30 Kasım 2025

,

Saito: Metabolik Yarık ve Küçülmeci Komünizm

Kohei Saito, Tokyo Üniversitesi’nde doçent ve bilgili bir Marksist akademisyen. Kurgu dışı kitap dünyasında çok satan bir kitabın yazarı olamayacağını düşünebilirsiniz. Ama bu, bir yanılgıdan ibaret. Saito’nun Japonca olarak yayımlanan, kapitalizm ve gezegen arasındaki ilişkiyi inceleyen yeni kitabı, Japonya’da büyük ilgi gördü, şimdiden yarım milyondan fazla sattı.

Yakında çıkacak olan İngilizce versiyonunun adı: Marx in the Anthropocene: Towards the Idea of Degrowth Communism [“Antroposende Marx: Küçülmeci Komünizm Fikrine Doğru”]

Kitabın mesajı açık ve net. Kapitalizmin doymak bilmez kâr hırsı, gezegeni mahvediyor ve toplumsal üretimi yavaşlatıp serveti paylaşarak bu hasarı ancak “küçülme” telafi edebilir. İnsanların “yeni bir yaşam biçimi” bulması gerekiyor, bu da kapitalizmin yerine başka bir şeyi koymayı ifade ediyor.

Saito, iklim acil durumuyla mücadelede yaygın olarak kabul gören bazı stratejilere derinden şüpheyle yaklaşıyor. Marx’ın din anlayışına atıfta bulunarak, “Kitabımda söze, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin [SKH’lerin] kitlelerin yeni afyonu olduğunu söyleyerek başlıyorum” diyor. Devamında şu tespiti yapıyor:

“Ekonomik sistemde hiçbir şeyi değiştirmeden salt ekonomik poşet ve şişe satın alarak hiçbir şeyi halledemezsiniz. [...] Bu sürdürülebilir kalkınma hedefleri, sistemdeki sorunun üzerini örtüyor, her şeyi bireyin sorumluluğuna indirgiyor, şirketlerin ve politikacıların sorumluluğunu gizliyor.”

Saito, söze şu şekilde devam ediyor:

“Bugün pandemi, yoksulluk, iklim değişikliği, Ukrayna’daki savaş, enflasyon gibi olgularla tanımlı, çok zor bir durumla karşı karşıyayız. [...] Ekonomiyi büyütüp, aynı zamanda yaşam tarzımızda kökten hiçbir şeyi değiştirmeden sürdürülebilir bir şekilde yaşayabileceğimiz bir gelecek hayal etmek imkânsız. Otuz yıldır ekonomi politikaları başarısız oluyorsa, neden yeni bir yaşam tarzı icat etmiyoruz? Bu arzu, birdenbire ortaya çıktı.”

Saito, hızla tüketilen moda gibi israf edilen ürünlerin seri üretimine ve kitlesel tüketimine son verilmesinin gerekli olduğunu düşünüyor. İngilizcede yayımlanan ve daha çok akademiye hitap eden Antroposende Sermaye adlı eserinde Saito, daha kısa çalışma saatleri ve bakım gibi temel “emek yoğun” işlere öncelik verilmesi yoluyla karbonsuzlaşmayı savunuyor. Saito, aslında “küçülmeci komünizmi” olarak adlandırabileceğimiz yaklaşımı öne çıkartıyor.

Saito’nun mesajı net ve yalın. Görebildiğimiz kadarıyla ilgili mesaj, Japon gençliğinin hayal gücünü ele geçirmiş durumda. Antroposende Sermaye isimli eserini satın alan 31 yaşındaki araştırmacı Jun Şiyota, “Saito, anlaşılması kolay bir hikâye anlatıyor. Kapitalizmin iyi ve kötü yanları bulunduğundan veya onu reform etmenin mümkün olduğundan bahsetmiyor. Sadece tüm sistemden kurtulmamız gerektiğini söylüyor” diyor.

Saito, akademik çalışmalarında John Bellamy Foster ve Paul Burkett’i takip ederek, Yeşiller Partisi ismini taşıyan bazı yapıların yaptığı gibi, Marx ve Engels’in kapitalizmin gezegen ve çevre üzerindeki etkisini görmezden geldiğini iddia etmenin yanlış olduğunu söylüyor. Saito, özellikle Marx’ın tarım ve toprağın tükenmesi üzerine tuttuğu not defterlerinin, Marx’ın ekolojiye olan derin ilgisini ortaya koyan analizi sebebiyle 2018 yılında Isaac Deutscher Ödülü’nü kazanmıştı.

Saito, önceki çalışmasında, yaklaşımının “Foster ve Burkett tarafından savunulan ‘metabolik yarık’ teorisinin bir devamı” olduğunu söylüyor. Saito, kapitalizm koşularında gerçekleşen seri üretim ve tüketimin dünyayı epey etkilediği, bu etkinin ekolojik krizlere yol açtığının bugün oldukça açıkça görüldüğü fikrini savunuyor. Dolayısıyla Marksist teorinin, kapitalizmin ötesinde sürdürülebilir bir toplum öngören net ve pratik bir taleple duruma cevap vermesi gerektiği üzerinde duruyor.

Saito’ya göre, kapitalizmle sürdürülebilir üretim için gerekli maddi koşullar arasında uyumsuzluk söz konusu. Eko-sosyalizm tam da bu görüşü temel alıyor. Kırmızı ve yeşil arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyor.

Saito, Marx’ın kapitalizm koşullarında tarım ile ilgili notlarını ele aldığı önceki kitabında, Marx’ın sermayenin mantığının ebedi doğal döngüden nasıl saptığını ve nihayetinde insanlar ile doğa arasındaki metabolik etkileşimde çeşitli uyumsuzluklara neden olduğunu analiz etmeye çalıştığını öne sürer. Marx bu noktayı, Justus von Liebig’in topraktan mümkün olduğunca fazla besin alıp hiçbirini geri vermeyen modern “hırsız” tarımına -Raubbau’ya (yağma) dair eleştirisine atıfta bulunarak analiz etmiştir. Bu “hırsız tarımı”na sürdürülebilir üretim için toprağın maddi koşullarıyla bağdaşmayan kârı azami kılma dürtüsü yön verir. Dolayısıyla, sermayenin değer kazanmasının mantığı ile doğanın metabolizmasının mantığı arasında büyük bir uçurum, yani insanın çevreyle etkileşiminde “metabolik yarıklar” ortaya çıkar.

“Metabolik yarık” kavramı üzerine yazdığı önemli pasajda Marx, kapitalist üretim biçiminin, “toplumsal metabolizma ile toprağın doğal yasalarının öngördüğü doğal metabolizma arasındaki karşılıklı bağımlı süreçte onarılamaz bir yarık meydan getiren koşullara yol açtığını” söyler. “Bunun sonucunda topraktaki canlılık israf edilir, ticaret, bu tahribatı tek bir ülkenin sınırlarının çok ötesine taşır (Liebig).”

Kapitalist birikimin kapsamının genişlemesiyle metabolik yarık küresel bir sorun haline gelir. Dolayısıyla, Saito’ya göre eko-sosyalizm, ekolojik krizin ve metabolik yarığın kapitalizmin temel çelişkisi olduğunu savunur.

Saito, 1845’te yazdığı Alman İdeolojisi’nde Marx’ın kapitalizm eleştirisinde “ekoloji boyutu”na doğru yolculuğunda önemli bir dönüm noktasına tanıklık edildiğini söyler. Saito, bunun “metabolizma” terimini kullanmaya başladığı ve kavrama dair anlayışını sermayenin genel metabolik eğilimi olarak geliştirdiği zaman gerçekleştiğini düşünmektedir. Saito, Marx’ın sermayenin sürekli büyümesinin yalnızca emeği değil, aynı zamanda kâr arayışı dâhilinde doğayı da sömürdüğünü ve toprağın tahribatına, ormansızlaşmaya ve doğal kaynakların bozulmasının diğer biçimlerine yol açtığını giderek daha fazla fark ettiğini savunmaktadır.

Sermaye, giderek daha fazla değer ve özellikle de artı değer ister. Artı değer, üretimin amacı haline gelir. Böylelikle, kapitalizmden evvel insanlarla doğa arasında var olan metabolik uyum bozulur. Artık ortada kapitalizmin neden olduğu metabolik bir yarık söz konusudur.

Bugünlerde bu “metabolik yarık” teriminin kullanılmasının yararlı olup olmadığı konusunda bir tartışmaya tanık oluyoruz. Benim gibiler, bu terimin kapitalizmden önce doğa ile insan arasında belirli bir metabolik denge veya uyumun olduğu imasında bulunduğunu söylüyorlar.

Yarıklara ve kopuşlara yönelik her türden vurgu, esasen kapitalizmin doğa ile insan arasında belirli bir uyum veya denge olduğunu varsaymak gibi bir riski ihtiva ediyor. Oysa doğa, insanlar ortada yokken de dengede değildi.

Marksist paleontolog Stephen Jay Gould’un ifadesiyle, doğa “kesik kesik gerçekleşen dengeler” dâhilinde sürekli değişir, evrimleşir. Bu değişimde Kambriyen patlaması türünden momentlerde birçok tür evrimleşirken diğerleri yok olur. Sinema filmlerinde ne anlatılırsa anlatılsın, dinozorların egemenliği ve nihai yok oluşlarının insanlarla hiçbir ilgisi yoktur.

İnsanlar, gezegendeki koşulları veya diğer türlerin koşullarını dikte etme konumunda hiçbir zaman olmadılar. “Doğa”, insanlar için çevreyi belirler ve insanlar doğada hareket eder. Marx’ın dediği gibi:

“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar altında yapmazlar, bunu doğrudan doğruya karşılaştıkları ve geçmişten miras aldıkları koşullar altında yaparlar.”

Marx’ın, kapitalist üretimin toprağı soymasından bahsettiği doğrudur. Marx, Kapital’in birinci cildinin makinelerle ilgili on beşinci bölümünde şunları söyler:

“Üstelik, kapitalist tarımdaki her ilerleme, yalnızca işçiyi soyma sanatında değil, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; toprağın verimliliğini belirli bir süre için artırma yönündeki her ilerleme, o verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerlemedir. Bir ülke, gelişiminin arka planı olarak büyük ölçekli sanayiden ne kadar çok yararlanırsa bu yıkım süreci o kadar hızlı olur. Dolayısıyla, kapitalist üretim, yalnızca tüm zenginliğin asli kaynaklarını, toprağı ve işçiyi aynı anda zayıf düşürerek, toplumsal üretim sürecinin tekniklerini ve birleşim derecesini geliştirir.” (Marx, 1995 [1887])

Saito, “Marx’ın politik ekonomi eleştirisi, eğer tamamlanmış olsaydı, insanlık ve doğa arasındaki ‘metabolik etkileşim’in bozulmasının kapitalizmin temel çelişkisi olduğunu çok daha güçlü bir vurguyla dile getirirdi” diyor. Bu, Saito’nun görüşü. Peki Marx’ın görüşü neydi?

“Metabolik yarık”, gerçekten de kapitalizmin temel çelişkisi midir? Bana göre Saito, bu iddiayı haklı çıkaracak tek bir gerekçe bile sunmuyor.

Marx’a göre kapitalizm, soygun veya mülksüzleştirme sistemi değil, kâr amaçlı üretimde işgücünün “acımasızca sömürüldüğü” bir sistemdir. Marx’a göre, kapitalizmde tarım, emeği sanayiyle aynı şekilde sömüren bir sektördür. Marx, tarımdaki azalan getiriler nedeniyle sermayenin kârlılığının düşme eğiliminde olduğunu ileri süren Rikardocu teoriyi reddetmişti. Marx’ın geliştirdiği kâr oranının düşme eğilimi yasası, sermayenin “organik” bileşiminin (ki Saito’nun da öne sürdüğü gibi bu “organik” kelimesi muhtemelen Liebig’den alınmıştır) artmasına bağlıydı; burada makine ve doğal malzemelerin maddi değeri, işgücünün sömürülmesine kıyasla maliyet olarak artar. Ancak Saito’nun vardığı sonucun aksine, Marx, Liebig’in kapitalizmin sınırlarına ilişkin toprağın tükenmesi teorisini de nüfusun gıda ile insan yaşamı için gerekli olan şeylerin bulunabilirliğini aşacağı yönündeki örtük Maltusçuluğu da redde tabi tutuyordu.

Saito’nun kitabının alt başlığı “Küçülmeci Komünizm Fikrine Doğru”. Küçülmeci yaklaşım, birçok çevreci ve solcu arasında giderek daha popüler hale geliyor. Küçülmenin önde gelen savunucularından Jason Hickel, kavramı şu şekilde tanımlıyor: “Küçülmede amaç, küresel ekonominin maddi ve enerji çıktısını azaltmak, kişi başına düşen tüketim seviyeleri yüksek olan, yüksek gelirli ülkelere odaklanmaktır.”

Bugün bu husus, kapsamlı bir tartışmanın konusu: eski Dünya Bankası baş ekonomisti ve küresel eşitsizlik uzmanı Branko Milanoviç de aynı meseleyi ele alıyor.[1] Eleştirisinde Milanoviç, zengin ülkelerdeki birikim sürecini ve GSYİH’deki artışı durdurarak hatta azaltarak, gelir ve serveti küresel Güney’e yeniden dağıtma önerisinin iktisadi açıdan mantıksız, politik açıdan uygulanamaz olduğunu savunuyor. Hickel gibi küçülmecilik yanlıları, Milanovic’in ekonomik büyümeye “körü körüne iman ettiğini”, bu sebeple küçülmeci yaklaşımı yanlış yorumladığını söylüyorlar.[2] Okurlar, argümanları değerlendirsinler diye ilgili yazıların linklerini dipnotta paylaştım.

Şimdilik şunu söylemek yeterli: Kapitalizmde sırf biriktirmek için biriktirilir. Burada amaç, daha fazla yatırım yapıp daha fazla kâr elde etmektir. Birikim süreci, plansız ve tümüyle şirket kârlarına dair çıkarları için işler.

Peki, artan üretimin kontrolü işçilerde olduğunda, kendimiz için hayatı daha iyi ve kolay, dünya ve sakinleri için daha sürdürülebilir kılmak adına üretici güçleri geliştirip büyütmeyecek miyiz? Özellikle “yeşil” üretici güçleri, örneğin daha fazla (ve daha iyi) okul, toplu taşıma vb. inşa etmek için geliştirmeyecek miyiz? Sosyalistler, eskiden sömürge olan dünyada üretici güçlerin gelişimine yardımcı olmak suretiyle, emperyalizmin yol açtığı geri kalmışlığı ortadan kaldırmaya çalışmamalı mı?

“Ancak tüm cimriliğine rağmen, kapitalist üretim, insana ait materyali her yönden israf eder. Aynı şekilde kapitalist üretim, insana ait ürünleri ticaret yoluyla dağıtır, rekabet tarzıyla maddi kaynakları alabildiğne israf eder. Bu da neticede bireysel kapitalistin kazanmasına, ama toplumun kaybetmesine neden olur.” ( Marx)

İşçi sınıfının israfçı ve çevresel açıdan sürdürülemez olan tüketim alışkanlıklarını üreten, “kişisel” tercihler değil, sistemdir.

Oysa küçülmeci fikriyatı savunanlar, ekolojik çöküşten kaçınmak istiyorsak, gezegenin insanların aşamayacağı “mutlak sınırları”, “sabit bir taşıma kapasitesi” olduğu gerçeğinin görülmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu görüşün sahipleri, toplumsal olarak üretilen sınırlar ile doğal sınırlar arasında bir ayrım yapmıyorlar. Ancak doğanın değerini azaltmak, türleri yok etmek ve gezegenin atmosferini yokoluşa sürüklemek, sistemin dışından gelen varoluşsal bir tehditten değil, kapitalist üretim biçiminin kendisinde bulunan çelişkilerden kaynaklanıyor.

Artan kirlilik ve çevredeki bozulma oranları, kapitalistlerin çevre pahasına kâr peşinde koşmaları nedeniyle artıyor, teknolojilerin kendisinden değil. Sosyalistler, üretim araçları ile kapitalizmdeki kullanımları arasında ayrım yapmak zorunda.

Sosyalist bir küçülme senaryosunda amaç, ekolojik olarak yıkıcı ve toplumsal olarak daha az gerekli olan üretimi (bazılarının ekonominin değişim değeri olarak adlandırabileceği kısmı) azaltmak, aynı zamanda insan refahı ve ekolojik yenilenme etrafında örgütlenen ekonominin kısımlarını (ekonominin kullanım değeri kısmını) korumak, hatta geliştirmek olacaktır.

Saito, insanlar ve doğa arasındaki diyalektik çelişkinin sona erdirilmesinin, belirli bir düzeyde uyum ve ekolojik denge sağlanmasının ancak kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını söylerken haklı. Engels’in 1896 tarihli Doğanın Diyalektiği isimli eserinde dediği gibi, “Bu kontrolü sağlamak için salt bilgiden daha fazlasına ihtiyaç var.” Bilim yeterli değil. “Kontrolü sağlamak, bugüne kadarki üretim biçimimizde ve onunla birlikte, tüm çağdaş toplumsal düzenimizde tam bir devrimin gerçekleşmesini gerektiriyor.”

Michael Roberts
27 Kasım 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Branko Milanovic, “Global Inequality”, 18 Kasım 2017, Blog.

[2] Jason Hickel, “Why Branko Milanovic is Wrong about De-Growth”, 6 Aralık 2017, Resilience.

[3] Frederick Engels, Dialectics of Nature, 1896, MIA.

0 Yorum: