Giriş
Bu
çalışma, Filistin’deki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliği, İsrail-NATO’nun
yerleşimci sömürgeciliğini ve emperyalizmi merkeze koyuyor. Çalışma, temelde Filistin
siyasetinin yakın tarihini, 1993 sonrası İsrail’e karşı sürdürülen laik silahlı
direnişin hilafına gelişen, özellikle 2000 sonrası Gazze Şeridi’ndeki kuşatma,
savaş ve şehri dış dünyaya kapatma pratikleri karşısında güçlenen İslami
silahlı direniş özelinde ele alıyor.
Makalede
7 Ekim olayları ve sonrasına, aylarca süren silahlı mücadeleye ve İsrail
Savunma Güçleri’nin (IDF) soykırıma varan kontrgerilla faaliyetlerine dair bir
değerlendirmeye yer veriliyor (Albanese, 2024). Üzerine bastığımız topraksa
Arap ve Müslüman dünyasında cisimleşmiş hâliyle sömürgecilik karşıtı harekete
ev sahipliği yapan Filistin.
Bu
ülke, yereldeki işbirlikleri, ekonomik barış, ara sıra yaşanan sıcak savaşlar,
toplu hapse atma pratikleri ve suikastlarla politik liderlerin yok edilmesi
üzerinden yönetilebilir bir yer hâline gelsin diye ABD’nin, İsrail’in, yerelde,
bölgede ve uluslararası planda kampanya yürüttüğü, bu güçlere karşı direnişiyle
bölge siyasetinin dinamosu vasfına sahip olmuş bir yer (Abdo, 2014).
Yazı
boyunca kontrgerilla faaliyetlerini ve millet meselesini (Moyo & Yeros, 2011)
temel alan bir teorik çerçeveden istifade ediliyor. Bu noktada, özel olarak 7
Ekim sonrası İsrail’in Gazze’ye ve daha düşük düzeyde Batı Şeria ile 1948
Filistini’ne uyguladığı zulüm üzerinde duruluyor. Bunu yaparken makale, Filistin’de
örgütlü olan ulusal hareketin, partilerin ve sürgündeki oluşumların hilafına
olacak şekilde, ayrım gözetmeden tüm Filistinlilerle dayanışmayı, Filistin’deki
sesleri merkeze koymayı, Filistin’in failliğine dair o dağınık dile başvurmayı
tercih eden yaklaşımın galebe çaldığı koşullarda, Filistin’deki milli
politikayı ön plana çıkartıyor (Kates, 2014).
Genel
kanının aksine Filistin davası, depolitize ediliyor. Bu depolitizasyon
sürecinde Filistin milli hareketinin taktikleri, stratejisi ve vizyonu redde
tabi tutulmasa da (Omar, 2023) bir biçimde merkezden uzaklaştırılıyor. Bu milli
hareketin yerine ülkeye soykırımı odağa yerleştiren legalist bir dil hâkim
oluyor. Mağdur edilme meselesine odaklanılıyor, yerleşimci-sömürgecilik
konusunda teleolojik bir dil baskın hâle geliyor. Neticede direniş, Filistin
milliyetçiliğinin önemli bir kısmı ve onun ait olduğu genel bölgesel sistem
için örgütleyici pratik olmaktan çıkartılıyor.[1]
Bir
yandan da günümüz Marksizmi içerisinde gelişmiş olan eğilimler, ya ekonomizm ya
da romantizm çukuruna yuvarlanıyor, sömürgecilik ve yerleşimci-sömürgeciliğin
materyalist analizi terk ediliyor, bu döneme esas olarak işgal altındaki bir
halkla dayanışmanın yokluğu damga vuruyor.
Konuyla
ilgili olarak yapılan, bölgenin yakın tarihini dar bir yerden ele alan
analizler, Arap-İran coğrafyasındaki milli mücadeleler ve sınıf mücadelelerine
dair bir anlayış geliştiremediklerinden, ABD-İsrail’in ajandasını teşrih
masasına yatıramıyorlar.[2] Dahası bu analizler, bölgedeki politik egemenlik
haklarını savunma ve teorize etme kapasitesini de bölgenin yakın tarihinde
politik egemenliğin merkezi konumunu da idrak etmekten uzaklar.
Nihayetinde
bahsi edilen ve Filistin’i materyalist analizin dışına fırlatıp atan analizler,
Filistin’i teorize etme sürecinin hikâyesiyle bir ilişki bile kuramıyorlar. Bazı
bakış açıları geliştiriliyor ve bunlar, çıkıp “Hamas işgal sürecini İsrail
adına yönetiyor” diyecek kadar ileri gidebiliyor veya Gazze’deki silahlı
hareketler konusunda onları suçlayan ve ahlaka vurgu yapan bir dile
başvuruyorlar (Baconi 2018; Intercepted, 2023). Geriye elimizde, “millete
yönelik zulmün nispeten özerk niteliği” gibi (Haider, 2021) boş ve anlamsız
ifadeler, hiçbir şeyi izah etmeyen analizler kalıyor. Zira bu analizler, ne
toprak meselesini tarım açısından ele alıyor, ne millet meselesini inceliyor,
ne bu toprak ve millet meselesinin politik egemenlikle bağlarına bakıyor ne de
küresel birikim süreciyle ilişkisine değiniyor.
Bu
makalenin başında, Gazze’de Hamas ve Filistin İslami Cihadı’nın gücünün
kaynakları, İsrail’in yerleşimci-sömürgeciliği ve işgal pratiği ayrıca
Gazze’deki politik ve toplumsal yapının özgül yanları bağlamında incelenecek.
Ardından makale, 2000 sonrası ve 2011 sonrası emperyalizmin bölge için
geliştirdiği ajandayı, Filistinlilerin bu ajandaya nasıl uyum sağladıklarını,
Gazze’nin emperyalist-sömürgeci stratejiye nasıl dâhil edildiğini tartışmazdan
önce, İslami direnişin sol güçlerin emperyalizm ve sömürgecilik eliyle
zayıfladığı koşullarda güçlendiği süreci ele alacak. Yazıda ayrıca “İsrail Lobisi”
ve İsrail’in ABD’nin savaş pratiğine sunduğu fayda meselesi mevcut savaş
bağlamında irdelenecek. Makalenin sonuç bölümünde ise Filistin sağının yeniden
inşa edildiği sürece dair bazı görüşler aktarılacak.
Toplumsal-Politik
Yapıdaki Kırılma Sürecinin Başladığı Nokta
Gazze’ye
yönelik savaşın yakın sebebi, 7 Ekim saldırıları iken uzak ve genel sebebi
Siyonizm. Ama aslında genel manada Gazze, zaten tarih boyunca Filistin’deki
sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin kök bulduğu, yuvalandığı alan
olagelmiştir. Bu, şehirdeki derin yoksulluğun, nüfustaki yoğunlaşmanın,
İsrail’in kalkınma sürecini bloke eden girişimlerinin ve Batı Şeria’ya kıyasla
burada işbirlikçi olmayan güçlerin daha güçlü olmasının bir sonucu. Bu
süreçlerin izlerini 1947–1949 ilkel birikim döneminden (Mousa, 2006) ve İsrail
devletinin kuruluşuna vurulmuş kanlı mühür anlamında Nekbe denilen etnik
temizlikten bu yana sürmek mümkün.
Uygulanan
şiddet, çok sayıda Filistinli köylüyü işgal altındaki Filistin topraklarının
orta-güney kesiminden ve güneyden Gazze’ye sürdü. Böylece bir mesleği olmayan,
köklerinden kopartılmış ve mülksüzleştirilmiş halk kitleleri şehre aktı. Ayrıca
Gazze’de varolan, az miktarda sınıfsal birikim de uçup gitti.
İlk
başta şehre Fetih hâkimdi. Sonrasında bu yeni oluşan toplumsal katmanda,
parasal açıdan sıkıntısı olmayan Müslüman Kardeşler örgütlenme imkânı bulsa da
esas olarak FHKC örgütlenip güçlendi (Usher, 1995). Altmışların sonu ve
yetmişlerin başında sol öncülüğünde bir başkaldırıya şahit olundu. Bu süreçte
güçleri, İsrailliler ve ihracat alanında faal toprak sahibi sınıfın sırtını
döndüğü sol böldü (Lesch, 2023).
Yetmişler
ve seksenler boyunca Müslüman Kardeşler, Gazze’de sivil toplum kuruluşları
üzerinden kök saldı. Seksenlerde İran devriminin elde ettiği başarıdan ilham
alan İslami Cihad ve sonrasında Hamas’ı teşkil edecek kadrolar öne çıktılar. Bu
süreçte Hamas, yavaş yavaş eylem alanına çekildi ve hareketsizlik halini terk
etti (Alavi, 2017, s. 190–197). Bu dönemde resmi kuruluşunu 1987’de ilan eden
Hamas dâhil tüm politik güçler, Gazze’de sömürgecilik karşıtı faaliyetlerin
liderliği konusunda birbirleriyle bir yarış içerisine girdiler.
İçteki
çatışma sürecinden muzdarip olan Fetih, bu dönemde hâkim konumdaydı. FHKC gibi
sol örgütlerse Filistin burjuvazisinin örgütleri küçültmek için başvurdukları
bazı mekanizmalarla uğraşmak zorunda kaldılar. Bu yöntemlerden biri de bazı üst
düzey kadroların Filistin kapitalizminin yeni oluşmakta olan yapılarına
devşirilmeleriydi.[3]
İsrail’in
baskılarının yoğunlaştığı söz konusu dönemde İslami hareketler, silahlı direniş
konusunda hazırlık yürüttüler. Dönem, aynı zamanda anti-emperyalist ama aynı
zamanda Sovyet karşıtı olan İslami hareketlerin bölge genelinde önemli bir odak
haline gelişine tanıklık etti. Bu gelişme, doğalında Gazze’de de karşılık buldu
(Hussein, 2021).
Oslo
Anlaşmaları ile “barış süreci”, bu dinamiğin değişmesine neden oldu. SSCB’nin
dağılması, Irak’ın kuşatılması ile birlikte Filistin’in teslim alınacağı
zeminde hazırlanmış oldu. Doksanlar boyunca FHKC, can damarlarını bir bir
yitirdi (Kates, 2014), ayrıca örgütün sürgündeki üstyapısının örgütsel yapısı
dağıldı, İsrail’e itiraz eden, Oslo Anlaşmaları’nı kabule yanaşmayan partilere
yönelik finansal destekler suç ilân edildi, İsrail’e taşere edilmiş
yerleşimci-sömürgecilik pratiği ile yeni sömürgeciliğin inşa ettiği, İsrail
eliyle dayatılan kafese işaret edenler, suç listelerine alındılar.
Yabancı
güçlerin beslediği STK’lar, solcu liderleri kucaklarına oturttular. Bu kişiler,
politik faaliyetlere katkı sunamaz hâle geldiler. Zira STK’lar, çalışanlarından
İsrail’e itiraz eden yasa dışı partilerden uzak duracaklarına dair söz
alıyorlardı (Bhungalia, 2023).
İsrail
işgali, bu süreçte Gazze’nin gelişim sürecini ketledi, geri kalmasına neden
oldu, planlama kurumlarını ve politik örgütleri yok etti, sanayi düzleminde
oluşmuş dokuyu parçaladı (Roy, 2016). Yakındoğu’daki Filistinli Mültecilere
Yardım ve Bayındırlık Ajansı ve FKÖ’ye sakin kalması için verilen fonlar
üzerinden akan yardım paralarıyla toplumsal yeniden üretime yönelik adımlarla
ayakta duran Filistinli emekçiler, kütleler hâlinde İsrail’e geçtiler. 1967’den
beri ekonomik merdivenin en alt basamaklarında tutunmaya çalışıyorlar.
Göç
süreciyle birlikte güvencesiz işlere mahkûm olan bu emekçilerin İsrail’e
akmasıyla birlikte Gazze, İsrail’in ekonomik cebir ve politik baskı
yöntemlerine açık hâle geldi. Birçok farklı ekonomik cebir yöntemiyle birlikte
gerçekleştirilen kuşatma, 2006 yılıyla birlikte başlayan bir süreçse de
İsrail’in Gazze’yi dış dünyaya kapatma politikası, Filistinli emekçilerin
İsrail’e akın etmesine neden oldu. Ama sonra, Birinci İntifada’nın sona
ermesiyle birlikte bu akın yavaşladı. Gazze’deki emek piyasası ile Tel Aviv
arasındaki bağ zorla kopartıldı, ayrıca Güneydoğu Asya gibi yerlerden yabancı
işçiler getirildi.
Zamanla
sömürgecilik karşıtı direnişin öncülüğü Hamas’ın eline geçti. Birinci
İntifada’nın sona ermesiyle birlikte İran, Hamas’a askeri yardım yapmaya
başladı (Rezeg, 2020). Bu süreçte bir yandan da AB ve ABD Batı Şeria ve
Gazze’ye ekonomi için gerekli barış ortamının tesisini sağlamak adına yüklü
miktarda yardım yaptı. ABD desteğini arkasına almış bir yapı olarak Filistin
Yönetimi, Batı Şeria ve Gazze’de neoliberal ve sömürgeciyle işbirliğini esas
alan devlet inşası sürecini başlattı (Rabie, 2021). Bu devlet, İsrail’le
koordineli yürütülecek, güvenlikle alakalı çalışmaları ve Filistin Yönetimi
üzerinden İsrail’le işbirliği içerisinde hareket eden Filistinli kapitalistleri
temel alıyordu. Filistinli kapitalistler, sürgündeki sermayedarlar, Körfez’deki
Filistin sermayesi, birlikte sömürgecilikle uyumlu olma fikrini paylaşan “yeni
sınıf”ı teşkil ediyorlardı (Hanieh, 2011).
Savaş,
Kapanma ve Silahlı Stratejiye Geçiş
2000
yılında barış ortamının ekonomi düzleminde tesisi için inşa edilmiş yapılar bir
bir çökmeye başladı. Washington’da iktidarı, petrol ve silah sanayii ile
doğrudan bağı olan, sermaye havuzlarıyla ilişkili yeni bir politik güç ele
geçirdi. Bu hizip, esas olarak yaptırımlar üzerinden gelirlerin azaltılmasını
ve politik mühendisliği, terör listelerini, İsrail’le normalleşmeyi, bunun
yanında, İsrail’in ABD-İsrail sermayesinin gelişeceği yüksek teknoloji kuvözü
olarak büyütülmesini öngören, Sovyet sonrası dönemde yürürlüğe konulmuş kuşatma
ve çölleştirme stratejisini terk etti. Bu kesim, sıcak savaşları, devletin
buharlaşmasını, kadroların yok edilmesini, “Taif Modeli” denilen, mezhepçiliğin
güçlendirilip devletsizleştirme sürecinin hızlandırılmasını ifade eden model
üzerinden yürütülecek yeniden yapılandırma faaliyetlerini esas alıyordu (Kadri,
2017). Modele göre devletsizleştirme işlemi, emperyalizmin beslediği “bağımsız
sivil toplum”un her yanı kuşatması ile birlikte yürütülecekti. Bu bağlam
dâhilinde Ariel Şaron, İkinci İntifada’nın başlaması için fitili ateşledi. İsrail,
ABD ile uygun adım ilerleyerek, sermayenin Doğu Avrupa, Güney Asya ve Latin
Amerika’da yeni oluşmuş yatırım seçenekleri üzerinden “küreselleşmesi”
anlayışından uzaklaşıp (Gowan, 1999) askerileştirilmiş birikim sürecine geçiş
yaptı.
Küresel
planda ABD, Baasçı Irak’ın ve Afganistan’ın yıkım sürecini tamama erdirmek için
uğraşıp durdu (Ahmad, 2004; RUPE, 2003). 2000 yılında İsrail, Lübnan’dan
çekildi. Hizbullah’ın İsraillileri topraklarından kovması “hayal kırıklığına
uğramış Filistinli halk kitlelerini heyecanlandırdı”. Bu gelişmeyle birlikte
İslami direniş, halk seferberliği ve ideoloji düzleminde tercih edilen yol, sömürgeci
gücü yenecek strateji olarak görülmeye başlandı (Alavi, 2019).
Filistin
Yönetimi içerisinde Arafat döneminden kalan, kısmen İslamcı politik iktidar
korkusunun ürettiği sınırlı milliyetçilik, İkinci İntifada’nın yıktığı duvarın
altında kaldı (Usher, 2003). Milliyetçiliğin iyice ufalmasıyla birlikte İsrail
sömürgeciliği ve ona destek sunan ABD, Filistin dosyasını rafa kaldırmak için
uğraştı. Bunun için Gazze’yi doğrudan askeri kuşatmaya tabi tuttu, bir yandan
da yardımlarla ve ağza çalınan ballarla Batı Şeria’yı, güvenlik işlerinin
başına getirilen isimler üzerinden iyice kıvama getirdi.
Gazze’yi
yönetmek zor işti. Bu da “dışarıdan kuşatma” stratejisinin gündeme gelmesine
neden oldu. Bu strateji uyarınca şehirdeki güçler geri çekilecekti. Bu süreç
dâhilinde, 2004 yılında İsrail yerleşimleri Gazze’den çıkartıldı. Burada amaç, Filistinlilere
çok az toprak verip çok fazla insanın o toprak üzerinde yaşamasını sağlamak, çok
az güvenlik çalışmasıyla çok fazla sayıda Filistinliyi kontrol altında
tutmaktı.
O
günlerde Ariel Şaron’un üst düzey yardımcılarından biri, “Geri çekilme, esasen
bir tür formaldehit işlevi gördü” diyordu (Aktaran: Shavit, 2004). Bu amaç
doğrultusunda işgal güçleri, mekâna yeniden konuşlandılar, teknolojik düzeyde
yeni bir yapı teşkil ettiler, uzaktan kumanda edilen yüksek teknoloji ürünü
araçları devreye soktular.
Filistin
Yönetimi’nin güvenlik kontrolleri için kullandığı araçlar, Batı Şeria’da Kassam
Tugayları ile İslami Cihad’ın kurumsal ve askeri açıdan daha güçlü olduğu
Gazze’ye nazaran daha baskındı (Skare, 2022). İki örgütün elindeki güç, onların
silahlı faaliyetleri örgütleme becerilerini de artırıyordu.
2006’da
Hamas seçime gitti. Oyların çoğunu aldı. Bu başarıda İsrail’e karşı direnişi
sürdürme kararlılığı, yolsuzluklara yönelik itirazı, sosyal yardım için kurulan
sivil toplum ağı üzerinden işgal altındaki Filistin’de halka yönelik destekleri
artırma kararı, bunun yanında, Ramallah’a hâkim olan işbirlikçi ve neoliberal
Filistin Yönetimi’ne yönelik eleştirisi önemli bir rol oynadı.
Hamas’ın
zaferi ardından ABD’de eğitim almış, Filistin Yönetimi’ne bağlı olan, Amerikalı
korgeneral Keith Dayton’ın inşa ettiği Ulusal Güvenlik Hizmetleri isimli
teşkilât, darbe girişiminde bulundu. Hamas, bu darbe girişimine kendi
darbesiyle karşılık verdi. Ardından, kontrgerilla faaliyetleri dâhilinde
Gazze’ye yönelik kuşatma başladı. Bir süre Şaron’un barış görüşmelerinde
görevlendirdiği avukat ve iş adamı Dov Weissglas, bu kuşatma pratiğini şu
cümleyle anlatıyordu:
“Bu fikir, Filistinlileri
bir süre rejime sokmakla ilgili, zira insanlar, Gazze’de insanın asgari düzeyde
ihtiyaç duyduğu miktarda kalori alabilecekler” (Salamanca, 2011).
Abluka
ile birlikte Gazze’deki gerileme süreci hızlandı. Ekonomik faaliyetler için
zaruri olan malların giriş çıkış miktarları iyice azaldı.
Devreye
sokulan sistem, bir süre sonra insani yardım temelli kontrgerilla
faaliyetleriyle ilgili bir tür bilimsel programa evrildi. Burada amaç, Hamas’ın
idare edip bakımını üstlenmek zorunda olduğu Filistinlileri yok etmeyip onlara
zarar vermekti. Böylelikle devletin idare edildiği binada mahsur kalacak olan
direniş hareketi, bir yandan da direnişin bayrağı ile tüfeğini elinde tutmak
için uğraşacaktı (Ajl, 2014). Hekim Gassân Ebu Sitte’nin ifadesiyle,
“Gazze, insanların
hayatlarının kimyasının bozulduğu, dışarıya kapalı bir yer hâline geldi. Burada
gerçek amaç, o insanları eksik bir hayatla topyekûn ölümün olmadığı yer
arasında muallakta bırakmaktı. Üstelik kimyasal tahrifat, kuşatma sahasında
gerçekleştirilen bir işlemdi. Bu işlem dâhilinde hayatın farklı unsurları ön
plana çıkartılırken, diğer unsurlar redde tabi tutuluyordu. Burada düz manada
bir kimyasal denklem söz konusuydu: hayatın kimyasıyla oynadığı süreçte bazen
elektriğin verildiği süreyi uzatıyorlar bazen de kesintiye gidiyorlardı, bazen
kanalizasyon ve su arıtma sistemi bozuluyor, bazen de çalıştırılıyordu, bazen
ekmek veriliyor, bazen de verilmiyordu. Bugün Wikileaks belgeleri üzerinden
biliyoruz ki İsrailliler, Gazze’deki insanları katı bir rejime sokmak istediler.
O günlerde şehirde alınan kalori miktarı bile kontrol altında tutuluyordu. Bazen
de İsrail, gıda, ilâç ve tıbbi personele erişim imkânı sunuyordu. Bir de tabii
ölüme dair unsurlar devreye sokuluyordu: Kanser hastalarının sayısını kontrol
edenler, kimlerin Gazze’den çıkacağına da karar veriyorlardı. Çıkış izni
isteyenlerin yaklaşık yüzde 20 ilâ 40’ı ret cevabı aldı. Hamas’la çatışmasızlık
sürecinin başlaması için yürütülen müzakerelerde Gazze’ye bir kanser hastanesi
yapılması önerisini dile getirmek zorunda kalıyordunuz.” (Abu-Sittah, 2020)
Orasından
burasından budanmış hayat karşısında Hamas ve diğer silahlı örgütler, büyük bir
emekle, ellerindeki silah kapasitesini artırmayı bildiler. Askeri kuşatma
altında olan Gazze, kendi içinde belirli bir egemenliğe sahipti (Skare, 2021, s.
179). Hamas gibi örgütlerin cazibesi, esasen askeri kapasitelerine ve
eylemlerine dayanıyordu. 2011 yılı boyunca silahlı örgütler, Suriye, Hizbullah
ve İran desteğiyle ayakta kaldılar. Silah transferleri, lojistik, eğitim ve
kendi imkânlarıyla imal edilecek silahlar için gerekli teknik planlar konusunda
bu tür güçlerden yardımlar alındı.[4]
2011’de
ABD ve Katar, azgelişmişlik konusunda bölge genelinde duyulan huzursuzluktan ve
politik özgürlüklerin yokluğu durumundan istifade ederek, çok yönlü
stratejilerini yürürlüğe koydu. Bu stratejinin amacı, ilgili rahatsızlığın
ABD-İsrail-KİK üçlüsünün stratejik hasımlarını yok etme fikri üzerine kurulu
jeopolitikalarına hizmet etmesini sağlamaktı. Bu çaba, ABD’nin mukavemet
kampını ortadan kaldırma girişiminin bir parçasıydı (Matar & Kadri, 2018).
Katar,
Hamas’ın politik liderlerinin Şam’daki merkezlerini Doha ve İstanbul’a
taşımaya, ardından da Suriye hükümetini kınamaya ikna etme konusunda başarılı
oldu. Bu politik tecrit çabası, ABD’nin 2003’te Irak’ta başlattığı askeri
saldırıların parçasıydı. Bu saldırıların amacı ise onlarca yıldır süren savaşın
zaten zayıflatmış olduğu Arap cumhuriyetlerini ortadan kaldırmak, siyaseti
militarize etmek ve yereldeki kapitalist sınıfları güçlendiren uluslararası
finans kuruluşlarının dayattığı neoliberalizmi uygulamaktı (Kadri, 2016).
Kısa
bir süre sonra ABD, 2015’te İran’la imza edilmiş olan Ortak Kapsamlı Eylem
Planı isimli anlaşmadan caydı ve azami baskıyı uygulamayı öngören yaptırımlar
politikasına geri döndü (Ajl, 2015). Bu esnada ABD ve Körfez, Suriye’ye yönelik
olarak, Ürdün ve İsrail’in desteğiyle başlattıkları savaşta ABD’ye bağlı vekil
güçlerin silahlandırılması, teçhizatlandırılması, eğitilmesi ve ücretlerinin
ödenmesi için milyarlarca dolar para harcadı (Higgins, 2018, 2023).
Savaş
süresince İsrail, Şam’ı yüzlerce kez bombaladı, özellikle, İran’a ait
varlıkları vurdu, lojistik hatlarını ve Hizbullah’a giden askeri malzemeyi
tahrip etti, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin ikinci cephede güç kazanmasına mani
olmaya çalıştı (Aljazeera, 2018; Asharq Al Awsat, 2023; New York Times, 2019).
Hamas’ın
politik kanadı Şam’dan kaçınca, İran’dan gelen mali destek hızla azaldı, bu
destek büyük ölçüde Filistin İslami Cihadı’na (Skare, 2021, s. 208), ondan daha
az miktarda olmak üzere, FHKC’ye aktı. Sonrasında bu maddi destek Hamas’a
yöneltildi.
2014’te
İsrail’in gerçekleştirdiği katliam ardından İslami Cihad, Filistin halkından
Hamas’a nazaran daha fazla destek gördü. Bunun nedeni, Hamas’ın 7 Ekim’de
başlayacak olan uzun soluklu çatışma sürecinde İsrail’i zayıflatabilecek
stratejik ve askeri imkânlarını oluşturmaya yönelik bir strateji uyarınca
hareket etmesi, ama İslami Cihad’ın İsrail’e açıktan direnme kararlılığı
göstermesiydi (Skare, 2021, s. 208).
Batı
Şeria’da ise AB ve ABD, açıktan işbirlikçi olan bir güvenlik aygıtı inşa
etmenin peşindeydi. Bu süreç, eski Filistin Yönetimi başbakanı Salim Fayyad
eliyle hızlandırıldı. Bu dönemde her yıl yüz milyonlarca dolar para, Gazze’de
yaşananın Batı Şeria’da tekrar etmemesini güvence altına almak adına bu şehre
akıtıldı.
Bugün
itibarıyla Batı Şeria’da Filistin Yönetimi’ne bağlı güvenlik hizmetlerinde
80.000 kişi çalışıyor ki bu sayı, dünya genelinde kişi başına düşen çalışan
sayısı bakımından şehrin birinci sıraya yerleşmesini sağlıyor (Dunning &
Iqtait, 2023). Bu güç, devlet inşasında, özellikle devletin toplumsal yeniden
üretimindeki rolü dâhilinde kullanıldı (Abdel, 2013). Yüz binlerce Batı
Şerialının geçimleri bu kuruma bağlı. İnsanlar, Batı Şeria ekonomisinin İsrail
eliyle tecrit edildiği, şehirdeki üretici güçlerin ilkel birikim sürecine tabi
olduğu koşullarda, hayatta kalmaya çalışıyorlar (Samara, 1992).
Gazze’deki
Silahlı Mücadelede Yaşanan Büyüme
Filistinlilerin
gerçekleştirdikleri şiddet eylemleri Oslo döneminden 2008 yılına, 2009 yılından
bugüne Gazze ve Batı Şeria genelinde devam etti. Bu süreçte silahlı eylemler de
arttı. İsrail hükümeti, Hamas’ı halk desteğinden kopartmak için çalışıyor, bunun
için askeri gücünü kontrol altına almak, politik etkisini kırmak için
uğraşıyor. Bu kuşatma pratiği, bölgesel hamlelerle pekiştiriliyor. Bu bağlamda
İsrail, Hamas’ı sömürgecilik karşıtı veya egemenlik fikri yanlısı devlet ve
hareketlerle ittifak kurmaktan alıkoymaya çalışıyor. Esasen Hamas liderlerinin
Suriye savaşı esnasında Şam’dan Katar’a taşınmaya ikna edilmesinin nedeni de bu
ittifakın kurulmasına mani olmak istenmesi.
İlgili
dönemde Hamas’ın bileşimi ve militan yapısı değişti. Politik ve askeri
becerileri birleştirildi. Yahya Sinvar, Hamas’ın Gazze’deki lideri olurken
(Hroub, 2017), Lübnan’da bulunan Usame Hamdan da örgütün sözcüsü oldu. Hamas’ın
eldeki cephaneliğin bakımı ve konuşlandırılması meselesini öne alan yaklaşımı
bu şahıslarda vücut buldu. İsmi geçen kişiler, silah depolarını besleyen
politik ve maddi bağları güçlendirdiler. Bu süreçte Hamas’ın 800 kadar elit
komandosu, Hizbullah, İran ve Suriye’den eğitim aldı. Dronlar üretildi, füze
teknolojisi geliştirildi, Tunus gibi uzak bir diyarda Zuari isimli dronlar imal
edildi. Dronlara Hamas için çalışan Tunuslu uzay mühendisi Muhammed Mahmud
Zuari’nin ismi verilmişti.
Füze
teknolojisi, İran’dan (IISS, 2021), tünel ve başka konularla ilgili mühendislik
planları Hizbullah ve İran’dan geldi (Watkins & James, 2016). Bu süreçte
Hamas, doktrin düzeyinde geleneksel ordulardaki hantal komuta-kontrol yapılarından
uzaklaşıp “gerilla” mücadelesini merkezsiz olarak yürüten halk savaşı
konseptine geçiş yaptı (Morag, 2023). Taklit ederek ve aldığı eğitimlerle
Hamas, Asya’daki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle kimi yönlerden benzeşen bir
gerilla mücadelesi tarzını uzun zamandır uygulamakta olan Hizbullah’tan epey
istifade etti.[5]
Hamas,
bu süreçte teknolojinin başka sahalarında da değişikliklere imza attı.
1.
“Düşük düzey teknolojilere dayalı haberleşme: Hamas’ın elindeki istihbarat
aygıtı, İsrail’in hem cep telefonu hatlarını hem de farklı cihazları takip
altında tuttuğunu anladı, bu sebeple, düşük emisyonlu cihazları ve onlarla
bağlantılı iletişim ağlarını kullanmaya başladı (Asharq Al Awsat, 2024).
2.
Askeri ve stratejik açıdan önemli bir imkân olan, yerden yatay ve dikey olarak
fırlatılacak roketlere geçiş yapıldı, böylelikle ekonomik tecride kıyasla daha
kısıtlayıcı olan politik tecrit çalışmalarında kullanılan yöntemlerin aşılması
sağladı.
3.
Hizbullah’ın elindeki dağlara oyulmuş tabyalardan mahrum olan Hamas, betonu
dağın yerine ikame etti. Yukarı doğru uzanan karmaşık ve düzensiz topografya
dâhilinde ilerleyen askeri eylem pratiği yerine tüneller, strateji ve askeri
açıdan önemli bir derinlik sağladı.
Mecdelavi’nin
de ifade ettiği biçimiyle, birlikte geliştirilen tünel ve füze sistemi,
fedakârlığa ihtiyaç duyuyordu. Hataya yer olmayan bu pratikler, stratejik bir
kalenin inşa edilmesini sağladı ayrıca Filistin halkına egemen bir güç olarak
karar alacağı bir merkez temin etti. (Majdalawi, 2021). Bu türden yeniliklerle
Hamas, İsrail’in Filistin davasını politik açıdan kuşatmak için imal ettiği
zırhı parçalayacak toplumsal ve politik süreci başlatma imkânı buldu. Mayıs
2021’de Birlik İntifadası’na ait unsurlar olarak sahneye çıkan Hamas roketleri,
Hamas’la Filistin halkı arasındaki kopukluğu gideren köprü işlevi gördüler.
Hamas,
1.100’den fazla İsrailli sivil ve askerin öldüğü 7 Ekim saldırısını bu zeminde
gerçekleştirdi.[6] Hava, kara ve denizden gerçekleştirilen saldırılarla
Gazze’den Batı Şeria’ya ulaşıldı. Bu eylem dâhilinde İsrail’in sınıra
yerleştirdiği elektronik gözetleme sistemleri ve otomatik, uzaktan ateş açan
makineli tüfeklerle donatılmış, IDF’in istihbarat toplama becerisini dışarıdan
temin ettiği kuleler hedef alındı. IDF’in savunma hattının bu kadar hızlı
çökmesini muhtemelen Hamas da beklemiyordu.
Bu
operasyon, salt varolma çabasının yok oluşun habercisinden başka bir şey
olmadığı, bu topraklarda kalmayı güvence altına almadığı konusunda halkı ikna
etti. Mecdelavi’nin (2021) de dile getirdiği biçimiyle, Nahrü’l Barid, Yermük, Gazze
gençliğinin İskandinav ülkelerine kaçışının hayatta kalma çabasını etnik
temizliğin, toplumsal hayatın bitişinin, toprakların ilkel birikim sürecine
dâhil edildiği sürecin, yersiz yurtsuzlaşmanın ve halktaki başkaldırı
bilincinin silinişinin izlediğinin delili.
Operasyon
sonucunda en aşırı sağcı yönetimin işbaşında olduğu İsrail devleti, birkaç
farklı cepheden savaş yürütmeye başladı. Bu süreçte devlet, savaş tutsaklarını
ve sivil esirleri almak, Hamas’ı yok etmek için Gazze’yi işgal etti.
Gazze’de
Kontrgerilla Faaliyetleri ve Soykırım
Filistin
mücadelesi, uzun zaman önce uluslararasılaşmış bir mücadeledir. Bu uluslararasılaşma
sürecinin dinamikleri yanında, mücadeleyi belirli bir çerçeveye oturtmak için
kullanılan dil, seslendiği kitle ve Filistin toplumundaki değişimin toplumsal
tabanı da sorgulanıyor (Cohen & Doumani, 1981; PFLP, 1969).
Bu
son savaş boyunca IDF’in saldırılarındaki dinamikleri ve bombardımanlarını
değerlendirmek, bunun yanında, İsrail’i uluslararası mahkemeye çıkartıp Batı’nın
liberal sivil toplumunun mahkemesinde onun hesap vermesini sağlamak isteyenler,
genelde soykırım ve “İkinci Nekbe” ifadelerine başvuruluyorlar. Bu kavramlar,
küresel sivil toplum ve uluslararası hukuk içerisinde süren mevzi savaşının aydınlatılmasında
tabii ki faydalı ama Filistin milli hareketi, özellikle Sovyet sonrası dönemde,
uluslararası hukuka sürekli başvursa da, ilgili kavramların, Filistin
meselesinin çözüme kavuşturma çabası dâhilinde İsrail’in etnik temizlik ve
soykırım “seçeneği”ni devreye sokmasına neden olan hareket savaşının üzerini
örtmesi riskini taşıdığını görmek gerekiyor.
Hareket
savaşına vurgu yapılmamasının iki nedeni var.
1.
Genel manada ABD destekli devlet karşıtı şiddetin popüler kılınması karşısında
sistem karşıtı silahlı şiddet, illegalize edilip ardından da gayrimeşru kılınıyor.
Bu konuda ABD’deki Ortadoğu çalışmalarında Suriye muhalefetine yönelik teveccüh,
örnek olarak verilebilir (örneğin: Pearlman, 2017).
2.
Depolitize edilen, politikadan arındırılan Filistin davası, toprak meselesinden
kopartılmış bir dizi hakka indirgeniyor, o hakların elde edilmesi ve savunulmasının
ana faili ve gücü olarak milli hareket, Filistin davasından kopartılıyor (Qato
& Rabie, 2013).
Filistin
milli hareketini çıkış noktası alan yazımız, bir yandan da İsrail’in yok etme
mantığını inceliyor. Yüksek teknolojiye dayalı yıkım sürecinin ve direnişin
dinamiklerini anlamak için kontrgerilla meselesine odaklanılıyor, ayrıca hareket
savaşından kontrgerilla faaliyetlerine, oradan da soykırıma uzanan süreç
inceleniyor.
Bugün
yaşanan süreci İkinci Nekbe olarak niteleme eğilimi güçlü. Oysa bugün işlenen
cinayetlerin ulaştığı kapsam ve ölçeğin Filistin tarihinde bir eşi benzeri yok.
Son iki ay içerisinde rekor ölü sayısına ulaşıldı, halkın yüzde 3 ilâ 4’ü
yaralandı, altı ay içerisinde yaralıların oranı yüzde 5-6’ya çıktı. Üstelik 1948-1949’la
2023-2024 arasında niteliksel farklılıklar mevcut: Arap milislerle İsrail
arasında teknoloji konusunda oluşmuş olan mesafe daraldı. Artık ortada İran
gibi yarı sanayileşmiş, Filistin direnişini destekleyen bir devlet var (İran da
sırtını süper güç olarak Çin’e yaslıyor). Milisler, eğitim ve askeri
organizasyon becerilerini artırdı. Muhtelif Arap ülkeleri ve İran, caydırıcılık
kapasitesine sahip oldu. Bu güçler, ABD ve İsrail’e şartlar dayatma becerisi
edindiler. Dolayısıyla, örgütlenme düzeyi ve askeri imkânlar açısından bakıldığında,
bugünkü mücadelenin 1948-1949 veya 1967 ile bir alakası bulunmuyor.
İsrail’le
mücadele yürüten Arap ülkeleri ve İran, 1967’den dersler çıkarttılar. Merkezileşmiş,
araziye bağımlı, hantal ve kaba askeri güçlerin İsrail veya NATO orduları
karşısında bir şey yapamayacağını gördü. Bunun bir nedeni de İsrail ve NATO’nun
bu tür ordularla mücadele edecek şekilde teşkil edilmiş olması.
Ayrıca
Arap ülkeleri ve İran, gelişme kaydeden, yüksek teknolojiye dayalı kontrgerilla
faaliyetlerinin sunduğu derslerden istifade etti ve yavaş yavaş İsrail’le
yakınındaki Arap devletleri arasında teşkil edilmiş olan teknolojik-askeri tampon
bölgeleri ortadan kaldırma imkânına kavuştu. Hatta askeri-örgütlenme ve
strateji düzleminde İran ve Arap güçleri, Emir Muhsin’in bahsini ettiği “Vietnam’dan
çıkartılması gereken ders”i de edinmeyi bildiler: bu anlamda ilgili güçler, bedeli
ne olursa olsun, ait oldukları tüm toplumsal yapıyı bir araya getirip onun “ortak
milli hedef” doğrultusunda çalışmasını sağladılar (Mohsen, 2023).
Vietnam
savaşı gibi Asya’da gerçekleştirilmiş olan savaşlarda toplumsal yapı zamanla
önemli hâle geldi. Aynı şekilde, bu halkların mücadele ettikleri kontrgerilla
güçleri de toplumsal yapı meselesini önemli görüyorlardı. Dolayısıyla, bugün bu
tür ülkelerin deneyimlerini Gazze, Batı Şeria ve genel manada tüm bölgede süren
savaşın niteliğine tatbik edebiliriz.
Milletin
topyekûn seferber edilmesinin gerilla savaşı bağlamında önemli olduğu
koşullarda kontrgerilla güçleri de bu seferberliği ortadan kaldıracak planlara
yöneldiler. Onlara göre halk desteği, en önemli değişken. Zira halk, direnişi
koruyabilir, ona yardım edebilir, her şeyin ötesinde, direnişçilerin nerede
olduklarına dair bilgileri gizleyebilir.
Ayrıca
direniş hareketleri denilen şey de halkın oluşturduğu olgular. Savaş, halk
nezdinde belirli bir meşruiyete sahip olmak zorunda, aksi takdirde halk, teslim
olur ve silâhlı güçleri tecrit eder. Bu türden bir halk desteği, casus ve muhbir
ağlarının çökertilmesinde de önemli bir husus. İsrail, onlarca yıllık
sömürgecilik temelli kuşatma ve şiddet pratiği boyunca bu tür yöntemlere ve
araçlara sıklıkla başvurdu.
Son
savaşta şehirde bulunan, İsrail’in altyapıyı yok etmesi öncesinde veya
sonrasında inşa edilmiş beton bloklar, yeraltındaki beton tünellerden oluşan
ağa yukarıdan destek sundular. Bombardıman sonrası çentikli bir yapıya kavuşan
bu beton bloklar, Filistinlilerin yürüttüğü asimetrik direnişi bir biçimde
beslediler.
İki
aylık savaşın ardından İsrail, önemli bir askeri başarı elde edemedi, başta
belirlediği hedeflerin hiçbirisine ulaşamadı. Ayrıca İsrail, Hamas’ın elindeki
komuta-kontrol ağlarının hiçbirisine zarar veremedi, buna karşılık, Filistinli
gerillalar, Gazze’de, IDF’in “temizlik” operasyonları yürüttüğünü iddia ettiği
alanlar da dâhil birçok yerde pusular kurmaya devam ettiler. Hamas’ın
bildirilerinde dile getirildiği biçimiyle, bu bölgelerde IDF 400 askeri aracını
kaybetti.
Vaktiyle
İkbal Ahmed’in de dediği gibi (1971, s. 14) “yıpratma savaşında güçlü düşmana
karşı nihai zafer kazanılamaz. Savaşanlar, sadece karşı tarafa ağır kayıplar
verdirmeyi, onu yormayı, uluslararası baskı üzerinden o düşman gücü müzakere
etmeye zorlamayı, mevcut hali korumasına izin vermeyip geri çekilmesini sağlamayı
umut edebilir.”
Sömürgeci
güçler, İsrail’in politika sahasında yürüyenler dâhil tüm kontrgerilla
operasyonlarında sömürgecilik karşıtı savaşı olumsuz bir şey olarak görürler, halkı,
siyasetini ve politik temsilcilerini yönetmeye çalışırlar, halkın bastırılması
konusunda “teknolojik-askeri yaklaşım”a başvururlar, bu anlamda, kara ve hava
operasyonlarına yönelirler, büyük askeri birlikleri sağa sola konuşlandırırlar,
yıpratma ve kuşatma amaçlı adımlar atarlar, “temizlik” operasyonları yürütürler,
ateş etmenin serbest olduğu bölgeler belirlerler, ayrıca insanları kitleler
hâlinde yersiz yurtsuz kılarlar. İsrail’in Filistin şehirlerine yönelik saldırılarla
birlikte devreye sokulan askeri stratejisi, Filistin halkını güneye doğru sürüp
kuzeyi tampon bölge hâline getirmeyi öngören yaklaşıma doğru evrildi.
IDF
operasyonları Şuceyye ve Cebeliye gibi nüfusu yoğun mahalleleri boşaltamayınca
başka yöntemler devreye sokuldu. Güneyde halk, güvenli denilen bölgelere
sürüldü, ayrıca sivil halk taşınmaya zorlanarak tüm şehirler temizlenip ateş
etmenin serbest olduğu bölgelere dönüştürüldü (IDF bu yönteme başvurdu ama halk
taşınmayı reddetti).
Bu
türden taktiklerin yanında ağır bombardımanlara tanık olundu. İsrail, tutsak değiş
tokuşu ile ilgili şartları ihlal etti ve ateşkesi bozdu. Bu anlamda,
karşı-devrimci şiddet soykırıma doğru evrildi. Böylelikle İsrail toplumundaki
çatlaklar büyüdü, rehinelerin aileleri protesto eylemleri gerçekleştirmeye
başladı.
Yoav
Gallant gibi isimler, sivil halka bilerek ve kasten zarar vermenin, acı
çektirmenin şart olduğunu söylemeye başladılar. Hatta Gazze’de hastalık
yayılmasından, şehrin açlığa mahkûm edilmesinden söz ettiler. Bunlar, savaşta
başvurulacak araçlar olarak dillendirildiler:
“Sivil halk diz çökerse
savaş da biter, o nedenle zulmetme ve çile çektirme, sisteme karşı çıkan tüm halkla
mücadelede başvurulması gereken araçlardır” (Ofir, 2023).
Ama
Aralık 2023 sonu itibarıyla, soykırıma evrilen süreçte halkı kırımdan geçiren “sistem”,
mevcut koşullarda, ideolojik planda ayakta kaldı ve operasyonlar üzerinden
kendisini takviye etti. Direnişin gücüne güç kattığını gören IDF, bu gelişmenin,
mekanikleşmiş kontrgerilla pratiğinin ve yürüttüğü soykırımın başarısızlığının
kanıtı olduğunu görmedi. Çünkü tarihsel süreçte de görüldüğü üzere,
kontrgerilla faaliyetinin teorisyenleri ve uygulamacıları, “politik ve toplumsal
bağların koptuğu gerçeğini idrak edemiyor, görmek istemiyorlar”dı, bu kopuşu
daha çok “istihbarat ve baskı faaliyetine ihtiyaç duyan teknik bir sorun”
olarak değerlendiriyorlardı (Ahmad, 1971, s. 28). İşte bugün tam da bu yanılgı
ve körlük sebebiyle IDF, daha hâlâ deniz suyunun şehri basmasını sağlama,
sığınakları yıkma tehditleri, liderlerin öldürülmesi, stratejik amaçlar doğrultusunda
yürütülecek caydırıcı faaliyetlerden bahseden teknik çözümler kitabına başvurup
duruyor. İsrail, bu koşullarda ancak Filistin milliyetçiliğini ve onu besleyen
Arap halklarını ezmenin başarıyı getireceğini düşünüyor.
Ocak
ayının başlarında Filistinli silahlı örgütler, İsrail’e ait 900’den fazla
zırhlı aracın yok edildiğini, 1.600’den fazla IDF askerinin öldürüldüğünü
duyurdular. Ayrıca bu örgütler, tarihi Filistin genelinde gelişkin tekniklere
dayalı pusular kurma becerilerini bir biçimde muhafaza etmeyi bildiler. Bu saldırılarda
uçaksavar füzeler kullanıldı, insansız hava araçları düşürüldü, Tel Aviv, koordineli
füze saldırılarına hedef oldu.
Altı
aylık askeri operasyon süresince Hamas ve diğer müfrezeler ciddi zaiyatlar
verse de Filistin silâhlı kuvvetleri, işgal altındaki Filistin’in güneyine
füzeler atmaya sürdürdü, Gazze’de bulunan ve temizlendiği, güvenli hâle
getirildiği söylenen bölgelerde IDF askerleriyle girilen çatışmalarda zaferler
kazandı.
Mart
2024’te İsrail soykırımcı boyutu güçlendirilmiş bir kontrgerilla harekâtına
geçiş yaptı. Bu noktada sivil halka saldıran İsrail, kalan altyapıyı yok etti, Hamas’ı
kötü şartları kabul etmeye zorlamak için halka açlığı dayattı. Özetle, İsrail
bu dönemde IDF’in savaş sahasında aldığı yenilgiler karşısında en azından
müzakere masasında kazanmak için adımlar attı. Bu adımlar dâhilinde doktorları
hedef alan İsrail, sağlık sistemini yok etti, yardım temini ve dağıtımından
sorumlu sivilleri öldürdü, gerilla faaliyetlerini besleyen, halkla kurulmuş
bağları kesmek için uğraştı, bir yandan da en geniş manada sivil halktaki açlık
düzeyini yukarı çekecek müdahaleler gerçekleştirdi. Nisan ayı itibarıyla İsrail
güçleri, Gazze’den büyük ölçüde çekildi, geride kalanlarsa pusuların muhatabı
oldu.
Öte
yandan, bu dönem boyunca ayaklanmanın düşük yoğunluklu seyrettiği Batı Şeria,
2020 sonrası inşa edilen silahlı faaliyetlerin hızlandığına şahit oldu. Çatışmalar,
Nablus’ta, Cenin’de, Tulkerim’de ve bunların arasında uzanan “ateş üçgeni”
denilen bölgede yoğunlaştı. Nablus bu süreçte özellikle sefalete mahkûm edildi.
Bu İsrail sömürgeciliğine ve tecavüzlerine karşı şehrin gösterdiği direncin bedeliydi
(Shoufani, 2024), ayrıca Nablus, İsrail’e yönelik direnişin bereketli toprağı
hâline geldi.
Bu
süreçte askeri teçhizatları ve patlayıcıları kullanan Aslanın İni isimli örgüt,
İsrail ordusuna ait buldozerleri ve tankları yok etme eylemlerine hız verdi. Bu
eylemlerin merkezindeki ana güç olarak Cenin Tugayı karşısında, şehirdeki silâhlı
muhalefetin kökünü kurutmayı amaçlayan katil İsrail’in kontrgerilla faaliyetlerini
buldu (Hanaysha, 2023).
Bu
süreçte İsrail, Batı Şeria’da tutsak alma faaliyetlerine hız verdi. İsrail bu
eylemiyle Hamas’ı ve Gazze’deki diğer yapıları tutsak değiş tokuşu yapmaya
zorlamayı umut ediyordu. Ayrıca İsrail’le işbirliği içerisinde hareket eden, “ikinci
Güney Lübnan Ordusu” (Faleh, 2023) rolünü üstlenmiş, IDF cephaneliğinin önemli
bir unsuru olarak işgören Filistin Yönetimi’ne bağlı güvenlik aygıtı, Gazze’de mevcut
değildi. IDF Filistinli ortağına kontrgerilla faaliyetine dair, Filistin
Yönetimi karşıtı eylemci Nizar Banat’ın öldürülmesi gibi kimi işleri Filistin Yönetimi’ne
taşere etti (Barakat, 2021).
Max Ajl
5
Haziran 2024
[Kaynak:
Agrarian South: Journal of Political Economy, Cilt 13, Sayı 2, s. 187-200.]
Dipnotlar:
[1] Farklı teorik ve analitik eğilimlere dair bir değerlendirme için bkz.: Ajl,
Max, (2023b). “Logics of elimination and settler colonialism: Decolonization or
national liberation?”, Middle East Critique, Sayı. 32(2), s. 259–283 ve Ajl,
M. (2024a). “Palestine: Solidarity or National Liberation?” Middle East Critique,
yakında yayımlanacak.
[2]
O müthiş değerlendirmesi dâhilinde Andreas Malm, solun emperyalizmin İsrail’i
desteklemekteki çıkarını anlayamadığını söylüyor. Oysa bence Malm’ın bahsini
ettiği platformların ve kurumların bu çıkarı bilerek kasten anlamayı
reddettiğini, bu anlama çabasını besleyen zengin yazınsal birikimi görmezden
geldiğini söylemek daha doğru olur.
[3]
Yazarın ismini gizli tutan Filistinli bir örgütçüyle yaptığı söyleşiden.
[4]
Makalenin birinci bölümüne bakılabilir: Ajl, M. (2024b). “Palestine’s great
flood: Part I.” Agrarian South: Journal of Political Economy, Sayı. 13(1),
s. 62–88. Türkçesi: İştiraki.
[5]
Bu meseleyi benimle tartıştığı için Patrick Higgins’e teşekkür ederim.
[6] Bu makale, 7 Ekim’de yaşananlarla ilgili tartışmaya girmeyecek, sadece özellikle İsrail basınında çıkan ve olayla ilgili kimi önemli hususları ifşa eden haberlerin o gün yaşananlara dair önemli birer delil olduğu üzerinde durmakla yetinecek. O haberlerden de biliyoruz ki İsrail Hannibal Doktrini’ni devreye soktu, böylece kendi insanlarının tutsak alınmasına izin vermek yerine onları katletti. Bu haberler, İsrail ve ABD basının sunduğu imajdan oldukça farklı bir imaj sunuyorlar.
0 Yorum:
Yorum Gönder