29 Haziran 2024

Yeniden Dağıtım mı Kabul mü?


Özgürleştirme amacı güden sınıf mücadelesinde genel eğilim, o mücadeleye giren ezilen ve sömürülenin çıkarlarını aşma yönündedir. Buradan bakıldığında, “komünizmin çöküşüne dek uzanan yüz elli yıl boyunca gelirin yeniden dağıtılması fikrinin hâkim paradigmayı teşkil ettiğini” söyleyen tezin indirgemeci olduğu görülecektir.[1] Peki Komünist Manifesto’nun ortaya çıkarttığı hareket, bu gelirin yeniden dağıtılması fikrinin bayraktarlığını yaptı mı?

Esasında ta başından beri özgürleştirme amacı güden sınıf mücadelesinin üç cephesi, ekonomik talepleri de içeren, ama onların ötesine uzanan bir zemin sundu.

Uluslararası İşçi Derneği kurulduğu vakit “ezilen milletlerin kurtuluşundan yana” olduğunu söyledi. Kadınların politik ve toplumsal kurtuluşu, politik haklara kavuşturulması, mesleklerini özgürce seçmeleri, ev içi köleliğin son bulması gibi başlıklarda birçok mücadele yürüttü.

Kadın ve Sosyalizm isimli kitabının önsözünde Engels’in arkadaşı ve Alman sosyal demokrasisinin lideri August Bebel, otuz yıl önce yayımlanmış, elli baskı görmüş, 15 dile çevrilmiş olan kitabının giriş bölümünde çalışmasının, Bismarck’ın yasadışı ilân ettiği sosyalist partinin üyelerince gizli gizli dağıtılması sayesinde başarı elde ettiğini söylüyordu.[2] O dönemde kadın hareketi, birkaç ayrı bağla, doğrudan emek hareketine bağlıydı.

Emek hareketinin ayrımcılık karşıtı mücadelesini salt gelirin yeniden dağıtılması paradigmasına atıfta bulunarak anlayamayız. Bu paradigma, Birinci Enternasyonal’in Afrikalı-Amerikalı kölelerin ve özgürleşmesini kendisine dava belleyişini veya Lincoln’ın köle sahibi Güney’e karşı yürüttüğü savaşla ilgili değerlendirmesini analiz etmemize pek katkıda bulunmuyor.

Kuzey, elindeki donanma ile ayrılıkçı Güney’i abluka altına aldı ve onun Britanya’ya pamuk ihraç etmesine mani oldu. Bu da Britanya’daki tekstil endüstrisinin krize girmesine, işten çıkartmalara, çalışma saatlerinin düşmesine ve düşük ücretlere yol açtı. Bu gelişmeye karşın Marx, işçilerin sanayicilerin aldıkları tedbirler karşısında gösterdikleri kararlılığa işaret etti, bilhassa Amerika’daki Birlikçilerin köle sahiplerinin isyanını sona erdirmek için verdikleri mücadeleye sundukları desteğin ve İngiliz hükümetinin askerî, hatta diplomatik düzeyde destek sunmasına mani olmak için işçilerin gerçekleştirdikleri kitlesel gösterilerin sınıf bilincinin olgunluğunun bir delili olduğunu söyledi ve bu gelişkinliği övdü.

Yakından incelendiğinde, “gelirin yeniden dağıtılması” denilen paradigmanın, işçi sınıfının üretim düzleminde verdiği mücadeleleri bile yeterince izah edemediğini görüyoruz. Düşük ücretler veya açlık gibi hususların yanında Komünist Manifesto, patronların uygulamaya koydukları “despotizmi” de mahkûm ediyor.[3] Metnin sonunda işçilerin kırmak için bir araya geldikleri zincirlerin burjuva toplumunun dayattığı “köleliğin” zincirleri olduğu söyleniyor.[4]

Burada karşımızda, fabrika içinde ve dışında özgürlük talep eden bir mücadele duruyor. Bu noktada akla, refah devletini ilk kuran kişi olmasına karşın hedefe konan Bismarck’ın çıkarttığı sosyalizmle mücadele kanununun yürürlükten kaldırılması için gizli gizli yürütülen ajitasyon faaliyetleri getirilmeli.

Gelirin yeniden dağıtılması paradigmasından pek hoşnut olmayan biri olarak ben, Marx’ın Komünist Manifesto için bir tür taslak olarak istifade ettiği, genç Engels’e ait metin üzerinde duruyorum.

Burada bahsini ettiğim eser, Komünizmin İlkeleri. Bu metin, alternatif bir paradigma öneriyor:

“Köle tek seferde satılırken, proleter her gün ve her saat satılmak zorundadır. Bir sahibin mülkü olan bireysel köle, ne kadar sefil durumda olursa olsun, bu efendinin çıkarına olduğu sürece güvence altında olan bir geçim kaynağıdır; bireysel proleter ise tabiri caizse emeği sadece ona ihtiyaç olduğunda kendisinden satın alınan ve varolmak konusunda hiçbir güvencesi bulunmayan, tüm burjuva sınıfına ait bir mülktür. […] Köle, sivil toplumun bir üyesi değil, üzerinde hesap yapılan bir şeydir; proleter ise sivil toplumun üyesidir ve bir kişi olarak kabul edilir [anerkannt]. Bu anlamda köle, proletere kıyasla daha iyi yaşama imkânına sahip olabilse de proleter, toplumun daha üst bir aşamasına aittir, o köleye göre daha üst bir aşamada durur.”[5]

Proleter için kullanılan “kişi olarak kabul görür” ifadesi önemli bir ifadedir. Kölenin tecrübe etmediği, hayatta kalmayı zorlaştıran güvencesizliğin çilesini çekse de proleter, geri kalan herkes gibi bir mal muamelesi gören, bu şekilde görülen insanın her yönüyle şeyleşmesi denilen sürece tahammül etmek zorunda kalmaz. Proleterin kabul edilmek için verdiği mücadeleyle elde edilen ilk (mütevazı) sonuçla kıyaslandığında, köle, pek fazla ekonomik avantaja kavuşmaz.

Liberal gelenek, sınıfı mücadelesini indirgemeci bir biçimde, kaba ekonomist olarak yorumluyor. Özgürlük/Eşitlik denilen kavram çiftine sırtını yaslayan liberal gelenek mensupları, kendilerini özgürlüğü kıskançlıkla savunan, onu başka şeylere dönük ilgisini kesmişçesine seven kişiler mertebesinde görüyor, muarrızlarını ise ekonomik eşitlik peşinde koşan, sadece maddi çıkar üzerinden harekete geçebilen, kaba ve haset ruhlar olarak etiketliyor. Bu düşünce geleneği kendisini, Marx’ı “zorunluluğun emrettikleri karşısında özgürlükten vazgeçmenin teorisyeni ve devrimin amacı özgürlük değil, maddi bolluktur görüşünün savunucusu” olarak gören Hannah Arendt’te ortaya koyuyor.[6]

Liberaller, kadınların ve ezilen milletlerin özgürleşmesi davasına yönelik somut bağlılıklarını; Amerikan iç savaşı esnasında Afrikalı-Amerikalılara dayatılan zincirlerin kırılmasına katkıda bulunmak adına en ağır maddi fedakârlıkların altına imza atılmış olmasını; kölelik yanında “modern ücretli köleliğin” ortadan kaldırılması konusunda gösterilen kararlılığı; patronların fabrikalarda sergilediği ‘despotizm’e karşı günbegün verilen mücadeleleri ve Bismarck’ın özgürlükleri ezen kanunlarına karşı verilen mücadeleleri, felsefi ve filolojik bir dikkatten çok Soğuk Savaş yıllarında sergilenen politik ve ideolojik tutkuya uygun düşen bir yorum dâhilinde, nisyana gömüyorlar.

Domenico Losurdo

[Kaynak: Class Struggle: A Political and Philosophical History, Palgrave Macmillan, 2016, s. 73-75.]

Dipnotlar:
[1] Nancy Fraser, “Social Justice in the Age of Identity Politics: Redistribution, Recognition, and Participation”, Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange içinde, Yayına Hz.: Fraser ve Axel Honneth, Londra ve New York: Verso, 2003, s. 7–8.

[2] August Bebel, Die Frau und der Sozialismus, Berlin: Dietz, 1964, s. 21–2.

[3] Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Londra: Lawrence & Wishart, 1975–2004, Cilt. 6, s. 491.

[4] A.g.e., Cilt. 6, s. 519, 495.

[5] A.g.e., Cilt. 6, s. 343–4.

[6] Hannah Arendt, On Revolution, Londra: Penguin, 2009, s. 51, 54.

0 Yorum: