20 Haziran 2024

,

Filistin’in Büyük Tufanı II


Giriş

Bu çalışma, Filistin’deki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliği, İsrail-NATO’nun yerleşimci sömürgeciliğini ve emperyalizmi merkeze koyuyor. Çalışma, temelde Filistin siyasetinin yakın tarihini, 1993 sonrası İsrail’e karşı sürdürülen laik silahlı direnişin hilafına gelişen, özellikle 2000 sonrası Gazze Şeridi’ndeki kuşatma, savaş ve şehri dış dünyaya kapatma pratikleri karşısında güçlenen İslami silahlı direniş özelinde ele alıyor.

Makalede 7 Ekim olayları ve sonrasına, aylarca süren silahlı mücadeleye ve İsrail Savunma Güçleri’nin (IDF) soykırıma varan kontrgerilla faaliyetlerine dair bir değerlendirmeye yer veriliyor (Albanese, 2024). Üzerine bastığımız topraksa Arap ve Müslüman dünyasında cisimleşmiş hâliyle sömürgecilik karşıtı harekete ev sahipliği yapan Filistin.

Bu ülke, yereldeki işbirlikleri, ekonomik barış, ara sıra yaşanan sıcak savaşlar, toplu hapse atma pratikleri ve suikastlarla politik liderlerin yok edilmesi üzerinden yönetilebilir bir yer hâline gelsin diye ABD’nin, İsrail’in, yerelde, bölgede ve uluslararası planda kampanya yürüttüğü, bu güçlere karşı direnişiyle bölge siyasetinin dinamosu vasfına sahip olmuş bir yer (Abdo, 2014).

Yazı boyunca kontrgerilla faaliyetlerini ve millet meselesini (Moyo & Yeros, 2011) temel alan bir teorik çerçeveden istifade ediliyor. Bu noktada, özel olarak 7 Ekim sonrası İsrail’in Gazze’ye ve daha düşük düzeyde Batı Şeria ile 1948 Filistini’ne uyguladığı zulüm üzerinde duruluyor. Bunu yaparken makale, Filistin’de örgütlü olan ulusal hareketin, partilerin ve sürgündeki oluşumların hilafına olacak şekilde, ayrım gözetmeden tüm Filistinlilerle dayanışmayı, Filistin’deki sesleri merkeze koymayı, Filistin’in failliğine dair o dağınık dile başvurmayı tercih eden yaklaşımın galebe çaldığı koşullarda, Filistin’deki milli politikayı ön plana çıkartıyor (Kates, 2014).

Genel kanının aksine Filistin davası, depolitize ediliyor. Bu depolitizasyon sürecinde Filistin milli hareketinin taktikleri, stratejisi ve vizyonu redde tabi tutulmasa da (Omar, 2023) bir biçimde merkezden uzaklaştırılıyor. Bu milli hareketin yerine ülkeye soykırımı odağa yerleştiren legalist bir dil hâkim oluyor. Mağdur edilme meselesine odaklanılıyor, yerleşimci-sömürgecilik konusunda teleolojik bir dil baskın hâle geliyor. Neticede direniş, Filistin milliyetçiliğinin önemli bir kısmı ve onun ait olduğu genel bölgesel sistem için örgütleyici pratik olmaktan çıkartılıyor.[1]

Bir yandan da günümüz Marksizmi içerisinde gelişmiş olan eğilimler, ya ekonomizm ya da romantizm çukuruna yuvarlanıyor, sömürgecilik ve yerleşimci-sömürgeciliğin materyalist analizi terk ediliyor, bu döneme esas olarak işgal altındaki bir halkla dayanışmanın yokluğu damga vuruyor.

Konuyla ilgili olarak yapılan, bölgenin yakın tarihini dar bir yerden ele alan analizler, Arap-İran coğrafyasındaki milli mücadeleler ve sınıf mücadelelerine dair bir anlayış geliştiremediklerinden, ABD-İsrail’in ajandasını teşrih masasına yatıramıyorlar.[2] Dahası bu analizler, bölgedeki politik egemenlik haklarını savunma ve teorize etme kapasitesini de bölgenin yakın tarihinde politik egemenliğin merkezi konumunu da idrak etmekten uzaklar.

Nihayetinde bahsi edilen ve Filistin’i materyalist analizin dışına fırlatıp atan analizler, Filistin’i teorize etme sürecinin hikâyesiyle bir ilişki bile kuramıyorlar. Bazı bakış açıları geliştiriliyor ve bunlar, çıkıp “Hamas işgal sürecini İsrail adına yönetiyor” diyecek kadar ileri gidebiliyor veya Gazze’deki silahlı hareketler konusunda onları suçlayan ve ahlaka vurgu yapan bir dile başvuruyorlar (Baconi 2018; Intercepted, 2023). Geriye elimizde, “millete yönelik zulmün nispeten özerk niteliği” gibi (Haider, 2021) boş ve anlamsız ifadeler, hiçbir şeyi izah etmeyen analizler kalıyor. Zira bu analizler, ne toprak meselesini tarım açısından ele alıyor, ne millet meselesini inceliyor, ne bu toprak ve millet meselesinin politik egemenlikle bağlarına bakıyor ne de küresel birikim süreciyle ilişkisine değiniyor.

Bu makalenin başında, Gazze’de Hamas ve Filistin İslami Cihadı’nın gücünün kaynakları, İsrail’in yerleşimci-sömürgeciliği ve işgal pratiği ayrıca Gazze’deki politik ve toplumsal yapının özgül yanları bağlamında incelenecek. Ardından makale, 2000 sonrası ve 2011 sonrası emperyalizmin bölge için geliştirdiği ajandayı, Filistinlilerin bu ajandaya nasıl uyum sağladıklarını, Gazze’nin emperyalist-sömürgeci stratejiye nasıl dâhil edildiğini tartışmazdan önce, İslami direnişin sol güçlerin emperyalizm ve sömürgecilik eliyle zayıfladığı koşullarda güçlendiği süreci ele alacak. Yazıda ayrıca “İsrail Lobisi” ve İsrail’in ABD’nin savaş pratiğine sunduğu fayda meselesi mevcut savaş bağlamında irdelenecek. Makalenin sonuç bölümünde ise Filistin sağının yeniden inşa edildiği sürece dair bazı görüşler aktarılacak.

Toplumsal-Politik Yapıdaki Kırılma Sürecinin Başladığı Nokta

Gazze’ye yönelik savaşın yakın sebebi, 7 Ekim saldırıları iken uzak ve genel sebebi Siyonizm. Ama aslında genel manada Gazze, zaten tarih boyunca Filistin’deki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin kök bulduğu, yuvalandığı alan olagelmiştir. Bu, şehirdeki derin yoksulluğun, nüfustaki yoğunlaşmanın, İsrail’in kalkınma sürecini bloke eden girişimlerinin ve Batı Şeria’ya kıyasla burada işbirlikçi olmayan güçlerin daha güçlü olmasının bir sonucu. Bu süreçlerin izlerini 1947–1949 ilkel birikim döneminden (Mousa, 2006) ve İsrail devletinin kuruluşuna vurulmuş kanlı mühür anlamında Nekbe denilen etnik temizlikten bu yana sürmek mümkün.

Uygulanan şiddet, çok sayıda Filistinli köylüyü işgal altındaki Filistin topraklarının orta-güney kesiminden ve güneyden Gazze’ye sürdü. Böylece bir mesleği olmayan, köklerinden kopartılmış ve mülksüzleştirilmiş halk kitleleri şehre aktı. Ayrıca Gazze’de varolan, az miktarda sınıfsal birikim de uçup gitti.

İlk başta şehre Fetih hâkimdi. Sonrasında bu yeni oluşan toplumsal katmanda, parasal açıdan sıkıntısı olmayan Müslüman Kardeşler örgütlenme imkânı bulsa da esas olarak FHKC örgütlenip güçlendi (Usher, 1995). Altmışların sonu ve yetmişlerin başında sol öncülüğünde bir başkaldırıya şahit olundu. Bu süreçte güçleri, İsrailliler ve ihracat alanında faal toprak sahibi sınıfın sırtını döndüğü sol böldü (Lesch, 2023).

Yetmişler ve seksenler boyunca Müslüman Kardeşler, Gazze’de sivil toplum kuruluşları üzerinden kök saldı. Seksenlerde İran devriminin elde ettiği başarıdan ilham alan İslami Cihad ve sonrasında Hamas’ı teşkil edecek kadrolar öne çıktılar. Bu süreçte Hamas, yavaş yavaş eylem alanına çekildi ve hareketsizlik halini terk etti (Alavi, 2017, s. 190–197). Bu dönemde resmi kuruluşunu 1987’de ilan eden Hamas dâhil tüm politik güçler, Gazze’de sömürgecilik karşıtı faaliyetlerin liderliği konusunda birbirleriyle bir yarış içerisine girdiler.

İçteki çatışma sürecinden muzdarip olan Fetih, bu dönemde hâkim konumdaydı. FHKC gibi sol örgütlerse Filistin burjuvazisinin örgütleri küçültmek için başvurdukları bazı mekanizmalarla uğraşmak zorunda kaldılar. Bu yöntemlerden biri de bazı üst düzey kadroların Filistin kapitalizminin yeni oluşmakta olan yapılarına devşirilmeleriydi.[3]

İsrail’in baskılarının yoğunlaştığı söz konusu dönemde İslami hareketler, silahlı direniş konusunda hazırlık yürüttüler. Dönem, aynı zamanda anti-emperyalist ama aynı zamanda Sovyet karşıtı olan İslami hareketlerin bölge genelinde önemli bir odak haline gelişine tanıklık etti. Bu gelişme, doğalında Gazze’de de karşılık buldu (Hussein, 2021).

Oslo Anlaşmaları ile “barış süreci”, bu dinamiğin değişmesine neden oldu. SSCB’nin dağılması, Irak’ın kuşatılması ile birlikte Filistin’in teslim alınacağı zeminde hazırlanmış oldu. Doksanlar boyunca FHKC, can damarlarını bir bir yitirdi (Kates, 2014), ayrıca örgütün sürgündeki üstyapısının örgütsel yapısı dağıldı, İsrail’e itiraz eden, Oslo Anlaşmaları’nı kabule yanaşmayan partilere yönelik finansal destekler suç ilân edildi, İsrail’e taşere edilmiş yerleşimci-sömürgecilik pratiği ile yeni sömürgeciliğin inşa ettiği, İsrail eliyle dayatılan kafese işaret edenler, suç listelerine alındılar.

Yabancı güçlerin beslediği STK’lar, solcu liderleri kucaklarına oturttular. Bu kişiler, politik faaliyetlere katkı sunamaz hâle geldiler. Zira STK’lar, çalışanlarından İsrail’e itiraz eden yasa dışı partilerden uzak duracaklarına dair söz alıyorlardı (Bhungalia, 2023).

İsrail işgali, bu süreçte Gazze’nin gelişim sürecini ketledi, geri kalmasına neden oldu, planlama kurumlarını ve politik örgütleri yok etti, sanayi düzleminde oluşmuş dokuyu parçaladı (Roy, 2016). Yakındoğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı ve FKÖ’ye sakin kalması için verilen fonlar üzerinden akan yardım paralarıyla toplumsal yeniden üretime yönelik adımlarla ayakta duran Filistinli emekçiler, kütleler hâlinde İsrail’e geçtiler. 1967’den beri ekonomik merdivenin en alt basamaklarında tutunmaya çalışıyorlar.

Göç süreciyle birlikte güvencesiz işlere mahkûm olan bu emekçilerin İsrail’e akmasıyla birlikte Gazze, İsrail’in ekonomik cebir ve politik baskı yöntemlerine açık hâle geldi. Birçok farklı ekonomik cebir yöntemiyle birlikte gerçekleştirilen kuşatma, 2006 yılıyla birlikte başlayan bir süreçse de İsrail’in Gazze’yi dış dünyaya kapatma politikası, Filistinli emekçilerin İsrail’e akın etmesine neden oldu. Ama sonra, Birinci İntifada’nın sona ermesiyle birlikte bu akın yavaşladı. Gazze’deki emek piyasası ile Tel Aviv arasındaki bağ zorla kopartıldı, ayrıca Güneydoğu Asya gibi yerlerden yabancı işçiler getirildi.

Zamanla sömürgecilik karşıtı direnişin öncülüğü Hamas’ın eline geçti. Birinci İntifada’nın sona ermesiyle birlikte İran, Hamas’a askeri yardım yapmaya başladı (Rezeg, 2020). Bu süreçte bir yandan da AB ve ABD Batı Şeria ve Gazze’ye ekonomi için gerekli barış ortamının tesisini sağlamak adına yüklü miktarda yardım yaptı. ABD desteğini arkasına almış bir yapı olarak Filistin Yönetimi, Batı Şeria ve Gazze’de neoliberal ve sömürgeciyle işbirliğini esas alan devlet inşası sürecini başlattı (Rabie, 2021). Bu devlet, İsrail’le koordineli yürütülecek, güvenlikle alakalı çalışmaları ve Filistin Yönetimi üzerinden İsrail’le işbirliği içerisinde hareket eden Filistinli kapitalistleri temel alıyordu. Filistinli kapitalistler, sürgündeki sermayedarlar, Körfez’deki Filistin sermayesi, birlikte sömürgecilikle uyumlu olma fikrini paylaşan “yeni sınıf”ı teşkil ediyorlardı (Hanieh, 2011).

Savaş, Kapanma ve Silahlı Stratejiye Geçiş

2000 yılında barış ortamının ekonomi düzleminde tesisi için inşa edilmiş yapılar bir bir çökmeye başladı. Washington’da iktidarı, petrol ve silah sanayii ile doğrudan bağı olan, sermaye havuzlarıyla ilişkili yeni bir politik güç ele geçirdi. Bu hizip, esas olarak yaptırımlar üzerinden gelirlerin azaltılmasını ve politik mühendisliği, terör listelerini, İsrail’le normalleşmeyi, bunun yanında, İsrail’in ABD-İsrail sermayesinin gelişeceği yüksek teknoloji kuvözü olarak büyütülmesini öngören, Sovyet sonrası dönemde yürürlüğe konulmuş kuşatma ve çölleştirme stratejisini terk etti. Bu kesim, sıcak savaşları, devletin buharlaşmasını, kadroların yok edilmesini, “Taif Modeli” denilen, mezhepçiliğin güçlendirilip devletsizleştirme sürecinin hızlandırılmasını ifade eden model üzerinden yürütülecek yeniden yapılandırma faaliyetlerini esas alıyordu (Kadri, 2017). Modele göre devletsizleştirme işlemi, emperyalizmin beslediği “bağımsız sivil toplum”un her yanı kuşatması ile birlikte yürütülecekti. Bu bağlam dâhilinde Ariel Şaron, İkinci İntifada’nın başlaması için fitili ateşledi. İsrail, ABD ile uygun adım ilerleyerek, sermayenin Doğu Avrupa, Güney Asya ve Latin Amerika’da yeni oluşmuş yatırım seçenekleri üzerinden “küreselleşmesi” anlayışından uzaklaşıp (Gowan, 1999) askerileştirilmiş birikim sürecine geçiş yaptı.

Küresel planda ABD, Baasçı Irak’ın ve Afganistan’ın yıkım sürecini tamama erdirmek için uğraşıp durdu (Ahmad, 2004; RUPE, 2003). 2000 yılında İsrail, Lübnan’dan çekildi. Hizbullah’ın İsraillileri topraklarından kovması “hayal kırıklığına uğramış Filistinli halk kitlelerini heyecanlandırdı”. Bu gelişmeyle birlikte İslami direniş, halk seferberliği ve ideoloji düzleminde tercih edilen yol, sömürgeci gücü yenecek strateji olarak görülmeye başlandı (Alavi, 2019).

Filistin Yönetimi içerisinde Arafat döneminden kalan, kısmen İslamcı politik iktidar korkusunun ürettiği sınırlı milliyetçilik, İkinci İntifada’nın yıktığı duvarın altında kaldı (Usher, 2003). Milliyetçiliğin iyice ufalmasıyla birlikte İsrail sömürgeciliği ve ona destek sunan ABD, Filistin dosyasını rafa kaldırmak için uğraştı. Bunun için Gazze’yi doğrudan askeri kuşatmaya tabi tuttu, bir yandan da yardımlarla ve ağza çalınan ballarla Batı Şeria’yı, güvenlik işlerinin başına getirilen isimler üzerinden iyice kıvama getirdi.

Gazze’yi yönetmek zor işti. Bu da “dışarıdan kuşatma” stratejisinin gündeme gelmesine neden oldu. Bu strateji uyarınca şehirdeki güçler geri çekilecekti. Bu süreç dâhilinde, 2004 yılında İsrail yerleşimleri Gazze’den çıkartıldı. Burada amaç, Filistinlilere çok az toprak verip çok fazla insanın o toprak üzerinde yaşamasını sağlamak, çok az güvenlik çalışmasıyla çok fazla sayıda Filistinliyi kontrol altında tutmaktı.

O günlerde Ariel Şaron’un üst düzey yardımcılarından biri, “Geri çekilme, esasen bir tür formaldehit işlevi gördü” diyordu (Aktaran: Shavit, 2004). Bu amaç doğrultusunda işgal güçleri, mekâna yeniden konuşlandılar, teknolojik düzeyde yeni bir yapı teşkil ettiler, uzaktan kumanda edilen yüksek teknoloji ürünü araçları devreye soktular.

Filistin Yönetimi’nin güvenlik kontrolleri için kullandığı araçlar, Batı Şeria’da Kassam Tugayları ile İslami Cihad’ın kurumsal ve askeri açıdan daha güçlü olduğu Gazze’ye nazaran daha baskındı (Skare, 2022). İki örgütün elindeki güç, onların silahlı faaliyetleri örgütleme becerilerini de artırıyordu.

2006’da Hamas seçime gitti. Oyların çoğunu aldı. Bu başarıda İsrail’e karşı direnişi sürdürme kararlılığı, yolsuzluklara yönelik itirazı, sosyal yardım için kurulan sivil toplum ağı üzerinden işgal altındaki Filistin’de halka yönelik destekleri artırma kararı, bunun yanında, Ramallah’a hâkim olan işbirlikçi ve neoliberal Filistin Yönetimi’ne yönelik eleştirisi önemli bir rol oynadı.

Hamas’ın zaferi ardından ABD’de eğitim almış, Filistin Yönetimi’ne bağlı olan, Amerikalı korgeneral Keith Dayton’ın inşa ettiği Ulusal Güvenlik Hizmetleri isimli teşkilât, darbe girişiminde bulundu. Hamas, bu darbe girişimine kendi darbesiyle karşılık verdi. Ardından, kontrgerilla faaliyetleri dâhilinde Gazze’ye yönelik kuşatma başladı. Bir süre Şaron’un barış görüşmelerinde görevlendirdiği avukat ve iş adamı Dov Weissglas, bu kuşatma pratiğini şu cümleyle anlatıyordu:

“Bu fikir, Filistinlileri bir süre rejime sokmakla ilgili, zira insanlar, Gazze’de insanın asgari düzeyde ihtiyaç duyduğu miktarda kalori alabilecekler” (Salamanca, 2011).

Abluka ile birlikte Gazze’deki gerileme süreci hızlandı. Ekonomik faaliyetler için zaruri olan malların giriş çıkış miktarları iyice azaldı.

Devreye sokulan sistem, bir süre sonra insani yardım temelli kontrgerilla faaliyetleriyle ilgili bir tür bilimsel programa evrildi. Burada amaç, Hamas’ın idare edip bakımını üstlenmek zorunda olduğu Filistinlileri yok etmeyip onlara zarar vermekti. Böylelikle devletin idare edildiği binada mahsur kalacak olan direniş hareketi, bir yandan da direnişin bayrağı ile tüfeğini elinde tutmak için uğraşacaktı (Ajl, 2014). Hekim Gassân Ebu Sitte’nin ifadesiyle,

“Gazze, insanların hayatlarının kimyasının bozulduğu, dışarıya kapalı bir yer hâline geldi. Burada gerçek amaç, o insanları eksik bir hayatla topyekûn ölümün olmadığı yer arasında muallakta bırakmaktı. Üstelik kimyasal tahrifat, kuşatma sahasında gerçekleştirilen bir işlemdi. Bu işlem dâhilinde hayatın farklı unsurları ön plana çıkartılırken, diğer unsurlar redde tabi tutuluyordu. Burada düz manada bir kimyasal denklem söz konusuydu: hayatın kimyasıyla oynadığı süreçte bazen elektriğin verildiği süreyi uzatıyorlar bazen de kesintiye gidiyorlardı, bazen kanalizasyon ve su arıtma sistemi bozuluyor, bazen de çalıştırılıyordu, bazen ekmek veriliyor, bazen de verilmiyordu. Bugün Wikileaks belgeleri üzerinden biliyoruz ki İsrailliler, Gazze’deki insanları katı bir rejime sokmak istediler. O günlerde şehirde alınan kalori miktarı bile kontrol altında tutuluyordu. Bazen de İsrail, gıda, ilâç ve tıbbi personele erişim imkânı sunuyordu. Bir de tabii ölüme dair unsurlar devreye sokuluyordu: Kanser hastalarının sayısını kontrol edenler, kimlerin Gazze’den çıkacağına da karar veriyorlardı. Çıkış izni isteyenlerin yaklaşık yüzde 20 ilâ 40’ı ret cevabı aldı. Hamas’la çatışmasızlık sürecinin başlaması için yürütülen müzakerelerde Gazze’ye bir kanser hastanesi yapılması önerisini dile getirmek zorunda kalıyordunuz.” (Abu-Sittah, 2020)

Orasından burasından budanmış hayat karşısında Hamas ve diğer silahlı örgütler, büyük bir emekle, ellerindeki silah kapasitesini artırmayı bildiler. Askeri kuşatma altında olan Gazze, kendi içinde belirli bir egemenliğe sahipti (Skare, 2021, s. 179). Hamas gibi örgütlerin cazibesi, esasen askeri kapasitelerine ve eylemlerine dayanıyordu. 2011 yılı boyunca silahlı örgütler, Suriye, Hizbullah ve İran desteğiyle ayakta kaldılar. Silah transferleri, lojistik, eğitim ve kendi imkânlarıyla imal edilecek silahlar için gerekli teknik planlar konusunda bu tür güçlerden yardımlar alındı.[4]

2011’de ABD ve Katar, azgelişmişlik konusunda bölge genelinde duyulan huzursuzluktan ve politik özgürlüklerin yokluğu durumundan istifade ederek, çok yönlü stratejilerini yürürlüğe koydu. Bu stratejinin amacı, ilgili rahatsızlığın ABD-İsrail-KİK üçlüsünün stratejik hasımlarını yok etme fikri üzerine kurulu jeopolitikalarına hizmet etmesini sağlamaktı. Bu çaba, ABD’nin mukavemet kampını ortadan kaldırma girişiminin bir parçasıydı (Matar & Kadri, 2018).

Katar, Hamas’ın politik liderlerinin Şam’daki merkezlerini Doha ve İstanbul’a taşımaya, ardından da Suriye hükümetini kınamaya ikna etme konusunda başarılı oldu. Bu politik tecrit çabası, ABD’nin 2003’te Irak’ta başlattığı askeri saldırıların parçasıydı. Bu saldırıların amacı ise onlarca yıldır süren savaşın zaten zayıflatmış olduğu Arap cumhuriyetlerini ortadan kaldırmak, siyaseti militarize etmek ve yereldeki kapitalist sınıfları güçlendiren uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı neoliberalizmi uygulamaktı (Kadri, 2016).

Kısa bir süre sonra ABD, 2015’te İran’la imza edilmiş olan Ortak Kapsamlı Eylem Planı isimli anlaşmadan caydı ve azami baskıyı uygulamayı öngören yaptırımlar politikasına geri döndü (Ajl, 2015). Bu esnada ABD ve Körfez, Suriye’ye yönelik olarak, Ürdün ve İsrail’in desteğiyle başlattıkları savaşta ABD’ye bağlı vekil güçlerin silahlandırılması, teçhizatlandırılması, eğitilmesi ve ücretlerinin ödenmesi için milyarlarca dolar para harcadı (Higgins, 2018, 2023).

Savaş süresince İsrail, Şam’ı yüzlerce kez bombaladı, özellikle, İran’a ait varlıkları vurdu, lojistik hatlarını ve Hizbullah’a giden askeri malzemeyi tahrip etti, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin ikinci cephede güç kazanmasına mani olmaya çalıştı (Aljazeera, 2018; Asharq Al Awsat, 2023; New York Times, 2019).

Hamas’ın politik kanadı Şam’dan kaçınca, İran’dan gelen mali destek hızla azaldı, bu destek büyük ölçüde Filistin İslami Cihadı’na (Skare, 2021, s. 208), ondan daha az miktarda olmak üzere, FHKC’ye aktı. Sonrasında bu maddi destek Hamas’a yöneltildi.

2014’te İsrail’in gerçekleştirdiği katliam ardından İslami Cihad, Filistin halkından Hamas’a nazaran daha fazla destek gördü. Bunun nedeni, Hamas’ın 7 Ekim’de başlayacak olan uzun soluklu çatışma sürecinde İsrail’i zayıflatabilecek stratejik ve askeri imkânlarını oluşturmaya yönelik bir strateji uyarınca hareket etmesi, ama İslami Cihad’ın İsrail’e açıktan direnme kararlılığı göstermesiydi (Skare, 2021, s. 208).

Batı Şeria’da ise AB ve ABD, açıktan işbirlikçi olan bir güvenlik aygıtı inşa etmenin peşindeydi. Bu süreç, eski Filistin Yönetimi başbakanı Salim Fayyad eliyle hızlandırıldı. Bu dönemde her yıl yüz milyonlarca dolar para, Gazze’de yaşananın Batı Şeria’da tekrar etmemesini güvence altına almak adına bu şehre akıtıldı.

Bugün itibarıyla Batı Şeria’da Filistin Yönetimi’ne bağlı güvenlik hizmetlerinde 80.000 kişi çalışıyor ki bu sayı, dünya genelinde kişi başına düşen çalışan sayısı bakımından şehrin birinci sıraya yerleşmesini sağlıyor (Dunning & Iqtait, 2023). Bu güç, devlet inşasında, özellikle devletin toplumsal yeniden üretimindeki rolü dâhilinde kullanıldı (Abdel, 2013). Yüz binlerce Batı Şerialının geçimleri bu kuruma bağlı. İnsanlar, Batı Şeria ekonomisinin İsrail eliyle tecrit edildiği, şehirdeki üretici güçlerin ilkel birikim sürecine tabi olduğu koşullarda, hayatta kalmaya çalışıyorlar (Samara, 1992).

Gazze’deki Silahlı Mücadelede Yaşanan Büyüme

Filistinlilerin gerçekleştirdikleri şiddet eylemleri Oslo döneminden 2008 yılına, 2009 yılından bugüne Gazze ve Batı Şeria genelinde devam etti. Bu süreçte silahlı eylemler de arttı. İsrail hükümeti, Hamas’ı halk desteğinden kopartmak için çalışıyor, bunun için askeri gücünü kontrol altına almak, politik etkisini kırmak için uğraşıyor. Bu kuşatma pratiği, bölgesel hamlelerle pekiştiriliyor. Bu bağlamda İsrail, Hamas’ı sömürgecilik karşıtı veya egemenlik fikri yanlısı devlet ve hareketlerle ittifak kurmaktan alıkoymaya çalışıyor. Esasen Hamas liderlerinin Suriye savaşı esnasında Şam’dan Katar’a taşınmaya ikna edilmesinin nedeni de bu ittifakın kurulmasına mani olmak istenmesi.

İlgili dönemde Hamas’ın bileşimi ve militan yapısı değişti. Politik ve askeri becerileri birleştirildi. Yahya Sinvar, Hamas’ın Gazze’deki lideri olurken (Hroub, 2017), Lübnan’da bulunan Usame Hamdan da örgütün sözcüsü oldu. Hamas’ın eldeki cephaneliğin bakımı ve konuşlandırılması meselesini öne alan yaklaşımı bu şahıslarda vücut buldu. İsmi geçen kişiler, silah depolarını besleyen politik ve maddi bağları güçlendirdiler. Bu süreçte Hamas’ın 800 kadar elit komandosu, Hizbullah, İran ve Suriye’den eğitim aldı. Dronlar üretildi, füze teknolojisi geliştirildi, Tunus gibi uzak bir diyarda Zuari isimli dronlar imal edildi. Dronlara Hamas için çalışan Tunuslu uzay mühendisi Muhammed Mahmud Zuari’nin ismi verilmişti.

Füze teknolojisi, İran’dan (IISS, 2021), tünel ve başka konularla ilgili mühendislik planları Hizbullah ve İran’dan geldi (Watkins & James, 2016). Bu süreçte Hamas, doktrin düzeyinde geleneksel ordulardaki hantal komuta-kontrol yapılarından uzaklaşıp “gerilla” mücadelesini merkezsiz olarak yürüten halk savaşı konseptine geçiş yaptı (Morag, 2023). Taklit ederek ve aldığı eğitimlerle Hamas, Asya’daki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle kimi yönlerden benzeşen bir gerilla mücadelesi tarzını uzun zamandır uygulamakta olan Hizbullah’tan epey istifade etti.[5]

Hamas, bu süreçte teknolojinin başka sahalarında da değişikliklere imza attı.

1. “Düşük düzey teknolojilere dayalı haberleşme: Hamas’ın elindeki istihbarat aygıtı, İsrail’in hem cep telefonu hatlarını hem de farklı cihazları takip altında tuttuğunu anladı, bu sebeple, düşük emisyonlu cihazları ve onlarla bağlantılı iletişim ağlarını kullanmaya başladı (Asharq Al Awsat, 2024).

2. Askeri ve stratejik açıdan önemli bir imkân olan, yerden yatay ve dikey olarak fırlatılacak roketlere geçiş yapıldı, böylelikle ekonomik tecride kıyasla daha kısıtlayıcı olan politik tecrit çalışmalarında kullanılan yöntemlerin aşılması sağladı.

3. Hizbullah’ın elindeki dağlara oyulmuş tabyalardan mahrum olan Hamas, betonu dağın yerine ikame etti. Yukarı doğru uzanan karmaşık ve düzensiz topografya dâhilinde ilerleyen askeri eylem pratiği yerine tüneller, strateji ve askeri açıdan önemli bir derinlik sağladı.

Mecdelavi’nin de ifade ettiği biçimiyle, birlikte geliştirilen tünel ve füze sistemi, fedakârlığa ihtiyaç duyuyordu. Hataya yer olmayan bu pratikler, stratejik bir kalenin inşa edilmesini sağladı ayrıca Filistin halkına egemen bir güç olarak karar alacağı bir merkez temin etti. (Majdalawi, 2021). Bu türden yeniliklerle Hamas, İsrail’in Filistin davasını politik açıdan kuşatmak için imal ettiği zırhı parçalayacak toplumsal ve politik süreci başlatma imkânı buldu. Mayıs 2021’de Birlik İntifadası’na ait unsurlar olarak sahneye çıkan Hamas roketleri, Hamas’la Filistin halkı arasındaki kopukluğu gideren köprü işlevi gördüler.

Hamas, 1.100’den fazla İsrailli sivil ve askerin öldüğü 7 Ekim saldırısını bu zeminde gerçekleştirdi.[6] Hava, kara ve denizden gerçekleştirilen saldırılarla Gazze’den Batı Şeria’ya ulaşıldı. Bu eylem dâhilinde İsrail’in sınıra yerleştirdiği elektronik gözetleme sistemleri ve otomatik, uzaktan ateş açan makineli tüfeklerle donatılmış, IDF’in istihbarat toplama becerisini dışarıdan temin ettiği kuleler hedef alındı. IDF’in savunma hattının bu kadar hızlı çökmesini muhtemelen Hamas da beklemiyordu.

Bu operasyon, salt varolma çabasının yok oluşun habercisinden başka bir şey olmadığı, bu topraklarda kalmayı güvence altına almadığı konusunda halkı ikna etti. Mecdelavi’nin (2021) de dile getirdiği biçimiyle, Nahrü’l Barid, Yermük, Gazze gençliğinin İskandinav ülkelerine kaçışının hayatta kalma çabasını etnik temizliğin, toplumsal hayatın bitişinin, toprakların ilkel birikim sürecine dâhil edildiği sürecin, yersiz yurtsuzlaşmanın ve halktaki başkaldırı bilincinin silinişinin izlediğinin delili.

Operasyon sonucunda en aşırı sağcı yönetimin işbaşında olduğu İsrail devleti, birkaç farklı cepheden savaş yürütmeye başladı. Bu süreçte devlet, savaş tutsaklarını ve sivil esirleri almak, Hamas’ı yok etmek için Gazze’yi işgal etti.

Gazze’de Kontrgerilla Faaliyetleri ve Soykırım

Filistin mücadelesi, uzun zaman önce uluslararasılaşmış bir mücadeledir. Bu uluslararasılaşma sürecinin dinamikleri yanında, mücadeleyi belirli bir çerçeveye oturtmak için kullanılan dil, seslendiği kitle ve Filistin toplumundaki değişimin toplumsal tabanı da sorgulanıyor (Cohen & Doumani, 1981; PFLP, 1969).

Bu son savaş boyunca IDF’in saldırılarındaki dinamikleri ve bombardımanlarını değerlendirmek, bunun yanında, İsrail’i uluslararası mahkemeye çıkartıp Batı’nın liberal sivil toplumunun mahkemesinde onun hesap vermesini sağlamak isteyenler, genelde soykırım ve “İkinci Nekbe” ifadelerine başvuruluyorlar. Bu kavramlar, küresel sivil toplum ve uluslararası hukuk içerisinde süren mevzi savaşının aydınlatılmasında tabii ki faydalı ama Filistin milli hareketi, özellikle Sovyet sonrası dönemde, uluslararası hukuka sürekli başvursa da, ilgili kavramların, Filistin meselesinin çözüme kavuşturma çabası dâhilinde İsrail’in etnik temizlik ve soykırım “seçeneği”ni devreye sokmasına neden olan hareket savaşının üzerini örtmesi riskini taşıdığını görmek gerekiyor.

Hareket savaşına vurgu yapılmamasının iki nedeni var.

1. Genel manada ABD destekli devlet karşıtı şiddetin popüler kılınması karşısında sistem karşıtı silahlı şiddet, illegalize edilip ardından da gayrimeşru kılınıyor. Bu konuda ABD’deki Ortadoğu çalışmalarında Suriye muhalefetine yönelik teveccüh, örnek olarak verilebilir (örneğin: Pearlman, 2017).

2. Depolitize edilen, politikadan arındırılan Filistin davası, toprak meselesinden kopartılmış bir dizi hakka indirgeniyor, o hakların elde edilmesi ve savunulmasının ana faili ve gücü olarak milli hareket, Filistin davasından kopartılıyor (Qato & Rabie, 2013).

Filistin milli hareketini çıkış noktası alan yazımız, bir yandan da İsrail’in yok etme mantığını inceliyor. Yüksek teknolojiye dayalı yıkım sürecinin ve direnişin dinamiklerini anlamak için kontrgerilla meselesine odaklanılıyor, ayrıca hareket savaşından kontrgerilla faaliyetlerine, oradan da soykırıma uzanan süreç inceleniyor.

Bugün yaşanan süreci İkinci Nekbe olarak niteleme eğilimi güçlü. Oysa bugün işlenen cinayetlerin ulaştığı kapsam ve ölçeğin Filistin tarihinde bir eşi benzeri yok. Son iki ay içerisinde rekor ölü sayısına ulaşıldı, halkın yüzde 3 ilâ 4’ü yaralandı, altı ay içerisinde yaralıların oranı yüzde 5-6’ya çıktı. Üstelik 1948-1949’la 2023-2024 arasında niteliksel farklılıklar mevcut: Arap milislerle İsrail arasında teknoloji konusunda oluşmuş olan mesafe daraldı. Artık ortada İran gibi yarı sanayileşmiş, Filistin direnişini destekleyen bir devlet var (İran da sırtını süper güç olarak Çin’e yaslıyor). Milisler, eğitim ve askeri organizasyon becerilerini artırdı. Muhtelif Arap ülkeleri ve İran, caydırıcılık kapasitesine sahip oldu. Bu güçler, ABD ve İsrail’e şartlar dayatma becerisi edindiler. Dolayısıyla, örgütlenme düzeyi ve askeri imkânlar açısından bakıldığında, bugünkü mücadelenin 1948-1949 veya 1967 ile bir alakası bulunmuyor.

İsrail’le mücadele yürüten Arap ülkeleri ve İran, 1967’den dersler çıkarttılar. Merkezileşmiş, araziye bağımlı, hantal ve kaba askeri güçlerin İsrail veya NATO orduları karşısında bir şey yapamayacağını gördü. Bunun bir nedeni de İsrail ve NATO’nun bu tür ordularla mücadele edecek şekilde teşkil edilmiş olması.

Ayrıca Arap ülkeleri ve İran, gelişme kaydeden, yüksek teknolojiye dayalı kontrgerilla faaliyetlerinin sunduğu derslerden istifade etti ve yavaş yavaş İsrail’le yakınındaki Arap devletleri arasında teşkil edilmiş olan teknolojik-askeri tampon bölgeleri ortadan kaldırma imkânına kavuştu. Hatta askeri-örgütlenme ve strateji düzleminde İran ve Arap güçleri, Emir Muhsin’in bahsini ettiği “Vietnam’dan çıkartılması gereken ders”i de edinmeyi bildiler: bu anlamda ilgili güçler, bedeli ne olursa olsun, ait oldukları tüm toplumsal yapıyı bir araya getirip onun “ortak milli hedef” doğrultusunda çalışmasını sağladılar (Mohsen, 2023).

Vietnam savaşı gibi Asya’da gerçekleştirilmiş olan savaşlarda toplumsal yapı zamanla önemli hâle geldi. Aynı şekilde, bu halkların mücadele ettikleri kontrgerilla güçleri de toplumsal yapı meselesini önemli görüyorlardı. Dolayısıyla, bugün bu tür ülkelerin deneyimlerini Gazze, Batı Şeria ve genel manada tüm bölgede süren savaşın niteliğine tatbik edebiliriz.

Milletin topyekûn seferber edilmesinin gerilla savaşı bağlamında önemli olduğu koşullarda kontrgerilla güçleri de bu seferberliği ortadan kaldıracak planlara yöneldiler. Onlara göre halk desteği, en önemli değişken. Zira halk, direnişi koruyabilir, ona yardım edebilir, her şeyin ötesinde, direnişçilerin nerede olduklarına dair bilgileri gizleyebilir.

Ayrıca direniş hareketleri denilen şey de halkın oluşturduğu olgular. Savaş, halk nezdinde belirli bir meşruiyete sahip olmak zorunda, aksi takdirde halk, teslim olur ve silâhlı güçleri tecrit eder. Bu türden bir halk desteği, casus ve muhbir ağlarının çökertilmesinde de önemli bir husus. İsrail, onlarca yıllık sömürgecilik temelli kuşatma ve şiddet pratiği boyunca bu tür yöntemlere ve araçlara sıklıkla başvurdu.

Son savaşta şehirde bulunan, İsrail’in altyapıyı yok etmesi öncesinde veya sonrasında inşa edilmiş beton bloklar, yeraltındaki beton tünellerden oluşan ağa yukarıdan destek sundular. Bombardıman sonrası çentikli bir yapıya kavuşan bu beton bloklar, Filistinlilerin yürüttüğü asimetrik direnişi bir biçimde beslediler.

İki aylık savaşın ardından İsrail, önemli bir askeri başarı elde edemedi, başta belirlediği hedeflerin hiçbirisine ulaşamadı. Ayrıca İsrail, Hamas’ın elindeki komuta-kontrol ağlarının hiçbirisine zarar veremedi, buna karşılık, Filistinli gerillalar, Gazze’de, IDF’in “temizlik” operasyonları yürüttüğünü iddia ettiği alanlar da dâhil birçok yerde pusular kurmaya devam ettiler. Hamas’ın bildirilerinde dile getirildiği biçimiyle, bu bölgelerde IDF 400 askeri aracını kaybetti.

Vaktiyle İkbal Ahmed’in de dediği gibi (1971, s. 14) “yıpratma savaşında güçlü düşmana karşı nihai zafer kazanılamaz. Savaşanlar, sadece karşı tarafa ağır kayıplar verdirmeyi, onu yormayı, uluslararası baskı üzerinden o düşman gücü müzakere etmeye zorlamayı, mevcut hali korumasına izin vermeyip geri çekilmesini sağlamayı umut edebilir.”

Sömürgeci güçler, İsrail’in politika sahasında yürüyenler dâhil tüm kontrgerilla operasyonlarında sömürgecilik karşıtı savaşı olumsuz bir şey olarak görürler, halkı, siyasetini ve politik temsilcilerini yönetmeye çalışırlar, halkın bastırılması konusunda “teknolojik-askeri yaklaşım”a başvururlar, bu anlamda, kara ve hava operasyonlarına yönelirler, büyük askeri birlikleri sağa sola konuşlandırırlar, yıpratma ve kuşatma amaçlı adımlar atarlar, “temizlik” operasyonları yürütürler, ateş etmenin serbest olduğu bölgeler belirlerler, ayrıca insanları kitleler hâlinde yersiz yurtsuz kılarlar. İsrail’in Filistin şehirlerine yönelik saldırılarla birlikte devreye sokulan askeri stratejisi, Filistin halkını güneye doğru sürüp kuzeyi tampon bölge hâline getirmeyi öngören yaklaşıma doğru evrildi.

IDF operasyonları Şuceyye ve Cebeliye gibi nüfusu yoğun mahalleleri boşaltamayınca başka yöntemler devreye sokuldu. Güneyde halk, güvenli denilen bölgelere sürüldü, ayrıca sivil halk taşınmaya zorlanarak tüm şehirler temizlenip ateş etmenin serbest olduğu bölgelere dönüştürüldü (IDF bu yönteme başvurdu ama halk taşınmayı reddetti).

Bu türden taktiklerin yanında ağır bombardımanlara tanık olundu. İsrail, tutsak değiş tokuşu ile ilgili şartları ihlal etti ve ateşkesi bozdu. Bu anlamda, karşı-devrimci şiddet soykırıma doğru evrildi. Böylelikle İsrail toplumundaki çatlaklar büyüdü, rehinelerin aileleri protesto eylemleri gerçekleştirmeye başladı.

Yoav Gallant gibi isimler, sivil halka bilerek ve kasten zarar vermenin, acı çektirmenin şart olduğunu söylemeye başladılar. Hatta Gazze’de hastalık yayılmasından, şehrin açlığa mahkûm edilmesinden söz ettiler. Bunlar, savaşta başvurulacak araçlar olarak dillendirildiler:

“Sivil halk diz çökerse savaş da biter, o nedenle zulmetme ve çile çektirme, sisteme karşı çıkan tüm halkla mücadelede başvurulması gereken araçlardır” (Ofir, 2023).

Ama Aralık 2023 sonu itibarıyla, soykırıma evrilen süreçte halkı kırımdan geçiren “sistem”, mevcut koşullarda, ideolojik planda ayakta kaldı ve operasyonlar üzerinden kendisini takviye etti. Direnişin gücüne güç kattığını gören IDF, bu gelişmenin, mekanikleşmiş kontrgerilla pratiğinin ve yürüttüğü soykırımın başarısızlığının kanıtı olduğunu görmedi. Çünkü tarihsel süreçte de görüldüğü üzere, kontrgerilla faaliyetinin teorisyenleri ve uygulamacıları, “politik ve toplumsal bağların koptuğu gerçeğini idrak edemiyor, görmek istemiyorlar”dı, bu kopuşu daha çok “istihbarat ve baskı faaliyetine ihtiyaç duyan teknik bir sorun” olarak değerlendiriyorlardı (Ahmad, 1971, s. 28). İşte bugün tam da bu yanılgı ve körlük sebebiyle IDF, daha hâlâ deniz suyunun şehri basmasını sağlama, sığınakları yıkma tehditleri, liderlerin öldürülmesi, stratejik amaçlar doğrultusunda yürütülecek caydırıcı faaliyetlerden bahseden teknik çözümler kitabına başvurup duruyor. İsrail, bu koşullarda ancak Filistin milliyetçiliğini ve onu besleyen Arap halklarını ezmenin başarıyı getireceğini düşünüyor.

Ocak ayının başlarında Filistinli silahlı örgütler, İsrail’e ait 900’den fazla zırhlı aracın yok edildiğini, 1.600’den fazla IDF askerinin öldürüldüğünü duyurdular. Ayrıca bu örgütler, tarihi Filistin genelinde gelişkin tekniklere dayalı pusular kurma becerilerini bir biçimde muhafaza etmeyi bildiler. Bu saldırılarda uçaksavar füzeler kullanıldı, insansız hava araçları düşürüldü, Tel Aviv, koordineli füze saldırılarına hedef oldu.

Altı aylık askeri operasyon süresince Hamas ve diğer müfrezeler ciddi zaiyatlar verse de Filistin silâhlı kuvvetleri, işgal altındaki Filistin’in güneyine füzeler atmaya sürdürdü, Gazze’de bulunan ve temizlendiği, güvenli hâle getirildiği söylenen bölgelerde IDF askerleriyle girilen çatışmalarda zaferler kazandı.

Mart 2024’te İsrail soykırımcı boyutu güçlendirilmiş bir kontrgerilla harekâtına geçiş yaptı. Bu noktada sivil halka saldıran İsrail, kalan altyapıyı yok etti, Hamas’ı kötü şartları kabul etmeye zorlamak için halka açlığı dayattı. Özetle, İsrail bu dönemde IDF’in savaş sahasında aldığı yenilgiler karşısında en azından müzakere masasında kazanmak için adımlar attı. Bu adımlar dâhilinde doktorları hedef alan İsrail, sağlık sistemini yok etti, yardım temini ve dağıtımından sorumlu sivilleri öldürdü, gerilla faaliyetlerini besleyen, halkla kurulmuş bağları kesmek için uğraştı, bir yandan da en geniş manada sivil halktaki açlık düzeyini yukarı çekecek müdahaleler gerçekleştirdi. Nisan ayı itibarıyla İsrail güçleri, Gazze’den büyük ölçüde çekildi, geride kalanlarsa pusuların muhatabı oldu.

Öte yandan, bu dönem boyunca ayaklanmanın düşük yoğunluklu seyrettiği Batı Şeria, 2020 sonrası inşa edilen silahlı faaliyetlerin hızlandığına şahit oldu. Çatışmalar, Nablus’ta, Cenin’de, Tulkerim’de ve bunların arasında uzanan “ateş üçgeni” denilen bölgede yoğunlaştı. Nablus bu süreçte özellikle sefalete mahkûm edildi. Bu İsrail sömürgeciliğine ve tecavüzlerine karşı şehrin gösterdiği direncin bedeliydi (Shoufani, 2024), ayrıca Nablus, İsrail’e yönelik direnişin bereketli toprağı hâline geldi.

Bu süreçte askeri teçhizatları ve patlayıcıları kullanan Aslanın İni isimli örgüt, İsrail ordusuna ait buldozerleri ve tankları yok etme eylemlerine hız verdi. Bu eylemlerin merkezindeki ana güç olarak Cenin Tugayı karşısında, şehirdeki silâhlı muhalefetin kökünü kurutmayı amaçlayan katil İsrail’in kontrgerilla faaliyetlerini buldu (Hanaysha, 2023).

Bu süreçte İsrail, Batı Şeria’da tutsak alma faaliyetlerine hız verdi. İsrail bu eylemiyle Hamas’ı ve Gazze’deki diğer yapıları tutsak değiş tokuşu yapmaya zorlamayı umut ediyordu. Ayrıca İsrail’le işbirliği içerisinde hareket eden, “ikinci Güney Lübnan Ordusu” (Faleh, 2023) rolünü üstlenmiş, IDF cephaneliğinin önemli bir unsuru olarak işgören Filistin Yönetimi’ne bağlı güvenlik aygıtı, Gazze’de mevcut değildi. IDF Filistinli ortağına kontrgerilla faaliyetine dair, Filistin Yönetimi karşıtı eylemci Nizar Banat’ın öldürülmesi gibi kimi işleri Filistin Yönetimi’ne taşere etti (Barakat, 2021).

Max Ajl
5 Haziran 2024

[Kaynak: Agrarian South: Journal of Political Economy, Cilt 13, Sayı 2, s. 187-200.]

Dipnotlar:
[1] Farklı teorik ve analitik eğilimlere dair bir değerlendirme için bkz.: Ajl, Max, (2023b). “Logics of elimination and settler colonialism: Decolonization or national liberation?”, Middle East Critique, Sayı. 32(2), s. 259–283 ve Ajl, M. (2024a). “Palestine: Solidarity or National Liberation?” Middle East Critique, yakında yayımlanacak.

[2] O müthiş değerlendirmesi dâhilinde Andreas Malm, solun emperyalizmin İsrail’i desteklemekteki çıkarını anlayamadığını söylüyor. Oysa bence Malm’ın bahsini ettiği platformların ve kurumların bu çıkarı bilerek kasten anlamayı reddettiğini, bu anlama çabasını besleyen zengin yazınsal birikimi görmezden geldiğini söylemek daha doğru olur.

[3] Yazarın ismini gizli tutan Filistinli bir örgütçüyle yaptığı söyleşiden.

[4] Makalenin birinci bölümüne bakılabilir: Ajl, M. (2024b). “Palestine’s great flood: Part I.” Agrarian South: Journal of Political Economy, Sayı. 13(1), s. 62–88. Türkçesi: İştiraki.

[5] Bu meseleyi benimle tartıştığı için Patrick Higgins’e teşekkür ederim.

[6] Bu makale, 7 Ekim’de yaşananlarla ilgili tartışmaya girmeyecek, sadece özellikle İsrail basınında çıkan ve olayla ilgili kimi önemli hususları ifşa eden haberlerin o gün yaşananlara dair önemli birer delil olduğu üzerinde durmakla yetinecek. O haberlerden de biliyoruz ki İsrail Hannibal Doktrini’ni devreye soktu, böylece kendi insanlarının tutsak alınmasına izin vermek yerine onları katletti. Bu haberler, İsrail ve ABD basının sunduğu imajdan oldukça farklı bir imaj sunuyorlar.

0 Yorum: