25 Haziran 2024

Artık İnsanlık


Dünya genelinde yaşanan proleterleşme süreci, milyarlarca insanın mülksüzleşmesi ve küresel emek piyasasına fırlatılıp atılması ile birlikte oluşan ilkel birikim dalgaları üzerinden hızlandı. Dünyadaki ücretli işgücü 1980’de 1,5 milyarken, 2006’da iki katına çıkarak 3 milyara ulaştı, zira, Freeman’ın da tespit ettiği biçimiyle, “Çin, Hindistan ve eski Sovyet bloğundaki işçiler, küresel emek havuzuna aktılar. Tabii bu işçiler daha önce de varlardı. Ama bu yeni dönemde ait oldukları ülkelerin ekonomileri, birden küresel üretim ve tüketim sistemine katıldılar.”[1]

İlgili süreç dâhilinde sermaye, dünya genelinde emeği hem biçimsel hem de gerçek manada kendisine bağımlı kıldı. Biçimsel de olsa toprakları üzerindeki mülkiyet haklarını kaybetmemiş olan köylü üreticiler, dünya pazarı için üretilen ihracat ürünleri sahasına kul edildiler, böylelikle, krediler, araç-gereç, pazarlama gibi konularda ulusötesi şirketlere bağımlı hâle geldiler, böylelikle kendi topraklarında birer proletere dönüştüler.

Gerçek bağımlılık, işçilerin fabrikalarda kontrolün doğrudan sermayede olduğu kapitalist üretim koşullarına tabi kılınması yanında, kapitalist plantasyonda veya hizmet sektöründe işçilerin bedensel açıdan disipline edilmesi, zulüm görmesi ve üzerlerinde hâkimiyet kurulması ile ilgili bir meseledir. Bu süreçte işçi, bireysel güç ve özgürlük namına geride elinde ne kalmışsa yitirir ve Marx’ın tabiriyle, “üretim sürecinin canlı eklentisi” hâline gelir. Çin’deki terhanelerde, Latin Amerika’daki serbest ticaret bölgelerinde (maquiladora), Hindistan’da dışarıda getirilen hizmet sektörü işçiliğinde, Kaliforniya, Kenya ve Filipinler’deki ulusötesi şirketlere ait zırai işletmelerin plantasyonlarında yüz milyonlarca işçi aynı kaderi paylaşır.

Biçimsel ve gerçek bağımlılık, sermayenin reel ekonomiye sahip olmasıyla ilişkili bir meseledir. Bu sahiplik düzleminde sermaye, emek sürecini kontrol eder, reel ekonomik mülkiyette ise artığın temellük edilmesi, üretimin hedefleri ve örgütlenme pratiği üzerindeki kontrolle alakalıdır. Kapitalist küreselleşme koşullarında bu bağımlı kılma ve mülk edinme süreçleri hızlanır. Ulusötesi sermaye, tüm dünya nüfusunu bu süreçler üzerinden kendi mantığına tabi kılıp kendi hâkimiyeti altına alır. Bu anlamda, dünya halkları çokuluslu sermayenin diktatörlüğü koşullarında yaşamaktadır (“Diktatörlük” burada mecazi anlamda kullanılmamaktadır, süreçte emirleri veren, çokuluslu sermayedir). Üstelik bu diktatörlük, tarihte görülen diktatörlüklerden daha kudretli, her yere daha fazla hâkim ve daha zararlıdır.

Kapitalist küreselleşmeyle bağlantılı olan bu süreçlerin merkezinde devlet denetiminden azade kılınmış, enformelleştirilmiş, esnek kılınmış, yarı zamanlı çalışmaya mahkûm edilmiş göçmen emeği, sözleşmeli emek ve güvencesiz emek düzenlemelerini temel alan yeni emek-sermaye ilişkileri durmaktadır. Bu düzenlemeler dâhilinde devletin emeği koruyan yasaları ve düzenlemeleri kaldırılmış, devletin ve sermayenin emeğe karşı yükümlülükleri ortadan kalkmış, hatta işçinin toplumsal üretimine dair her türden fikir iş akdinin parçası kılınmıştır. Süreç içerisinde işçiler giderek, çıplak bir meta hâline gelmişlerdir. Dünya genelinde işçi sınıfı içi birlikler dağılmış, krize girmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, “1,53 milyar işçi, dünya genelinde 2009 yılı itibarıyla her an yitirebilecekleri bir işe sahip durumdadır, bu işçilerin istihdam süreçleriyle ilgili düzenlemeler her türden müdahaleye açıktır. Bu rakam, dünya işgücünün yarısından fazladır.”[2]

Bu düzenlemelerinin sebeplerini net bir biçimde ortaya koymak gerekiyor. Sivanandan’ın görüşüne göre, “üretim güçleri denilen alanda iletişim devrimi sayesinde gerçekleşmiş olan devrim temelinde sermaye kendisini emekten kurtardı.” Oysa doğası gereği sermaye, kendisini emekten kurtaramaz, kurtardığı vakit sermaye olmaz. Bu, sermayenin emekle çelişkili birliğinin önemli bir veçhesidir. Aslında küresel sermaye, yeni yollara başvurarak, küresel emeği kendisine tabi kılma ve sömürme imkânlarına kavuşmuştur.

Sivanandan, “sermaye artık eski kadar canlı emeğe ihtiyaç duymuyor”[3] derken haklıdır. Aynı şekilde, teknolojinin küreselleşmeyi mümkün kıldığını söylemek mümkündür, ama sürecin ana sebebi o olamaz. Küreselleşmenin nedeni, dünya ekonomisinin durgunlaşma ve kriz dönemine girdiği yetmişlerde başlayan ve üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimlerdir. İlgili süreç, yetmişlerde birbirinden farklı faillerin hem Fordizmin-Keynesçiliğin hem de yeniden dağıtımcı kapitalizme karşı verdiği cevabın neticesidir. Şimdi bu meseleleri detaylı bir biçimde inceleyelim.

“Fordizm”, ekonominin, üretimin merkezileştirildiği, seri üretimin sabit ve standartlara kavuşturulmuş süreçler üzerinden işlediği yerlerde kolayca örgütlenebilen çok sayıda işçiyle ilişkisi dâhilinde örgütlenmesi yöntemini ifade eder. “Fordizm” ifadesinin kullanılması, otomobil üreticisi Henry Ford’un öncülük ettiği bir süreç dâhilinde belirli bir yöntemin genele teşmil edilmesinin bir sonucudur. Ford’a göre kapitalistlerle ve hükümetlerle, önceki yüzyılda yeni topluma eklenen işçilerle birlikte ortaya çıkmış olan ulusal sınai kapitalizmine ait sistemin istikrara kavuşturulması şarttır. Bunun için de yüksek ücretler, sosyal yardımlar ve güvenceli işlerle sürece dâhil edilen işçiler üzerinde sıkı bir kontrol mekanizması oluşturulmalı, işgücü denetime tabi tutulmalıdır (oysa Ford sendika karşıtı bir sanayicidir).

Ford, süreç içerisinde üretim sahasında kimi değişiklikler yaptı ve bu değişiklikler, işçilerin kapitalistlerle devlet aracılığıyla uzlaştırıldığı sürece vurgu yapan Fordizmi doğurdu. Bu anlayışa göre hükümet, kapitalist rekabeti ve sınıf mücadelesini düzene sokacak tedbirler almalıydı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan toplumsal düzende Fordizm Keynesçilikle birleşti. John Keynes, piyasa güçlerinin hiçbir engelle karşılaşmadan hareket etmesini mümkün kılmak suretiyle kapitalist ekonominin doğalında dengeye kavuşacağını savlayan klasik ekonomi teorisinden koptu. Onun tespitine göre piyasa, kendi kendine yeterli miktarda talep üretemezdi. Keynes, otuzlardaki buhranda görülen türden krizlerden kaçınabilmek için bu talebin teşvik edilmesi gerektiği iddiasındaydı. Keynes’in talep yanlısı ekonomi stratejisinde esas olarak, krediler ve istihdam alanı yaratmak suretiyle uygulanacak tedbirler, artan oranlı vergilendirme ve talep yaratmak amacıyla kamusal işlere ve toplumsal programlara yönelik hükümet harcamaları, bunun yanında, birikim sürecini düzene sokacak, bu sayede istikrara kavuşturacak diğer mekanizmalar üzerinde duruluyor. Bu sayede hükümetlerin krizlerin üstesinden gelebileceğinden, uzun vadede büyümeyi sağlayıp istihdamı artıracağından ve kapitalist toplumu istikrara kavuşturacağından söz ediliyor.

Keynesçi devrim, sanayileşmiş kapitalist dünyayı ele geçirdi ve yirminci yüzyılın önemli bir kısmında uygulanan ekonomi politikasının temelini teşkil etti. Bu devrim, aynı zamanda Üçüncü Dünya’da güçlenen popülist, ithal ikameci sanayileşme projelerinde de önemli bir rol oynadı.

Fordizm-Keynesçilik veya yeniden dağıtımcı kapitalizm, yirminci yüzyılda dünya genelinde farklı biçimler aldı. Bu görüş, karşımıza “Yeni Mutabakat kapitalizmi”, “sosyal yardım kapitalizmi”, “sosyal demokrasi”, “Üçüncü Dünya kalkınmacılığı” gibi isimlerle çıktı.

Fordizm-Keynesçilik, fikir olarak, yirminci yüzyılda dünya genelinde işleyen sermaye birikim sürecini temelde koşullandıran yeniden dağıtım mantığını ihtiva ediyordu. Ancak bu noktada şu önemli hususa işaret etmek gerekiyor: bu yeniden dağıtım meselesi, sermayenin cömertliği değil, dünya genelinde toplumsal ve sınıfsal mücadelelerin, ayrıca ulusal kurtuluş mücadelelerinin bir sonucuydu. Tüm bu olgular, sermayeyi sınıfsal açıdan tavizlerde bulunmaya, sermayenin emek karşısında elde ettiği aşırı gücü kontrol altına almaya mecbur etti. Zira altmışlarda ve yetmişlerde kitlesel halk mücadeleleri ve sınıf mücadeleleri iyice yoğunlaşmıştı.

Yetmişlerdeki krizin hemen ardından sermaye, ulusötesi sermaye sınıfının ve politik temsilcilerinin stratejisi uyarınca küreselleşti. Bu stratejinin amacı, ilgili kesimin sınıfsal iktidarını tesis etmek, bunun için de ulus devletlerin birikim sürecine karşı getirdikleri sınırlamaları kaldırmaktı. Sınıfsal tavizler olarak adlandırılan bu sınırlamalar, sermayeye dünya genelinde halk sınıflarının ve işçi sınıfının onlarca yıl boyunca verdikleri mücadeleler üzerinden dayatılabilmişti. Yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ulusötesi sermaye, toplumsal süreçlerin küresel düzlemde örgütlendiği, yeni bir hareketlilik imkânının oluştuğu biçimlerden istifade etti, böylelikle örgütlü emeğin gücünü kırdı, emeğin parçalanması ve iş sürecinin esnekleştirilmesini esas alan yeni emek-sermaye ilişkileri geliştirdi, ayrıca toplumsal güçlerle sınıfların dünya genelindeki dizilimini değiştirdi. Bu temelde ulusötesi sermaye, ülke temelli işçi sınıflarına karşı güçlendi, devleti yönetenleri daha fazla etkilemeye başladı.

Seksenler ve doksanlar boyunca birçok ülkede küreselci seçkinler, devlet iktidarını ele geçirdiler veya kapitalist küreselleşme lehine olan devlet politikalarının uygulanmasını sağladılar. Küreselleşme ve neoliberal politikalar, ulusötesi birikim için muazzam yeni fırsatlar yarattı.

Küreselleşme yoluyla dünyayı yeniden yapılandırmayı öngören politik reçete olarak neoliberalizm, Keynesçiliği rafa kaldırmış olan yeni klasik iktisadın önermelerini temel alıyordu. Serbestiyet, kıyaslamalı avantaj, serbest ticaret ve verimlilik gibi öğretileriyle yeni klasik iktisat, birinci dünya genelinde üniversitelerde ve hükümetler dâhilinde hegemonik bir unsur hâline geldi.

Neoliberalizmin ilk örneklerinden biri de 1973 darbesi sonrası Şili’de kurulan Pinochet hükümetince tatbik edildi. Fakat onun asıl gündeme gelmesini, dünya sahnesine çıkmasını sağlayan, ABD’deki Reagan hükümeti (1981-1989), İngiltere’deki Thatcher hükümeti oldu. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, bu modeli seksenler ve doksanlarda uygulamaya konulan yapısal uyum programı üzerinden Üçüncü Dünya’nın önemli bir kısmına dayattı.

Neoiberalizmin fikirleri veya ideolojisi hâkim model hâline geldi. Zira o, dünya genelinde sermayenin ulusötesileştiği, yeni toplumsal üretim ilişkilerini dayatmanın ve yeni birikim yöntemlerini geliştirmenin yollarını aradığı özel bir tarihsel dönemde ulusötesi sermayenin işlerini kusursuzca görmeyi bildi.

Somut bir program olarak neoliberalizm, hem bir ideoloji hem kültür hem de felsefi dünya görüşüdür. Bu anlamda, klasik liberalizmi ve bireyciliği ifrata vardırır. Birbirinden kopuk, mücerret bireyi, insani varoluşun kurgusal bir hâlini yüceltir, bireyin devletin düzenlemeci müdahalesinin ve “özgürlüğü” kısıtlayan diğer kolektif engellerin yükünden kurtulduğu vakit yaratıcı potansiyelini açığa çıkartacağını varsayar.

Kolektifin öldüğü dönemde Thatcher’ın ünlü sözü “Toplum diye bir şey yok, sadece birey var” galebe çalar. Bir ideoloji olarak neoliberalizm, bireyin bekasını meşru bir zemine kavuşturur. Herkesin kendisi için yaşaması gerektiğini, orman kanunlarının hüküm sürdüğünü düşünür. Bireyin hayatta kalmak için kullandığı araçlar piyasa düzleminde de kullanılmalıdır. İdeolojik yapısı dâhilinde neoliberalizm, bu piyasaların hâkimiyet ve güç üzerine kurulu toplumsal ilişkilerce ve devlet eliyle yaratılmadığını, yapılandırılmadığını, bilâkis, doğanın birer ürünü olduğunu düşünür. Ulaştığı mantıksal sonuç uyarınca neoliberalizm, topluma sunulan bir reçete olarak, toplumsal mütekabiliyeti, toplumsal ürünün kolektif yeniden dağıtımını esas alan fikrin yanında, ailenin, nihayetinde canlı türü olarak insanın sonunu ifade eder.

Mübadele ve üretim alanında yaşanan küreselleşme süreci, sosyoekonomik sistemleri, ekonomi politikalarını ve kurumları birbirine yakınlaştırır. İdeolojik ve felsefi boyutlarından ayrı olarak, program düzeyinde küresel neoliberalizm iki boyutu içeriyordu. Bu programın uygulanması düzleminde küresel elitler, güçlü ve iyi örgütlenmiş ulusötesi şirketlere ait lobilerin desteğini aldılar. Küresel neoliberalizm, ilk boyutta küresel ekonomiyi yeni bir hukuki ve düzenlemeci zemine taşıdı, dünya genelinde piyasaları serbestleştirdi. İkinci boyutta, her bir ulusal ekonomi içeriden yeniden yapılandırıldı ve dünyaya entegre edildi. Bu iki boyutta işletilen programın amacı, “liberal bir dünya düzeni” kurmak, aşırı birikmiş sermaye için yeni üretim alanları arayışı dâhilinde, sınırlar dâhilinde sermayenin faaliyetlerini, bunun yanında, ulusötesi sermayenin sınırları aşan hareketini serbestleştirmek, bunun için tüm ulusal sınırları kaldıracak küresel politika düzeni oluşturmaktı.

Ekonomik yeniden yapılanma programlarının amacı, küreselleşmiş birikim kanallarıyla ülkeleri ve bölgeleri bütünleştirmek, ulusötesi düzlemde hareket eden sermayenin ihtiyaç duyduğu makroekonomik denge ve serbestleşmeyi her bir ülkede gerçekleştirebilmekti. Farklı ülkelerde mali, parasal, sınai, emekle ilgili ve ticaretle bağlantılı politikaları uyumlu kılacak bir model geliştirildi. Bu, ulusötesi sermayenin eş zamanlı ve hızlı hareket edebilmesi için şarttı. Program uyarınca ekonomiye devlet müdahalesi ihtimali ortadan kaldırıldı, tek tek her bir ulus devletin sermayenin kendi topraklarındaki faaliyetlerine düzen ve kural getirme şansı kalmadı.

Ekonomik entegrasyon süreçleri ve neoliberal yapısal uyum programlarına asıl yön veren, ulusötesi sermayenin her bir ülkeyi kendi faaliyetlerine açmak, emtia ve sermaye hareketliliği önündeki tüm engelleri kaldırmak, küresel sermayenin ülke sınırlarını kesecek şekilde, hiçbir engelle karşılaşmadan faaliyet yürüteceği tek ve birleşik bir alanın oluşmasını sağlamakla ilgili gaye idi.

Neoliberal politikalar, ticaret ve finansın serbestleştirilmesine dönük adımları, sermayenin kural ve düzenden muaf tutulmasını (ama bir yandan da sermayenin birikimle ilgili faaliyetlerine yardım etme konusunda devletin müdahalesine son verilmemesini) eskiden kamuya ait olan alanların özelleştirilmesini ve başka şeyler yanında, halkın tükettiği ürünlere yönelik devlet teşviklerinin kaldırılmasını, devletteki istihdamın daraltılmasını, sosyal yardım, halk sağlığı, eğitim gibi sosyal programlarda kesinti yapılmasını içeren tasarruf programlarını içerir.

Süreçte her bir ülkedeki ekonomik ortam küresel ekonomik ortamla uyumlu kılınır. Bu süreçte neoliberalizm, küresel kapitalizmin çarklarını dönmesinde bir tür yağ olarak iş görmüştür. Neoliberalizm yağıyla daha da hareketli kılınmış olan bir makine olarak küresel kapitalizm, sermaye birikimine sınır getiren veya halkı koruyan piyasa dışı tüm yapıları parçalar.

Sermayenin kural ve düzenlemelerden muaf kılınması (Deregülasyon) yeni bölgeleri kaynak sömürüsüne açtı. Özelleştirmeler sayesinde kamuya ve topluma ait alanlar sermayenin hizmetine sunuldu. Bu alanlar, sağlıktan eğitime polislikten hapishane sistemine tüm alanları içeriyordu. Buralar, kâr etme pratiğinin hâkimiyetine teslim edildiler. Piyasa dışı alanlar, devletin yönettiği kamusal alanlar, cemaatlerin ve ailenin belirleyici olduğu özel alanlar parçalandı, metalaştırıldı ve sermayenin kucağına bırakıldı.

Güney’deki ülkeler neoliberal yeniden yapılandırma süreçleri üzerinden küresel kapitalizme entegre edildikçe üretime veya finansa dayalı yatırımlar dâhilinde, ulusötesi yatırımcıların fazla sermayeyi boşalttıkları yeni toplumsal kesimler, emek havuzları ve fırsat alanları temin eden “yeni pazarlar” hâline geldiler. Toplumsal dokunun her bir katmanını ulusötesi sermaye açan neoliberalizm küresel ekonomiyi küresel toplumdan koparttı.

Hâsılı, neoliberal küreselleşme, yetmişlerde kâr ve yatırım fırsatlarındaki azalmayla tanımlı krizi tetikleyen birikim sürecinin önündeki duvarları kaldırdı, sistemin kendi içine ve etrafına doğru genişlemesini sağladı. Burada, küreselleşmeye sebep olan toplumsal güçlerle sınıf arasındaki mücadele belirleyiciydi. Bilim ve teknolojideki gelişmeler de mücadele içerisindeki toplumsal güçleri etkiledi. Bilgisayar ve enformasyon teknolojisindeki devrim yanında teknoloji sahasında yaşanan diğer ilerlemeler sayesinde yeni oluşan ulusötesi sermaye, üretim sahasında önemli kazançlar elde etti, bunun yanında, dünya genelinde emeği yeniden yapılandırdı, esnekleştirdi ve parçaladı.

ABD’de işçilerin üretkenlik düzeyi 1979’dan 2012’ye gelindiğinde iki kat artarken, ücretler olduğu kaldı, hatta ücretlilerin önemli bir bölümünün ücreti azaldı.[4] Ücretlerin azaldığı koşullarda gelirin önemli bir kısmı sermayeye ve tüketim düzeyi yüksek sektörlere aktarıldı, bu sayede belirli toplumsal kesimler daha da büyüdü.

Küreselleşme süreci ilerledikçe dünya genelinde emek sermayeye iki kanaldan daha fazla tabi hâle geldi. Birinci kanal, insanların kitleler hâlinde mülksüzleştirilmesi, marjinalleştirilmesi, küresel ekonomideki üretim sahasının dışına atılmasıyla ilgiliydi. Diğer kanalda ise insanlığın önemli bir kısmı güvencesiz ve sömürü oranı yüksek iş pratiklerine mahkûm edildi. Emek-sermaye ilişkisini daha fazla sömürü elde etmek amacıyla düzene sokanlar, bu kitleleri kendilerine mecbur ettiler.

Bugün dünya genelinde üretim düzleminde dünya nüfusunun üçte biri, üretim araçlarının mülkiyeti yanında bir de anlamlı bir ücretten de mahrum. Küresel kapitalizmin ve küresel krizin hikâyesinin merkezinde tam da bu kesim duruyor: milyarları değilse de yüz milyonları bulan bu kesim geçim araçlarından mahrum, ayrıca artık emek olarak kapitalist üretimden dışlanıyor. “Gecekondular gezegeni”nde ıskartaya çıkartılan bu insanlar, daha gelişkin, daha baskıcı, her yanı kuşatan toplumsal kontrol sistemlerine tabi hâle geliyorlar.

Marx, Grundrisse’de üretimin geliştiği sürecin belirli bir noktasında bilim ve teknolojinin “canlı” insan emeğinden bağımsız (örneğin otomasyon yoluyla) değer üretebilen niteliksel üretim güçleri hâline geleceğini söylüyor.

Yaşanan kriz, ulusötesi sermayeye daha az işçiyle daha fazla üretim yapacağı süreci hızlandırma fırsatı sunuyor. ABD’de 2008 krizi sonrası yayınlanan bir raporda “işçilerdeki üretkenlikten muazzam kazançlar elde eden patronlardan, işsiz sayısının çift haneleri bulduğundan, bunun maliyetlerdeki düşüşle alakalı olduğundan, ekonomideki rahatsız edici küçülme neticesinde yeni işverenlerin ortaya çıktığından” bahsediliyor.[5]

Sermayenin organik bileşimindeki artış, sabit sermaye yatırımıyla ilgili. Burada amaç, sömürü oranını artırmak ve/veya işçideki direnci kırmak. Neticede bu çaba, yeni niteliksel açıdan yeni bir duruma yol açıyor. Bu yeni durumda değer üreten teknoloji, işçi sınıfının önemli bir kısmına ait işgücünü gereksizleştiriyor. Bu, kanaatimce rezerv işçi ordusu olarak bildiğimiz şeyin sınırlarını aşan bir durum.

Toplumsal sınıfla ilgili anlayış dâhilinde marjinalleştirilmiş fazla işçi, üretim araçlarından koptuğu, işgücünden başka satacak bir şeyi olmadığı ölçüde küresel işçi sınıfına mensup kabul edilirdi.[6] İşsiz işgücü olarak bu kesimi Mike Davis “paryalaşmış proletarya” olarak nitelendiriyor.[7] Bu gereksiz işçi ordusu, benim “ölümcül mülksüzleşme-sömürü-dışlanma döngüsü” dediğim tuzağa yakalanmış durumda. Fakat küsurat olarak görülen bu kişiler, sermayenin hiç işine yaramıyor olsa da geniş planda bu fazla işgücü, küresel kapitalizm için çok önemli. Zira bu kesim, her yerde ücretler üzerindeki baskıyı alıyor, küresel emek piyasaları bu sayede hafifletiliyor, emeğin küresel ekonomi genelinde hareket etmesi sağlanıyor. Böylece ulusötesi sermaye, emek piyasasında faal olan kesimleri disipline etme imkânı buluyor. Ayrıca, huzursuzluklar, kendiliğinden isyanlar, işsiz ve marjinalleştirilmiş kesimlerin örgütlü politik mücadeleye girme ihtimalleri sistem için tehdit teşkil ettiğinden bu kesimin kontrol altına alınması ve zapturapt altında tutulması gerekiyor. ABD gibi yerlerde görüldüğü üzere toplumun kıyısına köşesine itilenler, ırk ve etnisite ayrımcılığıyla uğraşmak zorunda kalıyorlar. Bu anlamda, önceden önlem almak adına, bu kesimlerin bir biçimde potansiyel suçlu ilân edilmesi gerekiyor.

Krizler, politik failliğin yapısal açıdan belirleyici unsurlara galebe çalabildiği momentlerdir. Burada toplumsal ve sınıfsal güçlerin dizilimindeki değişiklikler yanında, beklenmedik durumlar ve faillikler de belirleyici rol oynar. Bu anlamda kriz, sermayeye işsizlikten ve çekilen sıkıntılardan mülksüzleştirme sürecini hızlandırmak için istifade etme fırsatı sunar. Bu anlamda, 2008’de yaşanan finansal kriz, önemli bir dönüm noktasını ifade eder.

Berkshire Hathaway isimli holdingin yönetim kurulu başkanı, aynı zamanda dünyanın en zengin isimlerinden biri olan Warren Buffet 2006’da, “Evet tamam bir sınıf savaşı var ama bu savaşı yürüten benim sınıfım, zengin sınıf ve bu savaşı biz kazanıyoruz” demişti.[8]

Görebildiğimiz kadarıyla küresel kriz, çokuluslu şirketlere bu savaşı yoğunlaştırma fırsatı sundu. Kriz yaygınlaştıkça, dünya genelinde tasarruf tedbirlerinin daha kapsamlı bir biçimde uygulanması, emeğin daha fazla esnek kılınması, düşük istihdam ile işsizliğin hızla tırmanması için gerekli koşulları yarattı.

Kriz sayesinde çokuluslu sermaye emekten daha fazla değer emdi, bunu doğrudan sömürüyü yoğunlaştırarak, dolaylı olarak da devlet finansmanı aracılığıyla yaptı. 2008 sonrası dünya genelinde toplumsal ve politik çatışma derinleşti, bu anlamda, AB genelinde genel grevlere ve kitlesel hareketliliklere, Kuzey Afrika’da ayaklanmalara tanık olundu. Küresel finans sermayesine kural ve düzen getirilemediği için gerçekleşen değer kaybının yol açtığı maliyet, emeğin sırtına yüklendi.

William I. Robinson

[Kaynak: Global Capitalism and the Crisis of Humanity, Cambridge University Press, 2014, s. 52-59.]

Dipnotlar:
[1] Richard Freeman, “The Great Doubling: The Challenge of the New Global Labor Market,” Ağustos 2006, EML.

[2] International Labor Organization, Global Employment Trends 2009: The Challenge of Job Recovery (Cenevre: ILO, 2011).

[3] A. Sivanandan, “All That Melts into Air Is Solid: The Hokum of New Times,” Race and Class (I990), 31(I): s. 8.

[4] Economic Report of the President, 2012, Washington, DC: United States Government Printing Office, GOV.

[5] Tom Petruno, “Corporate Giants Awash in Cash as Economy Picks Up,” Los Angeles Times, 24 Mart 2010: AI, A8.

[6] Hardt ve Negri şunları söylüyor: “Proletaryanın bileşimi dönüştü, bu sebeple bizim proletarya anlayışımız da dönüşmek zorunda. […] Proletarya kategorisine kapitalist hâkimiyete tabi ve kapitalistlerce sömürülen herkesi sokuyor oluşumuz bizim proletaryayı homojen veya ayrışmamış bir birim olarak gördüğümüz anlamına gelmiyor. Esasında proletarya farklılıklarla ve katmanlaşmalarla bölünmüş bir olgu. Bazı işçilere ücret ödenirken bazılarına ödenmiyor; bazı işçiler fabrika duvarları arasında çalışırken bazıları sınırsız olan toplumsal alanda dağınık hâlde yaşıyor; bazı işçiler günde sekiz, haftada kırk saat çalışırken, bazıları tüm ömürleri boyunca çalışıyor; bazı işçilere asgari düzeyde değer verilirken bazıları kapitalist ekonominin zirvesi olarak görülüp yüceltiliyor. […] Tüm bu birbirinden farklı emek biçimleri bir şekilde kapitalist disipline ve kapitalist üretim ilişkilerine tabi. Proletaryayı sınıf olarak tanımlayan, bu sermaye içre oluş ve sermayeyi yaşar kılma hâli.” [Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000), s. 53. Yürüttüğüm tartışmadan da görüleceği üzere ben de Hardt ve Negri’deki yeni küresel proletarya anlayışına benzer bir anlayışa sahibim ama ben, bir kişiyi proletarya üyesi olarak tanımlayan şeyin tek başına dolaylı olarak kapitalist sömürüye tabi olmak (s. 52) diyen yazarlara katılmıyorum. Görünüşe göre yazarların anlayışında ufak bir toprak parçasına sahip olan ve küçük ölçekli üretim yapan bir köylü de kapitalist piyasaya bağımlı olduğu ve onun tarafından sömürüldüğü için proleter olarak görülmeli. Ben daha çok küresel işçi sınıfını üretim araçlarından kopartılmış, emeğinden başka satabileceği bir şeyi olmayan herkes olarak tanımlıyorum. Bu “herkes”, işsizleri de çalışan kesimleri de kapsıyor. Burada daha kapsamlı bir anlayış geliştirmek ve halk sınıflarından bahsetmek mümkün. Halk sınıfları, proletarya yanında kapitalist sömürüye doğrudan veya dolaylı olarak tabi olan diğer sınıfları ve toplumsal grupları içeriyor. Benim kitaplarımla Hardt-Negri arasında kimi zaman bağ kuruluyor. Bazı noktalarda benzer şeyler söylesek de bazı önemli hususlarda İmparatorluk’ta dile getirilen tezden uzak olduğumu tespit etmem lazım. Sosyolog Jeb Sprague, aramızdaki yakınlıkları ve farklılıkları şu makalesinde ele alıyor: “Empire, Global Capitalism and Theory: Reconsidering Hardt and Negri,” Current Perspectives in Social Theory (20n), 29: 187-207.

[7] Mike Davis, Planet of Slums, Verso Books, 2006.

0 Yorum: