17 Haziran 2024

, ,

Hizbullah’ın Kuruluşu


Her ne kadar önde gelen üyeleri örgütün kuruluş tarihi olarak 1982’ye işaret etseler de esasen Hizbullah, seksenlerin ortalarına kadar kendi iç yapısını teşkil etmiş bir yapı olarak varolma imkânı bulamadı. O, 1982’den seksenlerin ortalarına dek uzanan süreçte bir örgütten çok küçük bir politik örgütü andırıyordu.

Hizbullah’ın ilk kadrolarını teşkil eden Lübnanlılar, genç, kendilerini davaya adamış, çoğu yirmilerinde olan insanlardı. 1982’de henüz yirmi iki yaşında olan Seyyid Hasan Nasrallah, o gençler arasında bir yıldız gibi parlıyordu.

Güney Lübnan’da bulunan Bazuriye köyünde doğmuş olan Nasrallah, bu süreçte Emel örgütünün köy temsilcisiydi. Akıl hocası olan 30 yaşındaki Seyyid Abbas Musavi, Bekaa Vadisi’nde bulunan Nebişit köyündendi. Musavi, Bakr Sadr’ın talimatıyla 1982 yılında Necef’te Nasrallah’ı kanatları altına aldı.

İsrail işgalinin gerçekleştiği sıralarda otuz yaşında olan Ragıp Harb da güneydeki Cibşit köyünde dünyaya gelmişti. Güneydeki direnişin ilk önemli liderlerinden olan Harb, 1984 yılında, muhtemelen İsrail tarafından katledildi.

Ayrıca, 1989’da Hizbullah’ın ilk genel sekreteri olacak olan, Baalbek’in dışındaki Brital köyünde hareketi örgütleyen Şeyh Suphi Tufeyli de 1982 yılında henüz 34 yaşındaydı.

Bu genç devrimcilerin arkasında İran ve Suriye vardı. Ama asıl önemli rolü, İran üstlenmişti. İran’a göre Hizbullah’ın kuruluşu, devrimci devletin kendine has tarzı olan “İslam devrimi”nin mesajının her yana yayılmasına yönelik olarak yürüttüğü kampanyanın somutlaşmış hâliydi. Suriye ise yeni bir militan Şii partisinin Suriye’nin çıkarlarının korunması konusunda kullanılacak bir araç olabileceğini, Hizbullah’a sunulacağın desteğin Suriye’ye İran’la kurduğu ittifakın kalıcılaşmasını, hem İsrail hem de ABD’ye dolaylı olarak darbe indirecek bir silahın temin edilmesini, ayrıca Emel gibi Lübnan içerisindeki müttefiklerinin hizada tutulmasını güvence altına alacağını düşünüyordu.

Gelgelelim, Suriye, genç Şii militanlara karşı ikircikli bir tutum sergiledi. Suriye’nin İran’la ilişkileri açısından seksenler zor bir dönemdi. Şam’daki Esad rejimi, Hizbullah’a karşı geliştirdiği temkinli yaklaşımını bir biçimde muhafaza ederken, öte yandan, bir on yıl boyunca İslam cumhuriyetiyle bağlarını korumaya devam etti. Seksenler boyunca Hizbullah’la kurduğu dostane ilişkiyi muhafaza eden Şam, bir yandan da Emel’le ilişkilerini güçlendirdi. Emel’in Washington’la politik anlamda uzlaşma girişimlerinin pek fazla fayda getirmediği 1982 yılında ABD, uyguladığı taktik dâhilinde Suriye’ye farkında olmadan yardım etmiş oldu.

Suriye; Emel, Hizbullah ya da başka bir politik gücün Lübnan’da zafer kazanmasının kendi çıkarına olacağını düşünmüyordu. Lübnan’da uyguladığı strateji, her daim reel politika ilkeleri uyarınca gelişti. Lord Palmertson’ın sözüne atıfla, Suriye Lübnan’da ne ebedi müttefiklere ne de daimi düşmanlara sahipti. Hizbullah liderleri bu gerçeği görüyor, Şam’la kurduğu stratejik ittifakı muhafaza ediyor, çıkar ittifaklarının süresinin doğası gereği uzatılmaya müsait olduğunu düşünüyordu.

Hizbullah’ın Dünya Görüşü

Seksenler boyunca Hizbullah, İran’ın çizgisine yakın durdu. 1985 tarihinde, “Lübnan ve Dünya’daki Mazlumlara” başlığını taşıyan, bir açık mektup olarak kaleme aldığı o önemli programatik metinde Tahran’ın çaldığı renk hemen belli oluyordu.[1]

Metinde vurgulandığı biçimiyle İran devrimi, eylem konusunda verdiği ilhamla, İslam bayrağı altında toplandığı vakit müminlerin başarıya ulaşacaklarının kanıtı olan bir olaydı.

“Biz, tüm Arap ve Müslüman halklarına sesleniyor, onlara Müslüman’ın Müslüman İran’da ortaya koyduğu tecrübenin her türden şüpheden ari bir biçimde imanla hareket eden yüreklerin Allah’ın inayetiyle tağut rejimlerin zulmünü yere serip demirden kapılarını söküp attığını ispatlaması sebebiyle artık hiç kimsenin bahanesinin kalmadığını beyan ediyoruz.” (s. 183–84)

“Artık insanın kökeni ve tabiatıyla ilgili tüm Batılı fikirlerin insanın arzularına cevap olamayacağını veya insanı girilen yanlış yolun ve cehaletin karanlığından kurtaramayacağını idrak etmenin vaktidir.” (s. 184)

Hizbullah’a göre verilebilecek tek cevap, İslam’dı.

“İnsanı ancak İslam diriltebilir, ilerletebilir, yaratıcı kılabilir, zira ‘Allah, ne doğuya ne de batıya ait olan bir zeytin ağacının yağıyIa aydınlatır, bu yağ ki ateş değmese bile yanar ve yolu aydınlatır. Allah, dileyeni Nuruna iletir.” [Nûr:35] (s. 184)

Hizbullah, 1985 tarihli bu önemli metni güney Lübnan’ın Cibşit köyünün genç ve parlak âlimi Şeyh Ragıp Harb’ın katledilmesinin birinci yıldönümünde yayımladı.

Dünyayı mazlumlar-zalimler şekilde ikiye ayıran metne göre zalimler “müstekbir dünyanın ülkeleri”ni, özellikle ABD ve Sovyetler Birliği’ni ifade ediyordu (burada görüldüğü üzere, 1985’te hâlen daha Soğuk Savaş’ın hasım güçleri üzerinde durulmaktaydı). Bu güçler, Üçüncü Dünya’nın hilafına olacak şekilde, nüfuz mücadelesi yürütüyorlardı.

“Netice itibarıyla mazlum ülkeler, nüfuz mücadelesinde anlaşmazlığa sebep olan temel konu hâline geldiler, bu yangının harlanmasında bizzat mazlum halklar kullanıldı.” (s. 178)

İran’da devrimin dünya görüşünü özetleyen “Ne Doğu ne Batı” sloganı, aynı zamanda Hizbullah’ın görüşünü de ifade ediyordu. Hizbullah’ın o dönemde çıkarttığı Ahd [“Ahit”] isimli gazetede yayımlanan bir yazıda, dünyadaki iki süper güç aynı düzleme yerleştiriliyordu:

“Sovyetler’in politik tehlikeye sebebiyet verme konusunda Amerikalılardan zerre farkı yok. Esasında Sovyetler, ideolojik kanaatler açısından Amerika’dan daha tehlikeli. Dolayısıyla, bizim bu gerçeği açığa çıkarmamız gerekiyor. Ayrıca, Sovyetler’in Müslüman halkın çıkarları adına mücadele yürütmeye çalışan güçler içerisinde kendisine yer bulmaya çalıştığını, onların bugün ve gelecekteki politik varlıklarına ipotek koyduğunu görmek gerekiyor.” (Ahd, 9 Mayıs 1987, s. 12).

Bu tür görüşler üzerinden Hizbullah, Lübnan içerisinde, özellikle Lübnan Komünist Partisi gibi güçlere karşı hoşgörüsüz bir tutum içerisine girdi. 1984 ve 1985’te baskıların ve cinayetlerin yoğunlaştığı süreçte yüzlerce değilse bile onlarca LKP üyesi öldürüldü.

Hizbullah’ın kuruluş metninde İslam’ın asıl düşmanı olarak ABD’ye işaret ediliyor, bu ülke “mızrak ucu” olarak kullandığı İsrail ile birlikte Lübnanlı Müslümanların doğrudan ve dolaylı olarak çile çekmesine neden oluyordu. (s. 179)

“Liderimiz İmam Humeyni’nin tekrar tekrar vurguladığı biçimiyle, Amerika, tüm felâketlerimizin sebebi, tüm kötülüklerin kaynağıdır. Onunla mücadele ederek biz, esasında İslam’ı ve milletimizin onurunu savunmak denilen o meşru hakkımızı kullanmış oluyoruz.” (s. 170).

Metinde ayrıca Irak’a silâh sattığı, Lübnan’daki Maruni cemaatini uzun süredir desteklediği için Fransa’ya da saldırılıyordu. Örneğin Ağustos 1989’da Hizbullah’ın radyosundan “Fransızlara başka halkları küçük gördüğü, Lübnanlı Müslümanlara hiç saygı duymadığı için bir ders verilmeli” deniliyordu (International Herald Tribune, 24 Ağustos 1989).

Hizbullah’ın dünya görüşünde uzlaşma ve tavize yer yoktu. Müslümanlar arasına nifak tohumları ekilmişse, Müslümanlar paramparça olmuşsa bunun sebebi emperyalizmdi. İhtilafların, ayrılıkların sebebi emperyalizm kadar ona ajanlık yapan, sömürgeciliğin halklara dayattığı liderler ve kötü niyetli “âlimler” de suçluydu. (s. 184)

Devamında metinde, Lübnan hükümetinin de tepeden tırnağa çürüdüğüne, yozlaştığına işaret ediliyordu. Ona göre, hiçbir ıslah çalışması hükümeti makul hâle getiremezdi. Bu tür bir çözümden yana olanlar, İslam’a ihanet ediyorlardı. Lübnan, sorunlarını kendi başına çözmeliydi ki en iyi çözüm yolu da buydu.

Süper güçler de yozlaşmış hâldeydiler. Onlar da Lübnan’ın sorunlarına çözüm bulamazlardı. Müslümanlar, 1982’de ağır saldırıya maruz kaldıklarında kimse onları kurtarmaya gelmemişti. “Dünyanın vicdanına seslenildi ama kimse sesimizi işitmedi, bu yönde bir çaba içine bile girmedi.” (s. 170).

Mektuba göre, aksini iddia etmesine rağmen, Birleşmiş Milletler müstekbir süper güçlerin çıkarlarına hizmet etti. Veto hakkını kullanan süper güçlerin gizlice yürüttüğü komplo üzerinden BM, hiçbir şey yapamaz hâle geldi.

Bu duruma verilecek yegâne cevap, İslam bayrağı altında mücadele etmekti.

“Gerçekleştirilen saldırı, ancak kanımızı feda ederek savuşturulabilir. Özgürlük verilmez, o, ancak kalbin ve ruhun feda edilmesiyle geri kazanılır.” (s. 171).

Bu anlamda Hizbullah kendisini, Üçüncü Dünya’ya zulmeden, onu boyunduruk altına alan süper güçlerin ve İsrail’in eylemlerine karşı koyacak bir güç olarak konumlandırıyordu. Amaç, “Amerika’nın, Fransa’nın ve onların müttefiklerinin Lübnan’dan çıkmasını sağlamak ve ülkede her türden emperyalist gücün nüfuzuna son vermek amacıyla, kötü niyetli her türden yabancı gücün hilesinden ve yönlendirme çabalarından Lübnan’ı kurtarmak”tı. (s. 173)

Batı, bu süreçte Hizbullah’ı “sadece alkol mekânlarını, kumarhaneleri ve eğlence yerlerini bombalamakla ilgilenen bir avuç bağnaz terörist” (s. 170) olarak gösterip değersizleştirmeye çalışıyordu. Bu suçlamaya cevap veren açık mektup, Hizbullah’ın neden şiddet araçlarına başvurduğu meselesine de eğilmek zorunda kalıyordu.

“Cihad çağrısı dâhilinde talep edilmesi durumunda her birimiz, savaşçı birer askere dönüşür, liderimizin rehberliğinde hazırlanmış eylem çerçevesi dâhilinde meşru olan görevi üstlenip cenge gireriz.” (s. 169)

Hizbullah’a göre, İsrail’le yürütülen müzakereler, Filistin’in işgaline onay veren tavizlerden başka bir şey değildi.

“Biz, bizimle İsrail arasında arabuluculuk yapmaya yönelik her türden planı kınıyor, arabulucuları düşman kabul ediyoruz, çünkü onların yürüttüğü arabuluculuk faaliyeti, Siyonizmin Filistin’i işgalinin meşru görülmesine katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramaz.” (s. 179).

Nihai hedef, İsrail’in yok edilip Filistin’in özgürleştirilmesiydi.

“İsrail’in Lübnan’dan çıkışı, onun yok olacağı, mukaddes Kudüs’ün işgalin pençelerinden kurtulacağı sürecin ilk aşamasıdır.” (s. 173)

Bu net tutum, Hizbullah’ın İsrail’i redde tabi tutan ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapma girişimlerine karşı çıkan Filistinli örgütler arasında operasyon düzeyinde kurulan bağları da bir şekilde izah ediyor.

Mektupta önemli bir soru cevapsız bırakılıyordu. Bu anlamda, örgütün Lübnan’ın geliştirdiği politik plan üzerinde durulmamaktaydı. Sadece örgütün mevcut politik sistemi açıktan redde tabi tuttuğunu biliyoruz. Mektup, bu açıdan, Lübnan’ın içteki ve dıştaki hâkimiyetten kurtulmasıyla birlikte Lübnanlıların kendi kaderlerini tayin etme imkânına kavuşacağını söylemekle yetinmekteydi. Hizbullah, halka özgürce seçim yapma imkânı verilmesi durumunda İslam’ı seçeceğini düşünüyordu.

Gene de mektup, Hizbullah’ın Lübnan’da velâyet-i fakih anlayışı üzerinden işleyecek, İran modelini esas alan bir İslam cumhuriyeti kurmayı düşünüp düşünmediğine dair net bir şey söylemiyordu. Örgütü inceleyen bazı isimler, Hizbullah’ın İran modelindeki “rehberlik” meselesine değil de şeriata vurgu yaptığını söylediler. Ama gene de bu da arada fark değil, mesafe olduğuna işaret eden bir tespitti.

Şeriatın Humeyni’nin yeni Şiiliği bağlamında uygulanması için mollaların rehberliğine ihtiyaç vardı. Müçtehid olma vasfına sahip kişiler olarak mollalar, şeriatı yorumlama vasfına, sorumluluğuna sahiplerdi. Şii İslamı’ndaki “taklit” ihtiyacı, onlar üzerinden gideriliyordu. Burada esasen müçtehidlerin yardımı olmaksızın işleyemeyecek bir devletten söz edilmekteydi.

Şii İslamı’nda Beklenen İmam’ın yokluğunda, müçtehidlerin fıkhi, hukuki hükümleri “taklit” ediliyor. Mollalar, Şiilikte öğreti düzeyinde bu türden bir nüfuza sahipler. Sünni İslamı’nda ise dini otorite konusunda daha akışkan bir anlayış yürürlükte.

Sünniler ve Şiiler için İslam, bir hukuk sistemi. Kişiler, hukuki yorum konusunda daha avantajlı bir konuma sahip olmak adına, bir mezhepten diğerine veya bir dini otoritenin emrinden bir başka dini otoritenin emrine geçebiliyorlar.

Örneğin eski Lübnan başbakanı Salim Huss, Sünni olmasına rağmen, Caferi fıkhında kızının miras konusunda daha iyi haklara sahip olacağı düşüncesiyle, Şiiliğe geçmişti. Şiilikte miras konusunda belirlenmiş kurallar, Sünnilikteki fıkıh okullarına kıyasla kızlara daha fazla hak veriyor.

Hizbullah’ın kaleme aldığı açık mektup, bir yandan da Hizbullah’a destek sunmayan Şii mollaların ve Sünni âlimlerin rolünü ele alıyor:

“Hey Müslüman âlimler, en önemli sorumluluklarınızdan biri, Müslümanları İslam’ın emirlerine bağlı kalmalarını sağlayacak şekilde eğitmek, onlara yürüyecekleri politik yolu göstermek, şerefli ve haysiyetli bir hayata doğru yönlendirmek ve dinle milleti baki kılmak konusunda hevesli, Allah’a imanı tam liderler yetiştirsin diye dini kurumlara gerekli dikkatin gösterilmesini sağlamaktır.” (s. 186)

“Ülkeyi İslam’la idare edeceğimize dair sözümüzü de herkese adaleti ve haysiyeti garanti eden ve emperyalizmin ülkemize sızma girişimlerine mani olacak yegâne sistem olarak İslam’ın sistemini kurmaya dair irademizi kimseden saklamıyoruz.” (s. 173)

Hizbullah, aynı zamanda “İslami sistemin, bazı insanların tahayyül ettiği gibi, zorla dayatılması değil, insanların özgür ve dolaysız seçimi temelinde benimsenmesi gerektiği” fikrini savunuyordu. (s. 175) Örgütün politik ve ideolojik hasımlarına uyguladığı şiddetin tarihi, bazılarının Hizbullah’ın halkın iradesine sadık kalacağına dair sözüne şüpheyle yaklaşılmasına neden oluyordu. Hizbullah’ın hâkim olduğu bölgelerde yaşayan, örgütle bağlantısı bulunmayan kimi Şiiler, bu şüpheleri dile getiren hikayeler anlatıyorlardı.

Hizbullah’ın mektubu, ABD ve İsrail’in burnunu sürten politik ve askeri başarıların yol açtığı sevincin herkesi kuşattığı bir dönemde yayımlandı. Hizbullah, Amerikan bahriyelilerinin Lübnan’dan çıkmasında ve ABD’nin aracılık ettiği, Lübnan ve İsrail arasında 17 Mayıs 1983 günü imzalanan anlaşmanın iptalinde önemli bir rol oynadı, ayrıca Batılı rehinelerin kaderi konusunda dünyanın müdahil olmasına mani oldu. Son rehine, 1991’e dek bırakılmadı.

Aynı ölçüde etkili olan bir gelişme de İsrail’in Lübnan topraklarının önemli bir kısmından çekilmek zorunda kalmasıydı. Ocak 1985’te, mektubun yayımlanmasından sadece bir ay önce İsrail, güçlerini “yeniden konuşlandırma”ya karar verdiğini duyurdu, ama sonra “güvenli bölge” ilân ettiği sınır bölgesine geri çekildi. Hizbullah, doksanlar boyunca bu bölgeye saldırmaya devam etti (Norton 1993).

Planın Uygulanması

Açık mektubun uzlaşma bilmez, militan diline uygun olarak Hizbullah, seksenlerin ortalarından sonlarına kadar Lübnan’daki Batılılara ve Batı’nın etkisi altındaki kişilere saldırdı. Hizbullah’la bağlantılı gruplar, partinin doğrudan kontrolünde olsun ya da olmasın, onlarca yabancıyı kaçırdı ve bu rehineleri yıllarca serbest bırakmadı (Amerikalı gazeteci Terry Anderson bu isimlerden biri).

Yabancıları kaçıran gruplar kendi ajandalarına sahip olsalar da, özelde Kuveyt ve İsrail hapishanelerindeki Lübnanlıların serbest bırakılmalarını talep etseler de eylemciler, bir yandan da İran’ın çıkarları ve nüfuzu konusunda hassas davranıyorlardı. Neticede esirlerin bırakılması konusunda yürütülen müzakerelerde illaki ABD’nin bloke koyduğu, İran’a ait varlıkların serbest bırakılması, İsrail’in elindeki Lübnanlı tutsakların hapisten çıkartılması gibi başlıklar da gündeme geliyor, rehine krizinin sonlandırılmasına bizzat Tahran hükümeti karar veriyordu.

Müzakereler, BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar himayesinde yürütüldü. Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani gibi önemli isimler, sorunun çözülmesini istiyorlardı. Başkan George H. W. Bush, Ocak 1989’da başkanlık görevini aldığı gün yaptığı konuşmada “iyi niyet iyi niyete yol açar” diyerek Tahran’da bir beklentinin oluşmasını sağladı.

O yorucu müzakerelerin, BM Genel Sekreteri’nin temsilcisi Giandominico Picco ile rehineleri kaçıranlar arasında yapılması gerekiyordu. Lübnan tarihinde önemli bir yere sahip olan iç savaş sürecinin bitmeye yüz tuttuğu koşullarda, birçok Lübnanlı, rehine alma eylemlerine pek destek vermiyordu. Ayrıca Soğuk Savaş sona ermek üzereydi. Dolayısıyla, bölgedeki politikanın boyutlarının yeniden tanımlanma ihtimali ortaya çıkmıştı.

Picco’nun kıymetli çalışması Man without a Gun [“Silâhsız İnsan”] İtalyan temsilciyle eylemciler arasında süren müzakerelerin değerlendirmesini sunuyor. Kitabında Picco, ABD’nin İran’ın rehinelerin serbest bırakılması konusunda ortaya koyduğu çabalara karşılık vermemesi, iyi niyete iyi niyetle yaklaşmaması ile ilgili hayal kırıklığını açıktan dile getiriyor. (Picco 1999)

Döneme damgasını vuran olay, büyük ihtimalle Haziran 1985’te Trans World Havayolları’na ait 847 sayılı uçağın Beyrut’a kaçırılmasıydı. Eylemin fikir babası, Hizbullah’ın Dış Güvenlik Teşkilâtı ile bağlantılı bir isim olan İmad Muğniye idi. Bu eylemde Hizbullah’ın amacı, İsrail’in elinde tuttuğu, büyük bir kısmı Atlit Hapishanesi’nde kalan 766 Lübnanlı tutsağın çektikleri çileye dikkatleri çekmekti. Çok zor koşullara mahkûm edilmiş olan bu insanlar, uluslararası hukukun korumasından tümüyle mahrumlardı. Bu tutsakların önemli bir bölümü, direniş dâhilinde yürütülen operasyonlara iştirak etmiş kişilerdi, bazıları ise İsrail’in rehin olarak tuttuğu şüphelilerdi.

Uçak kaçırma eylemiyle birlikte Hizbullah ile Emel arasındaki gerilim ayyuka çıktı. Emel lideri Nebih Berri, kriz konusunda arabuluculuk yapmak isteyince Hizbullah, Berri’nin kendisi adına konuşma yetkisi bulunmadığını söyleyerek, bu isteğe sert bir şekilde karşı çıktı. Kriz, ancak İsrail Atlit Hapishanesi’ndeki Lübnanlı tutsakları sessizce serbest bıraktığında, Suriye ve Rafsancani, krizin bitirilmesi konusunda eylemcilere baskı uyguladığında son buldu.

Emel ile Hizbullah arasındaki gerilim, 1988-1989’da patlak verdi. İki örgüt, esasında Güney’in merkezindeki Şiileri ayrıca Beyrut’un güneyindeki, yarısı Şii olan kenar mahalleleri örgütlemek için mücadele yürütüyordu. Çatışmanın fitilini ABD donanmasından Yarbay William R. Higgins’in kaçırılması eylemi tutuşturdu. Güneydeki BM kuvvetleri için çalışan yarbayın kaçırılması eyleminin altında, Hizbullah’a sempatiyle yaklaşan, Lübnan ordusunun eski istihbarat çavuşu Mustafa Dirani’nin kurduğu, Emel’den kopmuş “Müminlerin Direnişi” isimli örgütün imzası vardı. Sonrasında 1994 yılında Bekaa Vadisi’ndeki köyünden İsrail askerleri tarafından kaçırılan Dirani, 2004’teki tutsak değiş tokuşu ile serbest bırakıldı.

Bu Higgins olayı, Emel’in Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Kuvveti (UNIFIL) ile işbirliği içerisinde çalışma stratejisinin boşa düşmesine neden oldu. Emel, yarbayın kaçırılması ardından onu bulup serbest kalmasını sağlamak için çalışma yürüttü. Kaçıranlar, Emel’in arama ekibinin elinden kurtulmayı bildiler. Sonrasında Higgins öldürüldü. Bunun üzerine Emel ile Hizbullah arasında çatışmalar yaşandı. Bu çatışmaların neticesinde Emel, Güney Lübnan’daki konumunu daha da güçlendirdi. Kısa süre sonra, 1988 güzünde, Beyrut’un güneyindeki kenar mahallelerde çatışmalar başladı. Bu süreçte ağır yenilgiler alan Emel, başkentteki tüm askeri gücünü yitirdi. Hizbullah, 1989’da Emel’in Güney’deki nüfuzunu kırmak için uğraştı. Emel’in buradaki konumunu zayıflatmayı bilse de Emel, bölgedeki halk desteğini gene de muhafaza etti.

Hizbullah, özellikle seksenlerde, bölgede İran’ın çıkarlarına hizmet etti, ama seksenlerin sonundan itibaren İran’ın politikaları İslam devrimine bağlı insanları rahatsız edecek ölçüde değişti. İran’ın Hizbullah’a yönelik desteği azaldı.

Ayetullah Humeyni’nin mücadelenin Saddam devrilene dek süreceğine dair söz verdiği 1988’de, birinci Körfez savaşının yaşandığı dönemde, İran, ateşkes önerisini kabul etmek durumunda kaldı. Hatta İran’ın bu ateşkes kararına boyun eğişi, Lübnan’da bir duvara yazılan şu alaycı ifadeye yol açtı: “Neden 598 de 425 değil?” Burada BM Güvenlik Konseyi’nin 598 sayılı kararına ve Güney Lübnan’da güvenliğin tesisiyle ilgili 425 sayılı karara atıfta bulunuyordu.

Humeyni’nin 1989’da ölmesiyle birlikte, devrimin bu karizmatik ve etkileyici simgesinin yerini devrim sonrası İran’da düzeni sağlamanın yol açtığı ağır dünyevi güçlüklerle uğraşmak zorunda olan ılımlı görüşlere sahip kişiler aldı. İran cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve doksanların başında öne çıkan yeni İranlı liderler, Şii cemaatine ve bir bütün olarak Lübnan’a odaklandılar, bu anlamda, en azından birkaç yıl, ülkedeki milis güçlerinden uzaklaştılar (Norton 1990, s. 132).

Emel ile Hizbullah arasındaki çatışmalar bu süreçte Tahran’ın tavrında önemli bir değişikliğe yol açtı. Tahran, birçok sivilin canına mal olan çatışma sürecinden epey rahatsızdı. Bu sürece sert bir biçimde tepki gösteren Rafsancani, eylemlerinden dolayı her iki tarafı da kınadı.

İran’ı asıl rahatsız eden, öfkelendiren, Lübnan’da dökülen kan değildi. Zira 1990, Soğuk Savaş’ın bitmeye yüz tuttuğu yıldı. Bu, Irak’ın Kuveyt işgaline karşı uluslararası koalisyonun kurulduğu, Lübnan’daki iç savaşın sona erdiği dönemdi. Dolayısıyla İran, ABD’nin elindeki gücün rakipsiz kaldığı dünyada oluşan yeni güç dengesine kendisini ayarlamaya çalışmaktaydı.

İlk kurulduğu günden beri Hizbullah, Emel karşıtı bir yapıydı. Seksenlerde ve doksanların başında Hizbullah kadrolarını teşkil eden genç din adamlarından oluşan ekip, Emel’in din adamı olmayan liderlerine de Lübnan’daki kayırmacılık siyasetine uyum göstermiş olmasına da öfkeliydi. Emel’in yeni Şii burjuvazisini kucaklamaya niyetli siyasetçilerine karşı devrimci tutkuyu kuşanmış Hizbullah liderleri, yozlaşmış politik sisteme uyum sağlamayı reddettiler. Bu insanların önemli bir bölümü, Muhammed Bakr Sadr, Muhsin Hâkim, Ruhullah Musavi Humeyni’nin ideolojik olarak etkili olduğu Necef, Kerbela ve Kum’da eğitim görmüştü. Ama doksanlarla birlikte bu insanlardaki coşku ve hevesin yerini mümkün olanı gözeten gerçekçi bir anlayışa bıraktı.

1985 tarihli açık mektubun o sert ideolojik dilini benimsemiş olan Hizbullah, bugün bölge siyasetindeki ve Lübnan siyasetindeki değişimleri pragmatizm düzleminde karşılayan bir yapı. Bunun sonucunda ortaya her iki tarafı gören bir yaklaşım çıkıyor. Örgüt, hem İsrail’in Güney Lübnan’daki işgaline karşı çıkıyor hem de eskiden eleştirdiği mezhepçi siyaset içi oyun dâhilinde hamle yapmaya çalışıyor.

İran rejimindeki değişim, bilhassa 1989’da Humeyni’nin vefatı sonrasında ayrıca Lübnan’da Suriye’nin politik ve askeri hâkimiyetini iyice artırmasıyla birlikte yaşanan değişim, Hizbullah’ı epey etkiledi.

Ayrıca Hizbullah, ülke içerisinde kendisini destekleyen kitlenin tavırlarına ve arzularına daha fazla hassasiyet gösteren bir yapı hâline geldi. Artık bu kitle, Emel hareketine ve ondaki yozlaşmaya yönelik şüphesi giderek artan, bir yandan da Hizbullah’ın namuslu oluşuna hayranlık duyan Şii orta sınıfını içeriyor.

Partinin kitle tabanının genişlemesi, desteğin muhafaza edilmesi için belirli şartların yerine getirilmesini zorunlu kılıyor. Yeni Şii orta sınıfı, İslam Cumhuriyeti’nde de Lübnan İslam Cumhuriyeti’nde de yaşamak istemiyor.

Hizbullah, bugün hükümet denilen masada kendisine yer bulmak isteyen bir yapı olarak, hedefinin, herkese açık olan politik bir sistemi inşa etmek olduğunu, siyasetin arka kapısında ricalarını dile getirip duran muhalif bir güç olarak kalmak istemediğini her fırsatta dile getiriyor.

Dönem dönem Nasrallah ve örgütün genel sekreter yardımcısı Naim Kasım, 1985 tarihli açık mektubun hükmünü yitirdiğini, artık partinin aldığı konumlar konusunda belirleyici kılavuz olma vasfından mahrum kaldığını dile getiriyor.

Eylül 1998’de Cezire TV’de yayınlanan belgeselin konusu bu meseleydi. Belgeselde programla ilgili olarak parti yetkilileriyle, üyelerle, destekçilerle ve gazetecilerle yapılmış röportajlara yer veriliyordu (Alagha 2006, s. 328). Herkesin ortak vardığı sonuç şuydu: açık mektup, geride kalmış bir tarihsel döneme ait.

Lübnan’da farklı ortamlarda görüştüğüm parti yetkilileri de aynı şeyi söylüyorlardı. Ama asıl mesele, bu 1985 tarihli programın yerini herhangi bir metnin almamış olması. Dolayısıyla, partiye muhalif olanlar da ona şüpheyle yaklaşanlar da karşılarında net olmayan bir resim buluyorlar. Yirmi birinci yüzyılın başından beri Hizbullah’ın takiye yaptığına dair kanaat, bu belirsizlik karşısında, giderek güçleniyor.

Augustus Richard Norton

[Kaynak: Hezbollah: A Short History, Princeton University Press, 2007, s. 34-46.]

Dipnot:
[1] Çevirisi için bkz.: Norton, Augustus Richard, Amal and the Shi"a: Struggle for the Soul of Lebanon. Austin: University of Texas Press, 1987, s. 167–87. Metin boyunca verilen sayfa numaraları bu kitaba aittir.

Kaynakça:
Alagha, Joseph Elie. 2006. The Shifts in Hizbullah’s Ideology: Religious Ideology, Political Ideology, and Political Program. Leiden: Amsterdam University Press.

Norton, Augustus Richard. 1987. Amal and the Shi’a: Struggle for the Soul of Lebanon. Austin: University of Texas Press.

Norton, Augustus Richard. 1990. “Lebanon: The Internal Conflict and the Iranian Connection.” The Iranian Revolution: Its Global Impact içinde, Yayına Hz.: J. L. Esposito. Miami: Florida International University Press.

Norton, Augustus Richard. 1993. “(In)security Zones in South Lebanon.” Journal of Palestine Studies 23 (1): s. 61–79.

Picco, Giandomenico. 1999. Man without a Gun: One Diplomat’s Secret Struggle to Free the Hostages, Fight Terrorism, and End a War. New York: Random House.

0 Yorum: