Tüm Batı âleminde hakikati tekele alma konusunda bir kavgaya tanıklık ediliyor. ABD’de yeni kurulan Dezenformasyon Yönetişim Kurulu “Hakikat Bakanlığı” olarak isimlendirilip alaya alınıyor.
Avrupa Birliği’nde, İngiltere’de ve Kanada’da vekiller,
“yanlış bilgiler”in yayılmasına mani olmak adına, yetkili kişilerce
geliştirilmemiş olan görüşlerin ifade kanallarını kısıtlamak için yeni kanunlar
çıkartılması üzerinde duruyorlar.
Müesses
nizam, esasen fikirlerin özgürce değiş-tokuş edilmesinin uzmanların ve
hükümetlerin işini güçleştirdiğini düşünüyor. Son dönemde iklim tartışmasının
geride bıraktığı birikinti, bu savaşın niteliği ve müesses nizamın metafiziksel
boyuta sahip, giderek derinleşmekte olan kaygıları konusunda çok şey söylüyor.
Müesses nizam, esasında endişelenmekte haklı.
İklim
gündemini savunanlarla ona karşı olanlar, akademisyenler, bilim insanları,
memurlar, siyasetçiler, gazeteciler ve eylemciler arasında ciddi bir kafa
karışıklığına yol açıyorlar. “Bilime uy!” emrine kimi insanların neden kulak
asmadığını, bazılarının “sizin paniğe kapılmanızı istiyorum” lafından neden pek
etkilenmediğini sorgularken, bu insanlar sağlam hipotezler geliştiriyorlar. Bu
hipotezlerin önemli bir kısmı ise tütün lobisinin geliştirdiği tekniklerin petrol şirketlerince başka bir
amaç doğrultusunda kullanıldığını, iklim krizi meselesini inkâr edenlerin
beslenmesi için devreye sokulduğunu iddia eden komplo teorilerinden
oluşuyor. Psikologlar ve davranış bilimcileri, bu tartışmaya dâhil olarak,
inkâr meselesine destek sunan nöron devrelerinden ve evrimsel özelliklerden bahsediyorlar ve kötü niyetli
kişilerin gezegenin yıkıma sürüklendiği süreçten kâr elde etmeye çalıştıklarını
iddia ediyorlar. Bazıları, iklimle ilgili yaptırımlara uymama eğiliminin
izlerini bugünlerde bilim karşıtı klişeleri üretip sağa sola yayan trol
çiftliklerinde buluyorlar. Ama nedense bu uzmanların
hiçbirisi, oturup da iklim meselesine şüpheyle yaklaşanlarla sohbet etme gereği duymuyor.
Bu
uzlaşmama hâli, esasında iklim tartışmasının mevcut niteliğiyle gerçeklikle
bağını koparttığını anlama konusunda önemli bir ipucu sunuyor.
Basitçe
ifade etmek gerekirse; asıl mesele, “iklim krizi” konusunda elimizde herhangi
bir kanıtın bulunmamasıdır. Seksenlerden beri yürürlükte olan Hükümetlerarası
İklim Değişikliği Paneli, küresel ısınmanın yaşandığını ispatlayan delilleri
arayıp duruyor, iklim değişikliği bağlamında elde ettiği bu delillerin sera
gazı salınımları ile ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceğini sorguluyor.
Bulsa bile bu delillerin dünyanın giderek daha kötü bir yer hâline geldiğini somutta
ispatladığını söylemek güç.
Soğuk
Savaş’ın sona ermesinden beri dünya nüfusunun sağlıkla, maddi hayatla ve
toplumla alakalı koşulları konusunda geliştirilen her bir toplumsal ölçüm
tekniği, ciddi bir gelişme kaydetti. Bu anlamda, iklimin sera gazı
salınımlarına yönelik hassasiyeti ile toplumun iklime dair hassasiyeti arasında
denklik kuran her türde politik hareket, söz konusu gelişmeyle çelişen bir
konum alıyor.
Konuyla
ilgili onca delil öne sürüldü, dünyanın daha da kötüye gittiği konusunda bir
yığın şey söylendi, ama bu iddia ile eldeki delillerin çeliştiği üzerinde kimse
durmadı. O medeniyeti kökünden söküp atacak fırtınalar, bir türlü kopmadı.
Medyanın iklim değişikliği yüzünden yaşandığını iddia ettiği seller, orman
yangınları, kuraklık, hatta ani yükselen sıcaklıklar, bir türlü toplumu yok
etmiyor. Dünya nüfusu dört katına çıkmış olmasına karşın, kötü hava koşulları
yüzünden ölenlerin oranı, yüzde bir düzeyinde kaldı. İnsanın refah düzeyini
ölçen araçları kimse, iklim değişikliği ile ilişkilendirme gereği duymuyor.
Elli yıl önce çevre konusunda dile getirilen kehanetlerin hiçbirisinin
gerçekleşmediğini kimse görmüyor. Çevre ile ilgili olarak sürekli ikazda
bulunanların ısrarı, sorgulanmayı bekliyor.
Çevrecilerin
kehanetleri boşa düşünce, devreye bilim insanları girdi ve bu insanlar,
gerçeklikten koptular. İstatistikî veriler ve analizler, insanın refah düzeyi
ve doğal çevre konusunda her şeyin kötüye gittiğini ortaya koyan bir delil
sunmuyor olmasına karşın, bilim insanları yaşanan her bir kötü hava olayında
insanın parmağını arayıp buluyorlar. “Nedensel yükleme” denilen yeni bir
tekniğe başvuran bu saygın bilim insanları, insanın yol açtığı küresel
ısınmanın kötü hava koşullarına yaptığı katkının ölçülebildiğini iddia
ediyorlar.
Bu
“yükleme” denilen yöntem, dünya konusunda geliştirilmiş iki simülasyonu temel
alıyor. İlkinde, dünyanın insan kaynaklı karbondioksit salınımlarından azade
olduğu düşünülüyor, ikincisinde de karbondioksit salınımları bugünkü düzeyleri
ile birlikte ele alınıyor. Ardından, örneğin bir kasırganın her iki
simülasyonda ne kadar sıklıkta meydana geldiğini görmek için bu iki
simülasyonun ortaya koyduğu sonuçlar birbirleriyle kıyaslanıyorlar. Eğer
karbondioksit salınımının düşük olduğu simülasyona kıyasla salınımın yüksek
olduğu simülasyonda daha fazla sayıda kasırga meydana geliyorsa, buradan bilim
insanları, insan kaynaklı iklim değişikliğinin gerçek dünyada aynı büyüklükte
olan kasırgaya iki kat daha fazla yol açtığını söylüyorlar.
Ama
bu pratiği bilim olarak görmemek gerekiyor, zira esasen maddi dünya konusunda
tek bir bilgi bile üretmiyor. Faydalı bir bilgi sunmadığı gibi, daha da kötüsü,
bu pratiğin siyaset üretenleri yanlış yola sevk ediyor.
İklim
siyasetini oluşturanlar, iklim değişikliğinin yol açtığı söylenen “riskler”e
vurgu yapıyorlar ve bu konuda gene yükleme yöntemini esas alan çalışmalardan
istifade ediyorlar. Oysa simüle edilmiş iki dünyadaki koşullar kıyaslandığında,
örneğin bulaşıcı hastalık ve kötü hava koşullarından kaynaklanan ölüm vakaları
türünden olguların görülme sıklığında artışa tanıklık ediliyor. Ama bu veriler
gerçek değil. Gerçek dünyada iklimle ilişkili riskler önemli oranda azalmış
durumda. “Risk”, artık gerçek dünyayla rabıtalı bir kavram değil. O, daha çok,
bir şeyin görülme sıklığına dair bir ölçü olarak kullanılıyor. Bu anlamda
“risk”, ideolojik bir fantezi olarak muhayyel ve idealize edilmiş bir dünyanın
gerçek dünya ile arasındaki mesafenin ölçüsü hâline geliyor.
Bunların
olacağını, Jean Baudrillard uzun zaman önce öngörmüştü. Seksenlerin başında
kurgunun gerçeklik karşısında galebe çalacağı tespitinde bulunan Baudrillard,
aşırı gerçekçiliği, özellikle teknolojik açıdan gelişkin postmodern toplumlarda
gerçekliğin simüle edilmiş hâlinin gerçeklikten ayrılmasının giderek güçleştiği
hâl olarak izah ediyordu.
Aynı
şekilde, bugün biz, kamusal alanda iklim değişikliği ile ilgili olarak süren
tartışmaya hâkim olan ve onunla ilgili tartışmayı imkânsızlaştıran korku
tellâllığının gerçekliğe mi yoksa köksüz bir gerçeğe dair modellere mi
dayandığı konusunda bir şey söyleyemiyoruz.
Burada
tabii ki karbondioksitin sera gazı olmadığı, atmosferin ısınmasıyla belirli
koşullarda kimi insanlara bazı sorunlara yol açacağını iddia ediyor değiliz.
Burada sadece kurumsal bilimin bilimsel yöntemden uzak durduğundan, müesses
nizamın politik fantezilerine hizmet ederken yeni bir işlev edindiğinden
bahsediliyor.
Toplumun
doğal ortamla etkileşimlerini modellemeye dönük bilimsel çalışmalar,
çevrecilerin ideolojik ilkelerini, simülasyon düzleminde geliştirilmiş
kurallarını esas alıyorlar. Bu önkabullerin birer önkabul oldukları unutuluyor,
ardından modelleyiciler, bunları simülasyonun çıktısı olarak dile getirilen
hakikatleri keşfettiklerini iddia ediyorlar. Simülasyon üzerinden Gaia hipotezi somuta taşınıyor, buradan da
uyum, denge ve doğa gibi soyut, nahif idealler, birer ürün olan şeyler,
kuşkulanılamaz bilimsel emirler olarak ele alınıyorlar. Bunlar, Tanrı’nın
intikamıyla, açlıkla, soğukla ve yoksullukla baş başa bırakacak hususlar olarak
görülüyorlar. Daha derin bir analize dönük ihtiyaç, giderek ortadan kalkıyor.
Çer
çöpten beslenen muhakeme süreci, ideolojinin simülasyon düzleminde küflenmesine
neden oluyor. Bu ideoloji, bilim olarak arz-ı endam ediyor, bilim gerçeklikten
uzaklaşıyor. Bu kopuşa karşı çıkanlar, birer “münkir” hâline geliyor. Bu
insanların kimlikleri sorgulanıyor, bilimin otoritesini nasıl sorguladıkları
üzerinde duruluyor.
Son
elli yıldır çevrecilerin dile getirdiği kehanetler gerçeklik karşısında sınandı
ve temelsiz oldukları görüldü. “İklim krizi” için sunulan delillerse
gerçeklikten değil, simülasyonlar üzerinden elde edilmişti. Çürük bir önermeyi
esas alan bu tür radikal politikalar çıkarlarımıza halel getiriyorlar. “Bilim”e
de zarar veriyorlar. Bilim, ancak söylediği şeyler bilindiği takdirde idrak
edilebiliyor. Neticede bilim, ideolojiden bağışık değil. O, ideolojinin en
trajik mağdurlarından biri.
Bugün
yanlış bilgilerle ilgili kaygıların neden bu kadar yoğun olduğunu daha iyi
anlayabiliyoruz. Çevrecilerin belirlediği ajandanın elli yıldır tüm Batılı
hükümetleri, ülkeler üstü ve hükümetler arası kurumları kendisine örgütlemesi,
esasında simülasyonun bir becerisi. Neomaltusçuların altmışların sonlarında
aşırı nüfusla ve kaynakların tükeneceği ile ilgili yürüttükleri felâket
tellâllığı pratiklerinden iklim acil durumu ile ilgili yaklaşımlara kadar
toplumun doğayla ilişkilerini tarihsel düzlemde ele alan fikirlerin bilimsel
değerinin sıfır olduğu, sadece siyaset sahasında bir karşılığı olduğu görüldü.
Simülasyon,
yoksunluğu ve çıplak hayatı bir erdem hâline getirdi. İtiraz edilmemesi gereken
bir unsur olarak simülasyon, bilimin siyaset sahnesine kabulünün hem koşulu hem
de bedeli.
Bilim
ve demokratik siyaset, itirazlar, kökleşmiş fikirlere yönelik reddiyeler
üzerinden belirli bir uzlaşma yolu bulmak için ilerleme kaydetmek zorunda.
Kurumsal bilim ve iktidar arasında imza edilen yeni sözleşme ise fikirlerin
sınanmasını imkânsızlaştırıyor. Çevreci fikriyatın temelini teşkil eden
simülasyon, yığınla araştırmanın, lobi faaliyeti yürüten örgütlerin ve politik
kurumların ardındaki ana unsur. Bu araştırmalar, örgütler ve kurumlara temel
teşkil eden simülasyon ne eleştiri kabul ediyor, ne de güttüğü davanın yanlış olup
olamayacağını sorgulayabiliyor.
Neticede
hesap tablolarını tasarlayanların ana derdi “sürdürülebilirlik”. Bu insanlarsa
sıradan insanların hayatından ve gerçeklikten kopuklar, toplumun ve doğanın
tıpkı hesap tabloları gibi “dengelenmesi” gereken bir şey olduğuna inanıyorlar.
Bu yaklaşımı “ekolojik aşırı gerçeklik” olarak tanımlamak mümkün. Benim burada
aktardığım teze, tarif ettiğim tarihe, bilimle siyaset arasında kurulan yeni
ilişkinin niteliğine, dünyada ve tek tek ülkelerde geliştirilen politik
ajandalarda simülasyonun oynadığı role ilişkin tespitlerim tabii ki itirazlarla
karşılaşacaktır. Ama biz de onlara, onların bilgisayar destekli fantezilerine
karşıyız. Simülasyon üzerinden sıralanan riskleri temel alan ve simülasyona yönlendirilen
eleştiriler, bilimin, akademinin, sivil toplumun, yeni medyanın ve siyasetin
kapısından içeri giremiyor. Siyasetçiler, simülasyon sayesinde, ajandalarını
demokrasiyi dışlayarak uygulama imkânı buluyorlar. Ona yönelik itirazlar,
teyitçiler tarafından zararlı kabul ediliyor, itiraz sahiplerinin sosyal medya
hesapları kapatılıyor.
Eğer
hakikat “güçlü olan haklıdır” dışında bir anlama sahip olacaksa, onu hiçbir
kurum tekeline alamaz. Bilim ile siyaset, diğerini gerçeklikten kopartarak,
birbirini ancak dışlayarak anlaşma veya uzlaşma tesis edebiliyor.
Görünen
o ki önlenemeyen bir ajanda olarak çevreci ajanda, enerji arzı kriziyle,
enflasyonla, sanayideki daralmayla, tartışmayı değil de simülasyonu tercih eden
siyasetçilerle tanımlı bir döneme denk düşüyor. Bu siyasetçiler, kendilerine
yönelik eleştirilere kulak assalardı, o sanal gerçeklik kulaklıklarına hiç
ihtiyaç duymazlardı.
Ben Pile
13 Mayıs 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder