20 Haziran 2022

,

Avrupalı ve Amerikalı İşçilere Mektup

Yoldaşlar, 20 Ağustos 1918 tarihinde Amerikalı işçilere hitaben kaleme aldığım mektubumun sonunda ifade ettiğim üzere, biz, şuan kuşatma altındaki bir kaleyiz, çünkü henüz dünya sosyalist devriminin diğer orduları yardımımıza koşmuş değil. Ama bir yandan da işçiler, hain sosyalistlerden, Gompers ve Renner gibi isimlerden kopuyorlar. İşçiler, yavaş yavaş, ama emin adımlarla, komünist ve Bolşevik taktikleri kabul ediyorlar.

Bahsini ettiğim mektubun yazılmasının üzerinden beş aydan az bir zaman geçti. Bu dönemde, çeşitli ülkelerin işçilerinin yüzünü komünizme ve bolşevizme döndüklerini, dünya proletaryasının devriminin olgunlaşma sürecinin hızlandığını söylemek gerekiyor.

Mektubun yazıldığı 20 Ağustos 1918 günü itibarıyla, 1914-1918 arasında cereyan eden emperyalist savaş esnasında utanç verici bir biçimde çöken eski enternasyonalden, İkinci Enternasyonal’den [1889-1914] kararlı bir adımla kopan tek parti, Bolşevik Partisi’ydi. Hiç çekinmeden, yağmacı burjuvazi ile ittifak kurarak kendisini rezil eden sosyalistlerden ve sosyal demokrasiden uzaklaşmak, resmi sosyal demokrat ve sosyalist partilere tüm yönleriyle nüfuz etmiş, hâlen daha o partilere hâkim olan küçük burjuva reformizminden ve oportünizminden mesafe alıp, komünizme uzanan o yeni yola revan olmak ve gerçek manada proleter ve devrimci olan taktiklere yüzünü çevirmek, sadece bizim partimize nasip oldu.

Bugün 12 Ocak 1919. Sadece eski çarlık imparatorluğu sınırları dâhilinde yer alan Letonya, Finlandiya ve Polonya gibi ülkelerde değil, ayrıca Avusturya, Macaristan, Hollanda ve en son Almanya gibi Batı Avrupa ülkelerinde de bir dizi komünist proleter partinin kurulduğuna tanıklık ediyoruz. Gerçekten proleter, gerçekten enternasyonalist, gerçekten devrimci olan Üçüncü Enternasyonal, Komünist Enternasyonal, tam da, dünyaca bilinen, dünya genelinde şöhrete sahip olan, işçi sınıfının sadık savunucuları Liebknecht, Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve Franz Mehring’in önderlik ettiği Alman Spartaküs Birliği’nin (sözde sosyalist, eylemde şovenist olan), yağmacı ve emperyalist Alman burjuvazisi ve II. Wilhelm ile ittifak kurarak utanç verici bir adım atan sosyal şovenistlerden, Scheidemann ve Südekum gibi sosyalistlerden koptuğu dönemde kuruldu. Spartaküs Birliği, ismini böylesi bir dönemde Almanya Komünist Partisi olarak değiştirdi. Henüz resmi olarak kurulmamış olsa da Üçüncü Enternasyonal, artık fiilen mevcuttur.

Sınıf bilinçli işçiler, samimi sosyalistler, Rusya’da Menşevikler ve “Sosyalist Devrimciler”, Almanya’da Scheidemann ve Südekum’ların, Fransa’da Renaudel ve Vandervelde’lerin, Britanya’da Henderson ve Webb gibilerin, Amerika’da Gompers ve şürekasının, 1914-1918 arası dönemde cereyan eden savaşta kendi burjuvalarına destek sunmak suretiyle, sosyalizme yönelik gerçekleştirdikleri alçakça ihaneti görüyorlar. Oysa bu savaşın Almanya, Britanya, Fransa, İtalya ve Amerika’nın kapitalistleri eliyle yürütülen, emperyalist, gerici ve yağmacı bir savaş olduğu görülmüştür. Bugün Amerika, ortadaki ganimet konusunda, Türkiye’nin, Rusya’nın, Afrika ve Polinezya’daki sömürgelerin, Balkanlar’ın vs. bölüşülmesi hususunda kavga etmeye başladı bile. Wilson’ın ve takipçilerinin ağzından dökülen, “demokrasi” ve “milletlerin birliği” ile ilgili riyakâr ifadelerin yalan olduğu, şaşırtıcı bir hızla ortaya çıktı, çünkü Fransız burjuvazisi, Ren nehrinin batı yakasını ve Türkiye’nin belirli kısmını (Suriye ve Mezopotamya’yı) ele geçirdi, Fransız, İngiliz ve Amerikalı kapitalistler, Rusya’ya (Sibirya, Archangel, Bakû, Krasnovodsk ve Aşkabad vs.) yerleştiler, İtalya ile Fransa, Fransa ile Britanya, Britanya ile Amerika ve Amerika ile Japonya arasında ganimetlerin bölüşülmesi üzerinden açığa çıkan husumet, giderek arttı.

Dün “kendi” emperyalist hükümetlerini destekleyen, bugünse kendilerini Rusya’ya askerî müdahale karşıtı, gerçekte karşılığı olmayan “gösteriler” düzenlemekle sınırlı tutan, burjuva demokrasisine dair önyargılara tümüyle teslim olmuş, korkak ve mücadele konusunda isteksiz “sosyalistler, bugün karşılarında, Maclean, Debs, Loriot, Lazzari ve Serrati’nin yolunu, komünist yolu yürüyen, müttefik ülkelere mensup, sayıları giderek artan insanları buluyorlar. Bu insanlar, emperyalizm yenilip, sosyalizm zafere ulaşacak, kalıcı barış böylece güvence altına alınacaksa, burjuvazinin alaşağı edilmesinin, burjuva parlamentolarının kapatılmasının, Sovyet iktidarının ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasının zaruri olduğunu görüyorlar.

20 Ağustos 1918’de proleter devrim, sadece Rusya’yla, “Sovyet hükümeti”yle, yani tüm devlet iktidarının hâlen daha sadece Rusya’ya ait bir kurummuş gibi görünen (ki gerçekten de öyle) işçi, asker ve köylü vekilleri meclislerine teslim edildiği sistemle sınırlıydı.

Bugün, 12 Ocak 1919 günü, sadece eski çarlık imparatorluğunun parçası olan Letonya, Polonya ve Ukrayna’da değil, Batı Avrupa ülkelerinde, savaşta tarafsız kalan (İsviçre, Hollanda ve Norveç gibi) ülkelerde ve savaşın çilesini çekmiş (Avusturya ve Almanya gibi) ülkelerde güçlü bir “sovyet” hareketinin açığa çıktığına tanıklık ediyoruz. En gelişmiş kapitalist ülkelerden biri olduğu için bilhassa önem arz eden ve belirli bir özgünlüğe sahip olan Almanya’da devrim de “sovyet” formu kazanmıştır. Almanya’daki tüm devrim süreci, bilhassa proletaryanın yegâne hakiki temsilcisi olan Spartakistlerin Schidemann ve Südekum gibi hainlerin burjuvaziyle tesis ettikleri ittifaka karşı verdikleri mücadele sayesinde tarihin sorduğu şu sorunun açık bir biçimde işitilmesini zorunlu kılıyor:

“Ya sovyet iktidarından ya da burjuva parlamentosundan yana olunacak. Üstelik bu burjuva parlamentosunun kapısında “millet meclisi” veya “kurucu meclis” yazıyor olmasının bir önemi yok.

Dünya tarihi, soruyu bu şekilde soruyor. Bu soru, abartılı bir soru değil, dolayısıyla sorulabilir, sorulmalıdır da.

“Sovyet iktidarı”, proletarya diktatörlüğünün gelişim sürecinde atılmış ikinci tarihsel adım, tanık olunan ikinci aşamadır. İlk adım, Paris Komünü’ydü. Fransa’da İç Savaş isimli eserinde Paris Komünü’nün niteliği ve önemi konusunda sağlam bir analiz ortaya koyan Marx, Komün’ün yeni tipte bir devlet, proleter devlet meydana getirdiğini ortaya koydu. Bu analize göre, en demokratik cumhuriyet de dâhil tüm devletler, bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmek için kullandığı bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Proleter devlet de proletaryanın burjuvaziyi ezmek için kullanacağı mekanizmanın adıdır. Burjuvazi ezilmelidir, çünkü iktidarlarını yitirdikleri noktada toprak sahipleri, kapitalistler, tüm burjuvazi ve onun çanak yalayıcıları, tüm sömürücüler, öfkeden gözü dönmüş bir hâlde, ümitsizce bir direniş içine girecek, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecine karşı koyacaklardır.

Kapitalistlerin mülkünün ve iktidarının muhafaza edildiği en demokratik cumhuriyet dâhilinde kurulmuş en demokratik burjuva parlamentosu bile küçük bir sömürücü grubunun milyonlarca emekçiyi ezmek için kullandığı bir mekanizmadır. Emekçi halkın sömürüden kurtulması için mücadele eden sosyalistler geçmişte, yürüttükleri mücadeleler, burjuvazinin tayin ettiği sistemin genel çerçevesi içerisinde kaldığı sürece, burjuva parlamentolarından bir kürsü ve bir zemin olarak istifade etmek zorunda kaldılar. Bugünse dünya tarihi, tüm burjuva sisteminin yok edilmesinin, sömürücülerin alaşağı edilip ezilmesinin, kapitalizmden sosyalizme geçişin şart olduğunu, hareketin kendisini burjuva parlamentarizmiyle, burjuva demokrasisiyle sınırlandırmasının, onu en genel manada “demokrasi” olarak takdim etmesinin, kapitalist mülkiyet varolduğu sürece herkese oy hakkının burjuva devlete ait bir araç olduğunu unutmanın, sınıf düşmanı olan burjuvaziye teslim olmak anlamına geleceğini, bu teslimiyetin proletaryaya alçakça ihanet etmek demek olduğunu söylüyor.

Bolşevik basınının 1915’ten beri kesintisiz bir biçimde dile getirdiği, dünya sosyalizmindeki üç eğilim ve aralarındaki ayrım çizgileri, Almanya’daki kanlı mücadele ve iç savaş zemininde, bugün net bir biçimde görünür hâle gelmiştir.

Karl Liebknecht, bugün tüm ülkelerin işçilerinin bildiği bir isimdir. Her yerde, bilhassa müttefik ülkelerde Liebknecht, kendisini proletaryanın çıkarlarına adamış, sosyalist devrime sadakatle bağlı liderliği ifade etmektedir. O, kapitalizme karşı verilen gerçekten samimi, fedakâr ve düşmana aman vermeyen mücadelenin simgesidir. Liebknecht, hem sözde hem de eylemde emperyalizme karşı verilen, taviz nedir bilmeyen mücadelenin, “kendi” ülkesi emperyalist savaşta zaferler elde ettiği bir dönemde fedakârlıkla sürdürülen mücadelenin somut karşılığıdır. Tüm o Alman sosyalistleri, Liebknecht ve Spartakistlerle birlikte namuslu ve gerçekten devrimci kalabilmiş, onlar sayesinde devrim için hazırlanan, öfkeden deliye dönmüş, sömürülen kitleler, proletarya içerisinde kavgaya kendilerini adamış en iyi unsurlarını öne çıkartmayı bilmiştir.

Liebknecht’in karşısında, Scheidemann’lar, Südekum’lar, Kayzer’in ve burjuvazinin tüm aşağılık uşaklarının oluşturduğu çete duruyor. Onlar sosyalizme Gompers’ler, Victor Berger’ler, Henderson’lar, Webb’ler, Renaudel’ller ve Vandervelde’ler gibi ihanet etmişlerdir. Bu isimler, burjuvazinin satın aldığı, işçilerin kaymak tabakasını temsil etmektedirler. Biz Bolşevikler, onlara (tıpkı Rusya’nın Südekum’ları olan Menşeviklere dediğimiz gibi) “burjuvazinin işçi sınıfı hareketi içerisindeki ajanları” diyoruz. Amerika’nın en ileri sosyalistleri ise muhteşem bir ifade ve unvan bulmuşlar. Bu isimler için “kapitalist sınıfının emek hareketi içindeki çavuşları” ifadesini kullanıyorlar. Onlar, sosyalizme yönelik ihanetin en son ve en güncel türünü temsil ediyorlar, çünkü burjuvazinin tüm medeni, ileri ülkelerde sömürgeci zulüm veya resmiyette bağımsız olan zayıf ülkelerden mali düzlemde “kazanç” elde etmek suretiyle gerçekleştirdiği, “kendi” ülkesindeki halktan daha büyük olan bir nüfusu soyduğu o soygun dâhilinde bu isimler, belirli rol üstleniyorlar. Emperyalist burjuvazi, bu türden bir ekonomik unsur sayesinde aşırı kâr elde ediyor ve bu kârın bir kısmını proletaryanın kaymak tabakasını satın almak, onu devrimden korkan reformist ve oportünist küçük burjuvaziye dönüştürmek için kullanıyor.

Bir de Spartakistler ve Scheidemann arasında salınıp duran, omurgasız “Kautskiciler” var. Bunlar, güya “bağımsızlar”, ama eylemlerinde tümüyle, her yönüyle burjuvaziye ve Scheidemann’ın adamlarına tabiler. Bazen Şaydemancı, bazen de Spartakist oluveriyorlar. Herhangi bir fikri ve omurgası bulunmayan bu kişilerin ne siyaseti, ne haysiyeti, ne vicdanı var. Bunlar, sosyalist devrimden yana durduğunu söyleyen, ama aslında devrim başladığı vakit onu idrak etmekten yoksun olan, birer dönek olarak en genelde “demokrasi”yi, ama fiiliyatta burjuva demokrasisini savunan birer cahil.

Her kapitalist ülkede düşünme melekesine sahip olan her işçi, içinde bulunduğu ulusal ve tarihsel koşulların verili hâline bağlı olarak, sosyalistler ve sendikacılar içerisinde gelişmiş olan bu üç ana eğilimi net bir biçimde görebiliyor, çünkü dünya genelinde yeni başlamış olan proleter devrim ve emperyalist savaş, tüm yeryüzünde benzer ideolojik ve politik eğilimleri açığa çıkartıyor.

* * *

Mektubun buraya kadar olan kısmı, Ebert ve Scheidemann hükümetinin Karl Liebknecht’i ve Rosa Luxemburg’u kalleşçe ve acımasızca öldürmesinden önce kaleme alınmıştı. Burjuvaziye hizmet eden bu kasaplar, Alman muhafızlarının, kutsal kapitalist mülkiyetin bekçi köpeklerinin Rosa Luxemburg’u linç etmesi, Karl Liebknecht’i ise (Rusya’da çarlığın 1905 devrimini kanla bastırırken tutsakları öldürme bahanesi olarak kullandığı) “kaçmaya çalıştı” yalanı üzerinden sırtından vurması için gerekli zemini hazırladılar. Aynı zamanda bu kasaplar, sınıflar üstünde durduğunu ve masum olduğunu iddia eden hükümetin gücünü kullanarak, o muhafızları korudular. Bu sözde sosyalistlerin gerçekleştirdikleri kıyımın aptallığını ve alçaklığını tarif edecek bir kelime yok. Şurası açık ki tarih, “kapitalist sınıfın emek hareketi içerisindeki çavuşları”nın alçaklık, köpeklik ve canilik konusunda ellerinden geleni yapacakları, gemi azıya alacakları bir yola girmiştir. Varsın Kautsky’ci ahmaklar, Freiheit isimli gazetelerinde[2] tüm “sosyalist” partilerin temsilcilerinden oluşacak bir mahkemenin kurulması konusunda dil döksünler (bu köle ruhlar, hâlâ ısrarla Scheidemann’ın cellâtlarının sosyalist olduğunu söyleyebiliyorlar!). Cahillere has aptallıkla ve küçük burjuvaziye has korkaklıkla yüklü olan bu kişiler, mahkemelerin devlet iktidarına ait kurumlar olduklarını, bugün Almanya’nın sürmekte olan iç savaşta “iktidar, Scheidemann’cıların katliam sürecinin icracısı ve azmettiricisi, Kautskicilerinse ‘saf demokrasi’yi yüceltenler olarak hizmet verdikleri burjuvaziye mi yoksa kapitalist sömürücüleri alaşağı edip, onların direncini kıracak olan proletaryaya mı ait olacak?” sorusuyla yüzleştiğini görmüyorlar.

Ölüm kalım mücadelesi veren yeni işçi kitleleri, dünya proletaryasının teşkil ettiği enternasyonalin en iyi temsilcilerinin, dünya sosyalist devriminin o unutulmaz liderlerinin kanında çelikleşeceklerdir. Zafere işte bu mücadele ulaşacaktır.

Biz Rusya’da, 1917 yılının yazında, tüm o “Temmuz günleri”[3] boyunca Rusya’nın Scheidemann’ları olan Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin, Kazak birlikleri Voinov isimli bir işçiyi Petrograd’da sokak ortasında Bolşeviklerin bildirisini dağıtırken vurup öldürmesi sonrası, Bolşeviklere karşı beyaz muhafızların elde edeceği “zafer”i devlet eliyle koruma altına aldıklarına şahit olduk.[4] Biz, burjuvazinin ve uşaklarının elde ettiği bu türden “zaferler”in halkı burjuva demokrasisi, “herkese oy hakkı” gibi rüyalardan uyanmasına hızla katkı sunduğunu tecrübelerimizden biliyoruz.

* * *

Müttefik ülkelerin burjuvazisi ve hükümetleri, anlaşılan o ki tereddüt içerisindeler. Bir kesim, beyaz muhafızlara yardımda bulunan ve kral yanlısı, toprak eliyle örgütlenmiş kara gericiliğe hizmet eden, Rusya’da konuşlanmış müttefik askerlerin demoralize olduklarını görüyor. Bu kesim, Rusya’nın mağlup edilmesi için gerçekleştirilen askerî müdahalenin ve girişimlerin devam ettirilmesi, bu anlamda, bir milyonluk güçlü bir ordunun uzun süre sahada tutulması hâlinde proleter devrimin müttefik ülkelere emin adımlarla ve en hızlı şekilde taşınacağının farkında. Ukrayna’da bulunan Alman işgal güçleri, bu konuda yeterince ikna edici bir örnek olarak karşımızda duruyor.

Müttefik ülkelerin burjuvazisinin diğer kesimi ise Sovyet Cumhuriyeti’ne yönelik askerî müdahale, “ekonomik kuşatma” (Clemenceau) ve ülkeyi boğma üzerine kurulu siyasette ısrarcı. Burjuvazinin hizmetinde olan basın, yani, Britanya ve Fransa’da kapitalistlerin satın aldıkları günlük gazetelerin büyük bir çoğunluğu, Sovyet hükümetinin kısa süre içerisinde çökeceği öngörüsünde bulunuyor, bu öngörülerini de Rusya’da yaşanan kıtlığın yol açtığı ürkütücü manzaraya dayandırıyor ve bu noktada, Sovyet hükümetinin istikrarsızlığa sürüklendiği, ülkede kargaşanın hâkim olduğu ile ilgili yalanlara başvuruyor. Ama müttefik güçlerinin subayları, cephaneleri, paraları, yedek birlikleriyle yardım ettikleri, toprak sahiplerine ve kapitalistlere ait beyaz orduların, kıtlığın çilesini çeken Rusya’nın orta ve kuzey kesimleriyle Sibirya ve Don gibi en bereketli bölgeleri arasındaki bağlantıyı kestiğinden kimse bahsetmiyor.

Petrograd ve Moskova’da, Ivanovo-Voznesensk gibi sanayi merkezlerinde açlık çeken işçilerin büyük bir ızdırap içerisinde olduklarını kimse inkâr edemez. Eğer işçiler, Rusya’da ve tüm dünya genelinde sosyalizm davasını savunduklarını idrak etmeselerdi, Müttefik ülkelerin (“kendi askerlerimizi göndermiyoruz” türünden riyakâr laflarla örtbas edilen, ama bölgeye sevk edilen “siyahî” askerler, cephane, para ve subaylarla beslenen) askerî müdahaleleri neticesinde yaşanan açlığın sebep olduğu onca eziyete ve güçlüğe katlanamazlardı.

Bugün Archangel, Perm, Orenburg, Don Nehri üzerinde bulunan Rostov, Bakû ve Aşkabad, Müttefik güçlerin ve Beyaz Ordu’nun elinde. Riga ve Harkov ise Sovyet hükümetinin eline geçti. Letonya ve Ukrayna Sovyet cumhuriyeti hâline geliyor. İşçiler, onca fedakârlığın boşa olmadığını, Sovyet iktidarının tüm dünya genelinde zafere doğru ilerlediğini, hareket sahasını genişlettiğini, gücünü arttırdığını ve belirgin bir kudrete kavuştuğunu görüyor. Zor kavgalarla ve büyük fedakârlıklarla geçen her ayın sonunda Sovyet iktidarının dünya sathında güttüğü dava güçleniyor, düşmanlarının, sömürücülerin gücünü kırıyor.

Sömürücüler, dünya genelinde sürmekte olan proleter devrim mücadelesinin en iyi liderlerini katledecek[5], işgal altındaki veya fethedilmiş ülkelerde ve bölgelerde bulunan işçilerin fedakârlıklarını ve çilesini artıracak güce hâlen daha sahip. Ama öte yandan, tüm dünya genelinde sömürücüler, insanlığı sermayenin boyunduruğundan ve kapitalizm koşullarında tüm kaçınılmazlığıyla yüzleştiğimiz yeni emperyalist savaş tehdidinden kurtaracak olan dünya proleter devriminin zaferini engelleyecek güçten mahrum.

V. I. Lenin
21 Aralık 1918
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Lenin’in Avrupalı ve Amerikalı işçilere hitaben kaleme aldığı mektup, ileri işçilerin komünist partilerin çatısı altında bir araya gelip, beynelmilel emperyalizme karşı verilecek mücadelede güçlerini birleştirmelerine katkıda bulunmuştur.

[2] Mektup Berlin’de, 1919 yılında, Die Aktion [“Eylem”] dergisinin Mart sayısında ve 1919 yılı içerisinde Der Arbeiter-Rat [“İşçi Konseyi”] dergisinin Nisan sayısında yayımlandı. Mektup aynı zamanda, İngilizceye çevrilip broşür olarak dağıtıldı.

[3] Die Freiheit [“Özgürlük”] Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin günlük gazetesi. Berlin’de 15 Kasım 1918-30 Eylül 1922 tarihleri arasında yayımlandı.

[4] Burada, 3-4 (16-17) Temmuz 1917’de Petrograd’da düzenlenen kitlesel gösterilere atıfta bulunuluyor. Geçici hükümet, bu dönemde son bir saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırı, işçiler, askerler ve bahriyelilerdeki öfkeyi daha da arttırdı, neticede söz konusu eylemler gerçekleştirildi. Hareketin fitilini, Vyborg Bölgesi’nde 3 (16) Temmuz gibi eylem kararı alan Birinci Makineli Tüfek Alayı ateşledi. Gösteri, hükümet karşıtı silâhlı eylemlerin gelişeceği konusunda bir tehdit olarak iş gördü.

Bolşevik Partisi, silâhlı eylemlere karşı çıktı. Devrimci krizin henüz ülke genelinde olgunlaşmadığını düşünüyordu. Merkez Komitesi’nin 3 (16) Temmuz saat 16:00’da düzenlediği toplantıda, gösteriye son verilmesi kararı alındı. Aynı saatlerde toplanan Petrograd Şehri İkinci Bolşevik Konferansı da benzer bir kararı benimsedi. Delegeler, gösteri yapmamaları konusunda insanları ikna etmek için fabrikalara ve bölgelere gittiler. Ama çok geç kalınmıştı, gösteriler çoktan başlamıştı.

3 (16) Temmuz gününün gecesi halkın içinde bulunduğu ruh hâlini de dikkate alan Petrograd Komiteleri ve Askerî Teşkilât, gösterinin barışçıl ve örgütlü bir biçimde ilerlemesini güvence altına almak amacıyla gösterilere katılma kararı aldı. Lenin, o günlerde şehirde değildi, birkaç günlüğüne, iş yükünden biraz olsun uzaklaşmak adına şehir dışına çıkmıştı. Petrograd’daki gelişmeleri öğrenir öğrenmez 4 (17) Temmuz günü sabahı şehre geldi ve hareketin başına geçti. Aynı gün Kşesinskaya Sarayı’nın balkonuna çıkıp, Kronstadt’tan gelmiş bulunan bahriyelilere hitap etti. Onlardan mücadeleye sadık kalmalarını, kararlı duruşlarından vazgeçmemelerini ve hep tetikte kalmalarını istedi.

“Tüm iktidar Sovyetlere!” gibi Bolşevik sloganlarının atıldığı gösteriye beş yüz binin üzerinde insan katıldı. Göstericiler, Merkezî Yürütme Komitesi’nin iktidarı almasını talep ettiler. Sosyalist Devrimcilerin ve Menşeviklerin başında bulunan liderler, bu talebe karşı geldiler.

Sosyalist-Devrimcilerden ve Menşeviklerden oluşan Merkezî Yürütme Komitesi’nin bilgisi ve göz yumması neticesinde Geçici Hükümet, yedek subay ve Kazak birliklerine göstericilere müdahale emri verdi. Askerler, kitleye ateş açtılar. Gösteriyi dağıtmak için cepheden karşı devrimci askerî birlikler getirildi.

Merkezî Komite ve Petrograd Komitesi’nin Lenin başkanlığında 4 Temmuz’u 5 Temmuz’a bağlayan gece gerçekleştirdiği toplantıda, gösterinin örgütlü bir biçimde sonlandırılmasına karar verildi. Bu gayet makul olan hamle sayesinde parti, vaktinde geri çekildi ve devrimin ana güçlerinin yaşayacağı yenilgiyi savuşturma imkânı buldu. Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerse kendilerini karşı devrimin safında buldular. Bu iki kesim, karşı devrime yardımda bulundu, suç ortaklığı etti. Bolşevik Partisi’ne saldıran burjuvaziyle yan yana geldi. Bu süreçte Pravda, Soldatskaya Pravda gibi Bolşevik gazeteleri kapatıldı, işçilerin paralarıyla kurulmuş olan Trud isimli matbaa imha edildi. İşçilerin ellerindeki silâhlar alındı, tutuklamaların, ev aramalarının ve kıyımların damgasını vurduğu süreç başladı. Petrograd garnizonundaki devrimci birlikler, başkentten alınıp cepheye gönderildiler.

“Temmuz günleri”nden sonra ülkede iktidar, tümüyle Geçici Hükümet’in eline geçti, Sovyetler, ona bağlı olan, her türlü kudretten yoksun birer uzantısı hâline geldiler. İkili iktidarın yanında, devrimin barışçıl bir biçimde geliştiği dönem de sona ermiş oldu. Bolşevikler, artık Geçici Hükümet’i yıkma amacı doğrultusunda silâhlı bir ayaklanma pratiğine hazırlık yapma göreviyle karşı karşıya kalmışlardı. Lenin, Temmuz günlerini “Üç Kriz”, “Bir Cevap”, “Marksizm ve Ayaklanma” “Rus Devrimi ve İç Savaş” gibi makalelerinde anlatmaktadır (Collected Works, Cilt. 25, s. 169-73, s. 208-18, Cilt. 26, s. 22-27 ve s. 28-42).

[5] Burada Lenin, 6 (19) Temmuz 1917’de katledilen Bolşevik I. A. Voinov’dan bahsediyor. Voinov, Pravda gazetesinin muhabiriydi, aynı zamanda gazetenin matbaasında çalışıyordu. Gazetenin büroları kapatılınca Voinov, Listok Pravdy isimli gazetenin çıkartılması sürecine dâhil oldu. Bugün Voinov Caddesi olarak anılan Şpalernaya Caddesi’nde gazete dağıtımı esnasında katledildi.

0 Yorum: