Yoldaşlar,
20 Ağustos 1918 tarihinde Amerikalı işçilere hitaben kaleme aldığım mektubumun
sonunda ifade ettiğim üzere, biz, şuan kuşatma altındaki bir kaleyiz, çünkü
henüz dünya sosyalist devriminin diğer orduları yardımımıza koşmuş değil. Ama
bir yandan da işçiler, hain sosyalistlerden, Gompers ve Renner gibi isimlerden
kopuyorlar. İşçiler, yavaş yavaş, ama emin adımlarla, komünist ve Bolşevik
taktikleri kabul ediyorlar.
Bahsini ettiğim mektubun yazılmasının üzerinden beş aydan az bir zaman geçti. Bu dönemde, çeşitli ülkelerin işçilerinin yüzünü komünizme ve bolşevizme döndüklerini,
dünya proletaryasının devriminin olgunlaşma sürecinin hızlandığını söylemek
gerekiyor.
Mektubun
yazıldığı 20 Ağustos 1918 günü itibarıyla, 1914-1918 arasında cereyan eden
emperyalist savaş esnasında utanç verici bir biçimde çöken eski
enternasyonalden, İkinci Enternasyonal’den [1889-1914] kararlı bir adımla kopan
tek parti, Bolşevik Partisi’ydi. Hiç çekinmeden, yağmacı burjuvazi ile ittifak
kurarak kendisini rezil eden sosyalistlerden ve sosyal demokrasiden uzaklaşmak,
resmi sosyal demokrat ve sosyalist partilere tüm yönleriyle nüfuz etmiş, hâlen
daha o partilere hâkim olan küçük burjuva reformizminden ve oportünizminden mesafe
alıp, komünizme uzanan o yeni yola revan olmak ve gerçek manada proleter ve
devrimci olan taktiklere yüzünü çevirmek, sadece bizim partimize nasip oldu.
Bugün
12 Ocak 1919. Sadece eski çarlık imparatorluğu sınırları dâhilinde yer alan
Letonya, Finlandiya ve Polonya gibi ülkelerde değil, ayrıca Avusturya,
Macaristan, Hollanda ve en son Almanya gibi Batı Avrupa ülkelerinde de bir dizi
komünist proleter partinin kurulduğuna tanıklık ediyoruz. Gerçekten
proleter, gerçekten enternasyonalist, gerçekten devrimci olan Üçüncü Enternasyonal,
Komünist Enternasyonal, tam da, dünyaca bilinen, dünya genelinde şöhrete sahip
olan, işçi sınıfının sadık savunucuları Liebknecht, Rosa Luxemburg, Clara
Zetkin ve Franz Mehring’in önderlik ettiği Alman Spartaküs Birliği’nin (sözde
sosyalist, eylemde şovenist olan), yağmacı ve emperyalist Alman burjuvazisi ve
II. Wilhelm ile ittifak kurarak utanç verici bir adım atan sosyal
şovenistlerden, Scheidemann ve Südekum gibi sosyalistlerden koptuğu dönemde
kuruldu. Spartaküs Birliği, ismini böylesi bir dönemde Almanya Komünist Partisi
olarak değiştirdi. Henüz resmi olarak kurulmamış olsa da Üçüncü Enternasyonal, artık
fiilen mevcuttur.
Sınıf
bilinçli işçiler, samimi sosyalistler, Rusya’da Menşevikler ve “Sosyalist
Devrimciler”, Almanya’da Scheidemann ve Südekum’ların, Fransa’da Renaudel ve Vandervelde’lerin,
Britanya’da Henderson ve Webb gibilerin, Amerika’da Gompers ve şürekasının, 1914-1918 arası dönemde cereyan eden savaşta kendi burjuvalarına
destek sunmak suretiyle, sosyalizme yönelik gerçekleştirdikleri alçakça ihaneti
görüyorlar. Oysa bu savaşın Almanya, Britanya, Fransa, İtalya ve Amerika’nın
kapitalistleri eliyle yürütülen, emperyalist, gerici ve yağmacı bir savaş
olduğu görülmüştür. Bugün Amerika, ortadaki ganimet konusunda, Türkiye’nin,
Rusya’nın, Afrika ve Polinezya’daki sömürgelerin, Balkanlar’ın vs. bölüşülmesi
hususunda kavga etmeye başladı bile. Wilson’ın ve takipçilerinin ağzından dökülen,
“demokrasi” ve “milletlerin birliği” ile ilgili riyakâr ifadelerin yalan olduğu,
şaşırtıcı bir hızla ortaya çıktı, çünkü Fransız burjuvazisi, Ren nehrinin batı
yakasını ve Türkiye’nin belirli kısmını (Suriye ve Mezopotamya’yı) ele geçirdi,
Fransız, İngiliz ve Amerikalı kapitalistler, Rusya’ya (Sibirya, Archangel,
Bakû, Krasnovodsk ve Aşkabad vs.) yerleştiler, İtalya ile Fransa, Fransa ile
Britanya, Britanya ile Amerika ve Amerika ile Japonya arasında ganimetlerin
bölüşülmesi üzerinden açığa çıkan husumet, giderek arttı.
Dün
“kendi” emperyalist hükümetlerini destekleyen, bugünse kendilerini Rusya’ya
askerî müdahale karşıtı, gerçekte karşılığı olmayan “gösteriler” düzenlemekle
sınırlı tutan, burjuva demokrasisine dair önyargılara tümüyle teslim olmuş,
korkak ve mücadele konusunda isteksiz “sosyalistler, bugün karşılarında,
Maclean, Debs, Loriot, Lazzari ve Serrati’nin yolunu, komünist yolu yürüyen,
müttefik ülkelere mensup, sayıları giderek artan insanları buluyorlar. Bu
insanlar, emperyalizm yenilip, sosyalizm zafere ulaşacak, kalıcı barış böylece güvence
altına alınacaksa, burjuvazinin alaşağı edilmesinin, burjuva parlamentolarının
kapatılmasının, Sovyet iktidarının ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasının
zaruri olduğunu görüyorlar.
20
Ağustos 1918’de proleter devrim, sadece Rusya’yla, “Sovyet hükümeti”yle, yani tüm
devlet iktidarının hâlen daha sadece Rusya’ya ait bir kurummuş gibi görünen (ki
gerçekten de öyle) işçi, asker ve köylü vekilleri meclislerine teslim edildiği
sistemle sınırlıydı.
Bugün,
12 Ocak 1919 günü, sadece eski çarlık imparatorluğunun parçası olan Letonya,
Polonya ve Ukrayna’da değil, Batı Avrupa ülkelerinde, savaşta tarafsız kalan (İsviçre,
Hollanda ve Norveç gibi) ülkelerde ve savaşın çilesini çekmiş (Avusturya ve
Almanya gibi) ülkelerde güçlü bir “sovyet” hareketinin açığa çıktığına tanıklık
ediyoruz. En gelişmiş kapitalist ülkelerden biri olduğu için bilhassa önem arz eden
ve belirli bir özgünlüğe sahip olan Almanya’da devrim de “sovyet” formu kazanmıştır.
Almanya’daki tüm devrim süreci, bilhassa proletaryanın yegâne hakiki temsilcisi
olan Spartakistlerin Schidemann ve Südekum gibi hainlerin burjuvaziyle tesis
ettikleri ittifaka karşı verdikleri mücadele sayesinde tarihin sorduğu
şu sorunun açık bir biçimde işitilmesini zorunlu kılıyor:
“Ya sovyet iktidarından ya da burjuva parlamentosundan yana olunacak.” Üstelik bu burjuva parlamentosunun kapısında “millet meclisi” veya “kurucu meclis” yazıyor olmasının bir önemi yok.
Dünya
tarihi, soruyu bu şekilde soruyor. Bu soru, abartılı bir soru değil,
dolayısıyla sorulabilir, sorulmalıdır da.
“Sovyet
iktidarı”, proletarya diktatörlüğünün gelişim sürecinde atılmış ikinci tarihsel
adım, tanık olunan ikinci aşamadır. İlk adım, Paris Komünü’ydü. Fransa’da İç
Savaş isimli eserinde Paris Komünü’nün niteliği ve önemi konusunda sağlam bir
analiz ortaya koyan Marx, Komün’ün yeni tipte bir devlet, proleter
devlet meydana getirdiğini ortaya koydu. Bu analize göre, en demokratik
cumhuriyet de dâhil tüm devletler, bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmek için
kullandığı bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Proleter devlet de
proletaryanın burjuvaziyi ezmek için kullanacağı mekanizmanın adıdır. Burjuvazi
ezilmelidir, çünkü iktidarlarını yitirdikleri noktada toprak sahipleri,
kapitalistler, tüm burjuvazi ve onun çanak yalayıcıları, tüm sömürücüler, öfkeden
gözü dönmüş bir hâlde, ümitsizce bir direniş içine girecek,
mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecine karşı koyacaklardır.
Kapitalistlerin
mülkünün ve iktidarının muhafaza edildiği en demokratik cumhuriyet dâhilinde
kurulmuş en demokratik burjuva parlamentosu bile küçük bir sömürücü grubunun
milyonlarca emekçiyi ezmek için kullandığı bir mekanizmadır. Emekçi halkın
sömürüden kurtulması için mücadele eden sosyalistler geçmişte, yürüttükleri
mücadeleler, burjuvazinin tayin ettiği sistemin genel çerçevesi içerisinde
kaldığı sürece, burjuva parlamentolarından bir kürsü ve bir zemin olarak
istifade etmek zorunda kaldılar. Bugünse dünya tarihi, tüm burjuva sisteminin
yok edilmesinin, sömürücülerin alaşağı edilip ezilmesinin, kapitalizmden
sosyalizme geçişin şart olduğunu, hareketin kendisini burjuva parlamentarizmiyle,
burjuva demokrasisiyle sınırlandırmasının, onu en genel manada “demokrasi”
olarak takdim etmesinin, kapitalist mülkiyet varolduğu sürece herkese oy hakkının
burjuva devlete ait bir araç olduğunu unutmanın, sınıf düşmanı olan burjuvaziye
teslim olmak anlamına geleceğini, bu teslimiyetin proletaryaya alçakça ihanet
etmek demek olduğunu söylüyor.
Bolşevik
basınının 1915’ten beri kesintisiz bir biçimde dile getirdiği, dünya
sosyalizmindeki üç eğilim ve aralarındaki ayrım çizgileri, Almanya’daki kanlı mücadele ve iç savaş zemininde,
bugün net bir biçimde görünür hâle gelmiştir.
Karl
Liebknecht, bugün tüm ülkelerin işçilerinin bildiği bir isimdir. Her yerde,
bilhassa müttefik ülkelerde Liebknecht, kendisini proletaryanın çıkarlarına adamış,
sosyalist devrime sadakatle bağlı liderliği ifade etmektedir. O, kapitalizme
karşı verilen gerçekten samimi, fedakâr ve düşmana aman vermeyen mücadelenin
simgesidir. Liebknecht, hem sözde hem de eylemde emperyalizme karşı verilen,
taviz nedir bilmeyen mücadelenin, “kendi” ülkesi emperyalist savaşta zaferler
elde ettiği bir dönemde fedakârlıkla sürdürülen mücadelenin somut karşılığıdır.
Tüm o Alman sosyalistleri, Liebknecht ve Spartakistlerle birlikte namuslu ve
gerçekten devrimci kalabilmiş, onlar sayesinde devrim için hazırlanan, öfkeden deliye
dönmüş, sömürülen kitleler, proletarya içerisinde kavgaya kendilerini adamış en
iyi unsurlarını öne çıkartmayı bilmiştir.
Liebknecht’in
karşısında, Scheidemann’lar, Südekum’lar, Kayzer’in ve burjuvazinin tüm aşağılık
uşaklarının oluşturduğu çete duruyor. Onlar sosyalizme Gompers’ler, Victor
Berger’ler, Henderson’lar, Webb’ler, Renaudel’ller ve Vandervelde’ler gibi
ihanet etmişlerdir. Bu isimler, burjuvazinin satın aldığı, işçilerin kaymak
tabakasını temsil etmektedirler. Biz Bolşevikler, onlara (tıpkı Rusya’nın Südekum’ları
olan Menşeviklere dediğimiz gibi) “burjuvazinin işçi sınıfı hareketi
içerisindeki ajanları” diyoruz. Amerika’nın en ileri sosyalistleri ise muhteşem
bir ifade ve unvan bulmuşlar. Bu isimler için “kapitalist sınıfının emek hareketi
içindeki çavuşları” ifadesini kullanıyorlar. Onlar, sosyalizme yönelik ihanetin
en son ve en güncel türünü temsil ediyorlar, çünkü burjuvazinin
tüm medeni, ileri ülkelerde sömürgeci zulüm veya resmiyette bağımsız olan zayıf
ülkelerden mali düzlemde “kazanç” elde etmek suretiyle gerçekleştirdiği, “kendi”
ülkesindeki halktan daha büyük olan bir nüfusu soyduğu o soygun dâhilinde bu
isimler, belirli rol üstleniyorlar. Emperyalist burjuvazi, bu türden bir
ekonomik unsur sayesinde aşırı kâr elde ediyor ve bu kârın bir kısmını proletaryanın
kaymak tabakasını satın almak, onu devrimden korkan reformist ve oportünist
küçük burjuvaziye dönüştürmek için kullanıyor.
Bir
de Spartakistler ve Scheidemann arasında salınıp duran, omurgasız “Kautskiciler”
var. Bunlar, güya “bağımsızlar”, ama eylemlerinde tümüyle, her yönüyle
burjuvaziye ve Scheidemann’ın adamlarına tabiler. Bazen Şaydemancı,
bazen de Spartakist oluveriyorlar. Herhangi bir fikri ve omurgası bulunmayan bu
kişilerin ne siyaseti, ne haysiyeti, ne vicdanı var. Bunlar, sosyalist
devrimden yana durduğunu söyleyen, ama aslında devrim başladığı vakit onu idrak
etmekten yoksun olan, birer dönek olarak en genelde “demokrasi”yi, ama fiiliyatta
burjuva demokrasisini savunan birer cahil.
Her
kapitalist ülkede düşünme melekesine sahip olan her işçi, içinde bulunduğu
ulusal ve tarihsel koşulların verili hâline bağlı olarak, sosyalistler ve
sendikacılar içerisinde gelişmiş olan bu üç ana eğilimi net bir biçimde
görebiliyor, çünkü dünya genelinde yeni başlamış olan proleter devrim ve
emperyalist savaş, tüm yeryüzünde benzer ideolojik ve politik eğilimleri açığa
çıkartıyor.
* * *
Mektubun
buraya kadar olan kısmı, Ebert ve Scheidemann hükümetinin Karl Liebknecht’i ve
Rosa Luxemburg’u kalleşçe ve acımasızca öldürmesinden önce kaleme alınmıştı.
Burjuvaziye hizmet eden bu kasaplar, Alman muhafızlarının, kutsal kapitalist
mülkiyetin bekçi köpeklerinin Rosa Luxemburg’u linç etmesi, Karl Liebknecht’i
ise (Rusya’da çarlığın 1905 devrimini kanla bastırırken tutsakları öldürme
bahanesi olarak kullandığı) “kaçmaya çalıştı” yalanı üzerinden sırtından vurması
için gerekli zemini hazırladılar. Aynı zamanda bu kasaplar, sınıflar üstünde
durduğunu ve masum olduğunu iddia eden hükümetin gücünü kullanarak, o
muhafızları korudular. Bu sözde sosyalistlerin gerçekleştirdikleri kıyımın aptallığını
ve alçaklığını tarif edecek bir kelime yok. Şurası açık ki tarih, “kapitalist
sınıfın emek hareketi içerisindeki çavuşları”nın alçaklık, köpeklik ve canilik
konusunda ellerinden geleni yapacakları, gemi azıya alacakları bir yola
girmiştir. Varsın Kautsky’ci ahmaklar, Freiheit isimli gazetelerinde[2] tüm
“sosyalist” partilerin temsilcilerinden oluşacak bir mahkemenin kurulması konusunda
dil döksünler (bu köle ruhlar, hâlâ ısrarla Scheidemann’ın cellâtlarının
sosyalist olduğunu söyleyebiliyorlar!). Cahillere has aptallıkla ve küçük
burjuvaziye has korkaklıkla yüklü olan bu kişiler, mahkemelerin devlet
iktidarına ait kurumlar olduklarını, bugün Almanya’nın sürmekte olan iç savaşta
“iktidar, Scheidemann’cıların katliam sürecinin icracısı ve azmettiricisi, Kautskicilerinse
‘saf demokrasi’yi yüceltenler olarak hizmet verdikleri burjuvaziye mi yoksa
kapitalist sömürücüleri alaşağı edip, onların direncini kıracak olan
proletaryaya mı ait olacak?” sorusuyla yüzleştiğini görmüyorlar.
Ölüm
kalım mücadelesi veren yeni işçi kitleleri, dünya proletaryasının teşkil ettiği
enternasyonalin en iyi temsilcilerinin, dünya sosyalist devriminin o unutulmaz
liderlerinin kanında çelikleşeceklerdir. Zafere işte bu mücadele ulaşacaktır.
Biz
Rusya’da, 1917 yılının yazında, tüm o “Temmuz günleri”[3] boyunca Rusya’nın
Scheidemann’ları olan Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin, Kazak
birlikleri Voinov isimli bir işçiyi Petrograd’da sokak ortasında Bolşeviklerin
bildirisini dağıtırken vurup öldürmesi sonrası, Bolşeviklere karşı beyaz
muhafızların elde edeceği “zafer”i devlet eliyle koruma altına aldıklarına şahit
olduk.[4] Biz, burjuvazinin ve uşaklarının elde ettiği bu türden “zaferler”in
halkı burjuva demokrasisi, “herkese oy hakkı” gibi rüyalardan uyanmasına hızla
katkı sunduğunu tecrübelerimizden biliyoruz.
* * *
Müttefik
ülkelerin burjuvazisi ve hükümetleri, anlaşılan o ki tereddüt içerisindeler. Bir kesim,
beyaz muhafızlara yardımda bulunan ve kral yanlısı, toprak eliyle örgütlenmiş
kara gericiliğe hizmet eden, Rusya’da konuşlanmış müttefik askerlerin demoralize
olduklarını görüyor. Bu kesim, Rusya’nın mağlup edilmesi için gerçekleştirilen
askerî müdahalenin ve girişimlerin devam ettirilmesi, bu anlamda, bir milyonluk
güçlü bir ordunun uzun süre sahada tutulması hâlinde proleter devrimin müttefik
ülkelere emin adımlarla ve en hızlı şekilde taşınacağının farkında. Ukrayna’da
bulunan Alman işgal güçleri, bu konuda yeterince ikna edici bir örnek olarak
karşımızda duruyor.
Müttefik
ülkelerin burjuvazisinin diğer kesimi ise Sovyet Cumhuriyeti’ne yönelik askerî
müdahale, “ekonomik kuşatma” (Clemenceau) ve ülkeyi boğma üzerine kurulu
siyasette ısrarcı. Burjuvazinin hizmetinde olan basın, yani, Britanya ve Fransa’da
kapitalistlerin satın aldıkları günlük gazetelerin büyük bir çoğunluğu, Sovyet
hükümetinin kısa süre içerisinde çökeceği öngörüsünde bulunuyor, bu
öngörülerini de Rusya’da yaşanan kıtlığın yol açtığı ürkütücü manzaraya
dayandırıyor ve bu noktada, Sovyet hükümetinin istikrarsızlığa sürüklendiği,
ülkede kargaşanın hâkim olduğu ile ilgili yalanlara başvuruyor. Ama müttefik
güçlerinin subayları, cephaneleri, paraları, yedek birlikleriyle yardım
ettikleri, toprak sahiplerine ve kapitalistlere ait beyaz orduların, kıtlığın
çilesini çeken Rusya’nın orta ve kuzey kesimleriyle Sibirya ve Don gibi en
bereketli bölgeleri arasındaki bağlantıyı kestiğinden kimse bahsetmiyor.
Petrograd
ve Moskova’da, Ivanovo-Voznesensk gibi sanayi merkezlerinde açlık çeken işçilerin
büyük bir ızdırap içerisinde olduklarını kimse inkâr edemez. Eğer işçiler,
Rusya’da ve tüm dünya genelinde sosyalizm davasını savunduklarını idrak etmeselerdi,
Müttefik ülkelerin (“kendi askerlerimizi göndermiyoruz” türünden riyakâr laflarla
örtbas edilen, ama bölgeye sevk edilen “siyahî” askerler, cephane, para ve
subaylarla beslenen) askerî müdahaleleri neticesinde yaşanan açlığın sebep
olduğu onca eziyete ve güçlüğe katlanamazlardı.
Bugün
Archangel, Perm, Orenburg, Don Nehri üzerinde bulunan Rostov, Bakû ve Aşkabad, Müttefik
güçlerin ve Beyaz Ordu’nun elinde. Riga ve Harkov ise Sovyet hükümetinin eline
geçti. Letonya ve Ukrayna Sovyet cumhuriyeti hâline geliyor. İşçiler, onca
fedakârlığın boşa olmadığını, Sovyet iktidarının tüm dünya genelinde zafere
doğru ilerlediğini, hareket sahasını genişlettiğini, gücünü arttırdığını ve
belirgin bir kudrete kavuştuğunu görüyor. Zor kavgalarla ve büyük
fedakârlıklarla geçen her ayın sonunda Sovyet iktidarının dünya sathında
güttüğü dava güçleniyor, düşmanlarının, sömürücülerin gücünü kırıyor.
Sömürücüler,
dünya genelinde sürmekte olan proleter devrim mücadelesinin en iyi liderlerini
katledecek[5], işgal altındaki veya fethedilmiş ülkelerde ve bölgelerde bulunan
işçilerin fedakârlıklarını ve çilesini artıracak güce hâlen daha sahip. Ama öte
yandan, tüm dünya genelinde sömürücüler, insanlığı sermayenin boyunduruğundan ve
kapitalizm koşullarında tüm kaçınılmazlığıyla yüzleştiğimiz yeni emperyalist savaş
tehdidinden kurtaracak olan dünya proleter devriminin zaferini engelleyecek
güçten mahrum.
V. I. Lenin
21
Aralık 1918
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Lenin’in Avrupalı ve Amerikalı işçilere hitaben kaleme aldığı mektup, ileri
işçilerin komünist partilerin çatısı altında bir araya gelip, beynelmilel
emperyalizme karşı verilecek mücadelede güçlerini birleştirmelerine katkıda
bulunmuştur.
[2]
Mektup Berlin’de, 1919 yılında, Die Aktion [“Eylem”] dergisinin Mart
sayısında ve 1919 yılı içerisinde Der Arbeiter-Rat [“İşçi Konseyi”]
dergisinin Nisan sayısında yayımlandı. Mektup aynı zamanda, İngilizceye
çevrilip broşür olarak dağıtıldı.
[3] Die Freiheit [“Özgürlük”]
Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin günlük gazetesi. Berlin’de 15
Kasım 1918-30 Eylül 1922 tarihleri arasında yayımlandı.
[4] Burada, 3-4 (16-17) Temmuz 1917’de
Petrograd’da düzenlenen kitlesel gösterilere atıfta bulunuluyor. Geçici hükümet,
bu dönemde son bir saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırı, işçiler, askerler ve
bahriyelilerdeki öfkeyi daha da arttırdı, neticede söz konusu eylemler
gerçekleştirildi. Hareketin fitilini, Vyborg Bölgesi’nde 3 (16)
Temmuz gibi eylem kararı alan Birinci Makineli Tüfek Alayı ateşledi. Gösteri, hükümet
karşıtı silâhlı eylemlerin gelişeceği konusunda bir tehdit olarak iş gördü.
Bolşevik
Partisi, silâhlı eylemlere karşı çıktı. Devrimci krizin henüz ülke genelinde
olgunlaşmadığını düşünüyordu. Merkez Komitesi’nin 3 (16) Temmuz saat 16:00’da düzenlediği
toplantıda, gösteriye son verilmesi kararı alındı. Aynı saatlerde toplanan Petrograd
Şehri İkinci Bolşevik Konferansı da benzer bir kararı benimsedi. Delegeler,
gösteri yapmamaları konusunda insanları ikna etmek için fabrikalara ve bölgelere
gittiler. Ama çok geç kalınmıştı, gösteriler çoktan başlamıştı.
3
(16) Temmuz gününün gecesi halkın içinde bulunduğu ruh hâlini de dikkate alan
Petrograd Komiteleri ve Askerî Teşkilât, gösterinin barışçıl ve örgütlü bir
biçimde ilerlemesini güvence altına almak amacıyla gösterilere katılma kararı
aldı. Lenin, o günlerde şehirde değildi, birkaç günlüğüne, iş yükünden biraz
olsun uzaklaşmak adına şehir dışına çıkmıştı. Petrograd’daki gelişmeleri
öğrenir öğrenmez 4 (17) Temmuz günü sabahı şehre geldi ve hareketin başına geçti.
Aynı gün Kşesinskaya Sarayı’nın balkonuna çıkıp, Kronstadt’tan gelmiş bulunan
bahriyelilere hitap etti. Onlardan mücadeleye sadık kalmalarını, kararlı
duruşlarından vazgeçmemelerini ve hep tetikte kalmalarını istedi.
“Tüm
iktidar Sovyetlere!” gibi Bolşevik sloganlarının atıldığı gösteriye beş yüz binin
üzerinde insan katıldı. Göstericiler, Merkezî Yürütme Komitesi’nin iktidarı
almasını talep ettiler. Sosyalist Devrimcilerin ve Menşeviklerin başında
bulunan liderler, bu talebe karşı geldiler.
Sosyalist-Devrimcilerden
ve Menşeviklerden oluşan Merkezî Yürütme Komitesi’nin bilgisi ve göz yumması
neticesinde Geçici Hükümet, yedek subay ve Kazak birliklerine göstericilere
müdahale emri verdi. Askerler, kitleye ateş açtılar. Gösteriyi dağıtmak için cepheden
karşı devrimci askerî birlikler getirildi.
Merkezî
Komite ve Petrograd Komitesi’nin Lenin başkanlığında 4 Temmuz’u 5 Temmuz’a
bağlayan gece gerçekleştirdiği toplantıda, gösterinin örgütlü bir biçimde sonlandırılmasına
karar verildi. Bu gayet makul olan hamle sayesinde parti, vaktinde geri çekildi
ve devrimin ana güçlerinin yaşayacağı yenilgiyi savuşturma imkânı buldu.
Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerse kendilerini karşı devrimin safında
buldular. Bu iki kesim, karşı devrime yardımda bulundu, suç ortaklığı etti. Bolşevik
Partisi’ne saldıran burjuvaziyle yan yana geldi. Bu süreçte Pravda, Soldatskaya
Pravda gibi Bolşevik gazeteleri kapatıldı, işçilerin paralarıyla kurulmuş
olan Trud isimli matbaa imha edildi. İşçilerin ellerindeki silâhlar alındı, tutuklamaların,
ev aramalarının ve kıyımların damgasını vurduğu süreç başladı. Petrograd
garnizonundaki devrimci birlikler, başkentten alınıp cepheye gönderildiler.
“Temmuz
günleri”nden sonra ülkede iktidar, tümüyle Geçici Hükümet’in eline geçti,
Sovyetler, ona bağlı olan, her türlü kudretten yoksun birer uzantısı hâline
geldiler. İkili iktidarın yanında, devrimin barışçıl bir biçimde geliştiği
dönem de sona ermiş oldu. Bolşevikler, artık Geçici Hükümet’i yıkma amacı
doğrultusunda silâhlı bir ayaklanma pratiğine hazırlık yapma göreviyle karşı
karşıya kalmışlardı. Lenin, Temmuz günlerini “Üç Kriz”, “Bir Cevap”, “Marksizm ve Ayaklanma” “Rus Devrimi ve İç Savaş” gibi makalelerinde
anlatmaktadır (Collected Works, Cilt. 25, s. 169-73, s. 208-18, Cilt. 26, s.
22-27 ve s. 28-42).
[5] Burada Lenin, 6 (19) Temmuz 1917’de katledilen Bolşevik I. A. Voinov’dan bahsediyor. Voinov, Pravda gazetesinin muhabiriydi, aynı zamanda gazetenin matbaasında çalışıyordu. Gazetenin büroları kapatılınca Voinov, Listok Pravdy isimli gazetenin çıkartılması sürecine dâhil oldu. Bugün Voinov Caddesi olarak anılan Şpalernaya Caddesi’nde gazete dağıtımı esnasında katledildi.
0 Yorum:
Yorum Gönder