21 Kasım 2025

, ,

Nur Abdüllatif’ten İki Şiir



Bir yıl önce yazar, eğitimci ve üç çocuk annesi genç Nur Abdüllatif, Nuseyrat Kampı sahilinde bir çadırda yaşıyordu. Gazetemiz için bir şeyler yazmak istediğini, ancak ne yazacağından emin olmadığını söyledi. Birkaç gün sonra, “soykırım günlüğü” adını verdiği kapsamlı bir tanıklık aktardı bize.

Nur, 7 Ekim 2023 günü günlüğüne şu kelimeleri dizdi:

“Filistin’in tamamını özgürleştirmeyi ve uzun süredir mahrum kaldığımız toprakları geri almayı hayal ederken göz yaşlarına boğulduk. Birkaç saat sonra şehrime bombalar yağmaya başladı, kısa süreliğine sahip olduğumuz özgürlüğün gerçek bedelini o an anladım.”

Nur, soykırımın ilk günlerinde şehit düşen kız kardeşine duyduğu o bitmek bilmeyen özlemi; yiyecek stokunun yavaş yavaş azaldığı kalabalık bir sığınakta geçirdikleri günleri; ve yüzlerce Gazzeli çocuğa ders verdiği gayriresmi okulu anlattı tanıklığında. Orada, “Nuseyrat Kampı’ndaki sahilde, yemeğimize kumun karışmasına alıştık, her gün yüzleştiğimiz zulüm gibi onu da çiğneyip yuttuk” diyordu. Tüm çıplaklığıyla aktardığı ayrıntılar, yürek paralayıcıydı.

Ocak ayında, o kısa ve sonuçsuz ateşkes esnasında Nur, bu kez ailesinin Gazze’ye dönüşünü anlatan ikinci bir tanıklığı bizimle paylaştı. Yazısında, binlerce Filistinlinin, aylarca süren terörün ardından mahallelerine ve ailelerine kavuşmak için kuzeye doğru giderken yollardaki insan kalabalığını ve oluşan o izdihamı aktarıyordu. Nur, nihayet vardıklarında, bir vakitler aşina olduğu sokakların tanınmayacak kadar çirkinleştiğini ve küle dönmüş bir dünyayla karşılaştıklarını söylüyordu. İşgalciler, soykırım amaçlı harekâtını hızlandırmak suretiyle Gazze’de acımasız bir kıtlığa sebep olmuşlardı. Sonra Nur, şehit öğretmen Rıfat Alarer'in anısına sosyal medya hesabından “Madem Açlıktan Öleceğim” adlı şiirini paylaştı.

Sohbet esnasında Nur bize, mümkün olduğunca Kuzey’de kalacağını söylemişti, ancak geçen ay işgal güçleri ailesinin evine giderek yaklaşırken, tekrar güneye dönme kararı aldı. Sahildeki bir çadırda bize bir şiir daha gönderdi. Şiir, dünyanın kıyısında durmuş bir insanın sorularını aktarıyordu.

* * *

Burada Olmak ve Gitmek Arasında

 

Bir şehri göğsüme nasıl bastırayım?
Sokaklarını, evlerini, pencerelerini nasıl kucaklayayım?
Bu kadar derin bir hasrete dayanmak için
Daha ne kadar büyütebilirim yüreğimi?
Nasıl öpebilirim yaralı toprağını,
Ruhum âlem-i ervaha göçmeden?

Eskiden oynadığım o sokakta dolaşırken
Derinlerden gelen çığlığı daha ne kadar tutabilirim?
Nasıl silerim o sessizce süzülen gözyaşını,
Babamın bir zamanlar oturduğu o taşa?
Nasıl yeniden taşıyabilirim gülüşlerimizi
Yürüdüğüm sokaklara?

Ve nasıl derim, seni çok özledim,
Kalbimin kırıklığını belli etmeden?

Gölgemi nasıl onarabilirim?
Onun zamanla aşınmış taşında,
Her çatlak bir zamanlar
Beni kendi çatlağı olarak bilirken?

Genç ayaklarımın arşınladığı sokaklarda nasıl yürürüm,
Kaybedilen her şeyin ağırlığını tekrar hissetmeden?
Nasıl dinlerim göğe yükselen ezanı,
Gözyaşlarımın içimde saklı çığlıkları
Ele duyurmasına izin vermeden?
Nasıl derim, gitmem gerekiyordu,
Ruhum hiç ayrılmamışken?

Gazze...

Sağa sola saçılmış çığlıklarını kim nasıl
Tek kucakta toplayabilir?
Adın her anıldığında
Kalbim bu kaybı nasıl atlatabilir?
Sokaklarında yürüyorum ama orada değilim,
Yüzünü arıyorum ama kaybolmuş.
Bildiğim bir sebebi olmadan
Parçalanıyorsun içimde.

Gazze hâlâ ayakta
Ama eskisi gibi değil,
Bir zamanlar alevlerin yandığı yerde
Şimdi bir gölge yürüyor.
Ve göğsümde kalan acı
Daha derin, daha ağır
Kederim ölümle gelenden büyük.

Madem Açlıktan Öleceğim

 

Madem açlıktan öleceğim,
Sessiz sedasız, elleri bağlı değil
Çocuklarımın onur duyacağı
Biri olarak öleyim.

Dünya şahit olsun ki
Ben açlığa boyun eğmedim,
Yer ağzını kapatıp
Gök döküldüğünde dahi
Ayakta kalmayı bildim.

Madem açlıktan öleceğim,
Dipnotlarda yitip giden bir sayı olarak değil,
Çocuğumun umudunu emzirirken öleyim.

Deniz, adımı
Halkımı unutmuş kıyılara taşısın
ve rüzgâr
“Ekmek bittiğinde o sevgiyi emzirdi”
Diye fısıldasın.

20 Kasım 2025

, ,

İşgalcinin Gözündeki Diken



Güney Lübnan, sebat konusunda bir ders niteliğindedir. Bir halkın işgalciye karşı koyma ve mutlak zafer kazanma isteğinin inatçı ve kararlı bir ispatıdır.

İsrail’in Lübnan Direnişi’ni ve destekçilerini ezmeyi amaçlayan yıpratma savaşı kendisini, hem Lübnan’ın güneyinde hem de Beyrut’un Dahiye gibi güney mahallelerinde tüm acımasızlığıyla hissettiriyor. Yaklaşık bir yıl süren bu savaşın ardından, derin kraterler, yıkılmış binalar, moloz yığınları ve beyaz fosfor kokusu, tüm duyu organlarını ele geçiriyor. Bir zamanlar yoğun nüfuslu olan mahalle bugün tanınmaz halde, buna karşın, insanlar orayı terk etmediler. Bu da devrimci koşulların ve her şeye rağmen direnmenin başlı başına bir direniş eylemi olduğuna dair yaygın inancın ispatıdır.

İsrail’in yağdırdığı bombalara rağmen hiçbir yere gitmeyen, Çiya mahallesinden dört çocuk babası genç Ebu Ali’nin ağzından şu cümle dökülüyor: “Dahiye'yi asla terk etmeyeceğim, çünkü mahalle ve halkı beni hiçbir zaman terk etmedi.” Kurtuluş mücadelesine olan bu saf bağlılık kendisini, sadece “Filistin’i terk etmeyeceğiz” yazılı pankartta değil, Dahiye’de gördüğüm her yüzde, artan yıkıma rağmen dik duran her başta da hissettiriyor.

Ebu Ali, sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“Bugünkü mücadelemizin temeli hakikattir, kendi kaderini tayin hakkımızdır. Hikâyelerimizi yazacağız, mücadelemiz, sadece Lübnan’ın değil, bölgenin de geleceğini tayin edecek. Kendimizi tekil kişi olarak görmek hiçbir şeye kafi gelmez. Hayır, biz, esasında tek bir eliz, tek else tek başına alkış tutamaz. Bu mevcut açmaz yüzünden her şeyimi kaybettim, ama yemin ederim ki fedakârlığımla daha fazlasını kazandım, hepsi de direniş uğruna.”

Dahiye’deki ve ABD-İsrail saldırganlığından etkilenen diğer bölgelerdeki insanları birleştiren şey, sarsılmaz bir inanç ve Filistin’i pusula kabul eden net siyasi çizgidir. İsrail’in sömürgeleştirme çabalarına ve emperyal kibrine meydan okuyan, sadece Lübnan Direnişi değil, aynı zamanda tüm Lübnan halkının giderek güçlenen devrimci vizyonudur.

Dahiye’de silahı yüceltmek yetmez; silahlı direnişin onur, birlik, sebat ve halkın iradesine bilinçli bağlılık gibi net biçimde belirlenmiş ilkelerine bağlı kalmak gerekir. Halk olmadan direniş olmaz.

Ebu Ali:

“Biz direnişiz. Çocuklarım, eşim, halkım nerede olursa olsun, hepimiz direnişiz. Bizi öldürebilir ve evlerimizi başımıza yıkabilirler, ancak direnişimizi asla elimizden alamazlar çünkü direnişimiz, bomba veya insansız hava aracıyla ulaşamayacakları bir varoluş düzleminde yaşıyor.”

Ebu Ali göğsünü işaret ederek: “İşte tam burada.”

Gazze, ateşkes denilen o her an sona erebilecek sürece rağmen, soykırımın pençesinde. Bu koşullarda Lübnan’daki mücadele, emperyalizme karşı verilen kapsamlı devrimci mücadelenin bir parçasıdır. Bu mücadele, yalnızca bir ölüm-kalım meselesi değil, aynı zamanda Lübnan’ı ABD’ye bağlı bir başka vasal devlete dönüştürme çabalarına karşı bilinçli bir meydan okumadır.

Savaş alanında, emperyalistlerin yenilmeyeceğine dair efsane, her direniş operasyonuyla, yanan her Merkava tankıyla, kanlarıyla topraklarımızı sulayan, tek bir güney köyünün düşmesini engelleyen şehitlerimizle toz gibi dağılıp gidiyor.

Hizbullah Medya İlişkileri Şefi Muhammed Afif, İsrail’in 17 Kasım’da Dahiye’ye düzenlediği hava saldırısında öldürülmeden önce, Şehitler Günü’nde düzenlenen bir konferansta konuşmuştu. Orada, Lübnan Direnişi’nin, İsrail’in siyasi ve askeri hedeflerine ulaşmasını engellemede başarılı olduğunu vurguladı. Ona göre, diplomasiye her an açık olmaları, Lübnan Direnişi’nin İsrail’i sahada engellemedeki başarısının işaretiydi. Yakın zamanda ilan edilen 27 Kasım “ateşkesi” direnişin zaferlerinin kanıtı olduğunu söyledi. O gün Afif, “Direnmezsen yenilirsin. Ancak bizim yenilgi anlayışımız sizinkinden farklı. Bedelin yüksek olduğunu inkâr etmiyoruz, ancak zafer sadece bir saatlik sabırdır. İçeride ve dışarıda, her düzeyde ve her savaşta çok uzun bir savaşa hazırlandık” diyordu.

Afif, söylediği her söze sadık kaldı ve Seyyid Hasan Nasrallah gibi, halkının arasında tüm cüretiyle dimdik ayakta dururken öldürüldü. ABD-İsrail projesi, Lübnan’da halkın iradesini kırmayı, Lübnan Direnişi’ni dağıtmayı ve Gazze ile silahlı dayanışmaya ağır bir bedel ödetmeyi hedefliyor. Bu proje, bugün yenilgiyle değil, devrimci bir iyimserlikle karşılandı. Bugün de denklem aynı: Ya ayakta öleceğiz ya da özgür yaşayacağız.

Lübnan Direnişi’ni Genel Sekreter Seyyid Hasan Nasrallah suikastı ve o sadist çağrı cihazı saldırısıyla zayıflatmayı amaçlayan İsrail ve Amerikan terörizmi, Hizbullah’ı Kuzey Cephesi’nde çatışmaya girmekten ve Gazze’deki direnişle bağlarını korumaktan alıkoyamadı. Eylül ayındaki suikasttan evvel Seyyid Hasan Nasrallah, olası bir ateşkesin şartlarını şu şekilde dile getirmişti:

“Şehitler, yaralılar, gözlerini ve ellerini kaybedenler, Gazze’yi destekleme sorumluluğunu üstlenen herkes adına, Netanyahu ve Gallant’a şunu söylüyoruz: Gazze’deki savaş sona erene kadar Lübnan Cephesi durmayacak.”

Bu kırmızıçizgi, yoğunlaşan bombardımanlara ve artan katliamlara rağmen, Hizbullah’ın İsrail ile çatışmasının kılavuzu olmaya devam etti.

İsrail’in Lübnan’ın güneyindeki köyler ve mahallelerde, Bekaa ve Baalbek'te gerçekleştirdiği katliamlar, 3.000’den fazla şehitle sonuçlandı ve Direniş'e yönelik desteğin artmasını sağladı. “Heybetli Güç Harekâtı” sırasında Hizbullah operasyonları arttı ve İsrail denilen teşekkülün daha da derinlerine ulaştı. Bunlar arasında Binyamin Netanyahu’nun Sezariye’deki evine doğrudan gerçekleştirilen saldırı ve Tel Aviv’e yönelik saldırılar da vardı. Direniş, düşmana ağır maddi ve siyasi kayıplar verdirerek, İsrail güçlerinin Güney Lübnan’dan çekilmesi için gerekli koşulları dayattı. İsrail’in, İsrailli yerleşimcileri işgal altındaki Filistin’in kuzeyine geri döndürmeyi ve Hizbullah’ın Kuzey Cephesi’ndeki mücadelesine son vermeyi amaçlayan “Kuzey Oku Harekâtı”, İsrailli yerleşimcilerin daha fazla yerinden edilmesine ve Hizbullah’la doğrudan çatışmaya giremeyen işgal güçlerinin 130’dan fazla kayıp vermesine neden oldu. İsrail’e bağlı işgal güçlerinin savaş alanında aniden beliren “hayalet figürler” olarak tanımladığı, Lübnan Direnişi’nin son derece disiplinli savaşçıları, hibrit gerilla savaşının ustaları olduklarını kanıtladılar. Bu savaşçılar, bugün ABD-İsrail projesini tehdit etmeye devam ediyorlar. Gazze ve Lübnan’daki imha harekâtını yöneten ABD, vekil devletine akan fonlara rağmen, kaybettiği siyasi ve askeri gücünü geri kazanamıyor.

Lübnan halkının ödediği bedel ağırdır: bu halk, sivil kayıplardan, haberleşme araçları üzerinden gerçekleştirilen iki saldırının ardından binlerce kişinin yaralanmasına ve zorla yerinden edilmeye kadar birçok bedel ödedi. İsrail’in Ekim ayından bu yana Lübnan’a yönelik gerçekleştirdiği saldırılar neticesinde, yerinden edilenlerin sayısı 1,5 milyonu buldu; bunların çoğu, Beyrut’un güneyindeki mahallelerinde yaşayan insanlardı.

Bu insanlardan biri de Hizbullah ile İsrail işgal güçleri arasında yoğun çatışmalara sahne olan Hiyam köyünden yetmiş üç yaşındaki Fatme. Fatme, köylerine düzenlenen bir saldırıda yaralanan oğlu da dâhil olmak üzere, on akrabasıyla birlikte hâlen daha evsiz. Evi ve akrabalarının evleri yıkıldı. Ancak ondaki sebat, Dahiye halkındaki sebatın yansıması.

“Yaptığımız fedakârlıklar buna değer. Direnişimiz ve toprağımız uğruna, tahammül etmeye ve bu yolda yürümeye hazırız. Çünkü bu sayede kimse bizi aşağılayamayacak, işgalcinin Gazze’deki katliamlarının karşılıksız kalmasına izin vermeyeceğiz. Evlerimiz, hatta hayatlarımız, kurtuluşun daha büyük bir bedeli karşılığında ödenecek küçük birer bedeldir. Özgürlük gecikse bile, sabırlı olacağız ve geri dönüp evlerimizi yeniden inşa edeceğiz.”

Fatme, Lübnan’daki yıkımdan bahsederken elimi tuttu, köyünün kokusunu ve Hiyam’daki hayatının anılarını anlatırken o tuttuğu eli sıktı. Hiyam, Mayıs 2000’de silahlı direnişle sona erecek olan yaklaşık yirmi yıllık İsrail işgalinin çilesini çekmiş bir yer. O köyün insanı olarak Fatme, bana şunları söyledi:

“Gazze’deki insanların yanlarında olduğumuzu bilmelerini istiyorum. Kalbimiz, ruhumuz, hayatımız, tüm bunlar bizim için olduğu kadar onlar için de. Bu yolda bir şeyler verebildiğimiz için onur duyuyoruz. Dünya sessizken, başımız dik bir şekilde ayağa kalktık. Bu mücadeleye bağlı kalacağız. Zafer bizim olacak. Sözümüz senettir, muzaffer olacağız.”

26 Kasım’da Beyrut’ta, Mar İlyas, Barbur ve Hamra’nın dış mahallelerine ulaşan İsrail hava saldırıları sırasında, şehrin dört bir yanında insanlar, nefeslerini tutarak ateşkesin onaylanmasını bekliyorlardı. Beyrut Amerikan Üniversitesi Tıp Merkezi’nin girişinde, insansız hava araçlarının dolaştığı ve İsrail saldırılarının devam ettiği bir sırada yüzlerce kişi toplandı. Ateşkesin yerel saatle sabah 10’da onaylanmasıyla birlikte, aniden sessizlik kuşattı her yanı. Birden kutlama amaçlı sıkılan silahın sesi duyuldu. “Eve gidiyoruz, Allah’a şükür! Eve gidiyoruz!” diye bağırdı genç bir kadın, göğsünde gülümseyen bir çocukla. Neredeyse bir yıl süren, eziyet dolu bir yersiz-yurtsuzluk sürecinin çilesini çeken Güneyliler, toparlanmaya başladılar. Birkaç saat içinde çoğu, köylerine geri dönmek üzere yola koyuldu.

Araçları Seyyid Hasan Nasrallah ve Hizbullah şehitlerinin fotoğrafları süslüyor, otoyolda Hizbullah bayrakları dalgalanıyordu. Rab Selasun köyünden bir aile, kendilerini bekleyen yıkıma rağmen, zafer duygusunun çok güçlü olduğunu söylüyordu. 34 yaşındaki Nur’un ağzından şu cümleler dökülmekteydi:

“Evimiz gitti ama her şey yeniden inşa edilebilir. Cephedeki savaşçılar, bize hiçbir zaman karşılığı ödenemeyecek, büyük bir zafer kazandırdılar. Köyümüz, evimiz, kendilerinden büyük bir savaşın parçası. Başlarımız ve bayraklarımız, eskisinden daha yükseğe kaldırılmış bir şekilde, geri dönüyoruz.”

İsrail hava saldırılarının yerle bir ettiği Dahiye’de bile insanlar, binalarının enkazına tırmanıp Hizbullah, Emel Hareketi bayrakları ve Seyyid Hasan Nasrallah ile mevcut Genel Sekreter Şeyh Naim Kasım’ın resimlerini astılar, yüzleri gururla parlıyordu. Burü’l Baracine’den bir adam, “Bunun bittiğini sanmıyorum. İsrail var olduğu sürece, Filistinliler özgür olmadığı sürece mücadelemiz devam edecek. Bugün yaptığımız fedakârlıkları kutlayacağız, ancak bu yolculuk henüz bitmedi” diyordu.

Kudüs yolunda yüzlerce şehit veren Güney Lübnan toprakları, işgalcimizin gözüne saplanmış diken olma vasfını koruyor. Bu mücadelede ellerinden gelen her şeyi veren mütevazı Güney halkı, kendilerinden çok daha büyük olduğunu anladıkları bir mücadelede, ezilenlerle maddi dayanışmanın gücünün canlı birer ispatıdır.

Her yıl 25 Mayıs’ta kutlanan Kurtuluş Günü kutlanmaya devam ediyor. Bu toprakların öz halkı, bugün yeni ve belirsiz bir yola, hâlâ Filistin ve halkıyla bağlantılı olan yola revan oluyor.

Güney’e dönüş, hayatlarını bu toprakların onurlu halkına ve Gazze’nin kararlı halkına adayan, feda eden Lübnanlı Direniş savaşçılarının ve şehit Seyyid Hasan Nasrallah’ın yerine getirdiği bir vaattir. Eve dönüş yolculuğu başladı, ama bu yolculuk Filistin kurtulmadan tamamlanmaz; bu nedenle insanlarımız, birbirlerinin topraklarına bir kez daha özgürce geçme imkânı bulana dek, yumruklarımızı cüretkâr bir dayanışma pratiğiyle yukarı kaldırmaya devam edeceğiz.

Rukiye Şemseddin
9 Aralık 2024
Kaynak

19 Kasım 2025

, ,

Muhammed Necati Sıtkı’nın Çağrısı II


C. Bilgili Fatih ve Kurtarıcı Olarak İslam’a Karşı Baş Emperyalizm Olarak Nazizm

Nazizmin yeni bir emperyalizm türü oluşu, onu İslam düşmanı kılan ana özelliklerinden biridir. Nazizm, klasik Avrupa emperyalizminin en modern, en saldırgan ve en şiddetli biçimidir. Irkçı bir yaşam alanı fethetme arzusu ve bu alanı Almanya’ya katma isteğinden yola çıkarak Hitler, “Alman emperyalizmi”ni geliştirdi. Bu emperyalizm, durmaksızın dünya üzerindeki kontrolü ve tüm insanlık üzerinde hegemonya sağlamayı amaçladı.[55]

Sıtkı, okurlarına eski emperyalizm ile yeni Nazi emperyalizmi arasındaki “temel farkı” açıklar. Eski (İngiliz, Fransız, Hollandalı veya Belçikalı) emperyalizm, işgal altındaki kolonilerin “işgal edilmiş uluslar” olduğu ve “bağımsızlık hakkına sahip olan ulusal kurtuluşu” hak ettiğini varsayıyordu. Buna karşılık, Nazi emperyalizmi, “halkların özgürlüklerini boğmayı, insanlık tarihinin hiç bilmediği [şiddetli, baskıcı] araçlar kullanarak, uluslar olarak onların benzersiz varlıklarını yok etmeyi” amaçlıyordu.[56]

Nazizmin insana karşı yürüttüğü mevcut savaş, Nazizmin “korkunç emperyalist amacını” açıkça ortaya koymaktadır. Savaş, “dört küçük ulusu yok etmek ve Nazi Almanyası’nın egemenliğini (Komünist Rusya’nın ele geçirilmesi üzerinden) dünyaya dayatmak içindir.[57] Genel olarak Müslümanlar ve özellikle Araplar, Nazilerin yayılma tutkusunun özel bir hedefidir. Bu savaşla ya da Hitler’in yayılmacı eylemleriyle hiçbir bağlantıları olmadığını düşünen Araplar ve Müslümanlar büyük bir hata yapmaktadırlar. “Nazizm, sadece Avrupa halkları ya da sadece Avrupa demokrasisi için tehlike oluşturmaz” diye uyaran Sıtkı, “İslam ülkeleri ve İslam’ın tek tanrılı ruhu için de tam bir tehlike” olduğu düşüncesindedir.[58]

Nazi tehdidi, Arap ve Müslüman Ortadoğu için acil bir meseledir. Semitik Arap, “alt ırklar”a ait biri olarak algılanmaktadır ve Nazi’nin Arap ülkelerine el koyması, onların “köleleştirilmesi” ile sonuçlanacak, bu da onlara kurtuluş ve bağımsızlık için en ufak bir şans bırakmayacaktır. Araplar, tüm medeni insanlar gibi, “Nazilerin [Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya’ya] yönelik işgal harekâtının kısa tarihi, insanlık için bir leke ve utanç olduğu gerçeğini anlamalıdırlar.”[59]

“Naziler, fethettikleri her yere sömürüyü, zulmü, yıkımı ve tahribatı taşıdılar. Bu, Hitler’in Nazi askerlerine, Vandalların ve Tatarların yüzlerce yıl önce taşıdıkları ‘mesaj’a benzeyen şeytani mesajdaki emirleri harfiyen uygulamaları konusunda verdiği vaazın bir neticesidir.”[60]

Sıtkı, Nazi emperyalizmini İslam’ın kurtarıcı fetihleriyle kıyaslar. “İslam fetihlerinin tarihinin Müslüman fatihlerin fethettikleri ve Müslümanlaştırdıkları her yere sosyal adalet ve ulusal kurtuluş müjdeleri taşıdığını ortaya koyduğunu” söyler.[61]

Nazizmin aksine, İslami fetih girişimleri, fethedilen topraklardaki halklar tarafından hoş karşılandı ve tüm işgal altındaki halkları fetihçilerin eşitleri olarak İslam milletine kattı. Neticede “İslam, herkes için eşitlik mesajını gittiği her yere taşıyan bir dindi.” Kısa bir süre içinde, yeni Müslüman olan kesimler ekonomik, sosyal ve politik merdiveni tırmanma ve İslam devletinde ekonomik ve politik elit statüsüne ulaşma imkânı buldular. Arap olmayan Müslüman yöneticiler, İslam devletine liderlik ettiler.[62]

İslam, güç kullanım konusunda da Nazizmden farklıydı. Nazizm, bir güç ve iktidar kültüydü. “Nazi güç ve yıkım hareketi”, kendi vatandaşlarına ve komşuları olan Avusturya, Çekoslovakya, Polonya gibi ‘küçük halklar’a şiddet uygulayan bir hareketti.[63] Sıtkı’ya göre iç cephede, “Hitler’in aşırı milliyetçiliği, Almanların ölmesine, cesetlerden kan akmasına sebep olan toplama kamplarında barbarca acılara yol açmaktaydı.”[64]

Dış cephede, dünyaya karşı yöneltilen Nazi emperyalizmi, “öteki” ve “aşağı” gördüğü halklara güç gösterisinde bulunuyor, baskı uyguluyor, onları küçümsüyordu. Nazizmin aksine, “İslam’daki şiddet çağrısı tarihsel olarak, Müslüman Arapların ilerlemesine engel teşkil eden cahiliye halkına karşı yönlendirilmişti.”[66]

Sıtkı, Nazizmde güç kullanımının başlı başına bir amaç, kendi iyiliği için bir güç gösterisi, ölüm ve daha fazla ölüm eken bir musibet olduğunu defalarca vurgular; İslam’da güç kullanımı bir zorunluluktu, tektanrıcılığın cahiliye üzerindeki zaferini sağlamanın bir yoluydu: “İslam ile putperestlik arasındaki büyük savaş, Arap ulusunun zaferi ve yeniden canlanmasıyla sonuçlandı.”[67]

Özetle, bu karşılaştırma bize şunu açıkça gösteriyor ki; İslam’daki şiddet, ruhsal bir yeniden doğuş ve medenileştirici bir canlanmanın aracıyken, Nazizmdeki şiddet, maddi tutkulara ve tarih tekerleklerini engelleme arzusuna dayanıyordu.[68]

Sıtkı, Nazi emperyalizminin kurnaz ve sinsi olduğu düşüncesindedir. Fetihlerine ve “halkların köleleştirilmesine” zemin hazırlamak adına, fetih için işaretlenmiş ülkelere sistematik bir “ideolojik saldırı” yürütür. Bunu, gelişmiş propaganda ve dünyaya yayılmış büyük ölçekli casusluk ağları aracılığıyla yapmaktadır. Sıtkı, Arap Ortadoğu’sunun bu ideolojik saldırının ana hedefi olduğuna inanır. Aslında bu, “Nazizmin Ortadoğu’muza karşı açtığı bir kültür savaşıdır.”[69]

Nazi propagandası, Arap dünyasında ateşli bir şekilde işlemekte ve yetenekli, çalışkan casusluk kurumları ve ağları tarafından desteklenmektedir. Propagandanın ve casusluğun amacı, Arap milletlerinin fethi, köleliği ve sömürüsü için koşulları hazırlamaktır. Sıtkı, kitabının ikinci yarısını Nazi Almanyası’nın propaganda ve casusluk kurumlarının detaylı bir incelemesine ayırır. Bu ifşaatın, Arap dünyasının Nazizmin yol açtığı “kapsamlı tehlike”yi bilince çıkartması için zaruri olduğuna inanır.[70]

Sıtkı, Arap bilincini, kültürünü ve siyasetini ele geçirmeye yönelik genel bir Nazi propaganda çabası tanımlar. Arap dünyasına yönelik Nazi propagandasında Hitler, eski İslam’ın kahramanları veya onun seçkin askerleri şeklinde tasvir edilir. Bu, “Doğu’daki kitlelerin duygularını harekete geçirmek ve onlarda Führer’e yönelik hayranlık, şaşkınlık ve coşku duyguları uyandırmak” amacıyla yapılır.[71]

Ayrıca Yahudi karşıtı Nazi propagandası, Müslüman Arap çoğunluğu Arap topraklarındaki azınlıklara, özellikle de Yahudilere karşı kışkırtmaktadır. Bu propaganda, Arap Yahudilerini, Müslüman kaynaklarını keyfi olarak kontrol eden ve bunları kendi iyiliği için kullanan bir azınlık olarak takdim eder, böylece Araplar arasında Yahudi nefreti duygularını harekete geçirir. Ayrıca aynı propaganda Ermenileri, Hitler’in alaycı bir şekilde adlandırdığı şekliyle, “Doğu Yahudileri”ni, “Müslümanları Akdeniz’in tüm kıyı bölgelerindeki ticaret merkezlerinden ve ekonomi alanından kovanlar” olarak tasvir eder.[72]

Sıtkı, kitabının bir bölümünü, Nazilerin Arap dünyasındaki genç örgütlerine ve gençlik hareketlerine yönelik ideolojik saldırısının etkisine tahsis eder:

“Siyasi partilerin, renkli gömlekler giymiş genç erkekleri bir araya getiren, spor ve kültürel kulüpler kılıfı ardına saklanmış örgütlerin kuruluşuna sunduğu yardımlarla Naziler, Nazi Almanyası’nın Ortadoğu halklarına cazip gelmesi için uğraşmaktadır.”[73]

Devamında Sıtkı, Ortadoğu’da faaliyette bulunan bilim, bilimsel heyetler ve Alman Şarkiyatçı bilim topluluklarına ait onlarca kurumu sıralar. Bilimsel, akademik veya kültürel uğraş maskesi altında, bu Nazi kuruluşlarının ajanları Almanya’nın nüfuz sahibi olmasına katkıda bulunur, Nazi Almanyası için casusluk faaliyetleri yürütürler.[74] Ayrıca, Almanya’da ve Ortadoğu ülkelerinde yayımlanan çeşitli gazete, dergi ve kitaplar bulunmaktadır.

“Ortadoğu’daki meselelerle ve İslam’la ilgili olan Alman vakıfları ve dergileri, esasında Nazilerin Asya ve Afrika için geliştirdikleri emperyalist yayılmacı politikaların somut uygulama zemini olarak casusluk faaliyetlerini pratiğe döken koldur.”[75]

Sıtkı, her Arap ülkesinde Naziler tarafından gerçekleştirilen yoğun propaganda ve casusluk faaliyetlerine dair detaylı bilgiler aktarır. Bu noktada Irak’taki Alman büyükelçisi Dr. Fritz Grobba’nın “ülkedeki casusluk ajansları ve mekanizmalarının organizasyonundaki” faaliyetinden bahseder. Grobba, Irak’taki gençler üzerinde Nazi eylem kalıplarını aşılamak için yürüttüğü çabalar dâhilinde epey başarı göstermiştir. Fütüvvet örgütü, bu çalışmaların eksiksiz yürüttüğü, en önemli alandır.

“Nazi propagandacıları, Irak’taki milliyetçi duyguları büyük bir uzmanlıkla kullanıyor, Almanların emperyalist gücünü Irak’ın askeri coşkusuyla birleştiriyor. Iraklı gençler arasında güç kullanma ve kahramanca davranma eğilimini teşvik ediyorlar ve onları Arapçılık uğruna hayatlarını feda etmeye çağırıyorlar. Bazı genç Iraklıların kafalarını Bismarck gibi süper kahramanlar oldukları fikriyle dolduruyorlar, onlara tek Arap Bismarck’ının [darbe girişiminde bulunan] Bekir Sıtkı Paşa olduğunu söylüyorlar!”[76]

Sıtkı, Suriye’de Antun Saadet’in kurduğu Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’ni “Führer’in partisi” olarak görür. Sıtkı’ya göre, Mısır Nazi faaliyetlerinin merkezidir. Bu noktada birkaç aydınlatıcı örnek verir. Örneğin, Alman Mısırbilimini ve Almanya’nın bilimsel inceleme ve araştırma enstitüleri aracılığıyla yürüttüğü yoğun arkeolojik faaliyetlerini Mısır’daki Nazi propagandasının ve casusluğunun bir kolu olarak görür. Casus olduğunu düşündüğü Alman Mısırbilimcilerinin isimlerini listeler.[78]

Sıtkı, ayrıca Ahmed Mahmud Sedati’nin Hitler’i ve Mein Kampf kitabını öven Nazi yanlısı eseri Adolf Hitler: Nasyonal Sosyalizmin Lideri ve Yahudi Sorununun Açıklaması’nın aslında “Nazilerden beslenen, Darü’l-Kutub’un yetkililerinden biri” tarafından yazılmış bir Nazi propagandası ürünü olduğunu söyler.[79] Bir diğer önemli örnek ise Genç Mısır isimli vakıf ve partidir. Sıtkı, “bu örgütün lideri, Mısırlılar ve ülkedeki yabancılar arasında düşmanlığı kışkırtan Führer(!) Ahmed Hüseyin’dir” der.[80]

Sıtkı, ayrıca Ahmed Hüseyin’deki “yabancı düşmanlığı”na da vurgu yapar. Bu türden metinlere ve örgütlere işaret ettikten sonra Sıtkı, bunları “Nazi yanlısı” olmakla eleştirir. Nazi propagandasının ve casusluk faaliyetlerinin Arap dünyasında kitleleri etkileme konusunda belli ölçüde başarılı olduğunu söyleyen Sıtkı, bir yandan da bu propagandanın ve faaliyetlerin cazibesine kapılan Arap bireyleri ve örgütleri sert bir dille eleştirir. Onları ilgili propagandanın Arap karşıtı ve yıkıcı niteliğinin, ayrıca Arapları mahvedecek, onların sömürülmesi ve köleleştirilmesi gerekli zemini örecek bir silah olduğu gerçeğinin bilincinde olmaya çağırır. Bu noktada birey ve örgütleri akıllarını başlarına almaya ve ihtiyatlı olmaya davet eder. Nazilerin uyuşturucusuyla kendilerini zehirlemek yerine onların Nazi propagandacılarıyla ve casuslarıyla savaşmaları gerektiğini söyler.[81]

D. Araplar Müttefikleri Desteklemeli, Nazizmle Mücadele Etmeli

İslam ile Nazizm arasındaki “aşılmaz karşıtlık” bizi tek bir sonuca götürmektedir: Araplar ve Müslümanlar, Nazi diktatörlüğüne karşı demokrasi yanında tek vücut olarak birleşmelidirler.[82] Kitabının “Müslüman Dünya ve Müttefikler” başlıklı son bölümünde Sıtkı, Araplar ve Müslümanların Hitler ve Nazi Almanyası’nı yenmek için verilecek savaşa katılmaya teşvik eder. Bu savaşın insani değerler, İslami normlar ve modern Aydınlanma’nın idealleri ve ilkeleri temelinde zaruri olduğunu söyler.[83] Hitler’le savaşmak zorunluluktur, çünkü

“Hitler’in ilkeleri şeytani, eylemleri köleleştirici ve zalimane, eylemleri menfurdur. Aynı şekilde demokrasiye destek vermek de bir zorunluluktur, çünkü demokrasinin ilkeleri insani ilkeleri, yani İslam’ın dayandığı ilkeleri temel almaktadır.”[84]

Bu bakış açısı üzerinden Sıtkı, “Müslüman âlemin Nazizmi en büyük düşman olarak gördüğünü” söyler.[85] Sıtkı’nın ifadesiyle, Müslüman Arap âlemi, savaşta cephelerde yer almaktadır.

“Bugün üç yüz bin Müslüman asker (ki bunlar ağırlıklı olarak Hintlilerden ve Araplardan oluşuyor) İngilizlerle, Fransızlarla, Lehlerle ve Çeklerle omuz omza Nazilerle savaşmaktadır. [...] Batı cephesinde Nazizmle savaşan Müslümanlar, kendi dinlerini ve vatanlarını savunmaktadırlar. Bu insanlar, Allah korusun, Nazizmin zafer kazanması durumunda Ortadoğu’yu ve tüm İslam âlemini korkunç bir felâkete sürükleyeceğinin bilincindedirler.”[86]

Ayrıca, Sıtkı, Orta Asya, Hindistan ve Kuzey Afrika yanında tüm Arap ülkelerinde, “sömürülen insanlığın emirlerini canla başla yerine getirmeye hazır on milyonlarca Müslüman var” tespitinde bulunduktan sonra, bu insanların Nazi Almanyası’nı yenmek için Müttefiklerle birlikte savaşmaya hazır olduklarını söyler.

Netice itibarıyla Sıtkı, “düşmanımın düşmanı dostumdur” fikri üzerinden, İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci işgaline son vermenin bir yolu olarak Nazizmi destekleme stratejisinin, Araplar ve Müslümanlar açısından hiçbir işe yaramayacak, gerçekle alakası olmayan bir strateji olduğu sonucuna ulaşır. İşgalci Nazi güçleri, esasında Arapları köleleştirecek, onların kurtuluş ve ulusal bağımsızlık özlemlerini yok edecek, tümüyle acımasız, baskıcı bir emperyalizmin emriyle hareket etmektedir. “Nazizm, bu halkları terör ve korkutma aracılığıyla imparatorluğuna katılmaya zorlayan istibdat düzenidir. [...] Ayrıca Nazizm, bu halkları yok etmeye dönük adımlar atmaktadır.”[88]

Araplar, Müttefikleri üç sebebe bağlı olarak desteklemekle yükümlüdür:

1. Demokratik ilkelerin ve değerlerin desteklenmesi;

2. Kendileri ile demokratik devletler arasındaki kültürel yakınlık;

3. Özgürlük ve bağımsızlık arzuları.

Sıtkı’nın destekle alakalı değerlendirmesi yalın ve nettir:

“Arapların büyük bir çoğunluğu, iki demokratik gücün koruması altında yaşıyor: İngiltere ve Cumhuriyetçi Fransa. Biz Arap halkları, özgürlük ve bağımsızlıkla tanımlı bir hayatın yüce idealine özlem duyuyoruz. Dolayısıyla, Müttefikleri destekliyoruz. Biz, her zaman ve her yerde özgürlüğün askerleriyiz.”

Bugün büyük süper güçler arasında süren savaşta, Araplar “zayıf halklar”dır. Bu halkların her biri, “onları tümüyle yok edecek Nazi yönetimine karşı koruyacak bir demokratik devlete ihtiyaç duymaktadır.” Dolayısıyla,

“bugün Hitler Almanyası’na karşı mücadele yürüten uluslar, esasında kendi ülkelerinin bağımsızlığı, politik ve ekonomik özgürlükleri, ayrıca Müttefiklerin çıkarlarıyla örtüşen politik ve ekonomik çıkarları için mücadele etmektedir.”[89]

Sadece Müttefikler, İngiltere ve Fransa, Arap ve Müslüman uluslara özgürlük, bağımsızlık ve egemenlik vermeye kararlıdır; Araplar ancak onlara savaşta yardım ederek, Nazizme karşı elde edilecek zaferi güvence altına alarak, “vatanın kurtuluşu ve ulusal özgürlük, ulusal, kültürel, ekonomik ve sosyal ilerleme” ile dolu bir geleceğe sahip olma imkânına kavuşacaklardır.[90] Sıtkı, kitabını gayet yalın ve açık bir ifadeyle bitirir:

“Bütün Doğulular ve Müslümanlar, demokratik davayı hem ilke hem de eylem düzeyinde destekliyorlar. Bu desteği, Hitler’in propagandacıları ve casuslarının öne sürdüğü gibi, Müttefiklere yaltaklandıkları veya onlardan korktukları için sunmuyorlar; bu desteği veriyorlar çünkü demokrasi, hayatları için elzemdir, çünkü halkların özgürlüğü [...] en yüksek, en son ideale sahiptir, uğruna uzun bir süredir mücadele etmişlerdir [...] İslam’ın insani mesajına bağlı olan Müslümanlar, onları yok etme tehdidinde bulunan kölelik ve putperestliğe karşı tarihi görevlerini yerine getirme konusunda bir an bile tereddüt edemezler. [...] Müslümanlar, canlı bir umudu kendi içinde barındıran özgürlük temelli düzeni, bağrındaki öldürücü umutsuzluk sebebiyle köleliğe teslim olmuş bir hayata tercih edeceklerdir.”[91]

Sonuç

Sıtkı’nın kitabı, ideolojik ve politik bir ajandayı uygulamaya koymayı amaçlıyordu. Kitabın kimi yerlerinde savunmacı bir dil hâkim. Yazarın İslam’ı insani ve Nazi karşıtı bir din olarak takdim etme çabası, onu popülist ve demagojik bir dil kullanmaya itiyor. Görünen o ki Sıtkı’nın tasvir ettiği İslam, oldukça idealize edilmiş ve geliştirilmiş modernist İslam’ın fazlasıyla özgürlükçü ve insani bir versiyonu.

Tarihsel İslam’da mevcut olan gelenekler, normlar, ilkeler ve uygulamalardaki zenginliğin diğer boyutları da sunulabilirdi; daha az özgürlükçü ve daha fazla etnik merkezci, daha az hoşgörülü ve daha militan unsurlara değinilebilirdi (Bu yönler, Sıtkı’nın özgürlükçü ve insani dinler olarak tasvir ettiği Hristiyanlık ve Yahudilik için de geçerlidir).

Sıtkı, Müslüman ve Arap okuru İslam ile Nazizm arasındaki ontolojik karşıtlığa ikna etmek ve onları Nazizmle savaşma konusunda yönlendirmek için belirli önyargıları temel alan bir İslam tasviri sunuyor. Fakat bu özelliği, bizi ana derdi Nazizmdeki canavarlığı ve yol açtığı dehşeti ifşa etmek suretiyle ona saldırmak olan bir kitabın öneminden hiçbir şey eksiltmiyor. Sıtkı’nın okuru belirli bir yöne kanalize eden, eksik ve yanlış bilgiler aktaran, kimi abartılı ifadelere yer veren kitabına yönelik eleştirilerimiz, bu dert ve dava karşısında hükmünü yitiriyor.

Sıtkı’nın kitabı, Hitler’i ve Nazizmi açıktan suçlayan, sert diliyle önemli bir çalışma. Üstelik böylesi bir metin, özel bir momentte ve özel bir bağlam dâhilinde basıldı. Sıtkı’nın bu Nazi karşıtı kitabı, Almanların büyük bir saldırıya geçtiği, Nazizmin Avrupa’nın dizginlerini ele geçirdiği, Fransa’daki Vichy hükümetinin Suriye ve Lübnan’ı fethetmek üzere olduğu bir dönemde yayımlandı. Bunun cesur ve kararlı bir adım olduğuna hiç şüphe yok. Bu cesarete ve kararlılığa hayranlık duymamak elde değil.

Ayrıca, Sıtkı’nın Hitlerciliğe ve Nazizme ait temel metinleri, pratik uygulamaları yakından incelemek suretiyle, Nazizmin ırkçı, totaliter ve emperyalist niteliğini ortaya koyan çalışmasındaki ciddiyeti ve sistematik yaklaşımını takdir etmek gerek. Nazizm konusunda uzman olan akademisyenler bile Sıtkı’nın Mayıs 1940 gibi erken bir tarihte Nazizmin özelliklerini aktarırken kullandığı ifadeleri doğru kabul edecektir. Nazizm için kullandığı “hayvanilik” ve “barbarlık” gibi ifadelerin hiç de abartılı olmadıkları görülmüştür.

Bu türden bir anlayış üzerinden Sıtkı, Nazizmin “şeytani” olduğuna vurgu yapar, Araplar ve tüm insanlık için yol açtığı korkunç tehlike üzerinde durur. Duru bir bilinçle Sıtkı, Nazilerin elde edeceği zaferin medeniyeti ve İslam’ı yok edeceğini söyler. Bu noktada Sıtkı, Arapları ve Müslümanları Nazizmi dize getirmek için harekete geçirmeye çalışır.

Arap aydını olarak Sıtkı, köken olarak Filistinlidir ama bir yandan da Suriyeli, Lübnanlı ve Mısırlıdır. Tüm toplumunu Hitler ve Nazizmin özellikleri konusunda uyarmaya, toplumun Nazilere karşı çıkmasını sağlamaya çalışır. Ondaki eleştirel sözler, soğuk ve itidalli bir gerçekçilikten neşet eder.

İngiliz ve Fransızların sömürgeci idaresinden bağımsızlaşmaya ve kurtulmaya kararlı bir Arap milliyetçisi olarak Sıtkı, savaşın politik yönelim konusunda geçici bir değişiklik yapmayı gerekli kıldığını düşünür: Kurtuluş ve bağımsızlık, Naziler kesin olarak yenilene dek beklemelidir.

Sıtkı’ya göre “insanlığın zaferi”, “Şeytan’ın yenilgisi” için Araplar Müttefikleri desteklemelidir. Müttefiklerin savaşın sonunda elde edeceği zafer, ulusal kurtuluşun ve bağımsızlığın ön şartıdır.

İsrail Gerşoni

[Kaynak: Die Welt des Islams, 2012, Cilt. 52, Sayı 3/4, Islamofacism (2012), s. 471-498.]

Dipnotlar:
[55] A.g.e., s. 9 ve devamı, 22, 24-29.

[56] A.g.e., s. 6.

[57] A.g.e., s. 7.

[58] A.g.e., s. 9.

[59] A.g.e., s. 22, daha kapsamlı hali için bkz.: s. 23-29.

[60] A.g.e., s. 23.

[61] A.g.e., s. 23, daha kapsamlı olarak s. 15-29.

[62] A.g.e., s. 24-29.

[63] A.g.e., s. 23-29.

[64] A.g.e., s. 91.

[65] A.g.e., s. 27 ve devamı.

[66] A.g.e., s. 27.

[67] A.g.e.

[68] A.g.e., s. 29.

[69] A.g.e., s. 6 ve devamı.

[70] A.g.e., s. 49-94.

[71] A.g.e., s. 74 ve devamı.

[72] A.g.e., s. 75.

[73] A.g.e., s. 75f.

[74] A.g.e., s. 68-76.

[75] A.g.e., s. 72.

[76] A.g.e., s. 82 ve devamı.

[77] A.g.e., s. 79-82.

[78] A.g.e., s. 77 ve devamı.

[79] A.g.e., s. 77.

[80] A.g.e., s. 79.

[81] A.g.e., s. 73-83.

[82] A.g.e., s. 85.

[83] A.g.e., s. 84-94.

[84] A.g.e., s. 85.

[85] A.g.e.

[86] A.g.e., s. 85 ve devamı.

[87] A.g.e.

[88] A.g.e., s. 87 ve daha kapsamlı olarak s. 84-94, 97-102.

[89] A.g.e., s. 86 ve devamı.

[90] A.g.e., s. 86.

[91] A.g.e., s. 93 ve devamı.

18 Kasım 2025

,

Bir Oportünizm Serüveni: ESP ve Bileşenleri İnisiyatifi

Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.

[Ataol Behramoğlu]


16 Kasım’da Önder Babat Kültür Merkezi’nde “Kuyu Tipleri Kapatılsın İnisiyatifi” adı altında bir platformun kuruluş deklarasyonu ilan ediliyor, platformun bileşenleri arasında ülke solunun hemen her çevresi yer alıyor. Platforma öncülük eden çevre, ESP.

Esasında ESP’nin öncülük ettiği platformdan halklara ve emekçilere hayır gelmez. ESP, oportünist siyaseti ilke hâline getiren bir yapıdır. Kuyu tiplerini bugün bu soruna yönelik sürdürülen direnişlerin üzerinde söz sahibi olmak için gündeme alıyor çünkü ilgili platformun kuruluş bildirgesinde buna değinilmedi, sanki iki farklı ülkede yaşanıyormuş havası estiriliyor, güneşi balçıkla sıvamaya çalışılıyor.

Mülakât verirken arkasındaki kitaplığa İştirakî dergisinin ön kapağını görünür kılarak poz veren Pınar Gayıp’ın ESP’sinden mülkiyetçilik, dar grupçuluk ve kitle kuyrukçuluğu çıkar. Aynı şahıs, içinde bulunduğu çevrenin politikasını belirgin kılacak şekilde bir paylaşımda bulunarak, emekçi mahallelere uyuşturucunun ve “seks işçiliğinin” dayatıldığını söylüyor.

Öncelikle işçilik kötü değildir, işçiler, dünyayı emeğiyle şekillendiren üreticilerdir fakat üretim araçlarına sahip olmadıkları için artı değere çöken burjuvazinin karşısında mücadele etmek zorunda olan sınıftır. İşçiliğin dayatılması söylemi, doğrudan emekçi halktan tiksinmenin belirtisi ve küçük burjuva siyasetin ürünüdür.

Lenin, “komünist cumartesileri” hayata geçirdiğinde Sovyetler’i tren ağlarıyla örmüştür. Yani sosyalist bir düzende işçilik bitmeyecek, artı değer emeğin karşılığınca/hakça paylaşılacak, bunun olmadığı günümüz düzeninde İshakça direnmek, ESP’nin savunmadığı gerçektir. Bu söylemi yaklaşık on yıl önce Avrupa’dan temellendiren Alınterici(!) Selim Açan da sosyalizmde tembellik hakkının geçerliliğini yeniden tartışmak gerektiğini ve bu dünyaya çalışmaya gelmek zorunda olmadığımızı iddia ediyordu.

Tartışmanın asıl can alıcı noktası da malumun dilinin altındakini çıkarmasıdır: Seks işçiliği dayatılan bir yozluksa -ki biz bunu savunuyoruz, insan olmanın onurundan dolayı- neden fuhuş demekten kaçınılıyor? Mülkiyetin hırsızlık olduğu önermesindeki mantıksal çelişkiye düşen Proudhon, ESP’nin söyleminde politik hatta bürünüyor.

Biraz geriye gidersek, 2014’te Sarıgazi’de ailesindeki kız çocuklarına kadar pazarlayan, daha önce defalarca uyarıldığı hâlde kadın pazarlamaktan geri kalmayıp mahalleyi terk etmeyen pezevenk kadının halka teşhir edilmesine bugün bu inisiyatifi oluşturan bileşenler karşı çıkmıştı. Ortadoğu devrimini savunan ESP’nin Suriye’de en büyük ABD üssünün açılmasına, Kuzey ve Doğu Suriye’ye ilk kez -petrol kuyusu hırsızlığı dışında- ABD’li şirketin inşaat ve enerji işine girmesi için bölgenin Kürt milliyetçilerinin işbirliği gerçekleştirmesine neden bir açıklama yapmaz?

Rakka-Kobani hattına giden, Suruç’ta insanlarını yitiren ESP, ABD’nin bölgesel çıkarları için mi bu bedelleri ödedi? Bölgeden ülkemize getirdiği ideoloji, mandacılık mıdır?

Fuhuşa “seks işçiliği” diyen bir yapıyla 2003 Irak işgalinde bölgenin kadınlarına tecavüz eden emperyalistler arasında nasıl bir fark vardır?

18. yüzyıldan itibaren bugünkü şeklini alan fuhuş, doğrudan Avrupa kentlerinin çürümüşlüğüyle yayılmıştır. Bu dönemde burjuvazinin orta sınıfa aile değerleri üzerinden şekil vererek fuhuş karşısında konumlanması, yoksul halkın kadınlarının fuhuşa itilmesinin, fuhuşun küçük yaş gruplarına kadar inmesinin müsebbibi olmuştur. Sınıf ve tarih bilincini günün popülizmi uğruna feda etmek mücadeleye en büyük zararı veren sapmadır.

Kuyu tipine karşı inisiyatif kurmaya öncülük eden ESP yanına DEM’i de alıyor fakat DEM’in sözcüleri kendi hareketi için çıkarılacak affı talep ederek, ESP dâhil diğer tüm solun tutsaklarını devre dışı bırakmakla geri kalmayıp politik teslimiyetçiliği af koşulu olarak dayatıyor. Yani kuyularda ışıksız bırakılanlar, DEM’i bu inisiyatife bileşen yapanlar. MHP liderine kaside yazanlarla kuyucular aynı politikayı sola dayatıyor. ESP bundan ar etmiyor, kuyruğuna takıldığı Kürt milliyetçilerine tavır alamıyor. ESP, burada da sınırlı kalmayıp imzacısı olduğu inisiyatif metninde sivil toplumculuğun tüm kesimlerine kucak açıyor.

Bildiride koyu puntolarla 19 Mart süreci sonrasında kuyuların daha da geniş kesimler için tehdit olduğunu savunup CHP’ye milislik, DEM’e elçilik yapılıyor. Koyu puntolarla CHP’ye “Bize sahip çıkmak zorundasın” mesajı veriliyor. Bunun adı politikada oportünizmdir.

ESP ve onunla hareket eden bileşen üyelerinin bildirisinde 19 Aralık’a atıf yapılarak, güncel durumun bir kez daha toplumsal dönüşümün aracı olduğu savunuluyor. Doğru, tartışmasız. 19 Aralık’ta “Biz onlardan değiliz”, “Kaymak tabakayı korumak gerek”, “İyi yaptık, farkımızı ortaya koyduk” diyenler, bugün inisiyatif bileşenleri hatta tamamı 25 yıl öncesinin teslimiyetçileri.

Saflar netleşmek zorunda. Burjuvazinin emekçi halk için yürüttüğü psikolojik savaşta “balık hafızalı” yakıştırması ve çarpıtması bugün ESP ve bileşenleri için geçerli. Tarih unutmuyor, unutturmuyor, unutmuyoruz. Birlikte yola çıktıklarını 2002’de terk edenlerin peşinden bir yere gidilemez. Bugün takılan maske, düşürülmelidir.

Bir diğer riyayı da Halkevleri sergiliyor. Bugün Sendikaorg’da bir yazı yayınlanıyor, aynı arsızlık ve aynı iki farklı ülke illüzyonu bir kez daha sergilenip Yorum’un türküsünden aşırma sözlerle son birkaç yıla teğet bile geçilmeden, hak/hakikat savunuculuğuna girişiliyor. Aynı mülkiyetçilik, oportünistlik ve popülizm, bir kez daha DY kanadı tarafından sergileniyor.

İnisiyatifin başka bileşeni SMF de 23 yıl öncesinin teslimiyetçisi. Bu bileşenlerden, Şişli Tiyatrosu’ndan, 19 Mart ve 1 Mayıs Saraçhane’sinden, Eyüpsultan’da sosyalizmi sulandıran DEM panellerinden ne emekçiye ne halka ne yangınlarda can veren işçilere ne bir avuç kömürü yük treninden almak için bedeni paramparça olan kadına, ne sobaya atacak odunu alamadığı için intihar eden kadına, ne uyuşturucu ve fuhuşa sürüklenen yoksul halk gençlerine fayda gelir.

Sizi tarih ve ideolojiyle yargılayacağız. Sol saflara sızan Pierre Clastre’nin sivil toplumculuğuna, beden politikasıyla insan onurunu yozlaştıran Judith Butler’ın sapma tezlerine, “yerellik” adı altında emeğin iktidarını ters yüz eden Murray Bookchin’in ekolojistliğine, Laclau-Mouffe-Herbert Marcuse’nin işçi sınıfının yerine serserileri tarih yapıcı özne diye koyan ideolojik savrulmalarına, küreselleşmeciliğe, fuhuşa, uyuşturucuya, radikal demokrasiciliğe, faşizmi dost belleyip halkın bilincini çarpıtan politikalara ideolojik mücadele gereği sol saflarda geçit vermeyeceğiz.

Halkın kendi değerlerine, sınıf bilincine, Anadolu kültürüne ve tarihine, mücadeleye zarar veren her ideolojik Atılım’ı son elli beş yılda yitirdiğimiz beş bin güzel insanın anısı gereği, ifşa-teşhir edeceğiz. İfşa-teşhir, bugünün ideolojik mücadelesi gereği ideolojik zeminin pratiği olarak gerçek anlamını kazanır. Yoldaşlık ilişkisini ahlakî zeminde inşa edemeyip sosyal medyada içinden geldiği yapıyı cinsiyet ve cinsellik bağlamında teşhir edenler, burjuvanın aparatı olmaya mahkûmdurlar.

Böyle bir sol, sosyalist mücadelenin yeryüzü tarihinde görülmemiştir. Su öyle bir bulandırıldı ki çeliğin aldığı su unutturulduğu gibi çeliğin alacağı suyun da kaynağı kapatıldı. Marksizmin reddettiği tüm sapmalar, emperyalizm davetçiliği, sivil toplum tezleri, mandacılık, yozlaşma, diyalektiğin idealizmle takası, ideolojik alana yerleştirildi. Bir gün DEM, bir gün CHP kitlesine bel bağlayanların geldiği ideolojik çizgi, Perinçek’in doksanlı yılların başında savunduğu hatta yerleşti. DEM üzerinden solun ikna edildiği hat burasıdır ki Perinçek kendisi açıklamasa Sırrı şahsında DEM’in ve bileşenlerinin onu ziyaret ettiğinden haberdar olunamayacaktı ama kimse bunu gündemine dahi almaz. Buradan umut çıkmaz, buradan ideolojik açıdan karanlık kuyu çıkar.

Sonuç olarak, teslimiyet ve yenilgi beyinde başlayıp politikada nihayete erer. ESP’nin İştirakî’nin kapak görseli ve bugünkü yükselen hak mücadelesi üzerinden politik mülkiyetçiliğine ve oportünizmine ideolojik alanda müsaade etmeyeceğiz ve etmemek de eşit ve adil bir düzen için mücadele veren her vicdan ve ideoloji sahibi insan ve kesimin politik görevidir.

İçinde zihinden emeğe, emekten vatana, ahlaktan değerlere tek kelam etmeyenlerin hak mücadelesi başarıya ulaşamaz. Her sorunu emperyalizmden bağımsız düşünenlerin siyasi zafer kazanma imkânı da yoktur. Bugün bu forumların, bileşenlerin, inisiyatiflerin tek amacı, mevcut toplumsal direnişleri mülkiyetlerine almaktır.

Sinan Akdeniz
18 Kasım 2025

17 Kasım 2025

, ,

Muhammed Necati Sıtkı’nın Çağrısı

Haziran 1943’te Cezayir’de çıkan Nasr [“Zafer”] dergisinde yayınlanan afiş. Altında “Allah’a ant olsun,
tüm dinlerin düşmanı gamalı haçla mücadele edeceğiz” yazılı. Kılıcı sallayansa Selahaddin Eyyübi.


Müslümanlar Nazilerle Neden Mücadele Etmeli?

Giriş

“İslamofaşizm”, son dönemde geliştirilmiş ve zihinlerde kökleşmiş bir kavram. Bu kavram, zamanla, dünya genelinde gelişen İslami cihadizmi tanımlayan ve açıklayan akademi ve akademi dışı söylemle bütünleşmiş terminolojinin bir parçası haline geldi.

Otuzlarda ve 1933-1945 arası dönemi kapsayan İkinci Dünya Savaşı süresince Mısır ve Ortadoğu’daki Müslümanlar, bu terimi bilmezlerdi. İslam ve faşizm ya da İslam ve Nazizm birbirlerine karşıt olgular olarak görülürlerdi. Bugün İslami düşünce olarak anılan şeyi temsil eden ya da İslami hareketlere sözcülük yapan birçok Arap aydını ve yazar, bu İslam ve faşizm gibi birbirinden çok farklı öğretileri ve yaşam tarzlarını bir araya getirmenin akla mantığa aykırı olduğunu düşünürlerdi. Bırakalım “İslamofaşizm veya “faşist İslam”dan bahsetmeyi, İslam ve faşizmi uyumlu kılacak her türden çaba hemen aforoz edilirdi.[1]

Muhammed Necati Sıtkı, bu Nazi karşıtı eğilime hakiki bir sesle katkı sunuyor. Sıtkı, Nazizme yönelik İslami eleştirisi dâhilinde, özgün bir yaklaşım sergiliyor. Ama onun istisnai bir isim olmadığını bilmemiz gerekiyor. Aslında Sıtkı’nın eleştirisi, yaygın olarak görülen ana eğilimin düşünsel bir ifadesi.

Takalidü’l-islâmiyye we-l-mabâditü’l-nâziyye: hal tattafiqân? (“İslami Gelenekler ve Nazi İlkeleri Uzlaşabilir mi?”] isimli kitabında Sıtkı, Nazizmi tümüyle ve kesin olarak reddediyor. Kitapta Sıtkı, Nazizmin İslam’ın savunduğu, temsil ettiği ve yaptığı her şeye karşı olduğunu söylüyor. Kitabın ismi üzerinden sorduğu soruya net bir cevap veriyor: bu iki öğreti asla uzlaşamaz, birbirleriyle asla uyumlu olamaz.

Sıtkı’ya göre, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde Nazilerin değerleri, ilkeleri ve uygulamaları İslami değerlerle, kurallarla ve uygulamalarla çelişiyor, onları redde tabi tutuyor. Sıtkı, iki tarafı uzlaştırma veya uyumlu kılma çabasının kimseye bir şey kazandırmayacağını, bu ilişkinin hiçbir veçhede veya boyutta kurulamayacağını söylüyor.[2]

Filistin’de dünyaya gelen Muhammed Necati Sıtkı (1905-1979) Kudüs, Cidde, Kahire ve Şam’da yaşadı. Yirmilerin sonundan itibaren başlayan o uzun entelektüel kariyeri boyunca Filistin’de ve Arap dünyasında önemli bir düşün emekçisi ve yayıncı haline geldi. Romanlar yazdı, gazetecilik yaptı, Avrupalı ve Amerikalı kimi önemli romancıların romanlarını Arapçaya çevirdi, edebiyat eleştirmenliği, edebiyat tarihi ve politik yorumculuk alanlarında kalem oynattı.

Yirmilerin başında Filistin komünist hareketiyle ilişki kurdu, muhtelif faaliyetlere iştirak etti. Filistin’deki komünist grupların etkisiyle Moskova’ya gitti. 1925-1928 arası dönemde Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) yoğun bir eğitim gördü. Sonrasında Filistin’e dönen Sıtkı, 1929’da Filistin Komünist Partisi (FKP) üyesi oldu, yirmilerin sonunda ve otuzların başında partinin politik faaliyetlerinde yer aldı. Bu faaliyetlerinin neticesinde, otuzlarda Sıtkı, Suriye ve Lübnan’daki komünist liderler ve eylemcilerle temas kurdu.

Otuzların sonunda İspanya’daki iç savaş sürecine katıldı. Cumhuriyetçilere ve onların Franco’nun başında olduğu Kralcılara karşı mücadelesine destek veren Sıtkı, Cumhuriyetçilerle birlikte gönüllü olarak savaştı. 1936’da kendisine Komintern’in ve İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin emriyle özel bir görev verildi. Bu görev, Franco ve faşist birliklerle mücadeleleri için Faslı askerlerin seferber edilmesiyle ilgiliydi.

1938 yılı boyunca beş ay süreyle İspanya’da kalan Sıtkı, Franco’ya karşı sürdürülen askeri mücadeleye aktif olarak katıldı. Bu dönem boyunca faşizme karşı savaştı. Beyrut ve Kahire’de yayımlanan kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, Lübnan ve Suriye’de kaldı.[3]

Esasında Sıtkı, bildiğimiz türden bir İslami düşünür değil. O, Filistin, Suriye hatta belki de Mısır’da komünist çevrelerle bağı bulunan bir isimdi. Ondaki antifaşist duruş, komünist dünya görüşünün ve bu davaya bağlılığının bir ürünü. Bu anlamda, yirmili yıllarda komünist olan, ama sonra ünlü Kıpti düşünür Selamet Musa gibi sosyalist dünya görüşünü benimseyen Abdullah İnan’a benziyor. Musa’nın Fabyusçu sosyalist olarak Nazizmi hem tektanrılı dinlerin hem de Aydınlanmaya ait değerlerin ve ideallerin “mutlak antitezi” olarak gördüğü biliniyor.[4]

Sıtkı’nın Mısır’a olan yakınlığı da açıktır. Kitabında bu ülkeye oldukça aşina olduğunu belirttiği için, kendisinin bir süre Mısır’da yaşamış olduğuna hükmedebiliriz. İngiliz-Mısır ilişkileri hakkındaki bilgisini ortaya koyan Sıtkı, savaş sırasında Mısır’ın iç politikasına büyük ilgi gösterir. Bu ilgi, kitabın sonunda yer alan özel ekte, Avrupa’da yoğunlaşan savaş ve bunun Mısır ve Ortadoğu üzerindeki olası etkisini arka plan olarak ele alan, 1940 yılının Nisan ayında Mısır’da meydana gelen önemli bir siyasi olayı kapsamlı bir şekilde tartıştığı bölümde açıkça görülmektedir. Bu tartışma, Sıtkı’nın savaşa ilişkin tutumuna ışık tuttuğu ve onu daha iyi tanımamıza yardımcı olduğu için önemlidir. Sıtkı’nın kitabı, bu olaydan birkaç hafta sonra yayımlanmıştır. Ek bölüm, “Vefd Partisi’nin Bildirisi” başlığını taşımaktadır.[5]

Burada bahsi edilen bildiri, o dönemde muhalefette olan, Mısır siyasetinin güçlü milliyetçi partisi Vefd’in Nisan ayı başında İngiliz Büyükelçisi Miles Lampson ve İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Viscount Halifax’a sunduğu ünlü bildiridir. Bu belgede Vefd, savaşta Mısır ve İngiltere arasındaki ilişkilerle ilgili tutumunu ortaya koyuyordu. Parti, İngilizlerin savaş çabalarına destek verdiğini, Mısır ve İngiliz orduları arasında işbirliği yapılmasını istediğini ifade etti. Ancak Vefd, bu işbirliği için bir dizi koşul öne sürdü. Bunların en önemlisi, “tüm İngiliz kuvvetlerinin Mısır’dan derhal çekilmesi” ve İngiliz askerlerinin yerini Mısır askerlerinin alması ile ilgili koşuldu (Kitabında Sıtkı, Vefd’ın savaş sonrası döneme ilişkin talebini biraz yanlış aktarmaktadır). Buna ek olarak, Vefd, sansür dâhil olmak üzere, sıkıyönetim yasalarının derhal kaldırılmasını, Mısır hükümetinin Mısır pamuğunu (İtalya ve Almanya dâhil) “savaşan veya tarafsız tüm ülkelere” ihraç etmesine izin verilmesini talep etti. Ayrıca, Vefd, İngiltere’nin savaş sonrası Mısır’ın uluslararası düzenlemeleri belirleyecek uluslararası barış konferansına katılacağına dair söz vermesini istedi. Son olarak, Vefd, İngiltere’nin Mısır’ın Sudan üzerindeki tüm haklarını tanıması, yani Mısır’ın Sudan’ın kendisinin ayrılmaz bir parçası olduğu yönündeki tarihi iddiasını kabul etmesi yönündeki geleneksel talebini yineledi.[6]

Sıtkı, Dışişleri Bakanı Halifax’ın Vefd’in bildirisine verdiği öfkeli ve olumsuz cevabı aktarır. Sıtkı, bunu her Mısırlı ve Arap vatanseverin “derinlemesine incelemesi [...] ve bundan doğru dersleri çıkarması gereken oldukça önemli bir cevap” olarak değerlendirir.

İngiliz Dışişleri Bakanı’nın cevabının metni 5 Nisan 1940 tarihinde Ahram gazetesinde yayınlandı. İngiliz Dışişleri Bakanı (Başbakan Ali Mahir ile istişare halinde), Vefd lideri Mustafa Nahhas’a doğrudan hitap ederek, Vefd’in taleplerini kesin bir dille reddetti. Bu talepleri, Mısır’daki iç siyasi mücadelelerin (Vefd’in Mahir hükümetine karşı güçlü muhalefetinin) bir ürünü olarak gören bakan, bu türden taleplerin İngilizlerin savaş konusunda ortaya koydukları çabalara ters düştüğünü, hatta bu çabaları engellediğini düşünüyordu. Halifax, Vefd’i tarafgir bir sekterlikle, “Büyük Britanya’nın Mısır’ı ve Mısır’ın bağımsızlığını en az kendisi kadar etkileyecek bir savaşı yürüttüğü koşullarda Mısır iç siyasetinde kendince bir rol üstlenmeye dönük [aptalca] bir girişim” içine girmekle suçladı.

Nahhas’ı da sert bir dille eleştiren Halifax, düşman olan Nazi Almanyası’nın zaferinin Mısır’ın bağımsızlığı ve demokrasisi ile ilgili tüm imkânları ortadan kaldıracağını söylüyordu. Halifax, Nahhas’tan bu zorlu savaş döneminde ulusal sorumluluk göstermesini ve Nazizme karşı zafer kazanmak için İngiltere’nin savaş çabalarına destek vermesini talep etti. Bu zafer, Mısır için de bir zafer olacak ve bunun ötesinde, Mısır’ın bağımsızlığı ve demokrasisinin garantisi olacaktı. Halifax, “Küçük ulusların barışı için savaşıyoruz” diyerek, Nahhas’ın İngiltere’nin Mısır’ı “küçük bir ulus” olarak koruduğunu anlaması gerektiğini sözlerine ekledi. Bakana göre İngiltere, bu koruma faaliyetini, savaş zamanında Mısır ile ilişkilerini yönetmek, ayrıca altında “Nahhas’ın da imzasının bulunduğu” 1936 tarihinde İngiltere ile Mısır arasında imzalanmış ittifak anlaşmasına sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle icra ediyordu.[7]

Elbette Sıtkı, Halifax’ın pozisyonuna verdiği ateşli desteği vurgulamak için bu olaydan alıntı yapıyor. Bunu yaparken, Mahir hükümetinin ve Vefd bildirisini şiddetle kınayan (Vefd’den kopan) Saadi partisi gibi Mısır’daki diğer siyasi güçlerin tutumunu da ifade ediyordu. İlkesel açıdan Vefd’in Mısır’ın kurtuluşu ve bağımsızlığına yönelik milliyetçi talepleriyle özdeşleşse de, Vefd’in zamanlamasının yanlış olduğuna, savaş zamanında partinin İngiltere’nin yanında durması gerektiğine inanıyordu.

Sıtkı, Vefd’in pamuğun en yüksek teklifi verene satışına izin verecek olan “ticari özgürlük” talebinin, Müttefiklere karşı kasıtlı olarak kışkırtılan “tuhaf” ve haksız bir talep olduğunu yazdı. Mısır’ın “İngiltere ile Dostluk Antlaşması” uyarınca “Müttefiklerin müttefiki” olduğunu kaydetti. Hâlâ tarafsız olan ABD bile, Müttefiklere lojistik ve ekonomik yardım sağladığı için kendisine böyle bir “ticari özgürlük” tanımıyordu. Daha da önemlisi, Sıtkı, “İngiliz güçlerinin en korkunç savaşın yaşandığı sırada Mısır topraklarından derhal tahliye edilmesi talebi [...] aşırı, mantıksız bir taleptir” diyordu. Ayrıca, Halifax’ın cevabında açıkladığı gibi, İngiltere, “zayıf ulusların” tek koruyucusuydu ve savaşta elde edeceği zafer, bu halkların bağımsız uluslar olarak varlıklarının tek garantisiydi. Onlar için İngiltere’nin zaferi veya yenilgisi, var olmak ya da olmamak demekti.

“Mısır, cılız güçleriyle Hitler veya Mussolini’nin modern, iyi donanımlı ordularına karşı dayanabilir mi? Mısır, Etiyopya’nın, Arnavutluk’un, Çekoslovakya’nın veya Polonya’nın başına gelenlerden hiç ders çıkartmadı mı? Kendisini korkunç bir felakete mi sürüklemek istiyor yoksa?” diye soran Sıtkı, hükümete karşı mücadeleleri ve muhalefet karşısında duyduğu hayal kırıklığı ile Nahhas’ın sorumsuzlukla ve sadakatsizlikle hareket ettiğini düşünüyordu. Vefd’in bildirisine yönelik itirazını ve İngiliz dışişleri bakanının sert cevabına sunduğu desteği tekrar ifade eden Sıtkı, “Mısır’a olan sevgisi”ni dile getiren, “Mısır’ın Arap coğrafyasının lideri olduğunu” söyleyen Sıtkı, “Mısırlı liderlerden tarihsel sorumluluklarını yerine getirmelerini” istedi.[8]

Şurası açık ki “Vefd Partisi’nin Bildirisi” başlıklı ek bölüm, Sıtkı’nın kitabını İngiltere’yi destekleme konusunda Arap Müslüman âlemde ortaya konulan çabaya bir katkı olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Zamanın kritik olduğunu anlayan Sıtkı, bu çalışmasıyla herkesi birlikte hareket etme konusunda yüreklendirmeye çalışıyordu.

“Bu kitabı yayımlıyorum, çünkü Doğu’ya yönelik bir hizmet olarak ve tüm Müslümanlar ile İngiltere ve Fransa’nın iki asil halkı arasındaki manevi ve maddi bağları güçlendirmek istiyorum.”

Diğer bir deyişle, Sıtkı’nın görüşüne göre, İngiltere’ye (veya Fransa’ya) karşı sömürgeci bir kurtuluş mücadelesinin, “nihai düşman” olarak Nazilerin ve faşistlerin yenilgiye uğramasına dek beklemesi gerekiyordu. Sıtkı, savaşta İngiltere’nin zaferini sağlamak için tüm Müslüman ve Arap güçlerini seferber etmenin acil bir ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.[9]

Sıtkı’nın kitabının 1940 yılı Mayıs ayının başında yayımlanmış olması, onun pozisyonu konusunda bize bir bilgi vermektedir. O dönemde, Hitler’in savaştaki kazanımları zirveye ulaşmıştı. Başarıdan başarıya koşan Hitler, Hollanda ve Belçika’yı fethetmek üzereydi, ayrıca Fransa’ya saldırı düzenlemeye hazırlanıyordu. Bu gerçeklik, herkese onu ve Nazi Almanyası’nı durdurmanın artık mümkün olmadığını düşündürmekteydi. Bu bağlamda, Sıtkı “milyonlarca Müslümanın ve Doğulunun kulağına ulaşması gereken [...] insani ve ulusal bir mesaj” olarak gördüğü kitabını yayımladı. Kitap, “dünyanın yaşamakta olduğu bu kritik saatte onların yolunu aydınlatmayı” amaçlamaktaydı. Kendisinin hiçbir siyasi çıkar ya da partiye hizmet etmediğini söyleyen Sıtkı, “Nazizm meselesini, hakiki demokrasi ruhuyla hareket eden, kalemini Arap milletinin ve vatanının hizmetine sunmuş Müslüman bir Arap olarak araştırdığını” söylüyordu.

Sıtkı’nın aktardığına göre, onun Nazizme yönelik itirazı ve yürüttükleri mücadele savaşın patlak verdiği gün başlamamıştı. Kitabında Sıtkı, Nazi Almanyası’nı “Führer”in 1933 başlarında iktidara geldiği günden beri sert bir dille eleştirdiğini söylüyordu. Ta o günlerden Nazizmin Müslümanlar ve tüm insanlık için bir tehlike arz ettiğini görmüştü.

“Aydınların, yazarların ve şairlerin hayatlarını zulme karşı her yer ve mekânda verilen mücadeleye adama yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olduklarını” söyleyen Sıtkı, “Nazi diktatörlüğünden daha korkunç ve daha çirkin bir zulüm düzeni var mıdır?” diye soruyordu.

Sıtkı kitapta, Arap aydınlarına Nazilere karşı topyekûn savaş yürütmeleri çağrısında bulunuyordu. Aynı zamanda Sıtkı, Avrupa’da Nazilerle Müttefik orduları bünyesinde mücadele eden ve öldürülen yüz binlerce Müslüman ve Doğulu askerin olduğunu söyleyen Sıtkı, “kitabını Doğu’nun Avrupa’da Batı cephesinde savaşan evlatlarına ithaf ettiğini” dile getiriyordu.[10]

Peki Sıtkı’nın kitabının, savaş sürecinde Fransa ve İngiltere’nin kullandığı propaganda aygıtının bir parçası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sıtkı’nın kararlı İngiliz yanlısı tutumu kimi şüphelere yol açabilir. Kitapla ilgili kısa değerlendirmesinde Götz Nordbruch, bu olasılığı temkinli bir şekilde gündeme getirir, ancak bunu destekleyecek kesin bir kanıt sunamaz. Böylesi bir kanıtı ben de bulamadım. Daha önce belirtildiği gibi, Sıtkı’nın ana argümanları ile metnin içeriği ve temaları, İslam veya İslamcı söylemde ya da çağdaş liberal veya sosyalist söylemde hiç de sıra dışı değildi. Bilâkis, bu söylemleri sadakatle yansıtıyordu; yani, Nazizmin İslam ve tevhid düşmanı olduğu, aralarında bir uzlaşmanın olamayacağı görüşünü pekiştiriyordu. Sıtkı'nın kitabının tüm bölümlerinin dayandığı ana konu olarak Arapların savaşın kritik aşamasında İngiltere ve Fransa’ya karşı yürüttükleri meşru sömürgecilik karşıtı mücadelenin İngiltere ve Fransa, faşizme ve Nazizme karşı zafer elde edilene kadar ertelenmesi gerektiği, birçokları tarafından paylaşılan bir görüştü. Ayrıca, hatıratta aktarıldığına göre, Fransız yönetiminin zulmüne maruz kalan Sıtkı, İngilizlerle yakın bir ilişki içerisinde değildi.

Gerçekten de, Sıtkı’nın kitabı, kamu alanında özellikle Mısır’da hâkim olan faşizm ve Nazizm karşıtı söylemle örtüşmektedir. Mısır’ın kitapta önemli bir rol oynaması şaşırtıcı değildir. Görünüşe göre Sıtkı, Mısır’daki okuyucuları kitabı için en büyük hedef kitle olarak görmekteydi.

Sıtkı’nın kitabı, ikna edici bir şekilde yazılmış, açıkça öğretici bir nitelikte ve ortalama bir Müslümana hitap etmektedir. Sıtkı Müslüman okura, Nazizme ve Hitler’e neden karşı çıkılması gerektiğine dair eğitici bir açıklama sunar ve onlara karşı savaşılması gerektiğini belirtir.

“Hiç şüphe yok ki İslam’ın ruhu, siyasi rejim, toplum, aile, ekonomi, eğitim ve kişisel özgürlük gibi düzlemlerde Nazizmin tüm ilkelerine bütünüyle karşıttır” diyen Sıtkı’ya göre kitap, tüm bölümleriyle, “bütünüyle karşıtlık” vurgusunu yapmayı ve İslam ile Nazizm arasında herhangi bir uyum sağlama olasılığının olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Sıtkı, kitabında “insani” ve “tektanrıcı” İslam ile “hayvani” ve “putperest” Nazizm arasındaki karşıtlıkları ve çatışkılı yanları içeren uzun bir liste sunmaktadır.

A. Müslüman, Irkçı Olduğu İçin Nazizmle Dövüşmek Zorundadır

Sıtkı, kitabın başında Nazizmi İslam’ın bir “düşmanı” kılan ana unsur olan ırkçılığa işaret ediyor. Sıtkı’nın Mein Kampf’ı ve Alfred Rosenberg’in yazılarını derinlemesine okumuş olduğu, ayrıca Joseph Goebbels’in propagandasını dinlemiş olduğu ortaya çıkıyor. Bu metinler hakkında derin bilgiye sahip olduğunu ortaya koyan Sıtkı, ırkçı doğalarını vurgulamak, ırkçı fikirleri ve ırkçı bir eylem planını teşvik etme niyetlerini belirtmek için onlardan sık sık alıntı yapar.

Bu noktada Sıtkı, ilgili metinleri Kur’an, Hadis, Muhammed Abduh’un, Cemaleddin Efgani ve Mustafa Kâmil gibi isimlerin eserleri, ayrıca ideolojik yakınlık duyduğu, genel manada liberal ya da modernist reformist Müslüman düşünürlerin çalışmalarıyla kıyaslar. Bu çalışmaların evrensel ve ırkçılık karşıtı fikirleri dile getirdiğini, uygulamalara imza attığını söyler.

“Nazi ırkçılığı”nı analiz eden Sıtkı, Nazi partisinin benimsediği programatik metinlere değinir, bunların 1933 yılından itibaren Almanya’daki Nazi rejimi tarafından uygulanan sistematik ırkçı yasalar ve düzenlemelerle nasıl uygulamaya konduğu üzerinde durur. Nazilerin ırkçılık teorisinin, Alman Ari ırkının saflığı ve üstünlüğü kültüne dayandığını açıklar. Bu üstünlük, ırkın saflığına, saflık da ırkın üstünlüğüne bağlıdır: üstün olabilmek için Alman ırkının, üstünlük ve egemenliğini belirleyen tüm “nitelikleri” kendi içinden çıkarmak üzere, kendisini arındırması gerekmektedir.

Hitler, Rosenberg ve Almanya’daki Nazi rejime göre “Aryan ırkçılığı, hayatın mutlak gerçeği, yüce bir manevi ilkedir.” Bu ırkçılık, “Alman dilinden veya kültüründen değil, yalnızca Alman kanından kaynaklanmaktadır”. “Her şeyin kökeni, kültürün temeli ve ruhun temeli” ırkçılıktır.[15]

Aryan ırkının saflığı, üstünlüğünün önkoşuludur. Hitler ve Rosenberg’in ırkçı teorisinde “insan ırkları eşit değildir.” Biyolojik bir hiyerarşiye göre, nitelikleri uyarınca sıralanırlar: “Bazıları yönetmek içindir, bazıları ise yönetilmek.” Irklar merdiveninin en altında “siyah ırk”, ortada sarı ırklar, “zirvede beyaz ırk” durur. Bu hiyerarşi ise başka bir hiyerarşiye tabidir:

“Kurucu ırklar Ari ırklardır; koruyucu ırklar, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar ve İskandinavlar, yok edici ırklar ise Yahudiler, ardından Ruslar, Zenciler, Araplar, Hintliler, Mısırlılar, Türkler ve Balkan halklarıdır.”

Neticede seçilmiş üstün ırkın alnında diğer tüm ırklara hükmedip onları yönetmek yazılıdır. O seçilmiş üstün ırk, Ari Alman ırkıdır. Yüce ve üstün olana ait “erdemli vasıflara bir tek o sahiptir.”

“Ari ırk, diğer tüm ırkların üzerindedir, sarı saç, mavi göz, kar gibi beyaz açık ten asli özellikleridir. Bu sebeple, Ari ırk, tüm insani medeniyetlerin, tarihte büyük ve etkileyici olan her şeyin kaynağıdır.”[16]

Ancak bu eşsiz statüyü korumak ve sağlamak için, Aryan ırkı, “mutlak ve tam saflığını sağlamalı” ve her türlü ırklararası karışımdan, diğer ırklarla herhangi bir yakınlık veya bağlantıdan “kendisini arındırmalıdır”: “Kanı, başka bir ırkın herhangi bir damlasıyla karışmış olmanın yol açtığı tüm kusurlardan arınmış olmalıdır.” Yabancı bir ırkla karışmış olması, kandaki saflığın bu haliyle seyrelip saflığını yitirmesi, onu yok olmanın eşiğine getirir. Özellikle, en kötüsü Yahudi ırkı olmak üzere, kanını kirletmek amacıyla içine girmeye çalışan, böylece onu tehdit eden “aşağı” ve “yıkıcı” ırkların “pisliğini” ortadan kaldırmak için topyekûn bir savaş yürütmelidir. Aryan ırkının “saflığı” ve “üstünlüğü”, ancak onları etkisiz hale getirerek ve tasfiye ederek sağlanabilir.[17]

Nazi ırkçılığının teori ve pratiğini analiz etmeye devam eden Sıtkı, “damarlarında akan saf Alman’a has Aryan kanına şimdi veya geçmişte bir şeyler karışmışsa, o damarlarda başka bir kan akmışsa Nazi devletinde yurttaşların herhangi bir hakka sahip olamayacağını” söyler.[18] “Nazi ırkçılığı, Aryan ırkına mensup Almanlar başka ırklara karşı suç işleseler bile Aryan ırkına mensup olanı tercih eder.”[19] Başka bir deyişle, ırkın saflığı ve üstünlüğü, Alman milletinin özünün, Alman kimliğinin yegâne ölçütüdür.

Nazi devletinde, ötekine yönelik ayrımcılık yapmanın, onu dışlamanın, ona zarar vermenin ve hatta onu tasfiye etmenin meşruiyeti, ırkı, başta Yahudi olmak üzere “öteki/yabancı” tarafından kendisine yöneltilen tüm “tehditlerden” ve “tehlikelerden” arındırmaya yönelik bitmek bilmeyen girişimden kaynaklanmaktadır. Dahası, Alman ırkı, Hitler’e göre, Almanca konuşan insanların yaşadığı tüm coğrafyayı ifade eden meşru “yaşam alanı” anlamında Lebensraum’da kendisini gerçekleştirmesine izin verilmesini talep eder. Nazizmde gördüğümüz, “Alman ırkı”na ait toprakları fethetme ve Büyük Almanya kurulabilsin diye o toprakları Almanya’ya katma ile ilgili emperyalist açlığın nedeni budur.[20]

Sıtkı’ya göre, Nazilerin ırk teorisi tamamen temelsizdir ve hiçbir şey, İslam’a ve onun ruhuna “barbar”, “hayvani” Hitler ırkçılığından daha aykırı olamaz. İslam’da “ırkçılık yoktur”; “ırk” ve “kan”, İslam karşıtı özlerdir. Bir din, hukuk ve yaşam biçimi olarak İslam, ırk ve ırkçılık karşıtı bir olgu olarak gelişti. “İslam, Peygamber’in sözlerini [Hadis] temel alır: Hadis’e göre Arap, Arap olmayan karşısında herhangi bir avantaja sahip değildir. Avantajın ölçütü sadece Yaradan’a ibadettir.”[21] Allah, tüm mahlûkatını eşit olarak yaratmıştır. İslam, kurucuları olan Araplarla her türlü etnik bağını ortadan kaldırmış ve mesajını her insana, tüm insan türüne iletmiştir.

“Nazi ırkçılığının barbarlığa has teorisi ise temelde İslami öğretilerle çelişir, zira İslam, tüm müritlerini tek ve eşit bir öz olarak kabul eder, bu nedenle ‘tüm müminler kardeştir’ der.”[22]

“İslam, ırksal veya etnik kökeni dikkate almaz. İslam, müminlerin ait oldukları tüm ırklara karşı hoş görüyle yaklaşır. Onları tümüyle kucaklar. İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ele alır. Arap, Hintli, İranlı, Endonezyalı, Türk ve Siyahi vs. İslam içerisinde tek bir ailenin fertleri olarak görülür. Kardeşlik duygusu ve birbirine yönelik sevgi esastır. Aile fertleri felaket durumunda birbirini teselli eder, felaketle yüzleşene umut aşılar.”[23]

Tam da bu sebeple “Müslüman Araplar, kendilerini diğer Müslümanlardan ayrı görmezler, seçilmiş bir halkın üyesi kabul etmezler.” Aksine, Arap, diğer tüm Müslümanlar gibi Müslümandır, Müslüman, diğer tüm insanlar gibi insandır.[24] Demek ki İslam’ın “öteki”ye yönelik tutumu, somutta Nazilerdeki ırkçı şovenizmden farklıdır:

“İslam’ın ruhu, tüm insanları tek bir özün sahibi olarak görür ve Müslüman ile Müslüman olmayan arasında hiçbir ayrım yapmaz. Müslüman, farklı kandan olan Müslüman olmayan halklara mensup hiç kimseden nefret etmez, bu halktan kendisini üstün görmez.”

Müslüman olmayan, her daim İslam’a davet edilir, Müslüman olmak istemezse bile, İslam’ın korumasından yararlanmaya devam eder. İslam dünyasında ötekinin meşru bir yeri vardır; bu nedenle, Hristiyanlara ve Yahudilere karşı hoşgörü ve kardeşlik tutumu hâkimdir. Bu noktada Sıtkı, İslam’ı savunan bir konum alıp bu dinin diğer tektanrılı dinlerden üstün bir din (“son ve mührü elinde bulunduran din”) olduğuna dair algının üzerini örtmeye bir miktar çalışıyor görünse de güttüğü amaç yalın ve nettir: Sıtkı’nın derdi, Nazi ırkçılığını ve onun ötekiye yönelik şiddet dolu tutumunu reddetmek ve kınamaktır.

Sıtkı’nın görüşüne göre İslam, hoşgörünün, uyumun, barışın, kardeşliğin, adaletin bir savunucusudur ve esas olarak tüm insanlara eşitlik vaadinde bulunmaktadır. İslam’ın insanın özüne ve kimliğine yönelik tutumunu belirleyen kan, ırk veya toprak değil, kişinin özgürce seçip benimsediği inançtır. İslami topluluğa katılma yolu tüm insanlara açıktır ve eğer katılmayı seçerlerse, kendilerini eşitler arasında eşit olarak hissedeceklerdir. [26]

Sıtkı’ya göre aradaki bu güçlü karşıtlık, Nazizm ile İslam arasında ek bir karşıtlığa yol açar: Nazizm, insanın bedensel, duyusal ve fiziksel yanıdır; İslam ise manevi, düşünsel ve insani taraftır. Sıtkı, Nazizmin maddi, hayvani, putperest olduğunu, insan ve hayvan tarafından paylaşılan temel değerleri esas aldığını birkaç yerde dile getirir.

“Nazizm, yorulmadan ve tutkularını mümkün olan tüm yollarla tatmin etmeye çalışan, bu tür bir tatmin olma çabasının, insanoğlunun manevi yaşamını ortadan kaldıracak olmasına hiçbir şekilde aldırış etmeye, somut açgözlülüğün en düşük seviyesini temsil eder. [...] Hitler, Alman devleti içerisinde ve dışında [tüm dünyada] maddi tutkularının yerine getirilmesine aykırı olan tüm manevi gücü ortadan kaldırmanın derdindedir. [...] Nazizmin gerçek, yüce amacı, insan ruhunu hayvani materyalizm lehine yok etmektir.”[27]

Yani, “Nazizm, her türlü yüce ruhsal içerikten mahrumdur; zamanla dağılıp gidecek olan acil maddi çıkarların bir toplamıdır, oysa İslam’ın ruhu ebedidir, insan var oldukça sürekli yükselecektir.” Gerçekten de “mevcut dünya savaşı”, Nazi materyalizminin, insan ruhunu güçlendiren İslami ruhçuluğa karşı bir savaştır. Somut maddi Nazizme karşılık İslam, ruhun müjdesidir, insanın ruhudur, insan ile hayvan arasındaki farktır. İslam’ın tüm özü, insanın maddi yönelimlerini bastırmak ve onu tehdit eden açgözlülüğü yok etmektir; aynı zamanda İslam, insanın ruhunu kutsar, onun içindeki yüce ve ulvi olanı besler. İslam için insan, “hayvansı” maddi yönelimlere değil, ruha ve öze sahip bir varlıktır.[29]

B. Hukuksuzluk Yöntemi ve Putperest Düzensizlik Olarak Nazizme Karşı Bir Toplumsal Devrim ve Bilinçli Bir Politik Demokratik Düzen Olarak İslam

“İslam bir devrim iken Nazizm düzensizliği ifade eden isyandır.”[29]

Sıtkı, Nazizmi Alman toplumunun ve tüm insanlığın sağlıklı ve bilinçli temellerini tahrip eden bir hareket olarak görür. Ona göre Nazizm, gerici, tepkiselci bir harekettir. Nazizm, insanları tektanrıcılığın değer ve ilkelerinden ama ayrıca Aydınlanma’nın ideal ve ilkelerinden kopartır, onları gerisin geri cahiliye döneminin putperest düzenine bağlar.

Sıtkı, İslam’ın putperestlik sonrası inşa ettiği tektanrıcılıkla, hümanizmle, Aydınlanma’yla, kurtuluşu, ilerlemeyi ve saadeti getiren toplumsal ve politik düzen ile insani düzeni parçalayan, hukuku ayaklar altına alan, ahlaksızlığın ve anarşinin tohumlarını eken, insanı insanlıktan, Aydınlanma’dan ve ilerlemeden kopartıp cahiliye döneminin düzensizliğine geri götüren Nazizmi karşı karşıya getirir.

“Hitler’in, Rosenberg’in, Goebbels’in ve onların görüşlerini paylaşanların öğretileri, müritlerini alıp uzak geçmişe savuran, İslam’ın dünyada varlık imkânı bulduğu günden beri başkaldırdığı toplumsal barbarlık üzerine kurulu hayata mahkûm eden karanlık bir teoridir.”[31]

Bu yıkım dalgasının liderleri, dünyada “yıkıcı Nazi ilkelerini ve vahşi sosyal düzen ile yönetimi” yarattılar; bu ilkeler ki yabani hayvanların karınlarını doyurmaktan başka bir işe yaramaz ama insanların düşünce biçimlerine, çıkarlarına ve özlemlerine ölümcül zararlar verir.[32]

Bu “putperest barbarlığa” geri dönüşün pratik tezahürleri nelerdir? Nazizmde ırkçılık ve kan ile toprağın kutsanmasının ötesinde zulüm vardır. Nazi totalitarizminin karanlık diktatörlüğü, yeni “barbarlığın” bir başka ana özelliğidir. Nazizm, diktatörlük olgusunu eşi benzeri görülmemiş bir zulümle ve şiddetle buluşturmuş, zulüm Nazizm şahsında zirveye ulaşmıştır. Diktatörlüğün başında, Tanrı ile kıyaslandığında her şeye gücü yeten ve yanılmaz olan bir lider vardır. Sıtkı, Hitler’i bir “peygamber” haline getirme ve ona kutsallık atfetme çabasını sert bir dille eleştirir.[33]

Nazi istibdadı, Almanlardan “lidere (Führer’e) mutlak ve körü körüne itaati” talep eder ve kendisine itaat etmeyenlere karşı her türlü baskıyı uygular, acımasız eylemlere imza atar. Muhaliflerine zulmeder, onları parmaklıklar ardına hapseder veya ortadan kaldırır.

Nazi diktatörlüğü, “Almanya’yı kurtarmak” gibi sahte bir slogan altında, yönetimi ele geçirmek için “acımasız şiddet” kullandı; “Hukukun kutsallığına saygısızlık etti, ona karşı çıkmaya cesaret eden herkese saldırdı ve hapse attı, bilim ve medeniyetin kalesine saldırdı, onu paramparça etti.” Gözdağı ve terörden oluşan bir polis devleti ve “peygamber Hitler”in tek yönetimini kurarak insan özgürlüğünü yok etti, doğal adaleti ortadan kaldırdı, sivil hak ve özgürlükleri hükümsüz kıldı.[34]

Eksiksiz bir despotizm, Nazizme kutsal bir dini boyut bahşedilerek elde edilir. “Peygamber Hitler” “yeni bir din” yaratma iddiasındadır: “Nazizm, kendine özgü kutsal metinleri, törenleri ve ritüelleri, davranış biçimleri ve kendine özgü bir felsefesi olan yeni bir ‘din’dir.”[35] Ancak Sıtkı’nın kanaatine göre, bu peygamber sahte bir peygamber, bu din sahte bir dindir ve “bu din, kendi insanlığına sımsıkı bağlı olan insanı kendisini küçümseyen, ruhunu cüceleştiren, hayvani dürtülerine teslim olduğu ve bir tür hayvana dönüştüğü için karşısındaki canavarı kendisinden üstün bir yaratık olarak gören birine dönüştürmüştür.”[36]

Pratikte “Nazi dini”, Almanya’da ve dünyada yıkımın ve yokoluşun tohumlarını eken hayali bir dindir. Sıtkı, Nazizmin “dindarlığın terk edilmesi”ni, “anarşi”yi, tüm insani ahlakın, merhametin, karşılıklı sorumluluğun ve sevginin çöpe atılması olduğuna inanmaktadır. Bu sahte din, insanda ve toplumda insana ait olan her şeyi yok eder, onu mağaralara ve tarih öncesi insanın “ilkel vahşetine” geri götürür. Sıtkı, “Adolf Hitler’in ve onun savaşını destekleyenlerin uydurdukları toplumsal düzenin, insanı, inançları hasta, düşünce tarzları ölümcül bir hastalığa yakalanmış, rejimleri kusurlu, kaotik toplumlara geri döndürdüğü” iddiasındadır.[37] Thomas Mann’ın sözünü aktaran Sıtkı şunları söylemektedir:

"Nazizm, insan ruhunun yok edilmesidir ve bu durumda ruhun yok edilmesi, [tektanrılı] dinlerin gölgesinde ortaya çıkan mükemmel ruhun yok edildiği anlamına gelir; aynı zamanda insanın ürettiği bilimin ruhunun yok edilmesi ve insanın kişisel durumunun ortadan kaldırılmasıdır.”[38]

Sıtkı, Nazi diktatörlüğünün toplumu dağıttığına, yasalarını zayıflattığına, siyasi rejimini mahvettiğine ve kültürel normlarını parçaladığına inanıyordu. Toplumu ölümcül hastalıklar bulaştırıyor, onu kültürün henüz oluşmadığı, ilkel insan durumunun karakterize ettiği mutlak kaosa terk ediyordu.[39]

İslami düzense bu kaos ile belirgin bir tezat oluşturur. Sıtkı, İslam’ın özünde Nazi barbarlığına karşı bir muhalefet olduğunu, bununla birlikte, onu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir devrim olduğunu savunuyor. İslam, hukuku, asayişi, hükümeti, bir norm ve gelenekler sistemini, ayrıca medenice yaşama usulünü yaratmış insani düzende belirli bir dönüşümü meydana getirir. İslam, insanı “barbarlara has cehalet pisliğinden”, putperestlikteki kargaşadan kurtararak, tek Tanrı’ya inanan, hayatını istikrarlı, medeni bir sosyal düzende organize eden aydınlanmış bir insan olarak yeniden yaratır. Ancak bu anlamda İslam evrenseldir ve esasen Hristiyanlık ve Yahudilikten farklı değildir; bu dinler de insanı paganlara has putperestlikten kurtaran, ona yeni bir yaşam biçimi sunan, yüce ve aydınlanmış bir medeniyet oluşturan toplumsal devrimler gerçekleştirmişlerdir.

"Yahudilik Firavunlara karşı bir devrimdi, Hıristiyanlık Roma adaletsizliğine karşı bir devrimdi, İslam ise İslam cahiliyeyi ortadan kaldırmak için gerçekleştirilmiş bir devrimdi.”[41] Bu bakış açısı üzerinden Sıtkı, yeni Nazi barbarlığının tüm İslami ve tektanrılılığa has insani değerlere, “merhamete, sevgiye, kardeşliğe, ‘nefret etmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın veya öldürmeyeceksin’ ilkesine yönelik itiraz, bir meydan okuma” olduğunu söyler.[42] Bu bağlamda “Naziler, Hristiyan inancının Yahudi-Roma zihniyetinin bir sonucu olduğunu, Akdeniz havzasında yaşayanlarca icat edildiğini, bunun kuzey Alman zihniyetiyle hiçbir şekilde tutarlı olmadığını iddia etmektedirler.” Dolayısıyla, Nazilerin Yahudiliğe saldırısı, aynı zamanda Hristiyanlığa ve İslam’a da yapılmış bir saldırıdır.[43]

Ancak, Sıtkı’ya göre, Nazilerin tek tanrılı dinlere yönelik zulümleri başarısız olacaktır ve “alternatif” bir din olma iddiası yanıltıcı ve hayalidir. Nazi “dini”, “Almanlardaki ırkçı şovenizm”den yararlanan “pagan törenleri ve ritüelleri” düzenleyen “Nazi paganizmi”dir.[44]

Diğer tek tanrılı dinler gibi İslam da tek Tanrı’nın pagan putperestliğine karşı yürüttüğü savaştır. Gerçek bir peygamberi, gerçek bir dini ve gerçek bir insani mesajı ancak İslam doğurabilirdi. “Milyonlarca Müslümanın Nazizmden tiksinmesinin ve ondan nefret etmesinin nedeni budur. Bugünün Müslümanları, ilk Müslümanların Kureyş’in cahiliye halkına karşı savaştığı aynı şevk ve kararlılıkla buna karşı savaşmaya hazırdırlar.”[45]

Modern çağda İslam, Aydınlanma eğilimine iştirak etmiş, ona sonsuz insani ve evrensel değerler kazandırmıştır. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi, İslam da modern insanın ve toplumun yaratılmasında belirli bir rol oynamaktadır. Bu rolün en somut ifadesi, İslam’ın modern demokratik hükümet biçimini benimsemesi, müminlerden bu yönetim biçimini savunmasını istemesidir. Eğer demokrasinin özü “özgürlük” ise, İslam, özü itibarıyla demokrasiyi desteklemekte, müminleri onu sahiplenip benimsemeleri konusunda teşvik etmektedir. Demokrasi, tamamen “Nazi düzeni”yle zıt olan bir toplumsal ve politik düzendir.[46]

Sıtkı, diğer modernist ve özgürlükçü İslam düşünürleri gibi, demokrasi fikrini geleneksel İslami hükümdarların İslam milletinin temsilcileriyle istişare etme yükümlülüğüne dayandırmaya çalışır. İlk dönem İslam’ın siyasi düşünce ve uygulamalarında istişare fikrinin ve istişare kurumunun (şûra) yerleşik olduğunu kanıtlamak için klasik İslami metinlerden alıntı yapar.[47]

Sıtkı, aynı zamanda Yunanistan’da ortaya çıkan, İslam’a aktarıldığını düşündüğü demokrasiye dair fikirlere de hâkimdir: Bu anlamda Sıtkı, demokrasinin, halkın halk tarafından, halkın iyiliği için yönetimi olduğuna, halkın egemenliğine dayandığına, halkın iradesinin, egemen güç olarak hükümet biçimini belirlediğine, aynı zamanda meşruiyetinin kaynağı olduğuna inanır.[48]

Sıtkı, bir yandan da, Batı Avrupa’da Aydınlanma çağında ortaya çıkan, İslam ve Arap dünyası da dâhil olmak üzere dünyaya yayılan demokrasinin, şimdi geniş dünyada ve Arap ülkelerinde kabul edilen ve uygulanan “gelişmiş bir demokrasi”, “üstün bir demokrasi” olduğunu kabul etmektedir.

Sıtkı, ayrıca modern demokrasinin Arap Ortadoğusu’na Batı Avrupa’dan ithal edildiği fikrine de onay verir. “Demokrasinin ilkelerinin, İslam’ın öğüt ve geleneklerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünen Sıtkı, demokrasinin Müslüman Arapların siyasi kültüründe coşkuyla karşılanmasının sebebinin bu gerçek olduğuna vurgu yapar.[50]

Başka bir ifadeyle, Sıtkı’ya göre, İslami siyasi kültür, modern batı demokrasisini hızlı ve doğal bir şekilde benimsemeye hazırdır. Okurlarına, “demokrasiyi resmi olarak benimseyen ilk Arap ülkesinin Mısır olduğunu” hatırlatan Sıtkı, Mısır’ın demokrasiyi “Batı gibi” içselleştirdiğini söyler.

Yirminci yüzyılda Mısır, diğer Arap ülkelerinin taklit ettiği bir model haline geldi. Sıtkı, Arap ülkelerindeki kamuoyunun demokrasiyi medeni kültürlerine kabul ettiğine inanmaktadır. Arap kamuoyunun bir hükümet biçimi olarak anayasal parlamentoyu benimsemesinin yanı sıra, günlük yaşamlarında demokrasiyi yaşadığını belirten Sıtkı, “Evlerde, sokaklarda, kahvehanelerde demokrasiyi övdüğünü, yücelttiğini” söyler.

“Demokrasi o kadar yaygın kabul görmüş ki, bugün hayatı boyunca demokrasi hakkında hiçbir şey duymamış biri bile, onun destekçilerinden biri olmaktan gurur duyuyor. Eğer ona ‘Demokrasi nedir?’ diye sorulsa, tereddütsüz şu cevabı veriyor: ‘demokrasi özgürlüktür’. Hiç de haksız değil.”[52]

Sıtkı, Arapların çoğunun “demokrasinin destekçileri” olduğuna, demokrasiye bağlılıklarının Avrupa’daki Nazi diktatörlüğünün suçlarını öğrendikten sonra daha da güçlendiğine inanır. Ayrıca Sıtkı, Arap ülkelerine getirilen demokrasi ve parlamenter sistemlerin, Arapların ilerlemesi, aydınlanma, modernleşme ve şu anda yaşadıkları kültürel uyanış için anahtar olduğu kanaatindedir.

Demokrasi, özgürlük haricinde, aynı zamanda istikrar, düzen, ekonomik refah, eşitlik, sosyal adalet ve muhtaçlara yardım sağlayan bir yönetim biçimidir. Nazilerin önerdiği “düzensizliğin”, “serbestiyet”in ve “kaos”un panzehri odur. Elbette, “mevcut savaş” bağlamında, Arapların demokrasiye sundukları destek, Nazizm ve Mihver güçlerine karşı yürütülen savaşta demokratik güçlerin Müttefikleri desteklemelerinin önemli nedenlerinden biridir.

Demek ki Sıtkı’nın görüşüne göre, Arapların benimsediği demokrasi, Nazizme iki düzlemde karşıt bir tutum sergilemektedir: ilk düzlemde demokrasi, Nazilerin önerdiği “düzensizlik” ve “kaos”a karşı toplumsal düzenin ve siyasi rejimin bir ifadesidir. İkinci düzlemde ise demokrasi, Nazi diktatörlüğüne, zulmüne ve teröre karşı özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin koruyucusudur.[54]

İsrail Gerşoni

[Kaynak: Die Welt des Islams, 2012, Cilt. 52, Sayı 3/4, Islamofacism (2012), s. 471-498.]

Dipnotlar:
[1] Bu aydınların ve politik eylemcilerin faşizm ve Nazizm karşıtı tutumları konusunda İsrail Gerşoni’nin makalelerine bakılabilir: Abdullah İnan ile ilgili çalışması için bkz.: “Egyptian Liberalism Reassessed: Muhammad ‘Abdallah Inan’s Response to German Nazism, 1933-1935”, 4 (1999), s. 31-68 (İbranice); Almanca yayınlanan kısa versiyonu için bkz.: “Eine Stimme der Vernunft: Muhammad Abdallah Inan und die Zeitschrift Al-Risala”, Yayına Hz.: Nicolas Berg, Omar Kamil, Markus Kirchhoff ve Susanne Zepp, Konstellationen : Über Geschichte, Erfahrung und Erkenntnis. Festschrift für Dan Diner içinde (Göttingen, 2011), s. 105-124; Zeyyat ve Risale için bkz.: “Egyptian Liberalism in an Age of ‘Crisis of Orientation: Al-Risala’s Reaction to Fascism and Nazism, 1933-1939”, IJMES, 31 (1999), s. 551-576; Hasan Benna ve Muhammed Said Eşmavi konusunda bkz.: “Rejecting the West: The Image of the West in the Teachings of the Muslim Brothers, 1928-1939”, Yayına Hz.: Uriel Dann, The Great Powers in the Middle East , 1919-1939 (New York, 1988), s. 370-390; Muhammed Lütfi Cuma konusunda bkz.: Bayna l-asad al-ifrïqï wa-l- nimr al-ïtâlï: bahth tahlïlï wa-l-ta'rïkhï wa-nafiânï wa-ijtimâ'ï fi l-mushkilat al-habashiyya al-itäliyya (Kahire, 1935); Mısırlı Arapların antifaşist ve Nazi karşıtı tutumları ve görüşleri konusunda bkz.: Israel Gershoni ve James Jankowski, Confronting Fascism in Egypt: Dictatorship Versus Democracy in the 1930s (Stanford, 2010), bilhassa s. 111-233.

[2] Al-Taqalid al-islamiyya wa-l-mabadi al-naziyya: hal tattafiqãna Bahth (ilmî wa-ijtimâ’î wa-siyâsi wa-dinî (Beyrut ve Kahire, 1940).

[3] Sıtkı’nın hayatı, teorik ve politik faaliyetlerine dair daha detaylı bilgiler için bkz.: Yayına Hz.: Hanna Abu Hanna, Mudhakkirãt Najatî Sidqî (Beyrut, 2001), s. 1-167; Sıtkı’nın Moskova seyahatleri ve orada geçirdiği süre konusunda bkz.: A.g.e., s. 21-69; FKP içerisinde bir komünist olarak yürüttüğü faaliyetler ve Suriye ile Lübnan’daki komünist hareketle yakın ilişkileri konusunda bkz.: A.g.e., s. 122-147. Ayrıca bkz.: Salim Tamari, “The Enigmatic Bolshevik from the Holy City", Mountain Against the Sea: Essays on Palestinian Society and Culture içinde (Berkeley, 2009), s. 167-175. Tamari’nin Sıtkı ile ilgili makalesi için bkz.: “Necati Sıtkı”, İştiraki. Yirmilerde ve otuzlarda yürüttüğü teorik ve politik faaliyetler konusunda ayrıca bkz.: Ibrahim Muhammad Abu Hashhash, Najatî Sidqî: hayätuhu wa-adabuhu (1905-1979) (Beyrut, 1990), s. 15-59. Sıtkı’nın edebiyat ve kültür sahasında yürüttüğü faaliyetler ve yaptığı üretimler konusunda bkz.: A.g.e., s. 50-240. İspanya İç Savaşı’na katılımı ile ilgili olarak bkz.: Mustafa Kabha, “Spanish Civil War as Reflected in Contemporary Palestinian Press”, Yayına Hz.: Israel Gershoni, Arab Responses to Fascism and Nazism: New Directions and Reappraisals içinde, yakında yayımlanacak. Ayrıca bkz.: Musa Budeiri, The Palestine Communist Party, 1919-1948: Arab and Jew in the Struggle for Internationalism (Londra, 1979), 25 ve devamı, 63, 120.

4) İnan konusunda bkz.: Gershoni, “Egyptian Liberalism Reassessed”; Musa konusunda bkz.: Israel Gershoni, “Liberal Democracy Versus Fascist Totalitarianism in Egyptian Intellectual Discourse: The Case of Salama Musa and al-Majalla al-Jadida”, Yayına Hz.: Christoph Schumann, Nationalism and Liberal Thought in the Arab East içinde (Londra, 2010), s. 145-172; daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz.: Vernon Egger, A Fabian in Egypt: Salamah Musa and the Rise of the Professional Classes in Egypt, 1909-1939 (Lanham, 1986), s. 201-207.

5) Sidqi, al-Taqãlid al-islamiyya, s. 95-102.

6) A.g.e., s. 99 ve devamı. İlgili tarihsel döneme dair detaylı bir tartışma için bkz.: Abd al-Azim Ramadan, Tatawwur al-haraka al-wataniyya fi Mişr min sanat 1937 ilâ sanat 1948, Cilt. 2 (İkinci Baskı, Kahire, 1999), s. 41-54.

7) Sidqi, al-Taqalid al-islamiyya, s. 97 ve devamı.

10) A.g.e., s. 2, 4 ve devamı.

11) Götz Nordbruch, Nazism in Syria and Lebanon: The Ambivalence of the German Option, 1933-1945 (Londra, 2009), s. 81, birinci ve ikinci dipnotlar, s. 166.

12) Bkz.: Mudhakkirat Najati Sidqi, s. 16-21,34-121, 148-167, 220-228.

13) Bu konuyla ilgili olarak bkz.: Gershoni ve Jankowski, Confronting Fascism in Egypt.

14) Sidqi, al-Taqalid al-islamiyya, s. 10.

15) A.g.e., s. 31.

16) A.g.e., s. 32 ve sonrası.

17) A.g.e., s. 10f., 30-33.

18) A.g.e., s. 10.

19) A.g.e., s. 11.

20) A.g.e., s. 9 ve sonrası.

21) A.g.e., s. 11.

22) A.g.e., s. 35, meseleyi daha kapsamlı ele alan kısımlar için bkz.: s. 30-37.

23) A.g.e., s. 36.

24) A.g.e., s. 36 ve devamı.

25) A.g.e., s. 9-14, 30-37.

26) A.g.e., s. 9-42.

27) A.g.e., s. 38 ve devamı.

28) A.g.e., s. 13.

29) A.g.e., s. 16 ve devamı, s. 22-29, 34-42.

30) A.g.e., s. 15. Meseleyi daha kapsamlı ele alan kısımlar için bkz.: s. 15-23.

31) A.g.e., s. 15.

32) A.g.e., s. 9.

33) A.g.e., s. 7, 30., 36.

34) A.g.e., s. 10, 28 ve devamı.

35) A.g.e., s. 30.

36) A.g.e.

37) A.g.e., s. 9, 15-18.

38) A.g.e., s. 17.

39) A.g.e., s. 9 ve devamı, s. 16 ve devamı.

40) A.g.e., s. 9 ve devamı, 15-18.

41) A.g.e., s. 24.

42) A.g.e., s. 24 ve devamı.

43) A.g.e., s. 17.

44) A.g.e., s. 10 ve devamı, s. 30-33.

45 A.g.e., s. 18, 15-18.

46 A.g.e., s. 4 ve devamı, 18, 43-48.

47) A.g.e., s. 45 ve devamı.

48) A.g.e., s. 44 ve devamı.

49) A.g.e., s. 45.

50) A.g.e.

51) A.g.e., s. 43 ve devamı.

52) A.g.e., s. 43.

53) A.g.e.

54) A.g.e., s. 15-18,43-48.