04 Haziran 2022

İklim Biliminin Aşırı Gerçekçiliği

Tüm Batı âleminde hakikati tekele alma konusunda bir kavgaya tanıklık ediliyor. ABD’de yeni kurulan Dezenformasyon Yönetişim Kurulu “Hakikat Bakanlığı” olarak isimlendirilip alaya alınıyor. 

Avrupa Birliği’nde, İngiltere’de ve Kanada’da vekiller, “yanlış bilgiler”in yayılmasına mani olmak adına, yetkili kişilerce geliştirilmemiş olan görüşlerin ifade kanallarını kısıtlamak için yeni kanunlar çıkartılması üzerinde duruyorlar.

Müesses nizam, esasen fikirlerin özgürce değiş-tokuş edilmesinin uzmanların ve hükümetlerin işini güçleştirdiğini düşünüyor. Son dönemde iklim tartışmasının geride bıraktığı birikinti, bu savaşın niteliği ve müesses nizamın metafiziksel boyuta sahip, giderek derinleşmekte olan kaygıları konusunda çok şey söylüyor. Müesses nizam, esasında endişelenmekte haklı.

İklim gündemini savunanlarla ona karşı olanlar, akademisyenler, bilim insanları, memurlar, siyasetçiler, gazeteciler ve eylemciler arasında ciddi bir kafa karışıklığına yol açıyorlar. “Bilime uy!” emrine kimi insanların neden kulak asmadığını, bazılarının “sizin paniğe kapılmanızı istiyorum” lafından neden pek etkilenmediğini sorgularken, bu insanlar sağlam hipotezler geliştiriyorlar. Bu hipotezlerin önemli bir kısmı ise tütün lobisinin geliştirdiği tekniklerin petrol şirketlerince başka bir amaç doğrultusunda kullanıldığını, iklim krizi meselesini inkâr edenlerin beslenmesi için devreye sokulduğunu iddia eden komplo teorilerinden oluşuyor. Psikologlar ve davranış bilimcileri, bu tartışmaya dâhil olarak, inkâr meselesine destek sunan nöron devrelerinden ve evrimsel özelliklerden bahsediyorlar ve kötü niyetli kişilerin gezegenin yıkıma sürüklendiği süreçten kâr elde etmeye çalıştıklarını iddia ediyorlar. Bazıları, iklimle ilgili yaptırımlara uymama eğiliminin izlerini bugünlerde bilim karşıtı klişeleri üretip sağa sola yayan trol çiftliklerinde buluyorlar. Ama nedense bu uzmanların hiçbirisi, oturup da iklim meselesine şüpheyle yaklaşanlarla sohbet etme gereği duymuyor.

Bu uzlaşmama hâli, esasında iklim tartışmasının mevcut niteliğiyle gerçeklikle bağını koparttığını anlama konusunda önemli bir ipucu sunuyor.

Basitçe ifade etmek gerekirse; asıl mesele, “iklim krizi” konusunda elimizde herhangi bir kanıtın bulunmamasıdır. Seksenlerden beri yürürlükte olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, küresel ısınmanın yaşandığını ispatlayan delilleri arayıp duruyor, iklim değişikliği bağlamında elde ettiği bu delillerin sera gazı salınımları ile ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceğini sorguluyor. Bulsa bile bu delillerin dünyanın giderek daha kötü bir yer hâline geldiğini somutta ispatladığını söylemek güç.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri dünya nüfusunun sağlıkla, maddi hayatla ve toplumla alakalı koşulları konusunda geliştirilen her bir toplumsal ölçüm tekniği, ciddi bir gelişme kaydetti. Bu anlamda, iklimin sera gazı salınımlarına yönelik hassasiyeti ile toplumun iklime dair hassasiyeti arasında denklik kuran her türde politik hareket, söz konusu gelişmeyle çelişen bir konum alıyor.

Konuyla ilgili onca delil öne sürüldü, dünyanın daha da kötüye gittiği konusunda bir yığın şey söylendi, ama bu iddia ile eldeki delillerin çeliştiği üzerinde kimse durmadı. O medeniyeti kökünden söküp atacak fırtınalar, bir türlü kopmadı. Medyanın iklim değişikliği yüzünden yaşandığını iddia ettiği seller, orman yangınları, kuraklık, hatta ani yükselen sıcaklıklar, bir türlü toplumu yok etmiyor. Dünya nüfusu dört katına çıkmış olmasına karşın, kötü hava koşulları yüzünden ölenlerin oranı, yüzde bir düzeyinde kaldı. İnsanın refah düzeyini ölçen araçları kimse, iklim değişikliği ile ilişkilendirme gereği duymuyor. Elli yıl önce çevre konusunda dile getirilen kehanetlerin hiçbirisinin gerçekleşmediğini kimse görmüyor. Çevre ile ilgili olarak sürekli ikazda bulunanların ısrarı, sorgulanmayı bekliyor.

Çevrecilerin kehanetleri boşa düşünce, devreye bilim insanları girdi ve bu insanlar, gerçeklikten koptular. İstatistikî veriler ve analizler, insanın refah düzeyi ve doğal çevre konusunda her şeyin kötüye gittiğini ortaya koyan bir delil sunmuyor olmasına karşın, bilim insanları yaşanan her bir kötü hava olayında insanın parmağını arayıp buluyorlar. “Nedensel yükleme” denilen yeni bir tekniğe başvuran bu saygın bilim insanları, insanın yol açtığı küresel ısınmanın kötü hava koşullarına yaptığı katkının ölçülebildiğini iddia ediyorlar.

Bu “yükleme” denilen yöntem, dünya konusunda geliştirilmiş iki simülasyonu temel alıyor. İlkinde, dünyanın insan kaynaklı karbondioksit salınımlarından azade olduğu düşünülüyor, ikincisinde de karbondioksit salınımları bugünkü düzeyleri ile birlikte ele alınıyor. Ardından, örneğin bir kasırganın her iki simülasyonda ne kadar sıklıkta meydana geldiğini görmek için bu iki simülasyonun ortaya koyduğu sonuçlar birbirleriyle kıyaslanıyorlar. Eğer karbondioksit salınımının düşük olduğu simülasyona kıyasla salınımın yüksek olduğu simülasyonda daha fazla sayıda kasırga meydana geliyorsa, buradan bilim insanları, insan kaynaklı iklim değişikliğinin gerçek dünyada aynı büyüklükte olan kasırgaya iki kat daha fazla yol açtığını söylüyorlar.

Ama bu pratiği bilim olarak görmemek gerekiyor, zira esasen maddi dünya konusunda tek bir bilgi bile üretmiyor. Faydalı bir bilgi sunmadığı gibi, daha da kötüsü, bu pratiğin siyaset üretenleri yanlış yola sevk ediyor.

İklim siyasetini oluşturanlar, iklim değişikliğinin yol açtığı söylenen “riskler”e vurgu yapıyorlar ve bu konuda gene yükleme yöntemini esas alan çalışmalardan istifade ediyorlar. Oysa simüle edilmiş iki dünyadaki koşullar kıyaslandığında, örneğin bulaşıcı hastalık ve kötü hava koşullarından kaynaklanan ölüm vakaları türünden olguların görülme sıklığında artışa tanıklık ediliyor. Ama bu veriler gerçek değil. Gerçek dünyada iklimle ilişkili riskler önemli oranda azalmış durumda. “Risk”, artık gerçek dünyayla rabıtalı bir kavram değil. O, daha çok, bir şeyin görülme sıklığına dair bir ölçü olarak kullanılıyor. Bu anlamda “risk”, ideolojik bir fantezi olarak muhayyel ve idealize edilmiş bir dünyanın gerçek dünya ile arasındaki mesafenin ölçüsü hâline geliyor.

Bunların olacağını, Jean Baudrillard uzun zaman önce öngörmüştü. Seksenlerin başında kurgunun gerçeklik karşısında galebe çalacağı tespitinde bulunan Baudrillard, aşırı gerçekçiliği, özellikle teknolojik açıdan gelişkin postmodern toplumlarda gerçekliğin simüle edilmiş hâlinin gerçeklikten ayrılmasının giderek güçleştiği hâl olarak izah ediyordu.

Aynı şekilde, bugün biz, kamusal alanda iklim değişikliği ile ilgili olarak süren tartışmaya hâkim olan ve onunla ilgili tartışmayı imkânsızlaştıran korku tellâllığının gerçekliğe mi yoksa köksüz bir gerçeğe dair modellere mi dayandığı konusunda bir şey söyleyemiyoruz.

Burada tabii ki karbondioksitin sera gazı olmadığı, atmosferin ısınmasıyla belirli koşullarda kimi insanlara bazı sorunlara yol açacağını iddia ediyor değiliz. Burada sadece kurumsal bilimin bilimsel yöntemden uzak durduğundan, müesses nizamın politik fantezilerine hizmet ederken yeni bir işlev edindiğinden bahsediliyor.

Toplumun doğal ortamla etkileşimlerini modellemeye dönük bilimsel çalışmalar, çevrecilerin ideolojik ilkelerini, simülasyon düzleminde geliştirilmiş kurallarını esas alıyorlar. Bu önkabullerin birer önkabul oldukları unutuluyor, ardından modelleyiciler, bunları simülasyonun çıktısı olarak dile getirilen hakikatleri keşfettiklerini iddia ediyorlar. Simülasyon üzerinden Gaia hipotezi somuta taşınıyor, buradan da uyum, denge ve doğa gibi soyut, nahif idealler, birer ürün olan şeyler, kuşkulanılamaz bilimsel emirler olarak ele alınıyorlar. Bunlar, Tanrı’nın intikamıyla, açlıkla, soğukla ve yoksullukla baş başa bırakacak hususlar olarak görülüyorlar. Daha derin bir analize dönük ihtiyaç, giderek ortadan kalkıyor.

Çer çöpten beslenen muhakeme süreci, ideolojinin simülasyon düzleminde küflenmesine neden oluyor. Bu ideoloji, bilim olarak arz-ı endam ediyor, bilim gerçeklikten uzaklaşıyor. Bu kopuşa karşı çıkanlar, birer “münkir” hâline geliyor. Bu insanların kimlikleri sorgulanıyor, bilimin otoritesini nasıl sorguladıkları üzerinde duruluyor.

Son elli yıldır çevrecilerin dile getirdiği kehanetler gerçeklik karşısında sınandı ve temelsiz oldukları görüldü. “İklim krizi” için sunulan delillerse gerçeklikten değil, simülasyonlar üzerinden elde edilmişti. Çürük bir önermeyi esas alan bu tür radikal politikalar çıkarlarımıza halel getiriyorlar. “Bilim”e de zarar veriyorlar. Bilim, ancak söylediği şeyler bilindiği takdirde idrak edilebiliyor. Neticede bilim, ideolojiden bağışık değil. O, ideolojinin en trajik mağdurlarından biri.

Bugün yanlış bilgilerle ilgili kaygıların neden bu kadar yoğun olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Çevrecilerin belirlediği ajandanın elli yıldır tüm Batılı hükümetleri, ülkeler üstü ve hükümetler arası kurumları kendisine örgütlemesi, esasında simülasyonun bir becerisi. Neomaltusçuların altmışların sonlarında aşırı nüfusla ve kaynakların tükeneceği ile ilgili yürüttükleri felâket tellâllığı pratiklerinden iklim acil durumu ile ilgili yaklaşımlara kadar toplumun doğayla ilişkilerini tarihsel düzlemde ele alan fikirlerin bilimsel değerinin sıfır olduğu, sadece siyaset sahasında bir karşılığı olduğu görüldü.

Simülasyon, yoksunluğu ve çıplak hayatı bir erdem hâline getirdi. İtiraz edilmemesi gereken bir unsur olarak simülasyon, bilimin siyaset sahnesine kabulünün hem koşulu hem de bedeli.

Bilim ve demokratik siyaset, itirazlar, kökleşmiş fikirlere yönelik reddiyeler üzerinden belirli bir uzlaşma yolu bulmak için ilerleme kaydetmek zorunda. Kurumsal bilim ve iktidar arasında imza edilen yeni sözleşme ise fikirlerin sınanmasını imkânsızlaştırıyor. Çevreci fikriyatın temelini teşkil eden simülasyon, yığınla araştırmanın, lobi faaliyeti yürüten örgütlerin ve politik kurumların ardındaki ana unsur. Bu araştırmalar, örgütler ve kurumlara temel teşkil eden simülasyon ne eleştiri kabul ediyor, ne de güttüğü davanın yanlış olup olamayacağını sorgulayabiliyor.

Neticede hesap tablolarını tasarlayanların ana derdi “sürdürülebilirlik”. Bu insanlarsa sıradan insanların hayatından ve gerçeklikten kopuklar, toplumun ve doğanın tıpkı hesap tabloları gibi “dengelenmesi” gereken bir şey olduğuna inanıyorlar. Bu yaklaşımı “ekolojik aşırı gerçeklik” olarak tanımlamak mümkün. Benim burada aktardığım teze, tarif ettiğim tarihe, bilimle siyaset arasında kurulan yeni ilişkinin niteliğine, dünyada ve tek tek ülkelerde geliştirilen politik ajandalarda simülasyonun oynadığı role ilişkin tespitlerim tabii ki itirazlarla karşılaşacaktır. Ama biz de onlara, onların bilgisayar destekli fantezilerine karşıyız. Simülasyon üzerinden sıralanan riskleri temel alan ve simülasyona yönlendirilen eleştiriler, bilimin, akademinin, sivil toplumun, yeni medyanın ve siyasetin kapısından içeri giremiyor. Siyasetçiler, simülasyon sayesinde, ajandalarını demokrasiyi dışlayarak uygulama imkânı buluyorlar. Ona yönelik itirazlar, teyitçiler tarafından zararlı kabul ediliyor, itiraz sahiplerinin sosyal medya hesapları kapatılıyor.

Eğer hakikat “güçlü olan haklıdır” dışında bir anlama sahip olacaksa, onu hiçbir kurum tekeline alamaz. Bilim ile siyaset, diğerini gerçeklikten kopartarak, birbirini ancak dışlayarak anlaşma veya uzlaşma tesis edebiliyor.

Görünen o ki önlenemeyen bir ajanda olarak çevreci ajanda, enerji arzı kriziyle, enflasyonla, sanayideki daralmayla, tartışmayı değil de simülasyonu tercih eden siyasetçilerle tanımlı bir döneme denk düşüyor. Bu siyasetçiler, kendilerine yönelik eleştirilere kulak assalardı, o sanal gerçeklik kulaklıklarına hiç ihtiyaç duymazlardı.

Ben Pile
13 Mayıs 2022
Kaynak

0 Yorum: