30 Kasım 2025

,

Ekoloji ve Marx


Bazıları, Manifesto’nun yazarı Marx’ın, Liebig’in topraktaki değer kaybı meselesini ele almak suretiyle Kapital’de karşımıza “ekoloji”yle alakalı biri olarak çıktığını iddia ediyorlar. Ama bu iddianın sahipleri, Marx’taki Aristocu-Hegelci doğa teorisini görmezden geliyorlar. Bu tür fikirlerin, akademiye hapsolmuş Marksolojinin en berbat biçimi olduklarını söylemek gerekiyor.

Kohei Saito’ya göre, Marx’ın Kapital’de dile getirdiği metabolizma teorisi bir “kopuş”u ifade ediyor. Saito, bu anlamda Marksist külliyattaki yorumlama tekniğini kötüye kullanıyor.

Saito,1840’larda Marx’ın ileride geliştireceği teori için gerekli felsefi temelleri atmaya çalıştığını görmüyor.

Hegel’i takip eden Marx, Paris Elyazmaları’nda insan aklının doğanın özbilince taşınmış hali olarak kavrıyor. Bu anlamda Marx, başından beri doğayla insan aklını “bir tutuyor.” Buradan da doğadaki değer kaybını önemli görüyor çünkü bizdeki değer kaybını önemsiyor.

Marx, sermayenin “doğayı, bizim hayatımızı sürdüren ve geliştiren sürecin parçasından çok bize hâkim olan dışsal bir nesneye, işçiye karşı gelen yabancı bir âleme dönüştürdüğünü” söylüyor.

“Doğa, insanın bedenidir. Ölmek istemiyorsa insan doğayla sürekli bir münasebet içerisinde olmalıdır. Metabolizmamızın doğayla kurduğu karşılıklı ilişki, bizim doğaya yabancılaşmamız neticesinde kopar, böylelikle ‘bedenimiz’ çürümeye başlar.”

Marx’ın 1860’ların başında topraktaki değer kaybına dair görüşleri okuduktan sonra kendisinde varolan “üretimciliği” aştığını söyleyen, sonrasında akademide geliştirilmiş olan görüş, Marksoloji sahasındaki Hegelcilik karşıtlığından kök almaktadır.

Oysa Marx, 1860’larda değil, yirmi yıl öncesinde yaptığı Aristo ve Alman idealistlerine ait eserlere yönelik okuma neticesinde bir “metabolizma teorisi” geliştirmeye başlamıştır. Bahsi geçen eserlerin sahipleri, Marx’ın da aşina olduğu kapsamlı bir metabolizma teorisi geliştirmişlerdir.

Bazen cehalet, bilimsel ilerleme kısvesine bürünebiliyor. Marx’ı küçülmeci bir yerden okuyanlar, bu türden bir cehaletle düşünüp konuşuyorlar. Asıl mesele, Marx’ın teoriyi ne vakit geliştirdiği değil, teorinin niteliği.

Kohei Saito, temelde ikilikçilik, doğa-insan ikiliği üzerinden bir okuma gerçekleştiriyor: doğanın insan faaliyetlerinin karşısına dışsal bir sınır çıkarttığını, elimizdeki sınırlı, sonlu kaynağı özenle ve dikkatle işlememiz gerektiğini söylüyor. Oysa Marx, bu konuda farklı bir görüşe sahip: O, bizim doğa olduğumuzu, doğanın dışsal sınır değil, içsel koşul olduğunu söylüyor.

Yani burada mesele, kendimizi dışarıdan dayatılmış bir sınıra uyarlamamız değil, kendimizi tutarlı, rasyonel ve demokratik bir tarzda, verili koşullara adapte edip bizi geliştirecek o koşulları kabul etmek suretiyle gerçekleştirmemiz.

Jensen Suther
12 Haziran 2025
Kaynak

,

Saito: Metabolik Yarık ve Küçülmeci Komünizm

Kohei Saito, Tokyo Üniversitesi’nde doçent ve bilgili bir Marksist akademisyen. Kurgu dışı kitap dünyasında çok satan bir kitabın yazarı olamayacağını düşünebilirsiniz. Ama bu, bir yanılgıdan ibaret. Saito’nun Japonca olarak yayımlanan, kapitalizm ve gezegen arasındaki ilişkiyi inceleyen yeni kitabı, Japonya’da büyük ilgi gördü, şimdiden yarım milyondan fazla sattı.

Yakında çıkacak olan İngilizce versiyonunun adı: Marx in the Anthropocene: Towards the Idea of Degrowth Communism [“Antroposende Marx: Küçülmeci Komünizm Fikrine Doğru”]

Kitabın mesajı açık ve net. Kapitalizmin doymak bilmez kâr hırsı, gezegeni mahvediyor ve toplumsal üretimi yavaşlatıp serveti paylaşarak bu hasarı ancak “küçülme” telafi edebilir. İnsanların “yeni bir yaşam biçimi” bulması gerekiyor, bu da kapitalizmin yerine başka bir şeyi koymayı ifade ediyor.

Saito, iklim acil durumuyla mücadelede yaygın olarak kabul gören bazı stratejilere derinden şüpheyle yaklaşıyor. Marx’ın din anlayışına atıfta bulunarak, “Kitabımda söze, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin [SKH’lerin] kitlelerin yeni afyonu olduğunu söyleyerek başlıyorum” diyor. Devamında şu tespiti yapıyor:

“Ekonomik sistemde hiçbir şeyi değiştirmeden salt ekonomik poşet ve şişe satın alarak hiçbir şeyi halledemezsiniz. [...] Bu sürdürülebilir kalkınma hedefleri, sistemdeki sorunun üzerini örtüyor, her şeyi bireyin sorumluluğuna indirgiyor, şirketlerin ve politikacıların sorumluluğunu gizliyor.”

Saito, söze şu şekilde devam ediyor:

“Bugün pandemi, yoksulluk, iklim değişikliği, Ukrayna’daki savaş, enflasyon gibi olgularla tanımlı, çok zor bir durumla karşı karşıyayız. [...] Ekonomiyi büyütüp, aynı zamanda yaşam tarzımızda kökten hiçbir şeyi değiştirmeden sürdürülebilir bir şekilde yaşayabileceğimiz bir gelecek hayal etmek imkânsız. Otuz yıldır ekonomi politikaları başarısız oluyorsa, neden yeni bir yaşam tarzı icat etmiyoruz? Bu arzu, birdenbire ortaya çıktı.”

Saito, hızla tüketilen moda gibi israf edilen ürünlerin seri üretimine ve kitlesel tüketimine son verilmesinin gerekli olduğunu düşünüyor. İngilizcede yayımlanan ve daha çok akademiye hitap eden Antroposende Sermaye adlı eserinde Saito, daha kısa çalışma saatleri ve bakım gibi temel “emek yoğun” işlere öncelik verilmesi yoluyla karbonsuzlaşmayı savunuyor. Saito, aslında “küçülmeci komünizmi” olarak adlandırabileceğimiz yaklaşımı öne çıkartıyor.

Saito’nun mesajı net ve yalın. Görebildiğimiz kadarıyla ilgili mesaj, Japon gençliğinin hayal gücünü ele geçirmiş durumda. Antroposende Sermaye isimli eserini satın alan 31 yaşındaki araştırmacı Jun Şiyota, “Saito, anlaşılması kolay bir hikâye anlatıyor. Kapitalizmin iyi ve kötü yanları bulunduğundan veya onu reform etmenin mümkün olduğundan bahsetmiyor. Sadece tüm sistemden kurtulmamız gerektiğini söylüyor” diyor.

Saito, akademik çalışmalarında John Bellamy Foster ve Paul Burkett’i takip ederek, Yeşiller Partisi ismini taşıyan bazı yapıların yaptığı gibi, Marx ve Engels’in kapitalizmin gezegen ve çevre üzerindeki etkisini görmezden geldiğini iddia etmenin yanlış olduğunu söylüyor. Saito, özellikle Marx’ın tarım ve toprağın tükenmesi üzerine tuttuğu not defterlerinin, Marx’ın ekolojiye olan derin ilgisini ortaya koyan analizi sebebiyle 2018 yılında Isaac Deutscher Ödülü’nü kazanmıştı.

Saito, önceki çalışmasında, yaklaşımının “Foster ve Burkett tarafından savunulan ‘metabolik yarık’ teorisinin bir devamı” olduğunu söylüyor. Saito, kapitalizm koşularında gerçekleşen seri üretim ve tüketimin dünyayı epey etkilediği, bu etkinin ekolojik krizlere yol açtığının bugün oldukça açıkça görüldüğü fikrini savunuyor. Dolayısıyla Marksist teorinin, kapitalizmin ötesinde sürdürülebilir bir toplum öngören net ve pratik bir taleple duruma cevap vermesi gerektiği üzerinde duruyor.

Saito’ya göre, kapitalizmle sürdürülebilir üretim için gerekli maddi koşullar arasında uyumsuzluk söz konusu. Eko-sosyalizm tam da bu görüşü temel alıyor. Kırmızı ve yeşil arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyor.

Saito, Marx’ın kapitalizm koşullarında tarım ile ilgili notlarını ele aldığı önceki kitabında, Marx’ın sermayenin mantığının ebedi doğal döngüden nasıl saptığını ve nihayetinde insanlar ile doğa arasındaki metabolik etkileşimde çeşitli uyumsuzluklara neden olduğunu analiz etmeye çalıştığını öne sürer. Marx bu noktayı, Justus von Liebig’in topraktan mümkün olduğunca fazla besin alıp hiçbirini geri vermeyen modern “hırsız” tarımına -Raubbau’ya (yağma) dair eleştirisine atıfta bulunarak analiz etmiştir. Bu “hırsız tarımı”na sürdürülebilir üretim için toprağın maddi koşullarıyla bağdaşmayan kârı azami kılma dürtüsü yön verir. Dolayısıyla, sermayenin değer kazanmasının mantığı ile doğanın metabolizmasının mantığı arasında büyük bir uçurum, yani insanın çevreyle etkileşiminde “metabolik yarıklar” ortaya çıkar.

“Metabolik yarık” kavramı üzerine yazdığı önemli pasajda Marx, kapitalist üretim biçiminin, “toplumsal metabolizma ile toprağın doğal yasalarının öngördüğü doğal metabolizma arasındaki karşılıklı bağımlı süreçte onarılamaz bir yarık meydan getiren koşullara yol açtığını” söyler. “Bunun sonucunda topraktaki canlılık israf edilir, ticaret, bu tahribatı tek bir ülkenin sınırlarının çok ötesine taşır (Liebig).”

Kapitalist birikimin kapsamının genişlemesiyle metabolik yarık küresel bir sorun haline gelir. Dolayısıyla, Saito’ya göre eko-sosyalizm, ekolojik krizin ve metabolik yarığın kapitalizmin temel çelişkisi olduğunu savunur.

Saito, 1845’te yazdığı Alman İdeolojisi’nde Marx’ın kapitalizm eleştirisinde “ekoloji boyutu”na doğru yolculuğunda önemli bir dönüm noktasına tanıklık edildiğini söyler. Saito, bunun “metabolizma” terimini kullanmaya başladığı ve kavrama dair anlayışını sermayenin genel metabolik eğilimi olarak geliştirdiği zaman gerçekleştiğini düşünmektedir. Saito, Marx’ın sermayenin sürekli büyümesinin yalnızca emeği değil, aynı zamanda kâr arayışı dâhilinde doğayı da sömürdüğünü ve toprağın tahribatına, ormansızlaşmaya ve doğal kaynakların bozulmasının diğer biçimlerine yol açtığını giderek daha fazla fark ettiğini savunmaktadır.

Sermaye, giderek daha fazla değer ve özellikle de artı değer ister. Artı değer, üretimin amacı haline gelir. Böylelikle, kapitalizmden evvel insanlarla doğa arasında var olan metabolik uyum bozulur. Artık ortada kapitalizmin neden olduğu metabolik bir yarık söz konusudur.

Bugünlerde bu “metabolik yarık” teriminin kullanılmasının yararlı olup olmadığı konusunda bir tartışmaya tanık oluyoruz. Benim gibiler, bu terimin kapitalizmden önce doğa ile insan arasında belirli bir metabolik denge veya uyumun olduğu imasında bulunduğunu söylüyorlar.

Yarıklara ve kopuşlara yönelik her türden vurgu, esasen kapitalizmin doğa ile insan arasında belirli bir uyum veya denge olduğunu varsaymak gibi bir riski ihtiva ediyor. Oysa doğa, insanlar ortada yokken de dengede değildi.

Marksist paleontolog Stephen Jay Gould’un ifadesiyle, doğa “kesik kesik gerçekleşen dengeler” dâhilinde sürekli değişir, evrimleşir. Bu değişimde Kambriyen patlaması türünden momentlerde birçok tür evrimleşirken diğerleri yok olur. Sinema filmlerinde ne anlatılırsa anlatılsın, dinozorların egemenliği ve nihai yok oluşlarının insanlarla hiçbir ilgisi yoktur.

İnsanlar, gezegendeki koşulları veya diğer türlerin koşullarını dikte etme konumunda hiçbir zaman olmadılar. “Doğa”, insanlar için çevreyi belirler ve insanlar doğada hareket eder. Marx’ın dediği gibi:

“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar altında yapmazlar, bunu doğrudan doğruya karşılaştıkları ve geçmişten miras aldıkları koşullar altında yaparlar.”

Marx’ın, kapitalist üretimin toprağı soymasından bahsettiği doğrudur. Marx, Kapital’in birinci cildinin makinelerle ilgili on beşinci bölümünde şunları söyler:

“Üstelik, kapitalist tarımdaki her ilerleme, yalnızca işçiyi soyma sanatında değil, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; toprağın verimliliğini belirli bir süre için artırma yönündeki her ilerleme, o verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerlemedir. Bir ülke, gelişiminin arka planı olarak büyük ölçekli sanayiden ne kadar çok yararlanırsa bu yıkım süreci o kadar hızlı olur. Dolayısıyla, kapitalist üretim, yalnızca tüm zenginliğin asli kaynaklarını, toprağı ve işçiyi aynı anda zayıf düşürerek, toplumsal üretim sürecinin tekniklerini ve birleşim derecesini geliştirir.” (Marx, 1995 [1887])

Saito, “Marx’ın politik ekonomi eleştirisi, eğer tamamlanmış olsaydı, insanlık ve doğa arasındaki ‘metabolik etkileşim’in bozulmasının kapitalizmin temel çelişkisi olduğunu çok daha güçlü bir vurguyla dile getirirdi” diyor. Bu, Saito’nun görüşü. Peki Marx’ın görüşü neydi?

“Metabolik yarık”, gerçekten de kapitalizmin temel çelişkisi midir? Bana göre Saito, bu iddiayı haklı çıkaracak tek bir gerekçe bile sunmuyor.

Marx’a göre kapitalizm, soygun veya mülksüzleştirme sistemi değil, kâr amaçlı üretimde işgücünün “acımasızca sömürüldüğü” bir sistemdir. Marx’a göre, kapitalizmde tarım, emeği sanayiyle aynı şekilde sömüren bir sektördür. Marx, tarımdaki azalan getiriler nedeniyle sermayenin kârlılığının düşme eğiliminde olduğunu ileri süren Rikardocu teoriyi reddetmişti. Marx’ın geliştirdiği kâr oranının düşme eğilimi yasası, sermayenin “organik” bileşiminin (ki Saito’nun da öne sürdüğü gibi bu “organik” kelimesi muhtemelen Liebig’den alınmıştır) artmasına bağlıydı; burada makine ve doğal malzemelerin maddi değeri, işgücünün sömürülmesine kıyasla maliyet olarak artar. Ancak Saito’nun vardığı sonucun aksine, Marx, Liebig’in kapitalizmin sınırlarına ilişkin toprağın tükenmesi teorisini de nüfusun gıda ile insan yaşamı için gerekli olan şeylerin bulunabilirliğini aşacağı yönündeki örtük Maltusçuluğu da redde tabi tutuyordu.

Saito’nun kitabının alt başlığı “Küçülmeci Komünizm Fikrine Doğru”. Küçülmeci yaklaşım, birçok çevreci ve solcu arasında giderek daha popüler hale geliyor. Küçülmenin önde gelen savunucularından Jason Hickel, kavramı şu şekilde tanımlıyor: “Küçülmede amaç, küresel ekonominin maddi ve enerji çıktısını azaltmak, kişi başına düşen tüketim seviyeleri yüksek olan, yüksek gelirli ülkelere odaklanmaktır.”

Bugün bu husus, kapsamlı bir tartışmanın konusu: eski Dünya Bankası baş ekonomisti ve küresel eşitsizlik uzmanı Branko Milanoviç de aynı meseleyi ele alıyor.[1] Eleştirisinde Milanoviç, zengin ülkelerdeki birikim sürecini ve GSYİH’deki artışı durdurarak hatta azaltarak, gelir ve serveti küresel Güney’e yeniden dağıtma önerisinin iktisadi açıdan mantıksız, politik açıdan uygulanamaz olduğunu savunuyor. Hickel gibi küçülmecilik yanlıları, Milanovic’in ekonomik büyümeye “körü körüne iman ettiğini”, bu sebeple küçülmeci yaklaşımı yanlış yorumladığını söylüyorlar.[2] Okurlar, argümanları değerlendirsinler diye ilgili yazıların linklerini dipnotta paylaştım.

Şimdilik şunu söylemek yeterli: Kapitalizmde sırf biriktirmek için biriktirilir. Burada amaç, daha fazla yatırım yapıp daha fazla kâr elde etmektir. Birikim süreci, plansız ve tümüyle şirket kârlarına dair çıkarları için işler.

Peki, artan üretimin kontrolü işçilerde olduğunda, kendimiz için hayatı daha iyi ve kolay, dünya ve sakinleri için daha sürdürülebilir kılmak adına üretici güçleri geliştirip büyütmeyecek miyiz? Özellikle “yeşil” üretici güçleri, örneğin daha fazla (ve daha iyi) okul, toplu taşıma vb. inşa etmek için geliştirmeyecek miyiz? Sosyalistler, eskiden sömürge olan dünyada üretici güçlerin gelişimine yardımcı olmak suretiyle, emperyalizmin yol açtığı geri kalmışlığı ortadan kaldırmaya çalışmamalı mı?

“Ancak tüm cimriliğine rağmen, kapitalist üretim, insana ait materyali her yönden israf eder. Aynı şekilde kapitalist üretim, insana ait ürünleri ticaret yoluyla dağıtır, rekabet tarzıyla maddi kaynakları alabildiğne israf eder. Bu da neticede bireysel kapitalistin kazanmasına, ama toplumun kaybetmesine neden olur.” ( Marx)

İşçi sınıfının israfçı ve çevresel açıdan sürdürülemez olan tüketim alışkanlıklarını üreten, “kişisel” tercihler değil, sistemdir.

Oysa küçülmeci fikriyatı savunanlar, ekolojik çöküşten kaçınmak istiyorsak, gezegenin insanların aşamayacağı “mutlak sınırları”, “sabit bir taşıma kapasitesi” olduğu gerçeğinin görülmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu görüşün sahipleri, toplumsal olarak üretilen sınırlar ile doğal sınırlar arasında bir ayrım yapmıyorlar. Ancak doğanın değerini azaltmak, türleri yok etmek ve gezegenin atmosferini yokoluşa sürüklemek, sistemin dışından gelen varoluşsal bir tehditten değil, kapitalist üretim biçiminin kendisinde bulunan çelişkilerden kaynaklanıyor.

Artan kirlilik ve çevredeki bozulma oranları, kapitalistlerin çevre pahasına kâr peşinde koşmaları nedeniyle artıyor, teknolojilerin kendisinden değil. Sosyalistler, üretim araçları ile kapitalizmdeki kullanımları arasında ayrım yapmak zorunda.

Sosyalist bir küçülme senaryosunda amaç, ekolojik olarak yıkıcı ve toplumsal olarak daha az gerekli olan üretimi (bazılarının ekonominin değişim değeri olarak adlandırabileceği kısmı) azaltmak, aynı zamanda insan refahı ve ekolojik yenilenme etrafında örgütlenen ekonominin kısımlarını (ekonominin kullanım değeri kısmını) korumak, hatta geliştirmek olacaktır.

Saito, insanlar ve doğa arasındaki diyalektik çelişkinin sona erdirilmesinin, belirli bir düzeyde uyum ve ekolojik denge sağlanmasının ancak kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını söylerken haklı. Engels’in 1896 tarihli Doğanın Diyalektiği isimli eserinde dediği gibi, “Bu kontrolü sağlamak için salt bilgiden daha fazlasına ihtiyaç var.” Bilim yeterli değil. “Kontrolü sağlamak, bugüne kadarki üretim biçimimizde ve onunla birlikte, tüm çağdaş toplumsal düzenimizde tam bir devrimin gerçekleşmesini gerektiriyor.”

Michael Roberts
27 Kasım 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Branko Milanovic, “Global Inequality”, 18 Kasım 2017, Blog.

[2] Jason Hickel, “Why Branko Milanovic is Wrong about De-Growth”, 6 Aralık 2017, Resilience.

[3] Frederick Engels, Dialectics of Nature, 1896, MIA.

29 Kasım 2025

,

DİSK Nereye?


İşçi sınıfının tarihsel belleği, sadece takvim yapraklarından ibaret değildir; aynı zamanda mücadeleyle yoğrulan coğrafyalarda, meydanlarda ve fabrika kapılarında vücut bulur.

Bazen bir örgütün adres değişikliği, basit bir idari işlem değil, tarihsel bir metin, politik bir beyanname olarak da okunabilir.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yönetiminin, genel merkezini İstanbul’dan Ankara’ya taşıma kararı, işte tam da bu ruhla okunması gereken bir tarihsel ihanet teşebbüsüdür. Bu karar, DİSK’in sadece mekânını değil, politik varoluşunun temelini oluşturan “yönünü” değiştirmesi demektir.[1]

Aslında soru basittir: DİSK Nereye Taşınıyor?

Cevapsa bir o kadar hızlı verilmelidir: Sınıfın gövdesinden kopuşun ve bürokrasi kışlasına teslimiyetin coğrafyasına!

İstanbul ve Mücadelenin Belleği

Tarihsel maddeci bir bakışla mekân, sınıflar arası mücadelenin ve üretim ilişkilerinin somutlaştığı bir alan olarak okunur. İstanbul, Türkiye işçi sınıfı için, sadece ekonomik yoğunluğun değil, aynı zamanda bağımsızlık, direniş ve kanla yazılmış sınıf bilincinin mekânıdır.

DİSK, işte tam bu mekânda, 1967’de, sermayeye, devletin güdümündeki sendikacılığa ve bürokratik uzlaşmacılığa karşı çıkan işçi iradesinin eseri olarak İstanbul’da kendini var etti. 1963 Kavel, 1966 Paşabahçe, 1970 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi; bu destan gibi mücadeleler, burjuvazinin kalbine saplanan bir hançer gibi, hep bu coğrafyada parladı. DİSK’in İstanbul’da varoluşu, “sınıfa karşı sınıf” duruşunun, bizzat sınıfın var olduğu, acı çektiği ve direndiği yerde kök salma yemini gibidir.

Ankara ise, bürokrasinin, siyasi iktidarın ve pazarlık masalarının mekânıdır. O, sınıfın kendisiyle değil, devletiyle konuşulan yerdir. DİSK’in genel merkezini bu kışlaya taşıması, kendi kurucu felsefesine karşı giriştiği bir intihar girişimidir. Bu, “işçi sınıfının kalbidir” dediği İstanbul’u terk ederek, tarihsel bağımsızlık çizgisinden kopan bir ihanet handikapıdır. Konfederasyon, işçinin alın terinin aktığı karargâhı terk edip, burjuva siyasetinin kapılarına en basit tabiriyle dilenmeye gitmektedir.

Liberalizm, Reformizm ve Bürokrasi Engeli

Ayrıca yeni bir parantez açmak gerekirse, bu coğrafi kayması, anlık bir hezeyan olarak görülmemeli, DİSK yönetimini uzun süredir kemiren ideolojik yozlaşmanın vardığı yer, onlar açısından bir zirve noktasıdır. DİSK’in mevcut yönetim kademeleri, ne yazık ki, devrimci sınıf sendikacılığını çoktan terk etmiş, yerine uzlaşmacılığı ve teslimiyeti esas alan liberal-reformist, uzlaşmacı karakterde bir sınıf işbirliği çizgisi oturtmuştur. Bu çizgi, en başından bu yana artan şekilde, fiili-meşru mücadelenin ateşinden kaçarak, mücadeleyi bürokratik diplomasiye indirgeme eğilimi taşır. Bu çizginin adı sendikal bürokrasidir.

Sendikal bürokrasi, aklı başında bir sınıf çözümlemesinde burjuvazinin işçi sınıfı içindeki en tehlikeli kolu olarak gözümüze çarpar. Bu bürokrasi, sadece Türk-İş’in temsil ettiği “sarı sendikacılık” ile sınırlı değildir. DİSK’in uzlaşmacı kanadı da, mücadele birikimini bırakarak, politik mücadeleden kaçınarak ve ekonomik talepleri kararlı bir biçimde savunmaktan imtina ederek, aynı ihanet misyonunu farklı bir tonla yıllardır sürdürmektedir.

Bu bürokratik kastın temel misyonu şudur:

1. Sınıfı Politik Mücadeleden Uzak Tutmak: Ekonomik mücadeleyi sınırlandırarak, işçi sınıfının burjuva ideolojisinin çeperinden kurtulup bağımsız politik kimliğini kazanmasını engellemek.

2. Sınıfı İktidara Yamamak: Sendikal örgütlenmeyi, işçinin öz örgütü olmaktan çıkarıp, “Saray’a, Meclis’e, Parti’ye” yamanacak basit bir lobi ve pazarlık aygıtına dönüştürmek.

DİSK’in Ankara’ya taşınması, yalnızca bu misyonun tamamlanması için atılmış somut, fiziki bir adımdır. Karar, aynı zamanda tüzüksel çoğunluk ilkelerini hiçe sayarak, sendikal demokrasinin ruhuna karşı işlenmiş bir suçtur.

Bir örgüt, kendi meşruiyetini ve demokratik işleyişini bu denli ayaklar altına alıyorsa, onun sınıfa karşı dürüstlüğü ve sadakati de bütünüyle sorgulanmak durumundadır.

Örgütlenme Formunun Devrimci Diyalektiği

Bu ihanet anında, örgütlenme ve bürokrasiye dair tarihsel gözlemlerden süzülmüş bazı uyarıları kulaklarda çınlatmakta fayda var.[2]

Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesi için en uygun yığınsal örgütlenme biçimidir. Ancak, sendikaların otomatik ve kendiliğinden biçimde devrimci olmayacağını, uzlaşmacı eğilimler taşıyacağını ve bu eğilimlerin sürekli olarak Proleterya Partisi’nin müdahalesiyle aşılması gerektiğini hem tarihsel örnekler hem de ustaların yazdığı temel metinler bize göstermiştir.

Türkiye işçi sınıfının bugün en yakıcı ihtiyacı, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki bağı kurmaktır. Siyaset üstü sendikacılık safsatası (Türk-İş) ve liberal-reformist kaçış (DİSK yönetimi), bu bağı kurmamak için burjuvazinin kullandığı iki farklı silahtır.

Bu bürokratik engeli aşmanın yolu, soyut örgütlenme modeli tartışmalarında değil, mücadele anlayışının militan ve devrimci bir pratikle yeniden kurulmasından geçmektedir. Daha önce de bu mecrada çeşitli konular vesilesiyle değinmiştik. Neydi onlar?

1. İşyeri Örgütlenmelerini Yükseltmek: Sendikal barajlar, grev yasakları ve sendika bürokratlarını aşacak olan yegâne güç, işçi sınıfının güçlü işyeri örgütlenmelerine dayanmasıdır. Bölüm, vardiya ve fabrika komiteleri, işçilerin tamamını mücadelede özne haline getirmeli, bürokrasinin karar mekanizmalarını tabandan gelen demokratik iradeyle felç etmelidir. Yani ilk çözüm adımı taban örgütlülüğüdür.

2. Geri Çağırma Hakkı: Bir sendika, temsilcilerin ve yöneticilerin tepeden dayatıldığı, görevini yapmayanların geri çağrılamadığı bir yapı olduğu sürece, işçi sınıfının öz örgütü olamaz. Demokratik merkeziyetçilik, sendikal örgütlenmenin her düzeyinde hayata geçirilmeli, bürokratik kastlaşmanın önü kesilmelidir.

Tarihsel Sorumluluğun Gereği

DİSK’in Ankara’ya yönelmesi, sadece bir binanın taşınması değil, bir ruhun taşınmasıdır. O ruh, bir zamanlar direnişin, bağımsızlığın ve devrimin ruhuydu. Bu karar, Konfederasyon yönetiminin kendi kuruluş felsefesine attığı politik bir kurşundur.

İşçi sınıfının önündeki görev bellidir: Bu tarihsel yanlışın geri alınması için, Konfederasyon yönetimine karşı topyekûn bir mücadele başlatılmalıdır. DİSK, yine ve daima, “işçi sınıfının kalbinde” kalmalıdır!

Bu mücadele, sadece bir adresi savunma mücadelesi değil, devrimci sınıf sendikacılığı anlayışını yeniden tesis etme, burjuvazinin içimizdeki ajanlarını tasfiye etme ve işçi sınıfının bağımsız politik gücünü inşa etme mücadelesidir. Sınıf, kendi tarihsel sorumluluğunun gereği olarak, bu ihanet çizgisini tecrit edecek ve günün devrimci sendikal pratiğini kendi deneyimleriyle mutlaka yaratacaktır.

M. Börklüce
20 Ekim 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] 17 Ekim’de DİSK’e bağlı 11 sendika yayınladıkları ortak açıklama ile DİSK’in Ankara’ya taşınmasına tepki gösterdi ve kararın“Sadece Taşınma Değil, Bu Bir Yön Değişimi” olduğunu söylediler. Bildiriye imza atan sendikalar ise şöyle:

“Birleşik Metal İşçileri Sendikası (Birleşik Metal-İş), Türkiye Basın Yayın Matbaa Çalışanları Sendikası (Basın-İş), Birleşik Tarım Orman İşçileri Sendikası (BTO-Sen), Devrimci Yapı, İnşaat ve Yol İşçileri Sendikası (Dev Yapı-İş), Elektrik Gaz Su ve Baraj Çalışanları Sendikası (Enerji-Sen), Güvenlik-Sen, Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, Ardiyecilik ve Antrepoculuk İşçileri Sendikası (Limter-İş), Türkiye Devrimci Kara, Hava, Demiryolu İşçileri Sendikası (Nakliyat-İş), Sinema Emekçileri Sendikası (Sine-Sen), Türkiye Sosyal Sigortalar, Eğitim, Büro, Ticaret, Kooperatif ve Güzel Sanatlar İşçileri Sendikası (Sosyal-İş), Tüm Kağıt ve Selüloz Sanayii İşçileri Sendikası (Tümka-İş).”

[2] DİSK Genel Merkezi’nin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasına kararına karşı DİSK yönetimine çağrı yapan 103 isim, “DİSK Genel Merkezi’nin Ankara’ya nakledilmesi kararından derhal vazgeçiniz” dedi. Açıklama da ayrıca; “DİSK’in kurucu Genel Başkanı ve büyük önderi Kemal Türkler’in yakın çalışma arkadaşları olarak, DİSK Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınmasına karşı olduğumuzu aşağıda sunduğumuz gerekçelerle belirtiriz.” denildi. Kızılbayrak ve Sol.

28 Kasım 2025

Sol Dünyayı Anlamayı Bıraktığında


Bir an gelir ve fikirler tarihinde siyaset, gerçekliği yorumlamayı bırakıp yalnızca onu takip etmekle yetinir. İşte sefalet, tam da bu noktada başlar.

Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri’nde şöyle der:

“Bilimsel tartışmalarda, daha ‘ileri’ olduğunu düşünen kişi, karşı tarafın kendi inşa çabasına dâhil edilmesi gereken bir ihtiyacı dile getiriyor olabileceği görüşünü benimser.”

Gramsci’ye göre “ileri” olmak, daha saf veya daha aşırı olmak anlamına gelmez; daha ziyade, kişinin kendi vizyonuna, belki çarpıtılmış veya gerici bir biçimde de olsa, hasmının ifade ettiği şeyi bile dâhil edebilme, anlama becerisini daha fazla kullanabilmesidir. Kök anlamına gelen radix, etimolojik manada, olayların yüzeyinde kalmak yerine tarihsel süreçlerin derinliklerine inen radikal bir bakış açısını ifade eder. Dolayısıyla radikal olmak, aşırıcı olmak, uçlara savrulmak değil, olayların köküne inmek anlamına gelir ve solun giderek kaybettiği şey de tam olarak bu radikal bakış açısı kapasitesidir.

Popülist sağa karşı çıkanlar, artık toplumu yorumlamıyorlar, ona boyun eğiyorlar. Analiz etmek yerine tepki veriyor, anlamak yerine mahkûm ediyorlar. Haklardan ve eşitlikten bahsediyorlar ama içi boş bir dille, kendilerini terk edilmiş hissedenlerin gerçek hayatlarına dokunamıyorlar. Bu, birçok işçinin neden “düzen” vaat edenleri seçtiğini veya ayrımcılığa uğrayan azınlıkların neden kendilerini hor gören liderleri desteklediğini açıklıyor. Burada cehalet değil, kopukluk söz konusu. Gerçekliğin karmaşıklığıyla hesaplaşmayı bırakmış bir siyasetin sonucu.

Franco Cassano, L’umiltà del male [“Kötülüğün Alçakgönüllülüğü”] adlı eserinde bize “iyiliğin kötülükten alçakgönüllü olmayı öğrenmesi” gerektiğini hatırlatmıştı: Kendi ahlaki üstünlüğüne sığınmak değil, dinlemeyi öğrenmek. Kötülüğü dinlemeyen siyaset, onu anlamaz ve bu nedenle onunla mücadele edemez. Ancak kötülüğü anlamak, onu meşrulaştırmak anlamına gelmez: Acı ve korkunun da birer bilgi biçimi olduğunu kabul etmek anlamına gelir.

Karl Marx, Alman İdeolojisi’nde “Hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır” diye yazmıştır. Fikirler, maddi yapılarını, insanları belirli güçlere boyun eğdiren mekanizmaları ve fikir birliğini üreten ilişkileri yorumlayamazlarsa dünyayı değiştiremezler. Bu dersin unutulduğu görülüyor: Siyaset, irade yeterliymiş gibi, özgürleşmeden bahseder ve öznelerin kendi içlerinde de iktidar ilişkilerinin var olduğunu anlamaz.

Çünkü, asıl mesele de burada yatıyor, özneler, ortada bir kral var diye var olmazlar: kral, özneler onu bu şekilde tanımaya devam ettikleri için vardır. Bağımlılık, salt dışsal bir zincir değil, karşılıklı bir bağ, bir tür sembolik suç ortaklığıdır. Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi, iktidar, ona boyun eğenlerce tanınmadan var olmaz. Dolayısıyla, özgürlük mümkün olsa bile, bir farkındalık eylemini, salt alışkanlık haline gelmiş olanı artık “doğal” olarak tanımama kararını gerektirir.

Siyaset anlamını yeniden kazanacaksa, bir kez daha bu karmaşıklıkla yüzleşmeli, çağdaş yaşama nüfuz eden korku ve uzlaşının, arzu ve boyun eğmenin, özgürlük ve itaatin iç içe geçtiğini görmelidir. İktidara karşı çıkmak yeterli değildir. Onun görünmez mekanizmalarını, kurbanları için bile onu inandırıcı kılan mekanizmaları anlamalıyız.

Slavoj Žižek, popülizmin gerçekliğe dönüş değil, ondan kaçış olduğunu tespit eder. O, boşluk üzerine kurulu bir kimlik biçimidir. Sağ, bu boşluğu işgal etmeyi başarmış ve hayal kırıklığını aidiyete dönüştürmüştür. Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu’nda, özgürlük adına kendini sömüren, kendi efendisi olduğuna inanan ama kendi verimliliğinin kölesi olan insandan bahseder. Bu paradoks, yeni bir gönüllü kölelik biçimi yaratır.

Oysa sol, bu gerçeğin ayırdında değilmiş gibi görünüyor. “Liyakat”, “rekabet”, “fırsat” gibi iktidar dilinden ödünç alınmış kelimeleri diline dolamaya devam ediyor. Artık sadece bir seçim yenilgisi değil, kültürel bir teslimiyet söz konusu. Hegel, “Minerva’nın baykuşu uçuşuna alacakaranlıkta başlar” demişti: Düşünce, her zaman geç gelir. Günümüzde siyaset, sadece geç gelmekle kalmıyor, aynı zamanda uçabileceği gökyüzünü de kaybetmiş gibi görünüyor.

Sağ, karmaşıklık içinde yaşayanlara basit bir dünya sunduğu için kazanır. Sol ise karmaşıklığı kafa karışıklığıyla karıştırdığı için kaybeder. Oysa gerçeklik, tanımı gereği çelişkilidir: Özgürlük korkuyla, isyan bağımlılıkla bir arada var olur. Bu belirsizliği kabullenemeyenler, sonunda ölü bir dil konuşurlar.

Marx, bize “Egemen sınıfın fikirleri her çağda egemen fikirlerdir” demişti. Nitekim dünyayı değiştirmek isteyenler bile, onu iktidarın sözleriyle düşünmeye devam ediyorlar. Gramşici ve radikal anlamda “ileri” bir bakış açısını yeniden keşfetmek, aşırılık değil, derinlik anlamına gelir: Çelişkilerin üzerine çıkıp düşünmeyi değil, onların içerisinde düşünmeyi bilmek gerek.

Belki de sol, dünyayı basitleştirmeye çalışmaktan vazgeçtiğinde, öznelerin kendilerini yalnızca egemene karşı değil, aynı zamanda kendi boyun eğme alışkanlıklarına karşı da özgürleştirdiklerini kabul ettiğinde, yani bir zamanlar en büyük görevi olan şeye, yönetmek değil, gerçekliği kökten, derinlemesine anlayarak dönüştürme işine geri döndüğünde dünyayı anlama yetisini yeniden kazanacaktır.

Massimiliano Civino
29 Ekim 2025
Kaynak

27 Kasım 2025

,

Dev-Gratis

Türkiye’de bir örgüt, popüler hareketin rüzgârıyla yelken şişirmeyi devrimcilik zannediyor. Dün Mahir Çayan’a karşı gelerek fokoculuk yapıp sağda solda poz kesenler, bugün “Barınamıyoruz” sözü gündeme gelmişse hemen bu ismi mülk ediniyor, o isimle kurulmuş örgüt gibi hareket ediyor. Popüler imajların dünyasında kendisini göstermeyi politika olarak anlıyor.

Bir bölümü seksen sonrasında mafya olan bu örgüt, genelde yazının başlığındaki markanın renklerini kullanıyor. Çarpıcı renklerle varolmak istiyor. Bu boş ve beyhude çabalar, sosyalist hareketi tüketiyor. Küçük olanın büyüme çabası, onu daha da küçültüyor. Nicele değil nitel kütlenin maddesine ve diyalektiğine örgütlenmek gerekiyor.

İmamoğlu maskesi takan örgütlerin iddianame sonrası harekete geçmemiş olmaları da onların aynı pop-siyasetin uzantıları olduklarını kanıtlıyor. Bunların andığı Ekim Devrimi’nin gerçek Ekim’le bir alakası olamaz. Ekim iradesini başka bir yerde aramak gerekiyor. Ekim, Şubat’ın niceliğine kul olmuş olsaydı, şekline bağlansaydı, o maskeyi taksaydı varolamazdı. Ekrem maskesi, bu gerçeği anlamıyor.

Az olan, çokmuş gibi görünmenin yollarını arıyor. Bu yolların devrimle ve sosyalizmle bir bağı yok. Sosyalizmin tek bir sınıfa aitmiş gibi görünmesine karşı olanlar, “Sadece bir sınıfa ait olmayan sosyalizm anlayışını geniş bir yelpazede ele alıp topluma mal etmek gerekiyor” diyenler[1], başka sınıflara hizmet ettiklerini söylüyorlar aslında. “Küçük burjuvazinin, onun şahsında burjuvazinin malı olsun” dedikleri sosyalizmi, esasen burjuvaziye sıcak göstermek için uğraşıyorlar. Burjuvazinin niceliğine kul olanların tek derdi, proletaryanın ve halkın niteliğini yok etmek.

Özünde TKP de çok uzakta durmuyor. Sadece efendileri farklı. Onun Kautsky sevdası ve güzellemesi de sosyalizmi başka sınıflara mal etme uğraşıyla alakalı.[2] Düzen içerisinde yol arayan herkes, önce devrime ve sosyalizme saldırma ihtiyacı duyuyor. Devrimin ve sosyalizmin açtığı yolları yok etmek için uğraşıyor.

Bir TKP’li, bugün Mansur Yavaş savunuyor. Ecdadı Şefik Hüsnü de “bu Kemalistler, halk cumhuriyeti kuracak da sermaye izin vermiyor” diyordu. Onların patronları Sovyetler de aynı şekilde 12 Eylül sonrası “bu Kenan Evren ve hükümeti halkçı bir hükümet. Halktan yana kararlar alacaklar ama sermaye buna izin vermiyor” serzenişinde bulunuyordu. Altmışlarda Aybar çizgisi de “Atatürk’ün emek-sermaye çelişkisinden arınmış, sosyalist bir ülke kurmayı hedeflediğini ama sermayenin buna izin vermediğini” iddia ediyordu.

Bu düzen içinden şerik ve yoldaş arama çabası, kıyasıya sorgulanmalı. Sermayeyi devletin gömleğindeki kirmiş gibi görenlerin sonradan sermayedar oldukları, sermayeye raporlar hazırladıkları görülmeli. Bugün “sermaye terörü”[3] diyenlerin sermayenin işleyişinin çapaklarından, dikenlerinden rahatsız olan Ali Koç’un uzantıları oldukları idrak edilmeli. Bugün “halkımızdan sermayeye kaynak aktarılıyor” diyenler, bu kaynağın aktarılması için yürütülen operasyon olarak Pandemi sürecinde yurttaşlık bilinci ve bilim adına sermayeye ve devlete uşaklık ettiler. Onlara destek sundular. Halkın yoksullaştırılması operasyonuna ses çıkartmadılar. Suyun başına oturtulanlar, efendilerinin dediklerini yaptılar.

Sermayeden ari, arınık, münezzeh bir devletin var olduğu iddiası, sosyalist hareketin fikrini ve eylemini tayin ediyor. Bir başka kanat da devletten ari, arınık, münezzeh sermayenin ilerleyişine örgütleniyor. Her ikisi de tartışılmalı.

Düzen içerisinden şerik ve yoldaş arama çabası ile sosyalizmi proletaryadan, halktan ve ezilenden kurtarma çabası arasında bir bağ olmalı. Devrim ve sosyalizm, halkın, işçi sınıfının ve ezilenin olmasın diye uğraşanlar, düzen içerisinde kendilerince yollar arıyorlar. Düzen, o yolları hemen açıveriyor. Açılmış her yol sorgulanmalı.

Solculuğu meslek bilenlerle mesleğini solculuk bilenler, el ele kol kola ilerliyorlar. Bunların motivasyonu, devrim ve sosyalizm davası değil. Mesleğin çıkarları. Kendi varlığını solculuk mesleğine veya mesleki solculuğa bağlayanlar, devrimin ve sosyalizmin işçinin ve halkın olmasını istemiyorlar.

İnşaat mühendisleri odası üzerinden düzenden pay koparmayı tek ideoloji ve tek siyaset bilenler, düzen içerisinden şerik ve yoldaş arayışına girişiyorlar. Bu arayış, devrim ve sosyalizm anlayışını tayin ediyor.

Öcalan’ın “Perspektif”i de benzer bir yerden ele alınmalı. Öcalan, sırf dışarı çıkacağım diye sosyalizmi zindana atıyor. Anlaşma bu değiş tokuş üzerine kurulu. Belli ki masada birilerine “sosyalizm mücadelesine izin vermeyeceğim” sözü iletilmiş. HDP’yi bu söz bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Eskiden onun parçası olup bugün yeni yönelimi eleştiriyormuş gibi yapanlar, sigaya çekilmeli. Hepsi yalan söylüyorlar. Kürt’le kurdukları ilişkilerin sosyalizm düşmanlığını ve devrim karşıtlığını gizlediği gerçeği ifşa edilmeli.

Yoksula, işçiye, ezilene yakıştıramadıkları sosyalizmi efendilerine pazarlamak isteyenlerin İştirakî’den çaldıkları malları satmak için kurdukları .org-anize tezgâhı da buradan okumalı. Bu tür gasp işlemlerinin arttığına tanıklık ediliyor. İşgal ve Kuşatma, birey eksenli ele alınıyor. Çünkü sosyalizm ve devrimin halka, proletaryaya mal olmasını istemiyorlar.

İştirakî’yi boşa düşürmek, etkisiz kılmak, yalnızlaştırmak, maddi zeminini parçalamak isteyenlerin sosyalizmi halka, işçiye ve ezilene yakıştıramadıkları, herkesin malumu. Onlar, “TOGG diye bir fabrika yok” deyip, aldığı alkolle titreyerek Nâzım şiirleri okuyan solcuların soyundan geliyorlar. “Nâzım en çok da burjuvaziye yakışır” diye düşünenler, TKP ismini alma karşılığında Nâzım’ı sermayeye, komünist hareketi AB’ye peşkeş çekiyorlar. Bunların tek derdi, sosyeteyle Üsküdar korularında lüks kahvaltılar etmek, sermayeye mühendis çocuklar yetiştirmek. Başka bir dertleri, başka bir davaları yok.

Devrimi ve sosyalizmi halktan, işçiden, ezilenden kurmakla onlara ait kılmak arasında bir bağ olmalı. “Önderler kuşağını aştık”[4] diyenler, bu bağa düşman. Bu görülmeli. Bunlar, “Dev-GenZ” diyerek, egemenlerin popüler kültürüne bağlanmak, orada yol almak istiyorlar. Gratis renginde bayraklarıyla burjuvaziye hizmet etmek için yanıp tutuşuyorlar. Öcalan’ın koltuk altından sonra tekellerin pop-siyasetine sığınıyorlar. Ortadoğu’yu dönüştürecek sermaye iradesine örgütleniyorlar. “Yeniyiz biz” pozu kesip, eski siyasetlerini güncellemeye çalışıyorlar.

Dev-GenZ gibi sınıf dışı, sınıf üstü, sınıf karşıtı kurgular, devrim ve sosyalizm işçinin-emekçinin olmasın diye var. Bu kurgular, kıyasıya eleştirilmeli. Sınıfın dışına çıkan, onu altına alan, onun karşısına geçen pop-siyaset pratiklerinin devrimi ve sosyalizmi halka, işçiye ve ezilene ait kılmayacağı görülmeli. Kendi liberal suretlerinde imal ettikleri Z kuşağının akıl dışılıklarını, tuhaflıklarını, bireyciliğini devrim ve sosyalizm diye yutturmaya çalışanlar, o tabelaya asılmalı!

Eren Balkır
26 Kasım 2025

Dipnotlar:
[1] Fırat Dicle, “Rojava Sosyalizmin Son Durağı, Demokratik Sosyalizmin İlk Adımıdır”, 19 Kasım 2025, ANF.

[2] Serdal Bahçe, “Bir Kere Daha Lenin vs. Kautsky – I”, 24 Kasım 2025, Sol.

[3] “Okuyan'dan 'Süreç' Yorumu”, 25 Kasım 2025, Sol.

[4] Kamil Aslan, “Stratejiden Biraz Önce: Dayanabilirsek Kendimizi Eleştirelim”, 21 Kasım 2025, Sendika.

26 Kasım 2025

,

Yıkım Süreciyle Aradaki Bağı Kopartmak


7 Ekim 2023’ten bu yana geçen süre, ABD öncülüğündeki Batılı emperyalist düzenle uyumun sınırlarını açıkça ortaya koydu. Bir yandan, devam eden soykırıma karşı her türlü muhalefet kanalı cezalandırılırken, diğer yandan, soykırım, bölgesel ve küresel bir çatışmaya evrildi. Eşzamanlı olarak, G-7 ülkeleri, caydırıcılıkla alakalı yüzeysel tavırların ötesine geçerek, yaptırımlar, cezalar ve devlet destekli hapis cezalarından oluşan ekonomik cephaneliklerini hem devletlere hem de bireylere karşı kullandılar.

Şimdi “pragmatizm” ve sözde “gerçekçilik”in sadık savunucuları bile böylesi bir sistemle bütünleşme imkânından yoksun. Bağlantısızlaşma süreci, Küresel Güney’de hayatta kalmak için başvurulabilecek en temel strateji haline geldi. Aynı zamanda söz konusu pratik, Üçüncü Dünya’da kalkınma projesini canlandırmak için bir önkoşul niteliğinde.[1]

Kalkınma, bağlantısızlığa dayanan bir ulusal kurtuluş projesi olarak yeniden kavramsallaştırılmadığı sürece, çoğunluk, hatta gezegen, tam bir sefalet ve potansiyel bir yok oluşla yüzleşecektir.

Bağlantısızlaşma Ne Anlama Geliyor?

Dünya genelinde emperyalist küresel düzene karşı önerilen bir mekanizma olarak bağlantısızlık, farklı düşünsel kaynaklardan besleniyor.[2] Emperyalizme karşı hakiki ve doğal bir cevap geliştirmek isteyen çok sayıda yazar ve eylemci, emperyalist savaşlardan, soykırımlardan ve ekonomik baskılardan uzaklaşan yeni bir düzeni savundu. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş için verilen her militan mücadele, özerk bir kalkınma modeline dayalı bir gelecek vizyonunu somuta taşımaktadır.

Samir Amin’in bağlantısızlaşmayla ilgili çalışmaları, açıklığı, tutarlılığı ve inceliğiyle, düşünsel katkılar içerisinde değer verilen en önemli ve etkili çalışmalardan biri olmaya devam ediyor. Amin, bağlantısızlığı “ulusal kalkınma stratejisinin ‘küreselleşme’nin dayattığı zorunluluklara tabi kılınmasına yönelik itiraz” " olarak tanımlamıştır.[3] Daha da önemlisi, Amin’e göre bağlantısızlık, özyönetimle eşanlamlı değildi, çünkü bağlantısızlık, “dışarıyla ilişkileri reddetmek değil, dış ilişkiyi onlardan bağımsız olan ilk kalkınma mantığına tabi kılmaktı.”[4]

Bu da demek oluyor ki ulusal bir kalkınma projesi olarak bağlantısızlık, sermaye birikiminin dışsal veya küresel mantığıyla özünde uyumsuz değil. Esas olarak seçici bir yaklaşımla işleyen bir süreç. Sosyalizm olmasa da, sosyalizme uzanacak yolu açma potansiyeline sahip. Bu bağlamda, Çin’in dikkat çekici küresel yükselişi, dünya kapitalist ekonomisine entegrasyon sürecinin stratejik olarak yönetildiği “çevrenin düzene sokulmuş entegrasyonu”[5] olarak teorize edilmiştir. Bu model, evrensel olarak tekrarlanabilir olmasa da, Küresel Güney’deki ülkeler için kıymetli dersler sunmaktadır.

Ancak, dış ilişkilerde seçici bir katılımla bile, çevre ülkelerin nüfuzunu sağlamak ve ulusal kurtuluş arayışını ilerletmek, son derece zorlu olmuştur. Patnaik (2015), gerçek bir kopuşun henüz gerçekleşmediğini ileri sürmüştür: “Üçüncü dünya ülkelerinin kendi sınıf çelişkilerini ve sınıf karşıtlıklarını çözmeleri hiçbir zaman onlara bırakılmamıştır. Emperyalizm, kaçınılmaz olarak her yere girdi; her yere müdahale etti.”[6]

Bağlantının Kesilmesine Yönelik Direnç

Tarihsel olarak, emperyalizmin merkeziyle kurulmuş olan ekonomik bağları koparmanın her zaman şiddetli ve meşakkatli bir süreç olduğu görülmüştür. Gene de dünyanın büyük kısmında süregelen acı, şiddet ve erken ölüm döngüsüne son vermek için bağlantıyı kopartmak şarttır. Ali Kadri’nin “atık birikimi” olarak adlandırdığı bir olgudur bu.

Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. Madde’sinde güvence altına alınan sömürgeciliğe karşı öz savunma hakkı, sömürgeleştirilenlerin genellikle silahlı mücadeleye başvurmaktan başka alternatif kurtuluş yollarına sahip olmadığı gerçeğinin altını çizer.[7] Sonuç olarak, herhangi bir bağlantısızlaşma ihtimali, özünde ulusal kurtuluş ve direniş için verilen daha geniş mücadeleden kök alır.

Filistin’deki soykırımın gerçekleştiği, vahşetteki artış ve cezasızlıkla tanımlı alanı gören birçok insan, sömürge halkların direnişinin gerekliliğini kabul ediyor. Ancak bu kabul, herkesi kuşatmıyor. Örneğin Batılı solcular, direnişin gerekliliğini sürekli küçümsemiş, bunun yerine, en marjinal ulus-devletlerin belirleyici özelliği olarak iç çelişkilerine odaklanmışlardır.

Bu tür bakış açıları, temel bir direniş anlayışını gölgeleyen apolitik, tarih dışı ve nihayetinde yanlış yorumlanmış bir “korku” analizine dayanıyorlar. Kurtuluş mücadeleleri, ulus-devletlerin iç çelişkilerinden soyutlanmış, saf veya mutlak varlıklar olarak ortaya çıkamazlar. Bu çelişkilerin kendisi, emperyalist düzenin bir sentezi ve sürekli kuşatma altında olan ulusal birliğin kısıtlı çerçevesi içinde mümkün olanın bir yansımasıdır.

Emperyalizmin siyasi ve maddi sonuçlarını göz ardı eden bu hatalı mantık, sömürgeleştirilmiş ulusların eylemliliğini çoğu zaman salt otoriter bir despotizme indirgiyor (örneğin Libya[8]). Dahası, herhangi bir eylemlilik ifadesini direniş olarak görmezden gelmek, çoğu Batı analizine göre yalnızca siyasi açıdan olumsuz olmakla kalmıyor, aynı zamanda kültürel açıdan da sıklıkla aşağı görülüyor. Sonuç olarak, dünyanın geniş bölgeleri, yapay olarak oluşturulmuş mezhep çatışmasının gölgesinde kalmış, İslamcı köktenciliğin bir “kara deliği” olarak nitelendiriliyor.

Bu tür indirgemeci anlatılar, ABD önderliğindeki emperyal düzene karşı organik mücadelelerin, özellikle de giderek daha fazla birleşen Lübnan, Suriye ve Yemen önderliğindeki mücadelelerin gerçekliğini gölgeliyorlar. Batı’nın uluslararası hukuku, ana akım akademik ve medya anlatıları, emperyalizmin yaygın zararının daha geniş bağlamını göz ardı ederek, belirli ulus-devletlerin sözde “haydut” doğasına odaklanıyorlar.

İran Devrimi’ni teorize eden yaklaşımları, devrimi takip eden süreci ve onun Avrupamerkezci bilinç içerisindeki mevcut konumunu eleştiren Nina Farnia[9], Batı akademisinde İran’ın düşüncenin konusu kılınması çağrısında bulunuyor. İran’ın Üçüncü Dünya’daki mücadelelerin ana merkezi olarak oynadığı rolün yeniden merkeze alınması gerektiği fikrini savunuyor. Benzer şekilde, yaptırımlara onay veren, onları kabul eden ve yanlış yorumlayan yaklaşımların aksine Helya Dotaci gibi isimler, Gazze’de devam eden soykırımı kolaylaştıran yaptırımların ve İran ile diğer devletlere direniş kapasitelerini zayıflatmak için uygulanan yaptırımların özünde gayrimeşru olduğunu söylüyorlar.

ABD’nin Suriye’deki operasyonlarına odaklanan Donovan Higgins[10], yaygın Avrupamerkezci varsayımlar sorununu vurgulayarak, “savaş” ve “rejim değişikliği”nin birbirinin yerine kullanılabilen terimler olarak görülebileceğini, ABD önderliğindeki emperyalizmin herhangi bir örtülü savaşta hem azami hem de asgari hedeflere sahip olduğunu göz ardı eden bir kavram karmaşasını ifade ettiğini söylüyor.

Aynı şekilde, Jemima Pierre[11], ABD güçlerinin Haiti’yi tekrar tekrar işgal etmesini sağlayan dokunulmazlığı eleştirerek, bunu Haitilileri kendi kendilerini yönetemeyecek şekilde tasvir eden imal edilmiş rıza ve ırkçı söylemlerle ilişkilendiriyor.

Tarihin de gösterdiği gibi, Küresel Güney’deki hiçbir rejim, salt otoriter veya salt demokratik değildir. Aksine, bu rejimler, emperyal güçlerle belirli bağlamlarda, müzakere neticesinde kopartılmış tavizleri ifade ederler.[12] Bu gerçeklik, bağımlılığın gerçekte neleri gerektirdiğinin temel bir yansımasıdır, ancak Avrupamerkezci analizlerde, hatta görünüşte eleştirel bakış açılarında bile, sıklıkla göz ardı edilir. Örneğin, heterodoks ekonominin giderek artan cazibesi, sıklıkla “ekonomik” ve “politik” bağımlılığı ayırır; birincisine öncelik verirken, ikincisini soyutlar.

Buna karşılık, Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik (2021), daha bütüncül bir analiz sunmaktadır.[13] Yazarlar, neoliberalizm koşullarında sermayenin Küresel Güney’den kaçışının ardındaki itici güçleri, bağlantısızlığın önünde “kendiliğinden” dikilen engeller olarak tanımlamaktadırlar. Aynı zamanda, Üçüncü Dünya’daki mücadelelerin bastırılmasının ne yalnızca kendiliğinden oluşan engellerden ne de soyut bir süreçten ibaret olduğunu vurgulamaktadırlar. Özetle, şöyle ifade etmektedirler: “Ancak kendiliğindenlik başarısız olursa, devreye CIA girer.”

Özetle; Batılı entelektüellerin sürekli gevezelik etme eğilimi, Halk Mahkemeleri’ndeki artışla birlikte açığa çıkan anlamlı pratikleri engellemektedir.[14] Buna karşılık, bir direniş gündemi olarak bağlantısızlaşma, Batı’daki enternasyonalist dayanışmanın soyut ideallerini ulusal ve uluslararası kurtuluşun somut gerçekleşmesine yönlendirmektedir.

Filistin Hareketi türü örgütler[15], Batı’da doğrudan eylemin soykırımı sürdüren değer zincirlerini nasıl bozduğunu ve dağıttığını ortaya koymaktadır. Bu tür çabalar, BDS ve vatandaş liderliğinde ilerleyen ulusal boykotlar gibi tüketim odaklı hareketleri tamamlayarak, bireyleri gerçek demokratik eylemliliklerini kullanma ve ulusal liderliği sorumlu tutma konusunda güçlendirmektedir.

Uluslararası ve ulusal mücadeleler arasındaki içsel bağlantı, daha geniş bir direnişin temeli olarak örgütlü ve tutarlı anti-emperyalist hareketlerin önemine vurgu yapar. Benzer şekilde, Küresel Güney’de kolektif teorik çerçeveler oluşturmaya yönelik çabalar, ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalist yapılarla iç içe geçmişliklerinin bilincinde olarak, bu mücadelelere odaklanmayı gerekli kılmaktadır.

Ferva Sial
16 Temmuz 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Samir Amin, The Liberal Virus, 2004, MR, PDF.

[2] Arap coğrafyasında geliştirilen bakış açıları konusunda bkz.: Max Ajl, “The Hidden Legacy Of Samir Amin: Delinking’s Ecological Foundation”, 2020, Tand; Afrika bağlamında Rodney’nin katkılarıyla ilgili olarak bkz.: Chinedu Chukwudinma, “Towards a Full Understanding of Walter Rodney”, 1 Ağustos 2019, Roape ve Latin Amerika konusunda bkz.: “How Latin America Can Delink from Imperialism”, 23 Temmuz 2024, Tricontinental.

[3] Samir Amin, “A Note on the Concept of Delinking”, Review, Cilt 10, Sayı 3 (Kış 1987), s. 435, Jstor.

[4] A.g.e.

[5] Francesco Macheda ve Roberto Nadalini, “Samir Amin in Beijing: Delving into China’s Delinking Policy”, 6 Kasım 2020, Tand.

[6] “ ‘De-Linking’ and Domestic Reaction”, 7 Eylül 2015, EAS.

[7] “Charter of UN”, UN.

[8] Matteo Capasso, The Perils of Capitalist Modernity for the Global South: The Case of Libya”, 19 Nisan 2022, Tand.

[9] Nina Farnia, “The Iranian-American Intelligentsia in U.S. Foreign Affairs: Ahistoricism, Anti-Structuralism, and the Production of Idealism”, 25 Şubat 2023, Tand.

[10] Patrick Donovan Higgins, “Gunning for Damascus: The US War on the Syrian Arab Republic”, 19 Nisan 2023, Tand.

[11] Jemime Pierre, “Haiti and the Crisis of Imperialism in the Caribbean”, 8 Eylül 2024, Tand.

[12] Revolutionary Movements in Africa: An Untold Story, Yayına Hz.: Pascal Bianchini vd., 2023, Pluto.

[13] Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik, Capital and Imperialism, 3 Şubat 2021, MR.

[14] Azadeh Shahshahani vd., “Decolonizing Justice in Tunisia: From Transitional Justice to a People's Tribunal”, 2019, MR.

[15] “Palestine Action”, PA.

25 Kasım 2025

,

Düşünen Makineler Çağı Başladı mı?



Bu satırları yazdığım sırada, bir kadeh şarabın yardımıyla soğukkanlılığımı korumaya çalışırken, Twitter bir tür tartışmaya tanık oluyordu.[1] Bu “tartışma”, Google’ın geliştirdiği LaMDA (Diyalog Uygulamaları için Dil Modeli) adlı büyük bir dil modeli sisteminin[2] belirli bir “bilinçlilik” seviyesine ulaştığına inanan veya en azından bunu iddia eden kişilerle fikre itiraz edenler arasında cereyan ediyordu. İtiraz edenlerin elinde, kendi konumlarını meşrulaştıracak birçok gerçek mevcuttu. Bu gerçeklerin en önemlisi de büyük dil modellerinin (ya da meslekte bilindiği adıyla LLM’lerin) ayrıntılı örüntü eşleme sistemleri, bilgisayar işlemlerine has basit numaralar veya araştırmacılar Emily M. Bender ve Timnit Gebru’nun adlandırdığı gibi “rastgele konuşan papağanlar”[3] olmaları, örüntü eşleme için yazılım aracılığıyla uygulamalı matematik, olasılık ve en önemlisi kelimelerimizi kullanarak, internetten çekilip bize geri gönderilerek konuşma yanılsaması yaratmalarına dair o basit gerçekti.

Dünya aklı başında bir yer olsaydı, bu tartışmada gerçekler galip çıkardı. Ama böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Bizim dünyamızda, teknolojiye safça bağlanma, bilim kurgu fikirleri ve en önemlisi, kasıtlı yanlış bilgilendirme, birleşerek, belirli bir dili ve anlayışı dayatıyor: bu dil bize “düşünen makineler çağı başladı (ya da sadece bir silikon öpücüğü uzağımızda). Emeğe dair bildiğimiz her şey değişmek üzere” diyor.

Yapay Zekâ Efsanesi ve Mülk Sahibi Sınıf

Yapay Zekâ (YZ) uzun zamandır bilim kurgunun konusu. Bugün bu kurgunun gerçeğe dönüşeceği bir dünyaya her zamankinden daha yakın olduğumuz söyleniyor. Gelişmiş kapitalist dünyanın büyük bir bölümünde, bir gazetecinin, iş dünyası liderinin veya politikacının YZ’nin yaşam tarzımızı nasıl kökten değiştireceğine dair cesur tahminlerde bulunmadığı bir gün bile geçmiyor. Oysa bu bir yalan. Hatta bundan daha fazlası: YZ Endüstriyel Kompleksi (YZEK) olarak adlandırabileceğimiz oluşum tarafından gerçekleştirilen kasıtlı bir aldatmaca bu.

Bu noktada söz konusu kompleksin, araştırmacıların ve pratikte faal olan teknoloji uzmanlarının çalışmalarından farklı olarak ele alınması gerekiyor. Aslında bu kompleks, pazarlama alanına has reklâmlar, medyadaki abartılar ve kapitalist faaliyetler yoluyla gerçekleştirilen, hem teknik kapasite eksikliğini gizlemek hem de insan emeği ve yeteneğinin değerini azaltmak için tasarlanmış karmaşık bir propaganda kampanyası olarak anlaşılmalı. Daha özlü bir ifadeyle, YZEK, makinedeki biliş imkânının şu anda veya yakın gelecekte insana has yeteneklerden üstün olduğu fikrini yayma çabasıdır.

“Radyolog Eğitimini Sonlandırın”

Bugün aslında elimizde, belirli bir anlama sahip, “yapay zekâ” olarak adlandırılabilecek bir şey yok. Neticede henüz kesin olarak tanımlamadığımız bir şeyi nasıl geliştirebiliriz?[4] Dahası, devletin ve endüstrinin en üst kademelerinde, esasen (şimdilik) bol miktarda depolama ve hesaplama gücüyle desteklenen örüntü eşleme pratiğinin[5] gerçekte belirli sınırlara sahip olduğu görülmüştür.

“Yapay zekâ” alanına tahsis edilmiş üniversite bölümlerinin ve şirket departmanlarının varlığı, yapay zekânın var olduğu anlamına gelmez. Aksine bu tür oluşumlar, bilgisayar bilimci John McCarthy tarafından 1956’da ortaya atıldığından beri özlem duyulan terimin fazlasıyla reklâm edildiğinin, bilgi kırıntılarıyla beslendiğinin kanıtı. Dolayısıyla, yatırım sermayesi ve keriz müşterileri avlamak için yoğun çaba harcayan Silikon Vadisi’nin çabalarıyla oluşturulmuş abartılı yaklaşımları elekten geçirdiğimizde, elimizde bilgisayar gücüyle neler mümkün olduğuna dair genel algıları şekillendirmeyi amaçlayan propaganda kalıyor.

Örnek olarak, bilgisayar bilimci Geoffrey Hinton’ın 2016 tarihli “Radyolog eğitimini hemen sonlandırmalıyız” açıklamasını ele alalım.[6] Yazının yazıldığı günden beri yapılan kapsamlı araştırmalar, bunun en hafif tabirle erken bir açıklama olduğunu ortaya koydu.[7] Bunu, alanında uzman, hevesli bir bilim insanının geçici ve utanç verici bir aşırılığı olarak görmek kimilerine cazip gelebilir. Ancak gelin, daha derinlere inelim ve bu gereğinden fazla mesaj verme merakının altında yatan siyasi ekonomiye dair sorular soralım.

Radyologluk, masraflı bir iştir ve ABD’de oldukça talep görmektedir.[8] Bu alandaki işgücü kıtlığı, genellikle daha yüksek ücretlere ve daha iyi çalışma koşullarına yol açar ve bazılarının “işçi aristokrasileri” olarak adlandırdığı yapıyı meydana getiren maddi koşulları oluşturur. Geçmişte bu tür kıtlık durumları, teknoloji çağının ilk on yıllarında yaygın olan cömert ikramiyeler gibi, çalışanlara eğitim ve teşvikler sağlanması yoluyla gideriliyordu. Bu durum otomasyon kullanılarak aşılabilirse, radyologlar tarafından gerçekleştirilen vasıflı işgücünün değeri düşecek, kıtlık sorunu çözülürken, işverenlerin kalan personel üzerindeki gücü artacaktır.

Gerçekte varolan beceri imkânlarından bağımsız olarak, otomatik radyoloji fikri, mülk sahibi sınıfı için cazip bir fikirdir, çünkü emeğin gücünü zayıflatma denilen işleyiş, işgücü maliyetini düşüren, ayrıca gelişime açık haliyle, kârlılığı artırma vaadinde bulunur. Bu işin reklâm edildiğini söylüyorum, çünkü algoritma temelli sistemlerin pazarlanan kapasitesiyle gerçeklik arasında büyük bir uçurum söz konusu. Bu uçurum, genel nüfusu emeklerinin makinelerle değiştirilebileceğine ikna etmek gibi daha büyük bir hedef açısından önemsizdir. En önemli sonuç, mümkün olsa bile uzak bir hedef gibi görünen düşünen makineler değil, bu sistemler aracılığıyla hayatlarını sürdürmeye zorlanan insanlardan daha iyi olduğu söylenen kaba otomatik sistemlerden oluşan bir labirente tabi tutulan moralsiz bir nüfustur.

Gerçek Tehlike Nerede?

Stephen Hawking’den Musk’a kadar farklı isimlerden, teknoloji medyası uzmanları ve sektör figürlerinden oluşan bir grup, bir ikazda bulunuyor: İnsanlık, üstün makine zekâsının yakın zamanda ortaya çıkmasıyla tehlike altında. Bu görüşe iman edenler, söz konusu zekânın, tıpkı Terminatör film serisindeki Skynet gibi, dünyayı kuşatıp insanın yerini alacağını söylüyorlar. Kapitalizmin hizmetinde olan bu zekânın, arabalarımızı ve kamyonlarımızı kullanacağını, doktorların ve aşçıların yerini alacağını, hatta mülksüzlerle sahte bir samimi ilişki kuracağını iddia ediyorlar.

Oysa bu söylenenler, yalan yanlış bir hikâyeden ibarettir. Asıl tehdit, Žižek’in 2003 tarihli “Irak Savaşı’nda Gerçek Tehlike Nerede?”[9] başlıklı makalesinde ortaya koyduğu bakış açısıyla anlaşılabilir. O yazıda Žižek, Avrupa’daki sağcı söylemle solun ona yönelik tepkisi arasındaki ilişki konusunda şunları söylüyordu:

“Gerçek tehlikeyi, en iyi, Avrupa’daki popülist sağın bugün gerçekte oynadığı role bakarak anlayabiliriz: popülist sağ bugün, sadece muhafazakâr partiler değil, ‘sosyalist’ hükümetlerin de fiili politikalarına sessizce kattıkları dış tehdit, göçü sınırlama zorunluluğu gibi belirli konu başlıklarını gündeme getirme rolünü üstleniyorlar.”

Yapay zekâ propagandası yapan söylem de benzer bir işlev görüyor; teknoloji endüstrisi, “yaratıcı zekâ” hikâyesini zihinlere dayatmak suretiyle, tüm tartışmanın sahasını değiştirmeye çalışıyor. Bu noktada bilgisayar işlemlerinin, hesaplama pratiğinin politik ekonomisinin üzerini örtüyor, herkesi gelişmekte olan makine özerkliğiyle tanımlı bilim kurgu efsanelerine kul etmeye çalışıyor. Bu kurguya direnmemiz ve gözlerimizi endüstrinin gerçek hedeflerine odaklamamız, bugün hayati önem taşıyor.

Yalana iman etmenin, vehimlere kapılmanın risklerinin çok yüksek olduğu görülmeli.

Dwayne Monroe
16 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Emily Bender, “AI Hype”, 11 Haziran 2022, X.

[2] Eli Collins ve Zoubin Ghahramani, “LaMDA”, 18 Mayıs 2021, Blog.

[3] Emily Bender vd., “On the Dangers of Stochastic Parrots: Can Language Models Be Too Big”, 1 Mart 2021, ACM.

[4] François Chollet, “On the Measure of Intelligence”, 5 Kasım 2019, Arxiv.

[5] Vyacheslav Efimov, “Introduction to Ranking Algorithms”, 16 Ağustos 2023, TDS.

[6] Geoff Hinton: On Radiology, 24 Kasım 2016, Youtube.

[7] Karoline Freeman vd., “Use of Artificial İntelligence For İmage Analysis in Breast Cancer Screening Programmes: Systematic Review of Test Accuracy”, 21 Temmuz 2021, BMJ.

[8] Marty Stempniak, “American College of Radiology Backs Bipartisan Push to Address ‘Alarming’ Resident Physician Shortages”, 5 Nisan 2021, RB.

[9] Slavoj Zizek, “The Iraq War: Where is The True Danger?”, 13 Mart 2003, Lacan.