26 Haziran 2022

,

Devrime Yeniden Bağlanmak


Öznenin kuruluşunu devrimden kopartma girişimi, en tutarlı ifadesini Carla Lonzi’nin metinlerinde buluyor. Lonzi’nin yazılarını Gilles Deleuze’ün belirlediği kategorilerle kavramsallaştırıp genelleştirmek mümkün.

Altmışlarda yaşadığı politik-askerî yenilginin ardından “devrim”in gerçekleştirdiği saldırıları karşılamak adına Deleuze, (her daim kötü sonuçlanan) “devrimler”le devrimci sürece katılanların “devrimci oluşu” arasında ayrıma gider. Bu “devrimci olma hâli”, devrimler başarısız olsa da devam eden bir şeydir.

1968 sonrasında ortaya çıkan hareketlerin büyük bir kısmı, stratejilerini “devrimci olma” ile “devrim” arasındaki ayrım üzerine inşa etti. Bu hareketlere göre, “devrimci olma”, her türden boyunduruk altına alma pratiğinin eleştirisini, öznenin farklı bir düzlemde üretilmesini, “yaşam biçimleri”nin özerkliğini ve bağımsızlığını, ayrıca “nefsin” onaylanıp, onunla ilgilenilmesini ifade ederken, “devrim”, mülkiyet rejimindeki köklü değişime, politik iktidar için verilen mücadeleye, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine ve kapitalizmin yok edilmesine denk düşüyordu.

“Devrimci olma” ile “devrim” arasında yapılan bu ayrım üzerinden özgürleşme pratiği ile devrim de ayrıştırılmaktaydı. Bu ayrımı yapanlara göre, özgürleşme pratiği, cinsel, ırksal, etnik, her türden azınlığın aşağıda olma hâlinden, dışlayıcı uygulamalardan ve kapitalizmin sınırları tayin ettiği hâkimiyet ilişkilerinden kurtulmasına dönük çabaları içeriyorken, “devrim”, kapitalizmi sonlandırmayı şart koşuyordu.

Köleliğin ilgası, sadece özgürleşme pratiği üzerine kurulu olan siyasetin sınırlarını ortaya koydu. Bu uygulamanın, ırk temelli ayrımcılığın bir biçiminden başka bir biçimine geçişe mani olmadığı görüldü. Özgürleşme pratiği üzerine kurulu siyasetin, politik eylemin “yaratıcı” boyutunu “yıkıcı” boyuttan koparttığı anlaşıldı.

Peki devrimle devrimci olmayı birbirine bağlayan o güçlü bağı kopartmak mümkün mü?

Öznenin üretildiği ve farklılaştığı süreç, aynı zamanda kapitalizmin ve devletin yıkılmasını amaçlamadan ilerleyebilir mi?

Neoliberalizm, kırk yıldır hükmediyor ve bu süreç, devrim ve devrimci olma hâli ilişkilendirilmediği, karşılıklı olarak birbirini besleyip zenginleştirmediği durumda, her ikisinin de zayıfladığını ortaya koydu.

“Devrimci olma hâli”ni özerkleştiren, kolektiften kopartan stratejiyi sadece feminist ve lubunya hareketleri değil, Batı’da altmışlarda açığa çıkmış mücadelelerin ürettiği eleştirel düşünce pratikleri de benimseyip geliştirdiler.

Devrimci öznenin devrim olmaksızın kurulması fikri, Negri’de de mevcut. Ona göre, biyopolitik bir yapı olarak tanımlanmış üretim geliştikçe, kafa emekçisi, “giderek daha fazla özerk ve bağımsız” oluyor. Kafa emekçileri, üretim süreci içerisindeki işlevlerine sıkı sıkıya bağlı bir güce sahipler ve bu güç, her türden devrimci örgütü ve pratiği önceliyor, çünkü dünyayı ve ilişkilerini (ontolojik emek olarak) “kogniterya”nın yaptığı iş biçimlendiriyor.

Bu kolektif işçinin biyopolitik üretim içerisinde, ona karşı biriktirdiği özerklik ve bağımsızlık temelli güç, onun eylemli olarak huruç eylemesini, zaten işlemekte olan kapitalizmden çıkış süreci içerisine girmesini mümkün kılıyor. Devrimse, sadece hâlihazırda o sürecin içerisinde yer alan şeyleri (ekip çalışmasına ait müşterekleri) teyit etme noktasında iş görüyor.

Jacques Rancière, devrimle devrimci olma hâli arasındaki kopukluğa değinen isimlerden biri. Ona göre, iki tip çelişki var: ilki, güçlerin çelişkisi (sınıf mücadelesi ve Marksist gelenek), ikincisi, dünyalararası çelişki (politik öznenin özerkliğinin onun tarafından öznel olarak teyit edilmesi). İlki, devrime; ikincisi özgürleşme pratiklerine denk düşüyor. 

Bu bağlamda, politik eylemde, toplumda görülen kimliklendirme pratiklerini ortadan kaldıran, muhalif güçleri değil de dünyaları belirleyen yeni yaşam biçimlerini yaratan özerk bir zamanı devreye sokmak suretiyle, karşılıklı mutabakata dayalı düzenin her türden aracısını topa tutan isimlerin icadı üzerinde duruluyor. 1968’deki yenilik de zaten dünyaların çelişkisi ile güçlerin çelişkisini birbirlerinden kopartmasıyla ilgili.

Bu kopukluk, üçkâğıda neden oluyor. Çünkü politik hareketlerin eşit olduğu dünya ile kapitalist eşitsizliğin hüküm sürdüğü dünya, karşı karşıya getirilmiyor. 

Güç uygulamalarından ayrıştırılması mümkün olmayan eşitsizlikler dünyası, eşitliğin hüküm sürdüğü dünyayı sistematik bir biçimde yok etti, “ayrışma” alanlarını hiçleştirdi. Bugün eşitsizlik, yeni faşizm pratiklerinin uyguladığı güçle, başka bir eşiği aşmakta.

Artık düşüncelerimizi daha ileri taşıyamayız, çünkü Hans-Jürgen Krahl’ın da izah ettiği biçimiyle, “devrimci teori”, “devrimin teorisi” ile aynı şey değil. Devrimci teori (örneğin 1968’de üretilen tüm, hadi diyelim, neredeyse tüm düşünce) toplumu hâkimiyet ilişkilerini ifşa etmek suretiyle gerçekleştirilecek dönüşüm üzerinden ele alırken, devrim teorisi, belirli stratejik ilkeleri ortaya koyuyor: bu görev de aslolarak devrimci örgüte ve geleceğin devrimcilerine düşüyor.

Maurizio Lazzarato

[Kaynak: Capital Hates Everyone: Fascism or Revolution, Çeviren: Robert Hurley, Brill, 2021.

0 Yorum: