Karl Marx etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Karl Marx etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2025

,

Enternasyonal Başkanı Karl Marx’la Mülâkat


R. Landor

3 Temmuz 1871

 

Enternasyonal Derneği ile ilgili bir şeyler öğrenmemi istediniz, ben de öğrenmeye çalıştım. Karşımızda, idrak edilmesi güç bir teşebbüs duruyor. Derneğin merkezi Londra’da. İngiliz halkı, tıpkı o ünlü Barut Komplosu[1] sonrası her yerde barut kokusu alan Kral James gibi enternasyonal olanın varlığını her yanda hissediyor. Korkusu da burnundaki koku da ona dair.

Toplumun bilinci, doğalında halktaki şüpheyle birlikte artıyor. Bahsini ettiğim derneğe yön verenler, saklı tuttukları bir sırra sahipler. Bunlar, sırrı layığınca tutan insanlar. Bu derneği yöneten iki ismi ziyaret ettim. Biriyle sohbet etme imkânı buldum. Burada o sohbetin özetini sunuyorum.

Şu hususu gönül rahatlığıyla dile getirebilirim: Bu dernek, gerçek işçilerin kurduğu bir dernek. Ama bu işçiler, başka bir sınıfa mensup toplum ve siyaset teorisyenlerince yönetiliyorlar. Ziyaret ettiğim isim, konseyin öncü isimlerinden. Mülâkat boyunca işçilerin kullandığı koltukta oturan bu adam, zaman zaman yerinden kalkıp hiç de kibar olmayan bir dil kullanan bir işçinin şikâyetlerini dinliyordu. Konuştuğu kişi, onu işe alan, mahallenin ustasından biriydi.

Bazen bu adam, her bir satırı yönetici dediği sınıflara yönelik nefretle yüklenmiş, dokunaklı konuşmalar yaparken çıkabiliyordu karşınıza. Bu hatibin hayatına yakından baktığınızda, onun yaptığı konuşmaları daha net anlıyorsunuz. Muhtemelen işçi hükümetini örgütlemeye yetecek kafaya sahip olduğunu görmüş olmalı. Oysa bu kişi, oldukça mekanik bir biçimde icra edilen bir mesleğin en fazla isyan yüklü işine adamak zorunda kalmış. Gururlu ve hassas biri. Ama her dönemeçte bir avcının köpeğine seslenişindeki nezaketle hareket edenlerin karşısına, of çekerek ve gülümseyerek dikiliyor.

Bu adam sayesinde Enternasyonal’in niteliğinin bir yönünü görme imkânı buldum. Bu dernek, sermayeye karşı ortaya konulan emeğin ürünü. Madrabazların keyfini çıkarttıkları hayata karşı işçinin ürettiği bir eser. Onda vakti geldiğinde düşmanına okkalı bir tokat atacak el var. Gerekli planları üretecek başsa bu mülâkat yaptığım Dr. Karl Marx’ta mevcut.

Dr. Karl Marx, felsefe doktorasını tamamlamış[2], canlı dünyaya dair gözlemlerinden ve kitaplardan elde ettiği bilgi yekûnuyla donanmış bir Alman. Son olarak, onun bilindik manada bir işçilik yapmadığını söylemem lazım. Yakın çevresine ve görünüşüne bakıldığında, onun orta sınıfa mensup, varlıklı bir isim olduğu görülüyor.[3] Mülâkat için ziyarete gittiğim akşam beni ağırladığı misafir odası insana kendisini rahat hissettiren cinsten. Bugünlerde dünyalığını yapmaya başlamış, maharetini her fırsatta göstermeyi bilmiş, yeni yeni zenginleşen bir borsacının odasına benziyor. Kişiyi rahatlatan bir yanı var. Bu daire, zevk sahibi birine ait, belli. Ama bir yandan da kolaylıklarla yüklü. Sahibine has hiçbir şeyi içermiyor. Masanın üzerinde Ren manzarası içeren resimlerden oluşan bir albüm duruyor. Ama sahibinin nereli olduğu konusunda herhangi bir bilgiye ulaşamıyorsunuz. Zigon sehpa üzerindeki vazoya içinde bomba olabilir korkusuyla dikkatle yaklaştım. Elime aldığım vazoyu kokladım. Benzin kokusu alırım sandım ama burnuma sadece güllerin kokusu geldi. Yavaş yavaş ve çaktırmadan koltuğuma yöneldim. Tüm karamsarlığımla oturup daha kötüsünü bekledim.

Adam içeri girdi ve beni tüm içtenliğiyle selamladı. Karşıma geçip oturdu. Artık devrimin tecessüm etmiş hâliyle, Enternasyonal Derneği’nin gerçek kurucusu ve ona yön veren ruhuyla baş başaydım. Karşımdaki kişi, emekle mücadele ettiği sürece sermayenin evine ateş düşsün diyen konuşmanın yazarı, Paris Komünü’nün savunucusuydu.

Dönemin tanrılarına inandığını söylemek yerine ölümü seçen Sokrates’in büstünü hatırlarsınız. Büstte filozof, geniş alnı, ucu sivri, küçük ve küt burnu ile çıkar karşımıza. İşte bu büstü aklınıza getirin, sakallarını siyaha boyayın, sağına soluna beyazlar serpiştirin, tepesinden hafifçe vurun, işte karşınızda o iri yapılı ve orta boylu haliyle Dr. Karl Marx. Yüzünün üst kısmını bir örtüyle kapatsanız doğuştan kilise mensubu birini görürsünüz. Bu kişinin asli özelliğini anlamak isterseniz, o devasa kaşlarına bakın. O vakit birleşmiş tüm güçlerin içindeki en zorlu güçle başa çıkmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Karşınızdaki kişi, düşünen bir hayalci, hayal kuran bir düşünür.

Alman olduğunu düşündüğüm başka bir beyefendi eşlik ediyor kendisine.[4] İngilizceyi öyle güzel konuşuyor ki Alman olduğu aklınıza gelmez. Doktora mı tanıklık ediyor acaba? Bence öyle. Konsey[5], doktorun kendisiyle ilgili değerlendirmesini işitmek istemiş muhtemelen. Devrim kendisini yapanlardan bile şüphe ediyor. Bu da doktorun onunla işbirliği içerisinde olduğunun delili.

Sonrasında ben hemen işime koyuldum. Kendisine şunu söyledim:

“Dünya Enternasyonal konusunda bilgisiz, ondan fazlasıyla nefret ediyor ama nefret ettiği şeye dair net bir şey de söyleyemiyor. Enternasyonal’in yoldaşlarından çok onların içine gömüldüğü kasvete bakanlar, derneğin Janus’a benzediğini söylüyor. Onun bir yüzünde adil ve dürüst işçinin gülümsemesinin, diğer yüzünde ise cinayetler işleyen bir fesatçının kaşları çatık halinin durduğunu iddia ediyor. Bu Enternasyonal, gün gelip de teorinin yaşadığı gizemi aydınlatacak mı?”

Profesör, kendisinden deli gibi korktuğumuza dair sözüm üzerine kısık sesle güldü. “Aydınlatılacak bir gizem yok ortada bayım” diyerek başladı sözüne. O Hans Breitmann’a ait cilâlı konuşma tarzıyla devam etti: “Sadece insanın aptal olduğuna dair bir gizemden söz edebiliriz. İnsanlar sürekli derneğimizin kamusal bir kuruluş olduğunu, oturumlarının tüm raporlarının okumak isteyenler için yayımlandığını görmezden geliyorlar. Bir kuruşa gidip kurallarımızı içeren broşürü satın alabilirsiniz, bir şilin verip bizi anlatan her şeyi öğrenmenizi sağlayacak broşürleri temin edebilirsiniz.”

R. Evet muhtemelen öyledir, fakat bilmediğim bir şey çok önemli bir çekinceye sebep olamaz mı? Size dürüst olacağım: Kendinizi olduğu gibi ortaya koysanız yabancı bir gözlemciyi epey etkilersiniz aslında. Sizin değerinize dair yanlış değerlendirme, bence çoğunluğun cahillikten kaynaklı kötü niyetinin ötesinde bir mesele olarak ele alınmalı. Dolayısıyla, onca şey söylemiş olmanıza rağmen ben, hâlâ şu soruyu sormanın yerinde olduğunu düşünüyorum: “Enternasyonal Derneği nedir?”

Dr. M- Ona baktığınızda sadece kendi halinde işçi olan bireyler görürsünüz.

R.- Evet ama bir asker, kendisini harekete geçiren devlet idaresinin müdafisi olmak zorunda değil. Bazı üyelerinizi bizzat tanıyorum ve onların fesatçıların kumaşına da mayasına da sahip olmadıklarına inanıyorum. Ayrıca, bir milyon insanın paylaştığı bir sır, sır olamaz. Peki ama ya bu insanlar, tabirimi mazur görün, fazla evhamlı bir meclis dolusu insanın değil de cesur bir ismin elinde basit birer araçtan ibaretse?

Dr. M- Aslında ortada ispatlamamız gereken bir şey yok.

R.- Paris’te yaşanan son ayaklanma[6] konusunda ne düşünüyorsunuz?

Dr. M.- Öncelikle sizden ortada bir komplo olduğuna dair delil sunmanızı istiyorum. Mevcut momentte faal olan koşulların meşru bir etkisi sebep olmuş olabilir mi bu ayaklanmaya? Ayrıca sizden Enternasyonal Derneği’nin bu ayaklanmaya iştirak ettiğine dair delilleri de talep ediyorum.

R.- Derneğinizin üyesi birçok isim hep birlikte iştirak etti.

Dr. M.- O zaman bu ayaklanma pekâlâ Hür Masonlar’ın komplosu da olabilir, zira tek tek bireyler olarak Masonlar da ayaklanmaya katıldılar. Ayrıca biri çıkıp tüm ayaklanma sürecini Papa’nın hazırladığını söylese hiç şaşırmam. Ama gene de başka bir açıklama yöntemine ne dersiniz? Meseleyi şu şekilde açıklayamaz mıyız? Paris’teki ayaklanmayı Parisli işçiler gerçekleştirdi. En ehil, en yetenekli işçiler de ister istemez bu ayaklanmaya liderlik ettiler, süreci kendilerince yönettiler. Bu en ehil ve en yetenekli işçiler, aynı zamanda Enternasyonal Derneği üyesiydi, bu pekâlâ mümkün. Ama gene de biz, derneğin mevcut haliyle o ayaklanmaya katılan işçilerin eylemlerinden sorumlu tutamayız.

R.- Dünya, meseleyi hâlen daha başka türlü görüyor. İnsanlar, ayaklanmanın Londra’dan gelen gizli talimatlarla, hatta paralarla başladığını düşünüyorlar. Derneğin yaptığı toplantıların oturumlarına ait tüm tutanaklar herkese açık, evet ama bu durum yazışmaların tümüyle gizli tutulmasına mani olması gerekmez mi?

Dr. M.- Çalışmalarını özel ve kamuya açık isimlerle yürütmeyen bir dernek mi var? Londra’dan gelen gizli talimatlardan söz ediyorsunuz. Başkaları, Papa’nın hâkim olduğu yerden gelen, inanca ve ahlaka dair kararnamelerden, buralarda çevrilen entrikalardan dem vuruyor. Tüm bu tespitler, Enternasyonal’in niteliğinin tümüyle yanlış anlaşılmasına sebep oluyor. Oysa burada aslında Enternasyonal’in belirli bir merkezden yönetme iradesine işaret ediliyor. Bu yönetim biçimi, esasında kasten ve bilerek tercih edilmiş bir yöntem. Biz, bu yöntemin yerelliklerdeki güçlerin enerjilerini açığa çıkartan bir hareket alanı sunduğunu, bu yerel unsurlara bağımsız hareket etme imkânı verdiğini düşünüyoruz. Esasında Enternasyonal’in, işçi sınıfının layıkıyla kullanabileceği bir hükümet olduğunu söyleyemeyiz. Enternasyonal, kontrol eden bir güçten çok birliği sağlayan bağ.

R.- Peki bu birliğin amacı nedir?

Dr. M.- İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesini sağlayarak onun ekonomik özgürlüğe kavuşturulması. Politik iktidar, toplumsal amaçlara ulaşmak için kullanılacak. Politik iktidar zaruri çünkü, belirlediğimiz amaçlar, işçi sınıfının ortaya koyduğu her türden faaliyeti içerecek kapsama ve genişliğe sahip. Bu faaliyetlere özel bir nitelik kazandırmak için onların tek bir millet olan işçilerin ihtiyaçlarına uyarlanması gerekiyor. Peki tüm insanlardan bir avuç insanın hedeflerine ulaşması için birleşmeleri nasıl istenecek? Bunu yapmak için dernek, Enternasyonal ismini terk etmek zorunda. Dernek, politik hareketlere belirli bir biçim dikte etmiyor. O, sadece hareketlerin belirledikleri amaçlara bağlı kalmalarına dair söz vermelerini istiyor. Enternasyonal, emeğin tüm dünyasına dağılmış, birbirine bağlı derneklerin meydana getirdiği bir ağ. Bu dünyanın her bir kısmında sorunun belirli ve özel bir yönü açığa çıkıyor. İşçiler, o noktada o sorunu kendi tarzlarında ele alıyorlar. İşçiler, Newcastle’da başka, Barselona’da başka, Londra ve Berlin’de başka birlikler inşa ediyorlar. Örneğin İngiltere’de işçi sınıfı için politik iktidar yolu açık. Burada, barışçıl ajiitasyon faaliyetinin daha hızlı ve daha kesin sonuç vereceği bir yerde ayaklanmak delilik olur. Fransa’da ise işçi sınıfına baskı uygulamayı öngören yüzlerce kanun yürürlükte, ayrıca sınıflar arasındaki ahlaki çelişki de keskin. Tüm bunlar, toplumsal savaşın ancak şiddete dayalı bir çözüm yoluyla sonlandırılmasını gerekli kılıyor. Çözüm yolu konusunda yapılacak tercih, o ülkenin işçi sınıfına kalmış bir iş. Enternasyonal, tercih edilecek yöntemi dikte etmediği gibi, konuyla ilgili nadiren tavsiyelerde bulunuyor. Ama öte yandan, her bir hareket, derneğin kendi kanunlarının belirlediği sınırlar içerisinde ilgi ve yardım görüyor.

R.- Peki o yardım ne tür bir niteliğe sahip?

Dr. M- Bir örnek vermek gerekirse: özgürlük hareketinin en yaygın biçimlerinden biri grevlerdir. Eskiden bir ülkede greve gidildiğinde, başka ülkeden getirilen işçilerle grev yenilgiye uğratılırdı. Enternasyonal, bu durumuyla büyük ölçüde son verdi.[7] Greve çıkma niyetine dair haberi önceden alan Enternasyonal bu bilgiyi diğer üyelerine iletiyor, bu üyeler, mücadele sahasının kendileri için yasaklı bölge olduğunu kısa sürede görüyorlar. Dolayısıyla ustalar, ellerindeki insanları sürece tek başlarına hazırlıyorlar. Birçok durumda insanlar başka yardıma ihtiyaç duymuyorlar. Yapılan bağışlar veya işçilerin bağlı oldukları derneklerin temin ettiği paralar süreçte bir işe yaramıyor, ustaların sırtındaki baskı iyice ağırlaşıyor, derneğin onay verdiği grev sürecinde ihtiyaçlar genel sandıktan karşılanıyor. Bu tür araçlar sayesinde geçen gün Barselona’da sigara üreticileri grevi zafere ulaştı.

Bu noktada belirtmem gerek ki bizim derneğimizin bu yapılan grevlerde bir çıkarı yok. Buna karşın, gene de belirli koşullarda grevlere destek sunuyor. Hiçbir maddi kazanç elde etmiyor bu grevlerden, hatta çok şey kaybediyor. Meseleyi özetlersek şunu söyleyebiliriz: Servetin arttığı koşullarda işçi sınıfı yoksulluktan kurtulmuyor, lüks mamullerin artması karşısında işçilerin daha da yoksullaştığını görüyoruz. Maddi yoksunlukları, fiziki durumları yanında ahlaklarını da harap ediyor. Başkalarından yardım göremiyorlar. Bu noktada başlarının çaresine bakmak zorunda kalıyorlar. Kendileri arasındaki ilişkiler yanında kapitalistler ve toprak sahipleriyle ilişkilerini de gözden geçirmek, buradan da toplumu dönüştürmek zorunda olduklarını görüyorlar. Bunun sonucunda işçiler, bildiğimiz örgütlenme tarzlarını üretiyorlar, toprak ve emek birlikleri, meslek birlikleri, dost cemaatleri, kooperatiflere bağlı dükkanlar ve işbirliğine dayalı üretim birlikleri kuruyorlar. İşte Enternasyonal Derneği’nin işi, bu örgütler arasında kusursuz bir dayanışma ilişkisini tesis etmek. Derneğin etkisi bugün her yerde hissediliyor. İspanya’da iki, Almanya’da üç, Avusturya’da üç, Hollanda’da üç, Belçika’da altı, İsviçre’de altı gazete, derneğin görüşlerini kitlelere yayıyor.[8] Şimdi size Enternasyonal’e dair anlattıklarımdan sonra rahatlıkla derneğin çevirdiği entrikalara dair kanaate ulaşabilirsiniz.

R.- Sizi tam anlamıyla anladığımı söyleyemem.

Dr. M.- Birleşerek ve tartışarak kendi ihtiyaçlarını gidermek ve güçlenmek isteyen eski toplumun komplo ithamında bulunma sahtekârlığına başvurmak zorunda olduğunu görmüyor musunuz?

R.- Fakat son yaşanan olayda derneğin parmağı olduğunu bizzat Fransız polisi söyledi ki eski girişimlerine değinmedi bile.

Dr. M.- Ancak lütfederseniz, önceki girişimlere dair bir şeyler söyleyelim. Bu girişimlerle, Enternasyonal’e yönelik tüm komploculuk suçlamalarının ciddiyetini test etmek mümkün. Son çevrilen “entrika”yı anımsıyorsunuz. Halk oylaması yapılacağı duyurulmuştu.[9] Seçmenlerin çoğu tereddütlüydü. İmparatorluk idaresinin değerli olduğuna inanmayan bu insanlar, kendilerini kurtarması gereken derneğin toplumu tehdit edecek tehlikelere yol açacağına dair iddialara inanmadı. Bu noktada yeni bir umacı talep edildi. Polis bu umacıyı bulma işini üstlendi. Tüm işçi birlikleri polisten nefret ediyordu. Buradan da husumetin kaynağının Enternasyonal olduğu düşünüldü. Güzel bir fikirdi bu. Umacı arayışı içerisinde olan polis, Enternasyonal’i seçti. Hem derneği itibarsızlaştırdı hem de imparatorluğun davasına sahip çıkanlara yaltaklanma imkânı buldu. Bu güzel fikir üzerinden imparatorun hayatına karşı “entrika” çevrildiği görüşüne ulaşıldı. Bizim bu zavallı eski dostumuzu öldürmek istediğimizi söylediler. Enternasyonal’in önde gelen üyelerini tutukladılar. Uydurma deliller ürettiler. Mahkeme sürecine hazırlanırken bir yandan da halk oylamasını yaptılar.[10] Fakat sahneye koymak için hazırladıkları komedi kaba saba ve yüzeysel bir farstan başka bir şey değildi. Bu gösteriye şahit olan zeki Avrupa, karakteri gereği, bir süre kendisine gösterilenlere aldanmadı, sadece Fransız köylü seçmen aldatıldı. Sizin şu İngiliz gazeteleriniz, berbat olayın nasıl başladığına dair haberler geçtiler ama nasıl sonuçlandığından bahsetmeyi unuttular. Fransız hâkimleri, lütfedip entrikanın varlığını kabul ettiler ama Enternasyonal’in bu işte parmağı olduğunu gösterecek bir delilin bulunmadığını söylediler. İnanın bana, ikinci komplo da birincisi gibiydi. Fransız memur, bir kez daha işini yapmıştı. Dünyanın tanık olduğu en büyük sivil harekete dair değerlendirmesini sunsun diye salona çağrıldı. Ortadaki yüzlerce işaret gerçek açıklamayı sunacak nitelikteydi. İşçileri yönetenlerin tükettiği lüks mamullerin ve onlardaki beceriksizliğin arttığı koşullarda işçilerin bilgisi de artmıştı. Tarihsel süreç, artık gücün belirli bir sınıftan halka son kez nakledileceği aşamaya geçmişti. Görünen o ki özgürleşmeyi hedefleyen o büyük hareket için zaman da mekân da koşullar da uygundu. Fakat tüm bunları gören memur pekâlâ bir felsefeci olabilirdi, ama aslında karşımızda bir muhbir duruyordu. Varlığını yöneten yasaya uygun hareket eden bu adam, muhbirin açıklamasına sarıldı ve olanın bitenin bir “komplo” olduğunu söyledi. Kendisine uydurma belgeler ve onları destekleyecek deliller sunuldu. Bu sefer Avrupa, tüm o yaşadığı korkuyla birlikte, bir masala inandı.

R.- Avrupa, her Fransız gazetesinin verdiği haberi görünce kendisine yeterince yardım edememiş olabilir tabii.

Dr. M.- Her Fransız gazetesi mi! Anlıyorum, (eline Situation [“Durum”] gazetesini alıyor) işte bu gazetelerden biri var burada. Sunduğu delil gerçek mi değil mi siz değerlendirin. [Haberi okuyor] “Fransa’ya giderken yakalanan Enternasyonal üyesi Dr. Karl Marx, Belçika’da gözaltına alındı. Londra polisi, onun uzun zamandır bağlantılı olduğu derneği izliyordu. Bugün artık derneğin kapısına kilit vuracak somut tedbirler alıyor.” Gazete, iki cümlede iki yalanı aynı ipe diziyor. Sunulan delilleri siz de değerlendirebilirsiniz. Misal, şu an ben Belçika’da hapiste değilim, İngiltere’deki evimdeyim. Ayrıca, İngiliz polisinin kendi dernekleri gibi Enternasyonal Derneği’ne de müdahale edecek güçten yoksun olduğunu siz de biliyor olmalısınız. Ama ne hikmetse haber, hiçbir itirazla yüzleşmeden tüm kıtayı dolaşıyor. Gazetenin yalanı, Avrupa’daki her gazetede dolaşıma giriyor.

R- Bu yalan haberlere karşı çıkmayı hiç denediniz mi?

Dr. M.- Bu konuda o kadar yoğun emek harcadım ki artık sonunda usanıp bu işi bıraktım. Bu gazeteler yaptıkları haberlerde öyle dikkatsizler ki bunlardan birinde Paris Komünü üyesi Felix Pyat’nın Enternasyonal üyesi olduğu söyleniyordu.[11]

R.- Üyesi değil mi?

Dr. M- Enternasyonal, bu tür yabani insanları bünyesine almaz. Adam öyle küstah ki bizim adımıza düşüncesizce bir açıklama yapmış. Ama biz bu açıklamayı anında yalanladık. Gelgelelim, basın öyle adildi ki bu yalanlamayı görmezden geldi.

R.- Peki ya Mazzini, kendisi kurumunuzun bir üyesi mi?[12]

Dr. Marx (gülüyor)- Yo hayır. Onun fikirlerinin menziline ulaşamadığımızdan, pek ilerleme sağlayamadık.

R.- Şaşırtıyorsunuz beni. En gelişkin görüşleri bizzat onun dile getirdiğini düşünüyordum ben.

Dr. M.- Mazzini, orta sınıfa ait eski cumhuriyetçi fikri savunan biri. Orta sınıfla bir yol yürümek gibi bir derdimiz yok bizim.

Mazzini, Alman profesörlerin hâlen daha Avrupa’da geleceğin kültürlü demokrasiciliğinin havarileri olarak görüldüğü günümüz koşullarında hareketin çok gerisinde kalmış bir isim. Alman orta sınıfının İngilizlere kıyasla yeterince gelişmemiş olduğu 1848 öncesinde Mazzini ilericiydi. Ama tüm gövdesiyle gericileşti. Proletaryanın bu orta sınıfla artık ilişkisi yok.

R.- Bazı insanlar, örgütünüzde pozitivist bir unsurun bulunduğuna dair işaretler almışlar.[13]

Dr. M- Yok öyle bir şey. İçimizde pozitivistler var, ayrıca bizden olmayıp bizimle çalışanlar da var. Ama bu ilişki, onların bizim anladığımız biçimiyle halk hükümeti fikriyle hiçbir alakası olmayan, eski hiyerarşinin yerine yenisini geçirmeye çalışan felsefeleri üzerinden kurulmuş bir ilişki değil.

R.- Bana öyle geliyor ki yeni enternasyonal hareketin liderleri hem bir felsefe hem de bir birlik meydana getirmeli.

Dr. M.- Kesinlikle doğru söylüyorsunuz. Mill’in politik ekonomisi gibi bir teoriden devşirdiğimiz taktiklerle sermayeye karşı verdiğimiz savaşta gelişme kaydetmeyi bekleyemeyiz.[14] Mill, emekle sermaye arasında varolan belli bir tür ilişkinin izlerini sürmüştü. Bizse yeni bir ilişkinin kurulmasının mümkün olduğunu göstermeyi umut ediyoruz.

R.- Peki dinle ilişkinize dair ne söylersiniz?

Dr. M.- Din konusunda dernek adına konuşamam. Kendi adıma konuşmam gerekirse, ben ateistim. İngiltere’de bir insanın ateist olduğunu ikrar etmesinin şaşırtıcı olduğuna hiç şüphe yok, ama rahatlıkla söyleyebilirim ki Almanya ve Fransa’da da bunu fısıltıyla söylemeye artık gerek yok.

R.- Derneğinizin merkezini bu ülkede açtınız değil mi?

Dr. M.- Bunun basit ve herkesçe anlaşılır sebepleri vardı. Bu ülkede örgütlenme ve dernek kurma hakkı eskiden bahşedilmiş bir hak. Bu hak, Almanya’da da var ama devlet sayısız güçlükler çıkartıyor. Fransa, bu haktan tümüyle mahrum.

R.- Birleşik Devletler’deki faaliyetleriniz?

Dr. M.- Esas olarak Avrupa’dan gelmiş cemaatler içerisinde faaliyet yürütüyoruz. Bugüne dek ABD’de emek sorununun herkesi kuşatan, önemli bir mesele haline gelmesine mani olan sayısız koşulla yüzleşildi. Fakat artık bu koşullar hızla ortadan kayboluyorlar. Avrupalı emekçi sınıf, sermayeden kopup, toplumun geri kalan kısmından uzaklaştıkça hareket hızla büyüyor ve öne çıkıyor.[15]

R.- Bu ülkede umut, ne tür bir içeriği olursa olsun, çözümün devrimin şiddete meyilli araçları olmaksızın elde edilmesi yönünde. Azınlıklar çoğunluk haline gelene dek kürsüler ve basın yayın araçları yoluyla yürütülen ajitasyon faaliyetlerini esas alan İngiliz sistemi, bence umut verici bir işaret.

Dr. M.- Ben, bu konuda sizin kadar iyimser değilim. İngiliz orta sınıfı, oy kullanma yetkisi ile ilgili tekeli elinde bulundurduğu sürece, çoğunluğun verdiği kararı kabul etmeye istekli olduğunu her daim ortaya koymuştur. Ama şu sözümü de unutmayın: İngiliz orta sınıfı, önemli gördüğü meselelerle ilgili oylamalarda yeterince oy almadığını gördüğü an köle sahiplerinin başını çekeceği yeni bir savaşa tanıklık edeceğiz.

Bu dikkat çekici adamla yaptığım sohbet boyunca ele aldığımız konuları ve kendi görüşlerimi aktarmaya çalıştım. Okuduklarınızdan belirli çıkarımlara ve sonuçlara ulaşmak size kalmış. Komün hareketine suç ortaklığı yaptı mı, yapmış olabilir mi gibi sorulara herkes farklı cevaplar verebilir. Burada, medeni dünyanın iyi mi kötü mü olduğu sorusuna yakında cevap bulacağımız o yeni gücü Enternasyonal Derneği’nde bulacağını güvenle dile getirebiliriz.

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Barut Komplosu, Katoliklere karşı çıkartılan ceza kanunlarının intikamını almak amacıyla düzenlenen, kralı, lordları ve Avam Kamarası üyelerini öldürmeyi öngören komployu ifade ediyor. 5 Kasım 1605 günü komploculara çalışan Guy Fawkes isimli ajan, Avam Kamarası altına yerleştirilmiş barut fıçılarını ateşlemek üzereyken ele geçirildi. Bu sebeple, 5 Kasım günü İngiliz tarihinde Guy Fawkes Günü olarak bilinir.

[2] 1841’de Marx’a Jena Üniversitesi’nde Felsefe Doktoru unvanı verildi. Lisans eğitimini Bonn ve Berlin üniversitelerinde tamamladı.

[3] Marx’ın Maitland Park Yolu üzerindeki evi ferah ve rahat bir evdi.

[4] Diğer “beyefendi” muhtemelen o günlerde Londra’da bulunan ve sık sık Marx’ın evini ziyaret eden Friedrich Engels’ti. Engels gayet iyi İngilizce konuşuyordu.

[5] “Konsey”, Enternasyonal İşçi Derneği Konseyi’ni ifade ediyor. Önde gelen üyeleri her hafta Londra’da toplanıyorlar. Bu üyeler diğer ülkelerdeki işçi örgütleriyle yazışıyorlar.

[6] “Paris ayaklanması”, 18 Mart 1871’de işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra kurduğu Paris Komünü’nü ifade ediyor. Komün 28 Mayıs 1871 günü yıkıldı.

[7] 1866 baharında Genel Konsey, Edinburg ve Londra’da gerçekleşen terzi grevinde faaliyet yürüttü. Grev neticesinde işçiler Almanya’dan işçi getirip grevi kırmak isteyen işverenlerin tüm girişimlerini boşa düşürdü. Oberrhenischer Courier [“Yukarı Ren Habercisi”] gazetesinin 15 Mayıs 1866 tarihli nüshasında çıkan “Uyarı” başlıklı yazısında Marx, Alman işçilerinden İngiltere ve İskoçya’dan uzak durmalarını, böylelikle “Fransa, Belçika ve İsviçre’deki kardeşleri gibi, diğer ülkelere sınıflarının ortak çıkarlarını savunmayı bildiklerini göstermelerini, sermayenin emeğe karşı verdiği mücadelede sermayenin itaatkâr paralı askerleri olmamalarını istedi.” [Documents of the First International, a.g.e. s. 367-68.) 1869’da Ulusal Emek Birliği’nin Basel’deki Enternasyonal Kongresi’ne delege olarak gönderdiği Andrew Cameron isimli üyesinin önerisi üzerine Genel Konsey ABD’de grevci işçilerin yerine çalıştırılmak üzere Avrupa’dan işçi getirilmesine mani olmak için çalışacak Emek ve Göç Bürosu kuruldu. (Bkz.: Samuel Bernstein, The First International in America, New York, 1965, s. 35-34.)

[8] Bu dönemde Enternasyonal, ABD’de resmi herhangi bir gazeteye sahip değildi. Adolph Douai’ın çıkarttığı Arbeiter-Union [“İşçi Birliği”] Eylül 1870’te yayın hayatına son verdi. Ama gene de Enternasyonal basın yayın faaliyetlerini Bulletin de l'union républicaine [“Cumhuriyetçi Birlik Bülteni”] ve Woodhull & Claflin’s Weekly [“Woodhull ile Claflin’in Haftalık Dergisi”] gibi yayınlarla yürütmeyi sürdürdü. Bu son bahsi edilen dergi esasında Enternasyonal liderleriyle çatışma içerisinde olan New York şehrinde çalışma yürüten 12. Seksiyon’un yayın organıydı.

[9] Halk oylaması III. Napolyon tarafından 7 Mayıs 1870’te gerçekleştirildi. Burada amaç, hükümetin önerdiği kimi liberal anayasal değişikliklerin onaylanması ve imparatorluğun arkasında halkın desteği ve onayının bulunduğunun ortaya konulmasıydı. Enternasyonal’e bağlı seksiyonlar, bu seçimde boykot kararı aldı.

[10] Halk oylamasının arifesinde polis Enternasyonal üyelerini gözaltına aldı. Haziran-Temmuz 1870’te görülen dava neticesinde Enternasyonal liderlerinin bir kısmına hapis cezası verildi.

[11] Marx birçok yerde Félix Pyat’yı kendisinden uzaklaşmasından evvel terörizme işaret eden tespitlerde bulunan, laf ebeliğini ifrata vardırmış biri olarak anar. 12 Mayıs 1871 tarihinde kızı Jenny Marx’a yazdığı mektupta “Félix Pyat gibi süslü dil şövalyeleri”nden bahseder. [Yayına Hz.: Hal Draper, Karl Marx ve Friedrich Engels, Writings on the Paris Commune, New York ve Londra, 1971, s. 223.]

[13] Guiseppe Mazzini (1805-1872) İtalya’nın birliğini sağlama amacı güden Avrupa Demokrasi Komitesi ile “Genç İtalya” örgütünün kurucusudur. Programında “Tanrı ve Halk” sloganı üzerinden İtalya’nın birliği ve bağımsızlığı talebine yer verilir. Marx, Mazzini’nin programının burjuva niteliğini sıklıkla eleştirmiştir.

[14] Pozitivizm, Saint-Simon’dan “pozitif bilimler”e, özellikle (Comte’un icat ettiği) sosyolojiye bir din gibi tapınan yaklaşımı ödünç alan August Comte’un takipçilerinin felsefesidir. Pozitivistler burjuva reformcularıydı. Şiddete karşı çıkıyorlar, emekle sermaye arasındaki ilişkilerin ahlaka göre kapsamlı bir biçimde uyarlanması” gereği üzerinde duruyorlardı. Komün’ün “baskıcı tedbirler”ine karşı çıksalar da ona olumlu ve dostane bir tavırla yaklaşan pozitivistler daimi ordunun lağv edilmesi, idam cezasının kaldırılması ve yabancıların görevlere getirilmesi gibi hukuki adımlarını övgülerle karşıladılar.

[15] John Stuart Mill (1806-1873) sosyalist eleştiriden etkilenen görüşlere sahip İngiliz felsefeci ve klasik iktisatçıdır.

[16] 5 Mart 1852’de Marx, Joseph Weydemeyer’e yazdığı mektupta, “ABD’de burjuva toplumunun henüz sınıf mücadelesinin alenileşmesini ve idrak edilir hale gelmesini sağlayacak ölçüde gelişmediğini” söylüyor. Ancak 1881’de F. A. Sorge’ye yazdığı mektupta şunu söylüyor: “ABD’de kapitalist ekonomi ve ona denk düşen işçi sınıfının köleleştirilmesi sürecinin diğer ülkelere nazaran daha hızlı ve daha arsız bir biçimde gelişme kaydetmiştir.” [Karl Marx & Frederick Engels, Letters to Americans, 1848-1895, New York, 1953, s. 44, 129].

28 Temmuz 2024

Jules Guesde’ye Mektup

Sayın Vatandaş Guesde,

Benimle herhangi bir ilişkisi olan hiçbir Fransız mülteci, size duyduğum derin sempatiden ya da çalışmalarınıza duyduğum büyük ilgiden şüphe duymaz. Militan sosyalizmin Fransa’da elbette pek çok destekçisi var, ancak sizin gibi bilgiyi cesaret ve adanmışlıkla birleştirebilen çok az kişi var. Blanqui’nin sizin inisiyatifiniz sayesinde seçilmesi, iktidardaki sonradan görmelerin size çektirdiği acıların ve hakaretlerin ilk telafisidir.[1]

Yasama meclisinin Paris’e dönüşü söz konusu olduğunda, hem Lissagaray’a hem de Longuet’ye makalelerinizle aynı doğrultuda konuştum.[2] Sonuçta, bu konudaki tartışmalara, konunun kendisinden daha fazla önem verdim, Messieurs les Gambettistes’in Versailles’da bitki yetiştirmektense Paris’te yaşamayı tercih edeceğine iyice ikna oldum.[3]

Fransa’daki sosyalistlerin önündeki en büyük görev, bağımsız ve militan bir işçi partisinin örgütlenmesidir. Kentlerle sınırlı kalmayıp kırlara da yayılması gereken bu örgütlenme, ancak propaganda ve sürekli mücadele yoluyla, her zaman o anın verili koşullarına, güncel gerekliliklere uygun bir gündelik mücadele yoluyla başarılabilir. Sadece ölümünden sonra Jakobenler, devrimci eylemin tek bir biçimini, patlayıcı biçimini bilirler. Bu, egemen toplumsal konumları işgal edene kadar kalkanlarını hiç kaldırmamış olan burjuvalar için çok doğaldır.

Benim kanaatime göre patlayıcı biçimdeki devrim, bu kez Batı’dan değil, Doğu’dan – Rusya’dan – başlayacaktır. İlk olarak, şiddetli bir ayaklanmanın tarihsel bir zorunluluk haline geldiği diğer iki büyük despotizm (okunaksız[4]) Avusturya ve Almanya’da tepki gösterecektir. Bu genel kriz anında Avrupa’nın, Fransız proletaryasını hâlihazırda bir işçi partisi olarak kurulmuş ve rolünü oynamaya hazır durumda bulunması son derece önemlidir. İngiltere’ye gelince, toplumsal dönüşümünün maddi unsurları fazlasıyla mevcuttur, ancak eksik olan, itici ruhtur. Bu ruh, ancak kıtasal olayların patlamasıyla oluşacaktır. İngiliz işçi sınıfının büyük bölümünün durumu ne kadar sefil olursa olsun, yine de bir dereceye kadar İngiltere’nin dünya pazarındaki imparatorluğuna katıldığını ya da daha da kötüsü, kendisinin buna katıldığını hayal ettiğini asla unutmamalıyız.

Longuet üzerine birkaç söz. Onun kişisel düşmanınız olduğunu düşünürseniz ona haksızlık etmiş olursunuz. Aksine, birkaç cilveli göçmen tarafından davet edilmesine rağmen, kendisini şakaların içine çekilmesine izin vermedi. İzlenmesi gereken taktikler konusunda onun görüşleri bazen sizinkilerden farklı olsa da, temelde farklı olduklarını düşünmüyorum.[5] Son olarak, aile ilişkileri ve dostlukların, hiçbir zaman sapmadığım siyasi çizgim üzerinde hiçbir etkisi olamaz.

En kısa zamanda özgürlüğünüze ve sağlığınıza kavuşmanız umuduyla.

Çok samimi dostunuz Karl Marx.[6]

10 Mayıs 1879
41 Maitland Park Road Londra NW
Çeviri: Köstebek

* * *

Jules Guesde’den Cevap

Sayın vatandaşımız,

Gösterdiğiniz sempati ve saygı için çok minnettarım ve Enternasyonal konusunda sizinle fikir ayrılığına düştüğüm zamanlarda bile Komünist Manifesto ve Kapital’in yazarına her zaman büyük bir hayranlık duyduğuma inanmanızı rica ediyorum.[7]

Bugün şunu söyleyebilirim ki, sizi daha iyi tanımış olsaydım, bu anlaşmazlık – en azından benim açımdan – asla ortaya çıkmazdı.

Çünkü mektubunuzdaki her şeyi düşünüyorum – ve her zaman da düşündüm.

Eğer ben bir devrimciysem, eğer sizin gibi toplumsal sorunun kolektivist ya da komünist bir doğrultuda üstesinden gelmek için gücün gerekliliğine inanıyorsam, sizin gibi ben de -belki Rusya’da gerekli olan- ne Fransa’da, ne Almanya’da, ne de İtalya’da devrimin aciliyetlerinden hiçbirine karşılık gelmeyen Blanqui tarzı hareketlerin amansız muhalifiyim.[8] Bunu Radical’de Opéra Comique’deki isyancılara karşı yürüttüğüm kampanyadan anlayabilirsiniz.

Ben de sizin gibi, eylemi düşünmeden önce, sürekli olduğu kadar geniş bir propagandanın yardımıyla bir parti, bilinçli bir ordu kurmamız gerektiğine inanıyorum.

Ben de sizin gibi sadece var olanı yok etmenin istediğimiz şeyi inşa etmek için yeterli olacağına inanmıyorum ve aşağı yukarı uzun bir süre hareketin yukarıdan yönlendirilmesi gerekeceğini düşünüyorum.

İşte bu koşullar altında, döndüğümden beri, gerçekleşmek üzere olan olaylar karşısında haklı olarak “son derece önemli” olduğunu belirttiğiniz bu “bağımsız ve militan işçi partisini” kurmakla meşgulüm.

Ancak bu işçi partisinin hem “bağımsız” hem de “militan” olabilmesi için, Fransız proletaryasının burjuva radikalizminin saptırmalarından kurtarılması ve kurtuluşunun ancak mücadele yoluyla gerçekleşebileceğine ikna edilmesi şarttır.

İşçilerimizi hala burjuva radikalizminin sularında tutan kabloyu kesmek ve onlara dostane ya da barışçıl çözümlerin (işbirliği, bankalar vb.) yararsızlığını göstermek, şu anda başarıya ulaşma yolunda ilerleyen iki yönlü planımız olmalıydı ve oldu.[9] Sadece Longuet’yi değil, Vallès ve Jourde’u da kınadığım şey, oyunumuzu bozmak ve makaleleri ölçüsünde, bizimkinin karşısındaki tarafa yasaklamanın ağırlığını koymaktı.

Ama Longuet’yi hiçbir zaman kişisel bir düşman olarak görmedim, benim onun düşmanı olduğum kadar. Bundan emin olabilirsiniz.

Sürgünde olduğu için Paris’teki ve Fransa’daki gerçek durumdan habersiz olması gerekirken, burjuva liberalizmi ve devrimci sosyalizm tarafından paylaşılan bir gazetede devrimci sosyalizme karşı bir pozisyon almasına hayret ettim ve ona en iyi ihtimalle acıdım.

La Révolution’da ortaya koymaya başladığı “sosyalist program” bile, işçi sınıfı Fransa’mızın tek kurtuluşunu, geliştirdiği tüm gayrimenkul ve menkul sermayeye kolektif olarak el konulmasında görmeye başladığı bir zamanda, bir hatadır ve çok büyük bir hatadır. Enternasyonal’in programı bu mu? Hadi ama! Bu, olsa olsa Jura federasyonunun Prudoncularının programıdır. Ve neyse ki bizim işçilerimiz, işçilerimizin en akıllıları, Proudhon’dan ve onun mutualist ‘şakalarından’ geri döndüler.

Tüm bu ayrıntılara girdiğim için özür dilerim, ancak bazı insanlara karşı olan huysuzluğumu açıklamanın yanı sıra, burada neler olup bittiği ve ne yaptığımız hakkında size bir fikir verecektir.

Eğer bu kadar hasta ve perişan olmasaydım, size bir sonraki ziyaretimden bahseder, sizinle uzun uzun konuşmayı çok isterdim. Ancak elimde ne fiziksel ne de maddi imkânlar var. Size teşekkürlerimi ve bağlılığımın teminatını göndermekle yetinmek zorundayım.

Size ve Devrim’e

Jules Guesde

İşçi Partisi Programı

Dipnotlar:
[1] Marx’ın büyük saygı duyduğu Auguste Blanqui (1805-1881) Nisan 1879’da Meclis’e seçildi, ancak sadece birkaç ay görev yaptı, meclis üyeliği Haziran ayında geçersiz sayıldı; ancak yine de seçim kampanyasının amacı olan hapishaneden serbest bırakıldı.

[2] Prosper-Olivier Lissagaray (1838-1901) ve Charles Longuet (1839-1903) Komün’e katılmış iki büyük figürdü. Lissagaray, bir süre Marx’ın ailesiyle birlikte kalmış ve Komün’ün tarihini yazmıştı, Longuet ise Marx’ın damadıydı.

[3] Ulusal Meclis Komün’den beri Versailles’da bulunuyordu. Léon Gambetta bir cumhuriyetçiydi ve o sırada alt meclisin başkanıydı. Parlamento nihayet Haziran ayında Versailles’dan Paris’e geri taşındı.

[4] Metni Actuel Marx’ta ilk olarak yayınlayan Jean-Numa Ducange, “bazı kelimelerin deşifre edilmesi imkânsız olduğunda okunaksız notlarla birlikte yeniden ürettik. Gerçekliği kesin olmayan bazı kelimeler de kalın ve italik olarak belirtilmiştir” notunu düşmüştür.

[5] Charles Longuet, 1872’den beri Marx’ın kızlarından biri olan Jenny ile evliydi.

[6] Mektup ve Guesde’nin zaten bilinen cevabı aşağıda yer almaktadır.

[7] Komün’den sonra İsviçre’de sürgünde bulunan Jules Guesde, başlangıçta bir anarşistti ve Karl Marx’a karşı bazı sert metinler yayınladı.

[8] Jules Vallès’in de yer aldığı Napolyon III’e suikast girişimine (5 Temmuz 1853, “Complot de l’Opéra Comique” olarak bilinir) gönderme.

[9] 1880’deki affa kadar Fransa’ya dönmelerine izin verilmeyen Komünarların yasaklanmasına atıf.

04 Haziran 2024

,

‘Prusya Kralı ve Sosyal Reform’ Makalesine Eleştirel Notlar


Şimdi bir de “Prusyalı”nın [Arnold Ruge’nin -ç.n.] Alman işçileriyle ilgili ettiği, ne dediği anlaşılamayan laflarına bir bakalım.

“Alman yoksulları, yoksul Almanlardan daha zeki, çünkü çalıştıkları ocakların, fabrikaların veya yaşadıkları mahallelerin ötesine hiç bakmıyor ama nasılsa siyasetin her yere sızan ruhu onlara hiç değmiyor.”

Alman işçilerinin durumunu İngiliz ve Fransız işçilerinin durumuyla kıyaslamak amacıyla “Prusyalı”, Fransız ve İngiliz işçilerinin hareketinin çıkış noktasını, ilk oluşumunu Almanya’da yeni doğan hareketle kıyaslamak zorunda kalıyor. Ama neticede bu kıyaslama konusunda başarısız oluyor. Dolayısıyla, dile getirdiği tüm laflar önemsiz bir tespitin ötesine geçemiyor, bu anlamda, Almanya’da sanayi İngiltere’deki sanayiden daha az geliştiğinden veya hareketin geliştikçe başlangıçtaki hâlinden farklılaştığından dem vuruyor. “Prusyalı”nın arzusu, Alman işçi hareketinin özel niteliği hakkında konuşmak iken bu konuya dair tek kelam etmiyor.

“Prusyalı”nın aslında temel meseleyi doğru bir bakış açısından ele alması gerekiyor. Sonrasında Fransa ve İngiltere’deki isyanların tekinde bile Silezyalı dokumacıların ayaklanmasında gördüğümüz türden teorik ve bilinçli bir nitelik bulunmadığını o da görüyor.

Heinrich Heine’nin kaleme aldığı bu ilk Dokumacılar Şarkısı’nı hatırlayın, bu gözü pek savaş çağrısı, ocaktan, fabrikadan ya da mahalleden bile bahsetmiyor, ama proletaryanın en kararlı, en kavgacı, en amansız ve en güçlü tarzda özel mülkiyet toplumuna yönelik düşmanlığını hep bir ağızdan ilân ediyor. Silezya ayaklanması, Fransız ve İngiliz işçilerinin ulaştıkları noktadan, yani proletaryanın doğasının anlaşılmasından başlıyorlar işe. Bu üstünlük, tüm hikâyeye damgasını vuruyor. Sadece işçilerin rakipleri olan makineler parçalanmakla kalmıyor, ayrıca muhasebe defterleri de yırtılıyor, mülkiyete ait tüm unvanlar çiğneniyor, tüm diğer hareketler saldırılarını esas olarak görünmez düşmana, sanayicilere yöneltiyor, ayrıca Silezyalı işçiler bankacılara da gösteriyorlar düşmanlıklarını. Velhasıl, bu tarz bir cesaret, basiret ve sabırla gerçekleştirilmiş tek bir İngiliz işçi ayaklanmasına rastlanmıyor.

Alman işçilerinin eğitim düzeyi veya eğitimle alakalı kapasiteleri konusunda bir örnek aranacaksa o Weitling’dir. Ondaki akıl dolu yazılar, pratikte uygulama konusunda kimi kusurlara sahip olsalar da, teorik planda Proudhon’un yazılarını aşan yazılardır. Burjuvazinin özgürleşmesi, yani politik özgürleşme konusunda burjuvazi, tüm o felsefecileri ve âlimleriyle Weitling’in Uyum ve Özgürlüğün Güvenceleri eserini gölgede bırakacak tek bir çalışma bile kaleme alamaz. Almanya’daki politik yazında gördüğümüz o aşırı itaatkârlık ve temkinlilikle malul yavanlığı, Alman işçilerin yazın sahasına o gösterişli ve tüm ışıltısıyla çıkışını kıyasladığımızda, proletaryanın boylarından büyük işleri yapan, devleşmiş çocuklarını, Alman burjuvazisinin yürümekten aşınmış politik ayakkabılarını yalayıp duran cücelerle kıyasladığımızda, bu Alman Sindirella’nın gelecekte tüm zindeliğiyle karşımıza çıkacağını tahmin edebiliriz.

Neticede Alman proletaryası Avrupa proletaryasının teorisyeni, İngiliz proletaryası iktisatçısı, Fransız proletaryası da politikacısıdır. Almanya, toplumsal devrimde eskiden olduğu gibi bugün de politik devrim konusunda sahip olduğu kifayetsizliği bir tür meslek hâline getirmiştir. Zira Alman burjuvazisindeki güçsüzlük, Almanya’nın politik güçsüzlüğünün sebebidir, bu nedenle, Almanya’daki teoriden bile kopuk olan Alman proletaryasındaki beceri, aynı zamanda Almanya’daki toplumsal beceridir. Almanya’nın felsefi ve politik gelişimindeki eşitsizlik asla anormal bir şey değildir. Bu, eşitsizlik zaruridir. Felsefesi olan bir ulus, doğayla uyumlu bir pratiği ancak sosyalizmde bulabilir, ulusun özgürleşme sürecinin faaliyet hâlindeki faili, sadece ve sadece proletaryadır.

Ne var ki şuan itibarıyla benim “Prusyalı”ya Alman toplumu ile toplumsal devrim arasındaki ilişkiye dair vaazda bulunmak, bu ilişkinin bir yandan Alman burjuvazisinin sosyalizme yönelik cılız tepkisini bir yandan da Alman proletaryasının sosyalizm konusunda sahip olduğu güçlü yeteneklerin nasıl açıklanacağını ortaya koymak için ne vaktim var ne de isteğim. “Prusyalı”, bu olguların idraki için zaruri olan temel bilgileri Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi için kaleme aldığım (Fransız-Alman Yıllıkları’nda yayımlanan) giriş bölümünde bulabilir.

Buradan şunu söylemem lazım: Alman yoksullarındaki zekilik, yoksul Almanlardaki zekilik düzeyiyle ters orantılıdır. Gelgelelim, her türden nesneyi halk içerisinde üslupçuluk talimleri için bir fırsat için kullanan insanlar, bu türden biçimsel faaliyetler eliyle yanlışa yönlendirilirler ve bu kişiler bir biçimde içeriği saptırırlar, saptırılan içerikse kabalığın damgasını biçime vurur.

Bu anlamda, Prusyalı”nın işçilerin Silezya’daki huzursuzluğunu biçimsel düzeyde dile getirilmiş bir antitez bağlamında tartışmaya çalışması, onu hakikatin karşısına çıkartılan en büyük tezi dillendirmeye itmiştir. Silezya isyanının ilk patlak verdiği anla yüzleşen ve bir biçimde hakikat üzerine düşünce geliştiren veya onu seven hiçbir insan, yaşanan olayın içerisinde en öncelikli görevinin orada bir okul müdürü gibi davranmak olduğunu düşünmezdi. Esasında böylesi bir olayın içerisinde olan kişinin ana görevi, ondaki özgül niteliği keşfetmek amacıyla bu olayı incelemek olmalıydı. Tabii böylesi bir görevi ifa etmek için de bilimsel kavrayışa ve insanlık sevgisine ihtiyaç var, bunun dışında başvurulan her türden usulde ise insana kendi varlığına âşık kibirli kişinin başvurduğu, hazır kalıp ifadelerle kuşatılmış bir laf ebeliğinden başka bir şeye ihtiyaç duymuyor.

Bizim “Prusyalı”, Alman işçilerini neden bu denli hor görüyor? Çünkü “tüm sorun”un, yani işçilerin çektiği çilenin “siyasetin her yanı kuşatan ruhunun ona henüz değmemiş olmasıyla ilgili olduğunu” düşünüyor. Yazarımız, siyasetin ruhuna duyduğu o platonik aşkın detaylarını şu şekilde dile döküyor:

İnsanların toplumdan, düşüncelerinin toplumsal ilkelerden kopartılmasıyla oluşan felâketin tetiklediği tüm isyanlar, idraksizlik ve kan gölü içerisinde ezilmeye mahkûmdur. Ama bir kez ihtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında, Almanların politik fikriyatı toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda, Almanya’da bile bu olayların büyük bir ayaklanmanın semptomları olduğu görülecektir.”

Öncelikle şunu umalım ki “Prusyalı”, bize üslupçu bir yorumda bulunma izni verir. Dile getirdiği antitez eksik. İlk kısmında “İhtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında”, ikinci kısmında ise “politik anlayış, toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda” diyor. Antitezin ilk kısmında basit bir ifade olarak anlama meselesine işaret ediyor. Ama bu anlama ifadesi, ikinci kısımda politik anlayışa evriliyor. Yani ilk kısımda, ikinci kısımdaki toplumsal ihtiyaçtan dem vuruyor. Peki bizim bu üslup ustamız, antitezinin iki kısmına neden aynı değeri vermiyor? Ben, yazarımızın meseleyi yeterince tefekkür etmediğini düşünüyorum. Ondaki dürtünün doğru olduğunu kendisine göstereceğim: Neticede şu lafı eden kendisi değil miydi? “Ama bir kez ihtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında, Almanların politik fikriyatı toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda.” Metni tarafsız bir gözle okuyan her okur, burada dile getirilen antitezin anlamsız olduğunu görür. Evvela şunu sormak lazım: bizim bu ismi gizli yazarımız toplumsal anlama pratiğini toplumsal ihtiyaçla, politik anlama pratiğini de politik ihtiyaçla neden ilişkilendirmiyor? Oysa bu bağ kurma çabasını bizatihi mantık emrediyor. Buradan biz asıl meseleye dönelim!

Toplumsal ihtiyacın politik anlayış ürettiği tezi tümüyle yanlıştır. “Politik anlama çabasını üreten, toplumsal zenginliğimizdir” diyen kişi, hakikate yazarımızdan daha yakın durmaktadır. Politik anlayış, dert üstü murat üstü olan kişinin zaten sahip olduğu manevi bir şeydir. Bizim “Prusyalı”, Fransız iktisatçı M. Michael Chevalier’nin şu sözünü kulağına küpe yapmalıdır:

“Burjuvazinin ayaklandığı 1789 yılında sahip olmadığı tek hak, ülke yönetimine katılma hakkıydı. Özgürleşme süreciyle birlikte yurttaşları, orduyu ve dini kesimi ilgilendiren görevlerin, tüm kamusal işlerin dizginleri bu işleri tekelinde bulunduran imtiyazlı sınıfların elinden alındı. Zengin ve aydın, aynı zamanda kendine yetecek kudrete, kendi işlerini yönetecek kabiliyete sahip olan burjuvazi, keyfi idarenin iktidarından kurtulmak istiyordu.”

Bizim “Prusyalı”ya toplumsal ihtiyacın kaynağını keşfetme görevi konusunda politik anlayışın kâfi gelmeyeceğini göstermiş bulunuyoruz. Meseleye dair görüşü konusunda şu son tespiti aktarmakta fayda var. Bir milletin politik anlayışı ne kadar gelişkin ve kapsamlı ise proletarya, en azından hareketin ilk aşamalarında, tüm enerjisini, kendisinin kan gölünde boğulacağı anlamsız ve beyhude ayaklanmalarda heba edecektir. Çünkü böylesi bir durumda proletarya, sadece politik düşünecek, iradesinin tüm kötülüklerin ve gücün sebebi olduğunu düşünecek, belirli bir devlet biçimini alt etmeyi genel bir çare olarak görecektir. Fransız proletaryasının gerçekleştirdiği ilk isyanlar, bu tespitin birer kanıtıdır.[1] Lyon’daki işçiler, amaçlarının tümüyle politik olduğunu düşündüler, kendilerini cumhuriyetin askeri olarak gördüler, oysa gerçekte onlar sosyalizmin askeriydi. Bu sebeple, geliştirdikleri politik anlayış, toplumsal sefaletlerinin köklerini görmemelerine neden oldu, gerçek amaca dair görüşlerini çarpıttı, politik anlayışları toplumsal dürtülerini yanılttı.

Peki ama bu “Prusyalı”, madem sefalet neticesinde belirli bir anlayışın oluşacağını umuyor, o vakit neden “idraksizlik sonucu ezilme durumu”nu “kanla ezilme durumu” ile tanımlıyor? Madem sefalet, bir anlayışa yol açıyor, o vakit herkesin kıyımdan geçirildiği bir durum çok daha uç anlayışlara sebep olacaktır. “Prusyalı”, kan banyosu içerisinde ezilme halinin idraksizliği ortadan kaldırdığını, anlayışın böylelikle can bulduğunu söylemek zorunda.

“Prusyalı”, “insanın toplumdan, düşüncelerinin toplumsal ilkelerden talihsiz bir şekilde kopartılması” neticesinde tetiklenen ayaklanmaların bastırılacağı öngörüsünde bulunuyor.

Daha önce gösterdiğimiz üzere, Silezya ayaklanmasında düşünceler, toplumsal ilkelerden hiçbir şekilde ayrı ve kopuk değildi. Yaşanan ayaklanmanın “insanın toplumdan talihsiz bir şekilde kopartılması” ile bir alakası yoktu. Burada yazar, “toplum” derken politik toplumu, yani devleti kastediyor. Yazarımız, politik olmayan Almanya’yla ilgili o eski şarkıyı mırıldanıyor.

Peki ama istisnasız tüm isyancılar, zaten toplumdan talihsiz bir şekilde kopmuş olma hâlinin ürünü değil mi? Her bir isyan, o kopuşu önceden varsaymaz mı? 1789 devrimi, Fransız yurttaşlar toplumdan talihsiz bir şekilde kopmuş olduklarını düşünmeselerdi, gerçekleşir miydi? Zaten devrimin de amacı, bu kopukluk hâlinin ortadan kaldırılması değil miydi?

Ne var ki bu işçilerin kopuk olduğu toplum, politik toplumdan farklı bir gerçekliğe ve kapsama sahip bir toplum. Hayatın bizatihi kendisi, fiziki ve manevi hayatı, insani ahlakı, insani faaliyetleri, insanı hazzı ve insani doğası, işçinin emeği ile toplumdan kopar. İnsani doğa, insanların gerçek toplumudur.

Politik toplumdan kopuk olmak, insani doğadan talihsiz bir biçimde kopuk olmak kadar kapsamlı, tahammül edilemez, korkunç ve çelişki yüklü değildir. Dolayısıyla, insani doğadan kopuk olma hâlini aşma, bu hâle karşı kısmi bir tepki veya isyan, çok daha büyük olur. Zira insan yurttaştan, insani hayat politik hayattan daha büyüktür. Bu sebeple, her ne kadar sanayide bir isyan yaşansa da bu isyan, kendi içinde evrensel bir ruh taşır: bir politik isyan ise ne kadar evrensel olursa olsun, biçimsel açıdan büyükmüş gibi görünse de ruhu oldukça ufaktır.

“Prusyalı”, makalesini tam da taşıdığı değere uygun bir şekilde bitiriyor ve sonunda şunu söylüyor:

Politik ruhtan (yani, devrimi bütünlüğe dair bakış açısı üzerinden örgütleyecek ana bir görüşten) yoksun toplumsal devrim gerçekleşemez.

Daha önce de gördüğümüz gibi: bir toplumsal devrim, bütünsel bir bakış açısına sahiptir, çünkü, tek bir fabrika bölgesiyle sınırlı bile olsa, böylesi bir devrim, insanlıktan çıkartılmış bir hayata karşı insanın ortaya koyduğu tepkiyi ifade eder, çünkü belirli ve gerçek bireye dair bakış açısından önce bütünsel bakış açısı oluşur, çünkü bireyin koptuğu ve bu kopuş sebebiyle tepki geliştirdiği toplum, insanın gerçek toplumu, yani insani doğadır.

Buna karşılık, devrimin politik ruhu, devletten ve iktidardan kopuk olma hâline son verecek politik güçten yoksun sınıfların ana eğilimi dâhilinde oluşur. Politik ruhun geliştireceği bakış açısı devlete, soyut bütünlüğe dairdir. Bu soyut bütünlükse sadece onun gerçek hayattan kopmasıyla varolur. O, genel fikirle insanın tekil varoluşu arasındaki örgütlü çelişkinin olmadığı koşullarda akla dahi getirilemez. Politik ruhun sınırlı ve çelişkili niteliğine uygun olarak, onun sebep olduğu bir devrim, toplumun pahasına, gene toplum içerisinde hâkim bir grup örgütler.

Biz, “Prusyalı”ya oturup politik ruhtan yoksun bir toplumsal devrimin niteliğine dair sırrı faş edelim: buradan da kulağına, dilindeki ifadelerin kendisini o politik dar kafalılığından bile kurtaramadığına dair sırrı üfleyelim.

Eğer Prusyalı, “toplumsal” devrimden politik devrime karşı olan bir “toplumsal” devrimi anlıyorsa, ama bir yandan da hem toplumsal devrime toplumsal değil de politik bir ruh bahşediyorsa, ona şunu söylememiz gerekiyor: politik ruhtan yoksun bir “toplumsal” devrim, saçma sapan bir fikirdir. Başka bir ifadeyle, politik ruhtan yoksun bir toplumsal devrim, genelde “politik devrim”den veya “saf ve basit bir devrim”den dem vurup vuran, altı boş bir yorumdan başka bir şey değildir.

Her devrim, toplumdaki eski düzene son verir, bunu yaptığı ölçüde de toplumsaldır. Her devrim, toplumu yöneten eski iktidarı yıkar, bunu yaptığı ölçüde de politiktir.

“Prusyalı”, ya altı boş yorumlarda bulunacak ya da saçma açıklamalar yapacak. Politik ruhtan yoksun toplumsal devrimle ilgili değerlendirmesi altı boş bir yorum da olabilir saçma bir açıklama da. Asıl, toplumsal ruha sahip politik devrimle ilgili yaklaşım üzerinde durulmalıdır.

Tüm devrimler, yani mevcut iktidarın yıkılması ve eski düzenin yok edilmesi, politik bir eylemdir. Devrim olmadan sosyalizm imkânsızdır. Sosyalizm, politik eyleme ihtiyaç duyduğu gibi, yıkıma ve tasfiye işlemine de ihtiyaç duyar. Sosyalizmin örgütlemeye dair işlevleri devreye girip de hedefi ve ruhu belirginleştiği vakit, sosyalizm politik maskesini çıkartıp atar.

Bir gazetedeki makale yazısında gizli kalmış hataları açığa çıkartmak için ne yazık ki bu kadar uzun bir nutka ihtiyaç vardı. Neticede her okur, yazın alanında çevrilen bu türden dolaplarla uğraşacak eğitime de vakte de sahip değil. Bu ismini gizleyen “Prusyalı”mız, kendi mevcut hâlini dikkatle analiz etmek adına, Almanya’daki duruma dair tumturaklı laflar etmekten geri durmalı, politik ve toplumsal konulara dair kaleme oynatmaktan vazgeçmeli.

Karl Marx
Vorwarts!
[“İleri”] Sayı 64
10 Ağustos 1844
Kaynak

Dipnot:
[1] “Fransız proletaryasının ilk isyanları” derken, Kasım 1831 ve Nisan 1834’te Lyon işçilerinin gerçekleştirdiği ayaklanmalar kastedilmektedir.

08 Mayıs 2023

,

Otiçistveniya Zapiski'ye Mektup

Otiçistveniya Zapiski [“Vatandan Notlar”]

Dergisinin Yayın Kurulu’na Mektup[1]


I

Sayın bayım,

Öyle görünüyor ki “Bay Jukovski[2] Karl Marx’ı Yargılıyor” başlıklı makalenin yazarı[3], zeki bir insan ve eğer benim ilkel birikimle ilgili değerlendirmemde kendi ulaştığı sonuçları destekleyecek tek bir pasaj bulsaydı, makalesinde illaki alıntılardı. Bu tür bir pasajı bulma isteği, onu Kapital’in Almanca baskısına eklenmiş, bir Rus “edebiyatçı”yla[4] yürütülen polemiğe, önemsiz sayılabilecek bir metne bel bağlamak zorunda bırakıyor. Ben bu yazarı Rus komününü Rusya’da değil, Prusya devlet meclisi üyesi August von Hauxthausen’ın kitabında keşfettiği, bu yazarın elinde Rus komününün sadece eskimiş, çürümüş Avrupa’nın panslavizmin zaferi ile yeniden canlandırılması gerektiğini ispatlayacak bir argüman olarak iş gördüğü için eleştirmiştim. Bu yazarla ilgili olarak dile getirdiğim argüman doğru da olabilir yanlış da, ama bu tespitimin Rus halkının kendi vatanları için Batı Avrupa’nın yürüdüğü, hâlen daha yürümeye devam ettiği gelişme yolundan farklı bir yol bulma çabalarıyla ilgili görüşlerimin anlaşılmasını hiçbir şekilde sağlayamayacağı düşüncesindeyim.[5] (“Russkikh lyudei daiti dlya svoego otochestva put’ razvitiya, otlichnyi ot togo, kotorym shla i idet zapadnaya Evropa.”)

Kapital’in ikinci Almanca baskısına yazılan, Bay Jukovski’yle ilgili makalenin yazarının da ondan alıntı yaptığına göre haberdar olduğu önsözde ben, hak ettiği o yüksek takdirle birlikte, “o büyük Rus akademisyenden ve eleştirmen”den bahsetmiştim.[6] Önem arz eden bir dizi makalede kendisi Rusya’nın liberal iktisatçılarının da tespit ettiği biçimiyle, ülkenin kapitalist düzene geçebilmesi için kır komünlerini yok etmekle mi işe başlaması gerektiği yoksa bu kapitalist düzenin dayatacağı tüm çileleri çekme gereği duymadan, ama bir yandan da onun tüm meyvelerini toplamadan, kendi tarihsel temellerini mi geliştirmek zorunda olduğu meselesini tartışmıştı. Bu hoca, ikinci çözümden yana olduğunu söylüyordu.[7] Şimdi, beni eleştiren o saygıdeğer kişi, benim panslavist “edebiyatçı”ya karşı giriştiğim polemikten nasıl onlara karşı olduğum sonucunu çıkarabildiyse, bu “büyük Rus araştırmacı ve eleştirmen”e duyduğum saygıdan da onun görüşlerini paylaştığım sonucunu, aynı mantıkla çıkarabilirdi.

Son olarak şunu söyleyeyim: hiçbir şeyi “varsayımlarda bulunma işi”ne terk etmekten hoşlanmadığım için, lafı dolandırmadan konuşacağım ve doğrudan meseleye geleceğim. Rusya'daki ekonomik gelişmeyi değerlendirmek için özel yeteneklerle donanmış olmam gerektiğini düşündüğüm için Rusça öğrendim ve uzun yıllar boyunca resmi yayınları ve konuya ilişkin öteki yayınları izledim. Vardığım sonuç şudur: Rusya, 1861’den beri izlediği yolda yürümeyi sürdürürse, tarihin bir halka şimdiye dek bahşettiği en güzel şansı yitirecek ve kapitalist rejimin halkı mahvedecek tüm iniş çıkışlarını bir bir tecrübe edecektir.

II

İlkel birikimle ilgili bölümün, Batı Avrupa'da kapitalist ekonomik sistemin, feodal ekonomik sistemin rahminden çıkış yolunu izlemekten gayrı bir iddiası yok. Bu anlamda söz konusu bölüm, üreticileri üretim araçlarından ayırarak ücretli işçilere (kelimenin bugünkü cari anlamıyla proleterlere) dönüştürürken, bir yandan da üretim araçlarının sahiplerini kapitaliste dönüştüren tarihsel süreci aktarıyor. Bu tarihte “tüm devrimler, yeni ortaya çıkan kapitalist sınıfın gelişimi için bir tür kaldıraç görevi gören, her şeyin ötesinde, büyük insan yığınlarının birdenbire geçim araçlarından koparılarak emek pazarına sürüldüğü çağ açıcı devrimlerdir. Fakat tüm bu gelişmenin temelini, tarımsal üreticilerin topraklarının müsadere edildikleri, bu insanların topraktan kopartıldıkları süreç teşkil eder. Şimdiye dek bu sürecin tamamlandığı tek ülke, İngiltere’dir […] fakat Batı Avrupa’daki tüm ülkeler, aynı gelişme sürecini izliyorlar.” vb. (Kapital, Fransızca baskı, [Paris 1875], s. 315). Bölümün sonunda, üretimdeki tarihsel eğilimin, “kendisini doğadaki dönüşümlerin önlemezliği ile birlikte inkâr edecek olan hâline yol açtığı gerçeklik”e bağlı olduğu, toplumsal emeğe ait üretici güçlere de her bir tekil üreticinin çok yönlü gelişimine de en büyük itkiyi verdiği, zaten etkin hâliyle kolektif üretim tarzını temel alan kapitalist mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmekten başka bir seçeneği bulunmadığı söyleniyor. Bu konuda ben, herhangi bir kanıt ortaya koymuş değilim, zira bu ifadenin kendisi, sadece önceki kapitalist üretimle alakalı bölümlerde sunulmuş uzun açıklamaları kısaca özetlemekten başka bir şey yapmıyor.

Peki bugün beni eleştiren kişi, bu tarihsel taslağı Rusya’ya nasıl tatbik ediyor? Ancak şu şekilde: “madem ki Rusya, Batı Avrupa’daki milletler gibi kapitalist bir millet olma eğiliminde ve son birkaç yıl içerisinde bu hedefe ulaşmak için büyük acılar çekti, o vakit Rusya, başarılı olmak istiyorsa, köylü nüfusunun büyük bir kısmını proleter yapıp, ardından da onları kapitalist düzene ait sürüye katmak, böylelikle, dünyadaki diğer halklar gibi kapitalizmin o merhamet nedir bilmeyen yasalarına tabi olan süreci yaşamak zorunda.” Eleştirmenimiz, işte bundan gayrı bir şey söylemiyor. Tabii burada da kalmıyor, ısrarla, benim Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuyla ilgili olarak ortaya koyduğum tarihsel taslağı, insanların kendilerini ne türden tarihsel koşullar içerisinde bulduğuna bakmadan, herkese kader gibi dayatılmış genel sürecin tarihsel-felsefi teorisine dönüştürmeye çalışıyor. Kusura bakmasın ama, bunu yaparak, hem beni fazla onurlandırıyor hem de fazlasıyla itibarsızlaştırıyor. Bunu bir örnekle açıklamama izin verin.

Kapital’in birinci cildinin muhtelif yerlerinde ben, Antik Roma’daki pleblerin kaderinden dem vuruyorum. Bu insanlar, ilk başta özgür köylülerdi, her biri, kendi toprağını kendisi hesabına ekip biçiyordu. Roma tarihinin seyri dâhilinde hepsi mülklerinden oldular. Onları üretim ve geçim araçlarından kopartan aynı süreç, bir yandan da sadece büyük toprak mülkiyetinin değil, ayrıca büyük para sahibi sermayelerin oluşumunu da içeriyordu. Böylelikle güzel bir sabah, bir tarafta işgücünden başka her şeyi elinden alınmış özgür insanların, diğer tarafta ise bu emeği sömürmeye hazır, tüm edinilmiş zenginliğe sahip olanların olduğu bir düzen ortaya çıktı. Sonra ne oldu? O Romalı proleterler, ücretli işçiler değilse bile ABD’nin güneyinde “yoksul beyazlar” denilen insanlardan daha sefil, hiç işi olmayan bir ayaktakımı meydana geldi. Onlarla birlikte ortaya çıkan şey, kapitalist üretim tarzı değil, köleci üretim tarzı idi. Farklı tarihsel bağlamlar içerisinde meydana gelen ve birbirine çarpıcı bir biçimde benzeyen olaylar tümüyle farklı sonuçlara yol açmış görünüyor. Bu gelişmelerin her birini ayrı ayrı incelemek, sonra da bunları kıyaslamak suretiyle kişi, bu olguda önemli olan hususu kolaylıkla keşfedebilir. Gelgelelim, elde edilecek başarı, en yüce erdemi tarih üstü olmak olan tarihsel-felsefi teorinin elindeki ana anahtara ait olmayacaktır.

Karl Marx
Kasım 1877

[Kaynak: Late Marx and the Russian Road: Marx and ‘the Peripheries of Capitalism, Yayına Hz.: Teodor Shanin, Monthly Review Press, New York, 1983, s. 134-137.]

Dipnotlar:
[1] Mektubun yazıldığı tam tarihle ilgili tartışmalar ve içeriği konusunda bkz.: Haruki Wada, “Marx and Revolutionary Russia”, Late Marx and the Russian Road içinde, Yayına Hz.: Monthly Review Press, 1983, s. 40-75. Şu çalışmada yer alan mektup, Patrick Camiller tarafından Fransızcaya tercüme edildi: K. Marx ve F. Engels, Ausgewählte Briefe, Berlin, 1953, s. 365-368. Mektup, 1877 yılının sonunda N. K. Mihaylovski’nin “Bay Jukovski Karl Marx’ı Yargılıyor” başlıklı yazısı ile bağlantılı olarak kaleme alınıyor. Marx’ın ölümü sonrası bir nüshası Engels tarafından Rusya’ya gönderiliyor. Engels’in dediğine göre, bu mektup, Fransızca orijinalinden elle çoğaltılan hâli üzerinden kopyalanıp uzun süre Rusya’da elden ele dolaştırılıyor. Sonrasında Rusçası, 1886 yılında Cenevre’de Vestnik Narodnoi Voli [“Halkın İradesinin Habercisi”] dergisinin beşinci sayısında, ardından da Rusya’daki baskısında yayımlanıyor. Engels, mektupla ilgili olarak şunu söylüyor: “Marx’ın kaleminden çıkan her şey gibi bu mektup da Rusya’daki çevrelerde büyük bir ilgiyle karşılandı.” [Internationales aus dem Volksstaat (1871-1875), Berlin 1894, s. 68.] Mektup, Rusçada ilkin Yuridiçeski Vestnik [“Hukuk Bülteni”] dergisinin 1888 tarihli 10. sayısında yayımlandı. (Bkz.: K. Marx ve F. Engels, Selected Correspondence, Moskova, s. 376-379.]

[2] Y. Jukovski, burjuva bir yazar olarak, 1877’de “Karl Marx ve Sermayeyle İlgili Kitabı” isminde bir makale yazıyor. Makale, Vestnik Evropy [“Avrupa Habercisi”] dergisinde yayımlanıyor. Makalede Jukovski, Marx’ın gelecekle ilgili anlayışının dönemsel olduğunu söylüyor, “Marx’ın büyük önem verdiği emeğin toplumsallaşması meselesini” redde tabi tutuyor.

[3] Burada Nikolay Konstantinoviç Mihaylovski’den ve makalesinden bahsediliyor. Mihaylovski, Rus edebiyat eleştirmeni, sosyolog, devlet işleriyle ilgili makaleler kaleme alan bir isimdir. Ayrıca Narodnik hareketin teorisyenlerindedir. Yazısı Otiçistveniya Zapiski dergisinin Ekim 1877 tarihli 10. sayısında yayımlanıyor. Yazarı, Lenin Halkın Dostları Kimlerdir eserinin birinci bölümünde eleştiriye tabi tutuyor.

[4] “Edebiyatçı”dan kasıt, A. Herzen. Muhtemelen ismi, Rusya’daki sansür sebebiyle dillendirilmiyor. Biyografik detaylar konusunda bkz.: bu kitapta s. 174-175. Ayrıca bkz.: Wada, a.g.e.

[5] Marx, Mihaylovski’nin makalesindeki ilgili bölümü Rusça olarak alıntılıyor.

[6] Muhtemelen gene Rusya’daki sansürden kurtulmak için burada da kişinin ismi verilmiyor. Bahsedilen kişi, N. Çernişevski. Biyografik detaylar konusunda bkz.: bu kitapta s. 181-182. Ayrıca bkz.: Wada, a.g.e.