04 Haziran 2024

,

‘Prusya Kralı ve Sosyal Reform’ Makalesine Eleştirel Notlar


Şimdi bir de “Prusyalı”nın [Arnold Ruge’nin -ç.n.] Alman işçileriyle ilgili ettiği, ne dediği anlaşılamayan laflarına bir bakalım.

“Alman yoksulları, yoksul Almanlardan daha zeki, çünkü çalıştıkları ocakların, fabrikaların veya yaşadıkları mahallelerin ötesine hiç bakmıyor ama nasılsa siyasetin her yere sızan ruhu onlara hiç değmiyor.”

Alman işçilerinin durumunu İngiliz ve Fransız işçilerinin durumuyla kıyaslamak amacıyla “Prusyalı”, Fransız ve İngiliz işçilerinin hareketinin çıkış noktasını, ilk oluşumunu Almanya’da yeni doğan hareketle kıyaslamak zorunda kalıyor. Ama neticede bu kıyaslama konusunda başarısız oluyor. Dolayısıyla, dile getirdiği tüm laflar önemsiz bir tespitin ötesine geçemiyor, bu anlamda, Almanya’da sanayi İngiltere’deki sanayiden daha az geliştiğinden veya hareketin geliştikçe başlangıçtaki hâlinden farklılaştığından dem vuruyor. “Prusyalı”nın arzusu, Alman işçi hareketinin özel niteliği hakkında konuşmak iken bu konuya dair tek kelam etmiyor.

“Prusyalı”nın aslında temel meseleyi doğru bir bakış açısından ele alması gerekiyor. Sonrasında Fransa ve İngiltere’deki isyanların tekinde bile Silezyalı dokumacıların ayaklanmasında gördüğümüz türden teorik ve bilinçli bir nitelik bulunmadığını o da görüyor.

Heinrich Heine’nin kaleme aldığı bu ilk Dokumacılar Şarkısı’nı hatırlayın, bu gözü pek savaş çağrısı, ocaktan, fabrikadan ya da mahalleden bile bahsetmiyor, ama proletaryanın en kararlı, en kavgacı, en amansız ve en güçlü tarzda özel mülkiyet toplumuna yönelik düşmanlığını hep bir ağızdan ilân ediyor. Silezya ayaklanması, Fransız ve İngiliz işçilerinin ulaştıkları noktadan, yani proletaryanın doğasının anlaşılmasından başlıyorlar işe. Bu üstünlük, tüm hikâyeye damgasını vuruyor. Sadece işçilerin rakipleri olan makineler parçalanmakla kalmıyor, ayrıca muhasebe defterleri de yırtılıyor, mülkiyete ait tüm unvanlar çiğneniyor, tüm diğer hareketler saldırılarını esas olarak görünmez düşmana, sanayicilere yöneltiyor, ayrıca Silezyalı işçiler bankacılara da gösteriyorlar düşmanlıklarını. Velhasıl, bu tarz bir cesaret, basiret ve sabırla gerçekleştirilmiş tek bir İngiliz işçi ayaklanmasına rastlanmıyor.

Alman işçilerinin eğitim düzeyi veya eğitimle alakalı kapasiteleri konusunda bir örnek aranacaksa o Weitling’dir. Ondaki akıl dolu yazılar, pratikte uygulama konusunda kimi kusurlara sahip olsalar da, teorik planda Proudhon’un yazılarını aşan yazılardır. Burjuvazinin özgürleşmesi, yani politik özgürleşme konusunda burjuvazi, tüm o felsefecileri ve âlimleriyle Weitling’in Uyum ve Özgürlüğün Güvenceleri eserini gölgede bırakacak tek bir çalışma bile kaleme alamaz. Almanya’daki politik yazında gördüğümüz o aşırı itaatkârlık ve temkinlilikle malul yavanlığı, Alman işçilerin yazın sahasına o gösterişli ve tüm ışıltısıyla çıkışını kıyasladığımızda, proletaryanın boylarından büyük işleri yapan, devleşmiş çocuklarını, Alman burjuvazisinin yürümekten aşınmış politik ayakkabılarını yalayıp duran cücelerle kıyasladığımızda, bu Alman Sindirella’nın gelecekte tüm zindeliğiyle karşımıza çıkacağını tahmin edebiliriz.

Neticede Alman proletaryası Avrupa proletaryasının teorisyeni, İngiliz proletaryası iktisatçısı, Fransız proletaryası da politikacısıdır. Almanya, toplumsal devrimde eskiden olduğu gibi bugün de politik devrim konusunda sahip olduğu kifayetsizliği bir tür meslek hâline getirmiştir. Zira Alman burjuvazisindeki güçsüzlük, Almanya’nın politik güçsüzlüğünün sebebidir, bu nedenle, Almanya’daki teoriden bile kopuk olan Alman proletaryasındaki beceri, aynı zamanda Almanya’daki toplumsal beceridir. Almanya’nın felsefi ve politik gelişimindeki eşitsizlik asla anormal bir şey değildir. Bu, eşitsizlik zaruridir. Felsefesi olan bir ulus, doğayla uyumlu bir pratiği ancak sosyalizmde bulabilir, ulusun özgürleşme sürecinin faaliyet hâlindeki faili, sadece ve sadece proletaryadır.

Ne var ki şuan itibarıyla benim “Prusyalı”ya Alman toplumu ile toplumsal devrim arasındaki ilişkiye dair vaazda bulunmak, bu ilişkinin bir yandan Alman burjuvazisinin sosyalizme yönelik cılız tepkisini bir yandan da Alman proletaryasının sosyalizm konusunda sahip olduğu güçlü yeteneklerin nasıl açıklanacağını ortaya koymak için ne vaktim var ne de isteğim. “Prusyalı”, bu olguların idraki için zaruri olan temel bilgileri Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi için kaleme aldığım (Fransız-Alman Yıllıkları’nda yayımlanan) giriş bölümünde bulabilir.

Buradan şunu söylemem lazım: Alman yoksullarındaki zekilik, yoksul Almanlardaki zekilik düzeyiyle ters orantılıdır. Gelgelelim, her türden nesneyi halk içerisinde üslupçuluk talimleri için bir fırsat için kullanan insanlar, bu türden biçimsel faaliyetler eliyle yanlışa yönlendirilirler ve bu kişiler bir biçimde içeriği saptırırlar, saptırılan içerikse kabalığın damgasını biçime vurur.

Bu anlamda, Prusyalı”nın işçilerin Silezya’daki huzursuzluğunu biçimsel düzeyde dile getirilmiş bir antitez bağlamında tartışmaya çalışması, onu hakikatin karşısına çıkartılan en büyük tezi dillendirmeye itmiştir. Silezya isyanının ilk patlak verdiği anla yüzleşen ve bir biçimde hakikat üzerine düşünce geliştiren veya onu seven hiçbir insan, yaşanan olayın içerisinde en öncelikli görevinin orada bir okul müdürü gibi davranmak olduğunu düşünmezdi. Esasında böylesi bir olayın içerisinde olan kişinin ana görevi, ondaki özgül niteliği keşfetmek amacıyla bu olayı incelemek olmalıydı. Tabii böylesi bir görevi ifa etmek için de bilimsel kavrayışa ve insanlık sevgisine ihtiyaç var, bunun dışında başvurulan her türden usulde ise insana kendi varlığına âşık kibirli kişinin başvurduğu, hazır kalıp ifadelerle kuşatılmış bir laf ebeliğinden başka bir şeye ihtiyaç duymuyor.

Bizim “Prusyalı”, Alman işçilerini neden bu denli hor görüyor? Çünkü “tüm sorun”un, yani işçilerin çektiği çilenin “siyasetin her yanı kuşatan ruhunun ona henüz değmemiş olmasıyla ilgili olduğunu” düşünüyor. Yazarımız, siyasetin ruhuna duyduğu o platonik aşkın detaylarını şu şekilde dile döküyor:

İnsanların toplumdan, düşüncelerinin toplumsal ilkelerden kopartılmasıyla oluşan felâketin tetiklediği tüm isyanlar, idraksizlik ve kan gölü içerisinde ezilmeye mahkûmdur. Ama bir kez ihtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında, Almanların politik fikriyatı toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda, Almanya’da bile bu olayların büyük bir ayaklanmanın semptomları olduğu görülecektir.”

Öncelikle şunu umalım ki “Prusyalı”, bize üslupçu bir yorumda bulunma izni verir. Dile getirdiği antitez eksik. İlk kısmında “İhtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında”, ikinci kısmında ise “politik anlayış, toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda” diyor. Antitezin ilk kısmında basit bir ifade olarak anlama meselesine işaret ediyor. Ama bu anlama ifadesi, ikinci kısımda politik anlayışa evriliyor. Yani ilk kısımda, ikinci kısımdaki toplumsal ihtiyaçtan dem vuruyor. Peki bizim bu üslup ustamız, antitezinin iki kısmına neden aynı değeri vermiyor? Ben, yazarımızın meseleyi yeterince tefekkür etmediğini düşünüyorum. Ondaki dürtünün doğru olduğunu kendisine göstereceğim: Neticede şu lafı eden kendisi değil miydi? “Ama bir kez ihtiyaç hâsıl olup insanlar olan biteni anladıklarında, Almanların politik fikriyatı toplumsal ihtiyacın köklerini ortaya koyduğunda.” Metni tarafsız bir gözle okuyan her okur, burada dile getirilen antitezin anlamsız olduğunu görür. Evvela şunu sormak lazım: bizim bu ismi gizli yazarımız toplumsal anlama pratiğini toplumsal ihtiyaçla, politik anlama pratiğini de politik ihtiyaçla neden ilişkilendirmiyor? Oysa bu bağ kurma çabasını bizatihi mantık emrediyor. Buradan biz asıl meseleye dönelim!

Toplumsal ihtiyacın politik anlayış ürettiği tezi tümüyle yanlıştır. “Politik anlama çabasını üreten, toplumsal zenginliğimizdir” diyen kişi, hakikate yazarımızdan daha yakın durmaktadır. Politik anlayış, dert üstü murat üstü olan kişinin zaten sahip olduğu manevi bir şeydir. Bizim “Prusyalı”, Fransız iktisatçı M. Michael Chevalier’nin şu sözünü kulağına küpe yapmalıdır:

“Burjuvazinin ayaklandığı 1789 yılında sahip olmadığı tek hak, ülke yönetimine katılma hakkıydı. Özgürleşme süreciyle birlikte yurttaşları, orduyu ve dini kesimi ilgilendiren görevlerin, tüm kamusal işlerin dizginleri bu işleri tekelinde bulunduran imtiyazlı sınıfların elinden alındı. Zengin ve aydın, aynı zamanda kendine yetecek kudrete, kendi işlerini yönetecek kabiliyete sahip olan burjuvazi, keyfi idarenin iktidarından kurtulmak istiyordu.”

Bizim “Prusyalı”ya toplumsal ihtiyacın kaynağını keşfetme görevi konusunda politik anlayışın kâfi gelmeyeceğini göstermiş bulunuyoruz. Meseleye dair görüşü konusunda şu son tespiti aktarmakta fayda var. Bir milletin politik anlayışı ne kadar gelişkin ve kapsamlı ise proletarya, en azından hareketin ilk aşamalarında, tüm enerjisini, kendisinin kan gölünde boğulacağı anlamsız ve beyhude ayaklanmalarda heba edecektir. Çünkü böylesi bir durumda proletarya, sadece politik düşünecek, iradesinin tüm kötülüklerin ve gücün sebebi olduğunu düşünecek, belirli bir devlet biçimini alt etmeyi genel bir çare olarak görecektir. Fransız proletaryasının gerçekleştirdiği ilk isyanlar, bu tespitin birer kanıtıdır.[1] Lyon’daki işçiler, amaçlarının tümüyle politik olduğunu düşündüler, kendilerini cumhuriyetin askeri olarak gördüler, oysa gerçekte onlar sosyalizmin askeriydi. Bu sebeple, geliştirdikleri politik anlayış, toplumsal sefaletlerinin köklerini görmemelerine neden oldu, gerçek amaca dair görüşlerini çarpıttı, politik anlayışları toplumsal dürtülerini yanılttı.

Peki ama bu “Prusyalı”, madem sefalet neticesinde belirli bir anlayışın oluşacağını umuyor, o vakit neden “idraksizlik sonucu ezilme durumu”nu “kanla ezilme durumu” ile tanımlıyor? Madem sefalet, bir anlayışa yol açıyor, o vakit herkesin kıyımdan geçirildiği bir durum çok daha uç anlayışlara sebep olacaktır. “Prusyalı”, kan banyosu içerisinde ezilme halinin idraksizliği ortadan kaldırdığını, anlayışın böylelikle can bulduğunu söylemek zorunda.

“Prusyalı”, “insanın toplumdan, düşüncelerinin toplumsal ilkelerden talihsiz bir şekilde kopartılması” neticesinde tetiklenen ayaklanmaların bastırılacağı öngörüsünde bulunuyor.

Daha önce gösterdiğimiz üzere, Silezya ayaklanmasında düşünceler, toplumsal ilkelerden hiçbir şekilde ayrı ve kopuk değildi. Yaşanan ayaklanmanın “insanın toplumdan talihsiz bir şekilde kopartılması” ile bir alakası yoktu. Burada yazar, “toplum” derken politik toplumu, yani devleti kastediyor. Yazarımız, politik olmayan Almanya’yla ilgili o eski şarkıyı mırıldanıyor.

Peki ama istisnasız tüm isyancılar, zaten toplumdan talihsiz bir şekilde kopmuş olma hâlinin ürünü değil mi? Her bir isyan, o kopuşu önceden varsaymaz mı? 1789 devrimi, Fransız yurttaşlar toplumdan talihsiz bir şekilde kopmuş olduklarını düşünmeselerdi, gerçekleşir miydi? Zaten devrimin de amacı, bu kopukluk hâlinin ortadan kaldırılması değil miydi?

Ne var ki bu işçilerin kopuk olduğu toplum, politik toplumdan farklı bir gerçekliğe ve kapsama sahip bir toplum. Hayatın bizatihi kendisi, fiziki ve manevi hayatı, insani ahlakı, insani faaliyetleri, insanı hazzı ve insani doğası, işçinin emeği ile toplumdan kopar. İnsani doğa, insanların gerçek toplumudur.

Politik toplumdan kopuk olmak, insani doğadan talihsiz bir biçimde kopuk olmak kadar kapsamlı, tahammül edilemez, korkunç ve çelişki yüklü değildir. Dolayısıyla, insani doğadan kopuk olma hâlini aşma, bu hâle karşı kısmi bir tepki veya isyan, çok daha büyük olur. Zira insan yurttaştan, insani hayat politik hayattan daha büyüktür. Bu sebeple, her ne kadar sanayide bir isyan yaşansa da bu isyan, kendi içinde evrensel bir ruh taşır: bir politik isyan ise ne kadar evrensel olursa olsun, biçimsel açıdan büyükmüş gibi görünse de ruhu oldukça ufaktır.

“Prusyalı”, makalesini tam da taşıdığı değere uygun bir şekilde bitiriyor ve sonunda şunu söylüyor:

Politik ruhtan (yani, devrimi bütünlüğe dair bakış açısı üzerinden örgütleyecek ana bir görüşten) yoksun toplumsal devrim gerçekleşemez.

Daha önce de gördüğümüz gibi: bir toplumsal devrim, bütünsel bir bakış açısına sahiptir, çünkü, tek bir fabrika bölgesiyle sınırlı bile olsa, böylesi bir devrim, insanlıktan çıkartılmış bir hayata karşı insanın ortaya koyduğu tepkiyi ifade eder, çünkü belirli ve gerçek bireye dair bakış açısından önce bütünsel bakış açısı oluşur, çünkü bireyin koptuğu ve bu kopuş sebebiyle tepki geliştirdiği toplum, insanın gerçek toplumu, yani insani doğadır.

Buna karşılık, devrimin politik ruhu, devletten ve iktidardan kopuk olma hâline son verecek politik güçten yoksun sınıfların ana eğilimi dâhilinde oluşur. Politik ruhun geliştireceği bakış açısı devlete, soyut bütünlüğe dairdir. Bu soyut bütünlükse sadece onun gerçek hayattan kopmasıyla varolur. O, genel fikirle insanın tekil varoluşu arasındaki örgütlü çelişkinin olmadığı koşullarda akla dahi getirilemez. Politik ruhun sınırlı ve çelişkili niteliğine uygun olarak, onun sebep olduğu bir devrim, toplumun pahasına, gene toplum içerisinde hâkim bir grup örgütler.

Biz, “Prusyalı”ya oturup politik ruhtan yoksun bir toplumsal devrimin niteliğine dair sırrı faş edelim: buradan da kulağına, dilindeki ifadelerin kendisini o politik dar kafalılığından bile kurtaramadığına dair sırrı üfleyelim.

Eğer Prusyalı, “toplumsal” devrimden politik devrime karşı olan bir “toplumsal” devrimi anlıyorsa, ama bir yandan da hem toplumsal devrime toplumsal değil de politik bir ruh bahşediyorsa, ona şunu söylememiz gerekiyor: politik ruhtan yoksun bir “toplumsal” devrim, saçma sapan bir fikirdir. Başka bir ifadeyle, politik ruhtan yoksun bir toplumsal devrim, genelde “politik devrim”den veya “saf ve basit bir devrim”den dem vurup vuran, altı boş bir yorumdan başka bir şey değildir.

Her devrim, toplumdaki eski düzene son verir, bunu yaptığı ölçüde de toplumsaldır. Her devrim, toplumu yöneten eski iktidarı yıkar, bunu yaptığı ölçüde de politiktir.

“Prusyalı”, ya altı boş yorumlarda bulunacak ya da saçma açıklamalar yapacak. Politik ruhtan yoksun toplumsal devrimle ilgili değerlendirmesi altı boş bir yorum da olabilir saçma bir açıklama da. Asıl, toplumsal ruha sahip politik devrimle ilgili yaklaşım üzerinde durulmalıdır.

Tüm devrimler, yani mevcut iktidarın yıkılması ve eski düzenin yok edilmesi, politik bir eylemdir. Devrim olmadan sosyalizm imkânsızdır. Sosyalizm, politik eyleme ihtiyaç duyduğu gibi, yıkıma ve tasfiye işlemine de ihtiyaç duyar. Sosyalizmin örgütlemeye dair işlevleri devreye girip de hedefi ve ruhu belirginleştiği vakit, sosyalizm politik maskesini çıkartıp atar.

Bir gazetedeki makale yazısında gizli kalmış hataları açığa çıkartmak için ne yazık ki bu kadar uzun bir nutka ihtiyaç vardı. Neticede her okur, yazın alanında çevrilen bu türden dolaplarla uğraşacak eğitime de vakte de sahip değil. Bu ismini gizleyen “Prusyalı”mız, kendi mevcut hâlini dikkatle analiz etmek adına, Almanya’daki duruma dair tumturaklı laflar etmekten geri durmalı, politik ve toplumsal konulara dair kaleme oynatmaktan vazgeçmeli.

Karl Marx
Vorwarts!
[“İleri”] Sayı 64
10 Ağustos 1844
Kaynak

Dipnot:
[1] “Fransız proletaryasının ilk isyanları” derken, Kasım 1831 ve Nisan 1834’te Lyon işçilerinin gerçekleştirdiği ayaklanmalar kastedilmektedir.

0 Yorum: