Bazıları,
Manifesto’nun yazarı Marx’ın, Liebig’in topraktaki değer kaybı
meselesini ele almak suretiyle Kapital’de karşımıza “ekoloji”yle alakalı
biri olarak çıktığını iddia ediyorlar. Ama bu iddianın sahipleri, Marx’taki Aristocu-Hegelci
doğa teorisini görmezden geliyorlar. Bu tür fikirlerin, akademiye hapsolmuş
Marksolojinin en berbat biçimi olduklarını söylemek gerekiyor.
Kohei
Saito’ya göre, Marx’ın Kapital’de dile getirdiği metabolizma teorisi bir
“kopuş”u ifade ediyor. Saito, bu anlamda Marksist külliyattaki yorumlama tekniğini
kötüye kullanıyor.
Saito,1840’larda
Marx’ın ileride geliştireceği teori için gerekli felsefi temelleri atmaya
çalıştığını görmüyor.
Hegel’i
takip eden Marx, Paris Elyazmaları’nda insan aklının doğanın özbilince
taşınmış hali olarak kavrıyor. Bu anlamda Marx, başından beri doğayla insan
aklını “bir tutuyor.” Buradan da doğadaki değer kaybını önemli görüyor çünkü
bizdeki değer kaybını önemsiyor.
Marx,
sermayenin “doğayı, bizim hayatımızı sürdüren ve geliştiren sürecin parçasından
çok bize hâkim olan dışsal bir nesneye, işçiye karşı gelen yabancı bir âleme
dönüştürdüğünü” söylüyor.
“Doğa, insanın bedenidir. Ölmek
istemiyorsa insan doğayla sürekli bir münasebet içerisinde olmalıdır. Metabolizmamızın
doğayla kurduğu karşılıklı ilişki, bizim doğaya yabancılaşmamız neticesinde
kopar, böylelikle ‘bedenimiz’ çürümeye başlar.”
Marx’ın
1860’ların başında topraktaki değer kaybına dair görüşleri okuduktan sonra kendisinde
varolan “üretimciliği” aştığını söyleyen, sonrasında akademide geliştirilmiş olan
görüş, Marksoloji sahasındaki Hegelcilik karşıtlığından kök almaktadır.
Oysa
Marx, 1860’larda değil, yirmi yıl öncesinde yaptığı Aristo ve Alman
idealistlerine ait eserlere yönelik okuma neticesinde bir “metabolizma teorisi”
geliştirmeye başlamıştır. Bahsi geçen eserlerin sahipleri, Marx’ın da aşina
olduğu kapsamlı bir metabolizma teorisi geliştirmişlerdir.
Bazen
cehalet, bilimsel ilerleme kısvesine bürünebiliyor. Marx’ı küçülmeci bir yerden
okuyanlar, bu türden bir cehaletle düşünüp konuşuyorlar. Asıl mesele, Marx’ın
teoriyi ne vakit geliştirdiği değil, teorinin niteliği.
Kohei
Saito, temelde ikilikçilik, doğa-insan ikiliği üzerinden bir okuma
gerçekleştiriyor: doğanın insan faaliyetlerinin karşısına dışsal bir sınır
çıkarttığını, elimizdeki sınırlı, sonlu kaynağı özenle ve dikkatle işlememiz
gerektiğini söylüyor. Oysa Marx, bu konuda farklı bir görüşe sahip: O, bizim doğa
olduğumuzu, doğanın dışsal sınır değil, içsel koşul olduğunu söylüyor.
Yani
burada mesele, kendimizi dışarıdan dayatılmış bir sınıra uyarlamamız değil,
kendimizi tutarlı, rasyonel ve demokratik bir tarzda, verili koşullara adapte
edip bizi geliştirecek o koşulları kabul etmek suretiyle gerçekleştirmemiz.
Jensen Suther
12 Haziran 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder