi.

Bu ayaklanma, Hugo Chávez isminde genç bir subayın siyaset sahnesine girmesini sağladı. Genç Chávez, IMF’in dayattığı kemer sıkma politikası için halkı disipline etmek amacıyla kullanılan şiddet üzerinden harekete geçti.

Chávez, 1998’de cumhurbaşkanı adayı olmaya karar verdiğinde, sadece Venezuela halkı değil, Patagonya’dan Meksika-Amerika sınırına dek uzanan bir coğrafya adına konuştu. Chávez yaptığı her konuşmada, kitlesel açlık politikası olarak gördüğü neoliberalizmi eleştirmekten hiç geri durmadı.

Chávez’in neoliberalizmle mücadele düzleminde elde ettiği seçim zaferi, Latin Amerika’nın eskiden İspanya elinde bulunan bölgesinin büyük kurtarıcısı Simón Bolívar’a atıfla, tüm kıtaya sunduğu Bolivarcı birlik siyaseti, Latin Amerika ve Karayipler genelinde birçok farklı politik güce ilham verdi. Sonrasında bu bölgede bazı ülkeler, seçimlerde sol siyaseti tercih ettiler: Haiti (2000), Arjantin (2003), Brezilya (2002), Uruguay (2004), Bolivya (2005), Honduras (2005), Ekvador (2006), Nikaragua (2006), Guatemala (2007), Paraguay (2008) ve El Salvador (2009).

Her ne kadar bu başa gelen partiler, Chávez ve Küba Devrimi kadar sol değilse de temelleri dirhem dirhem aşınan neoliberalizm dışında yeni yollar açmaya başladılar. ABD’nin hukuka aykırı bir biçimde başlattığı Irak Savaşı (2003), küresel finans krizi (2007–08) ve ABD’nin dünya genelinde sahip olduğu gücün giderek kırılganlaşması, bugün “Pembe Dalga” denilen hareketin yükselmesi için gereken beynelmilel bağlamı temin etti.

Melez Savaşlar Devri

ABD hegemonyasındaki kırılganlık, onun 1823 tarihli Monroe Doktrini’nden beri “arka bahçe”si kabul ettiği yerde bu türden projelerin gelişmesine izin vereceği, bu sürece çomak sokmayacağı anlamına gelmiyor elbette.

Pembe Dalga’ya yönelik ilk saldırı, 1991’de Amerikan darbesini tecrübe etmiş, ama 1994’te yeniden iktidar olmuş olan Jean-Bertrand Aristide’in 2004’te gene bir darbeyle koltuğundan indirilmesiyle geldi. ABD, Fransa ve Kanada, Aristide’i kaçırdı ve onu Güney Afrika’ya gönderdi, öte yandan, ülkenin başına geçen isimler, Aristide’in politik müttefiklerini bir bir tasfiye ettiler.

Aristide’e karşı yapılan Amerikan darbesinden beş yıl sonra Honduras’ın başındaki liberal cumhurbaşkanı Manuel Zelaya devrildi. Görevden uzaklaştırılan Zelaya, Dominik Cumhuriyeti’ne gönderildi.

Bu darbelere bir yandan da sessizce, ama sert müdahalelerle uygulanmakta olan melez savaş stratejisi eşlik etti. İlgili stratejiyi ABD, Latin Amerika’daki sağcı oligarşiyle birlikte yürüttü. Burada amaç, ABD ve oligarşinin hasımlarını tecrit edip, onlara zarar vermekti. Bu amaç doğrultusunda ekonomik savaş, diplomatik savaş ve iletişim savaşı tekniklerine başvuruldu.

Melez savaş, teknikleri altmışlardan beri Küba’ya karşı zaten uygulanmaktaydı. 1962’de Küba, Meksika’nın ayak dirediği karar uyarınca, Amerikan Devletleri Teşkilâtı’ndan dışlanarak yalnızlaştırılmaya çalışıldı. Küba ekonomisi, yaptırımlar ve abluka yoluyla boğulmak istendi. Bu abluka, ancak Sovyetler’in uluslararası dayanışması ile aşılabildi. Ayrıca ülkedeki komünist liderlerin itibarsızlaştırılması amacını güden yoğun bir iletişim savaşı yürütüldü. 1961’de Domuzlar Körfezi’nde tanık olunduğu üzere, işgal harekâtlarına girişildi. Castro’ya yönelik olarak 638 kez suikast girişiminde bulunuldu.

Küba’ya yapılan saldırılar, takip eden süreçte Bolivya, Nikaragua ve Venezuela gibi yerlere karşı yürütülen melez savaşlar için gerekli şablonu temin etti. Ülkelere saldırma konusunda devreye bazen bir tür silâh olarak hukuk girdi. Örneğin bu yöntem, Paraguay’daki sol projeye karşı kullanıldı. Cumhurbaşkanı Fernando Lugo, 2012’de bu şekilde azledildi. Onu, 2016’da Brezilya’da Dilma Rousseff’in, 2018’de de Luiz Inácio Lula da Silva’nın azli izledi.

2017’de cumhurbaşkanı Lenin Moreno, kendi kendisine darbe yapmak zorunda kaldı. Aynı süreçte ABD’li çokuluslu petrol şirketlerine soruşturmalar açılmış, Julian Assange, IMF kredisi karşılığında İngilizlere teslim edilmişti.

ABD ve Kanada’nın kurduğu Lima Grubu, Venezuela’daki Bolivarcı devrimi yıkmak için çeşitli yöntemlere başvurdu. Bu yöntemler dâhilinde ülkenin kaynakları çalındı, Venezuela’daki politik sürecin meşruluğunu tartışılır kılmak adına, Juan Guiadó isminde uyduruk bir gölge cumhurbaşkanı icat edildi.

ABD hükümeti, Latin Amerika ve Karayip halklarına karşı yoğun bir savaş yürüttü ve bu savaşı “insan hakları” ile “demokrasi” söylemiyle örtbas etmeye çalıştı.

Solun Geri Dönüşü

Latin Amerika’da sol, hiçbir zaman birleşik bir yapı arz etmedi. Yetmişlerde ve seksenlerde diktatörlükler, eskiden mücadele yürütmüş hareketlere büyük zararlar verdiler. Bu süreçte binlerce kadro ve sempatizan katledildi, köklü düşünce ve eylem geleneği yeni nesillere aktarılamadı. Doksanlarda az çok Küba’nın direnciyle ve Chávez’in vizyoner liderliğiyle toparlanma imkânı bulan sol, yeni toplumsal hareketlerle tanıştı. Kemer sıkma politikalarına, bilhassa yerli halklara yönelik ırkçılığa karşı geliştirilen itirazın içinden neşet eden bu yeni toplumsal hareketler, aynı zamanda kadın hakları ve cinsel azınlıkların hakları gibi toplumsal hakların geniş kitlelerle buluşması için uğraştı ve doğayla uyumlu bir ilişkinin kurulması yönünde çalışmalar yürüttü.

Süreç içerisinde farklı sol düşünce akımları gelişti. Sol denilen olguyu farklı ele alan yaklaşımlar ortaya çıktı. Örneğin 1994’te ortaya çıkan Zapatistalar, Meksika’daki pratikleriyle başkalarına ilham veren güçlü bir hareket hâline geldiler.

Chávez, partili politik mücadeleden yana olanlarla toplumsal hareketler üzerinden yürütülecek mücadeleden yana olanlar arasında köprü kurduğu, farklı akımları bir araya getirebildiği için önemli bir isimdi. Onun elde ettiği başarıdan sonra tüm kıtada benzer sol toplumsal oluşumlar ortaya çıkmaya başladı.

2005’te Arjantin’in Mar del Plata kentinde düzenlenen Dördüncü Amerikalar Zirvesi’nde sol güçler en büyük birliği meydana getirdiler. Zirvede Chávez, Latin Amerika ülkelerinin ABD destekli Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi projesine karşı çıkmasını sağladı. O günlerde Bolivya’da cumhurbaşkanı adayı olan Evo Morales, Arjantinli futbol efsanesi Diego Maradona ve Kübalı şarkıcı Silvio Rodríguez bir araya gelerek, Washington Konsensüsü’nü eleştirdi. Bölgedeki en büyük ekonomi olarak Brezilya’nın Arjantin ve Venezuela ile birlikte söz konusu serbest ticaret bölgesi projesine karşı çıkması sebebiyle, Amerika başka bir yola yöneldi.

Ancak 2010 sonrası emtia fiyatlarındaki düşüş ve 2013’te Chávez’in ölümü ardından ABD’nin emperyalist ajandası, bir kez daha avantajı eline aldı. 2019’da Evo Morales’e karşı “demokrasi” adına darbe yapıldı. Tuhaf bir biçimde liberal güçler, bu süreçte ırkçı ve faşist köktencilerle yan yana gelmekte bir beis görmediler. Sonrasında kendisini cumhurbaşkanı ilân eden kişi, çıkıp “yerlilerin o şeytanî ayinlerinden kurtulmuş bir Bolivya düşlüyorum” dedi. Seçimle işbaşına gelmiş yerli cumhurbaşkanını deviren ve Bolivya’nın “demokratlar”ı olarak anılan kesim, işte bu tür düşüncelere sahip kişilerden oluşuyordu.

Küba, Nikaragua ve Venezuela’yı “zorbalığın troykası” olarak anan ABD, solu bölme imkânı buldu, devrimci faaliyetlerle ilişki içerisinde olmanın cezasını çektiği için rahatsız olan veya tür cezalar karşısında boyun eğen kesimleri koparttı. Melez savaş taktiği uyarınca ekilen nifak tohumları, birçok ülkede solun güçlenmesine mani oldu ve Jail Bolsonaro türü neofaşistlerin iktidara gelmesini sağladı. Araya sokulan kamaya hiç dokunulmadı. Şili, Kolombiya ve Peru’daki ilerici güçler, büyük bir hevesle, Küba, Nikaragua ve Venezuela’dan uzaklaştılar, üstelik bu süreçte ABD propagandasının kullandığı kelimelere başvurdular.

Ama gene de kemer sıkma politikalarının ilelebet uygulanamayacak olması sayesinde sol güçler, yeniden bir araya gelip karşı saldırıya geçtiler. Morales’in başında bulunduğu Sosyalizme Doğru Hareket ayakta kaldı ve darbeye cesaretle direndi, pandemi döneminde seçim yapılması için uğraştı ve 2020 yılında çoğunluğun oyunu alarak yeniden iktidar oldu.

2009’daki darbeden ağır hasarla çıkmış olmasına karşın, Honduras’taki sol ve sol liberal güçler, 2013 ve 2017 seçimleri için yoğun bir çalışma yürüttüler. Uzmanların da ifade ettiği biçimiyle, seçimlerdeki hileler sebebiyle kaybettiler. 2013 seçimini kaybetmiş olan Xiomara Castro, 2021’de oyların büyük bir kısmını alarak zafere ulaştı.

Peru’da öğretmen sendikası lideri Pedro Castillo’yu aday çıkartan, kırılgan bir yapıya sahip olan ittifak, 1992’de kendisine darbe yapmış olan Alberto Fujimori’nin kızı ve sağcıların adayı Keiko Fujimori karşısında ufak da olsa bir zafer elde etti.

Ne var ki Honduras ve Peru, Bolivya’da Morales liderliğinde on dört yıl boyunca elde edilen kazanımların perçinlediği, sosyalizmi inşa hareketi kadar derin köklere sahip değil. Kendi hareketinden bile kopan Pedro Castillo, gayet ılımlı bir ajandaya sahip.

Bu süreç içerisinde, yirmi yıl boyunca Pembe Dalga’nın güçlenmesini sağlayan emtia fiyatları, düşme eğilimi içerisine girdi. Artık bölge genelinde bağlam değişmiş durumda. Daha çok Çin ile ilişki kuruluyor. Çin’in Latin Amerika genelinde Kemer ve Yol İnisiyatifi denilen girişime öncülük etmesiyle yeni yatırım imkânları doğdu, bölge belirli bir kalkınma süreci içerisine girdi.

Genel kabule göre bu girişim, Amerika’nın artık itibarsızlaşmış olan IMF projesine ve neoliberal kemer sıkma politikasına karşı başvurulan bir tür panzehir olarak ele alınıyor. Latin Amerika’ya çok az yatırım yapan ABD, Çin’in bölgeye gelişini esas olarak askerî ve diplomatik gücüyle karşılamaya çalışıyor. Böylelikle Latin Amerika, ABD’nin Çin’e karşı yürüttüğü soğuk savaşın en önemli cephesi hâline geliyor. Anlaşılan o ki bölgede gelişecek her bir yeni sol projede Çin önemli bir rol oynayacak.

Xiomara Castro’nun ilkin Pekin’i ziyaret edeceğini söylemesinin veya Nikaragua’da Daniel Ortega’nın Çin Halk Cumhuriyeti’ni Birleşmiş Milletler sistemi içerisinde Çin’in meşru temsilcisi kabul etmeye karar vermesinin sebebi burada. Meksika’dan Şili’ye uzanan bir hat dâhilinde Çin yatırımlarının güçler dengesini değiştirdiğine, birbirlerine karşı hoşgörüsü bile olmayan örgütleri bir araya getireceğine hiç şüphe yok.

ABD, bu noktada Çin’i “diktatör” olarak takdim etmek, böylece Küba ve Bolivya’daki devrimci projelere şüpheyle yaklaşan ilerici kesimleri kendisine çekmek için çabalıyor.

2022’de Brezilya ve Kolombiya’da çok önemli iki seçim yapılacak. Brezilya’da Lula, anketlerde önde görünüyor. Melez savaş taktiği süreci bir kez daha sabote etmezse, muhtemelen yeniden iktidar olacak. Lula, kendisine yönelik saldırılar sonrasında epey radikalleşti. Kazanırsa, muhtemelen Brezilya oligarşisiyle uzlaşma yoluna gitmeyecek ve Bolivya, Küba, Nikaragua ve Venezuela, bunun yanında, diğer sol hükümetlerle müttefik olacak. Lula ve Dilma’nın yaptığı yorumlara bakılacak olursa, iktidara geldiklerinde, ABD’nin o herkesi boğan etkisini dengelemek adına Çin’le daha sıkı bir ilişki içerisine girmeye çalışacaklar.

Özgürlük düşmanı oligarşinin iktidarını muhafaza etmek için her tür şiddet yöntemine başvurduğu, ABD’nin eski müttefiki Kolombiya, muhtemelen solcu aday Gustavo Petro’nun zaferine tanıklık edecek. Ülkede kemer sıkma politikalarına karşı gerçekleştirilen gösteriler, Kovid pandemisinden çok önce ülke siyasetini belirler hâle gelmişti. Büyük ihtimalle seçim kampanyasının yürütüleceği zemini de bu eylemler tayin edecek.

Eğer Lula ve Petro kazanırsa, Latin Amerika, ABD’nin öncülük ettiği ekonomik kemer sıkma politikasının, kaynaklara yönelik hırsızlığın ve politik teslimiyetin tarif etmediği yeni bir bölgesel projenin tesis edilmesi konusunda önemli bir adım atmış olacak.

Üç Kıta Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
Şubat 2022
Kaynak

0 Yorum: