Haziran 1943’te Cezayir’de çıkan Nasr [“Zafer”] dergisinde yayınlanan afiş. Altında “Allah’a ant olsun,
tüm dinlerin düşmanı gamalı haçla mücadele edeceğiz” yazılı. Kılıcı sallayansa Selahaddin Eyyübi.
Müslümanlar Nazilerle Neden Mücadele Etmeli?
Giriş
“İslamofaşizm”,
son dönemde geliştirilmiş ve zihinlerde kökleşmiş bir kavram. Bu kavram,
zamanla, dünya genelinde gelişen İslami cihadizmi tanımlayan ve açıklayan
akademi ve akademi dışı söylemle bütünleşmiş terminolojinin bir parçası haline
geldi.
Otuzlarda
ve 1933-1945 arası dönemi kapsayan İkinci Dünya Savaşı süresince Mısır ve
Ortadoğu’daki Müslümanlar, bu terimi bilmezlerdi. İslam ve faşizm ya da İslam
ve Nazizm birbirlerine karşıt olgular olarak görülürlerdi. Bugün İslami düşünce
olarak anılan şeyi temsil eden ya da İslami hareketlere sözcülük yapan birçok
Arap aydını ve yazar, bu İslam ve faşizm gibi birbirinden çok farklı öğretileri
ve yaşam tarzlarını bir araya getirmenin akla mantığa aykırı olduğunu
düşünürlerdi. Bırakalım “İslamofaşizm veya “faşist İslam”dan bahsetmeyi, İslam
ve faşizmi uyumlu kılacak her türden çaba hemen aforoz edilirdi.[1]
Muhammed
Necati Sıtkı, bu Nazi karşıtı eğilime hakiki bir sesle katkı sunuyor. Sıtkı, Nazizme
yönelik İslami eleştirisi dâhilinde, özgün bir yaklaşım sergiliyor. Ama onun
istisnai bir isim olmadığını bilmemiz gerekiyor. Aslında Sıtkı’nın eleştirisi,
yaygın olarak görülen ana eğilimin düşünsel bir ifadesi.
Takalidü’l-islâmiyye
we-l-mabâditü’l-nâziyye: hal tattafiqân? (“İslami Gelenekler ve Nazi
İlkeleri Uzlaşabilir mi?”] isimli kitabında Sıtkı, Nazizmi tümüyle ve kesin
olarak reddediyor. Kitapta Sıtkı, Nazizmin İslam’ın savunduğu, temsil ettiği ve
yaptığı her şeye karşı olduğunu söylüyor. Kitabın ismi üzerinden sorduğu soruya
net bir cevap veriyor: bu iki öğreti asla uzlaşamaz, birbirleriyle asla uyumlu
olamaz.
Sıtkı’ya
göre, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde Nazilerin değerleri, ilkeleri ve
uygulamaları İslami değerlerle, kurallarla ve uygulamalarla çelişiyor, onları
redde tabi tutuyor. Sıtkı, iki tarafı uzlaştırma veya uyumlu kılma çabasının
kimseye bir şey kazandırmayacağını, bu ilişkinin hiçbir veçhede veya boyutta
kurulamayacağını söylüyor.[2]
Filistin’de
dünyaya gelen Muhammed Necati Sıtkı (1905-1979) Kudüs, Cidde, Kahire ve Şam’da
yaşadı. Yirmilerin sonundan itibaren başlayan o uzun entelektüel kariyeri
boyunca Filistin’de ve Arap dünyasında önemli bir düşün emekçisi ve yayıncı haline
geldi. Romanlar yazdı, gazetecilik yaptı, Avrupalı ve Amerikalı kimi önemli
romancıların romanlarını Arapçaya çevirdi, edebiyat eleştirmenliği, edebiyat
tarihi ve politik yorumculuk alanlarında kalem oynattı.
Yirmilerin
başında Filistin komünist hareketiyle ilişki kurdu, muhtelif faaliyetlere
iştirak etti. Filistin’deki komünist grupların etkisiyle Moskova’ya gitti. 1925-1928
arası dönemde Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) yoğun bir eğitim
gördü. Sonrasında Filistin’e dönen Sıtkı, 1929’da Filistin Komünist Partisi
(FKP) üyesi oldu, yirmilerin sonunda ve otuzların başında partinin politik
faaliyetlerinde yer aldı. Bu faaliyetlerinin neticesinde, otuzlarda Sıtkı, Suriye
ve Lübnan’daki komünist liderler ve eylemcilerle temas kurdu.
Otuzların
sonunda İspanya’daki iç savaş sürecine katıldı. Cumhuriyetçilere ve onların Franco’nun
başında olduğu Kralcılara karşı mücadelesine destek veren Sıtkı, Cumhuriyetçilerle
birlikte gönüllü olarak savaştı. 1936’da kendisine Komintern’in ve İspanya
Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin emriyle özel bir görev verildi. Bu görev,
Franco ve faşist birliklerle mücadeleleri için Faslı askerlerin seferber edilmesiyle
ilgiliydi.
1938
yılı boyunca beş ay süreyle İspanya’da kalan Sıtkı, Franco’ya karşı sürdürülen
askeri mücadeleye aktif olarak katıldı. Bu dönem boyunca faşizme karşı savaştı.
Beyrut ve Kahire’de yayımlanan kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, Lübnan ve
Suriye’de kaldı.[3]
Esasında
Sıtkı, bildiğimiz türden bir İslami düşünür değil. O, Filistin, Suriye hatta
belki de Mısır’da komünist çevrelerle bağı bulunan bir isimdi. Ondaki
antifaşist duruş, komünist dünya görüşünün ve bu davaya bağlılığının bir ürünü.
Bu anlamda, yirmili yıllarda komünist olan, ama sonra ünlü Kıpti düşünür
Selamet Musa gibi sosyalist dünya görüşünü benimseyen Abdullah İnan’a benziyor.
Musa’nın Fabyusçu sosyalist olarak Nazizmi hem tektanrılı dinlerin hem de Aydınlanmaya
ait değerlerin ve ideallerin “mutlak antitezi” olarak gördüğü biliniyor.[4]
Sıtkı’nın
Mısır’a olan yakınlığı da açıktır. Kitabında bu ülkeye oldukça aşina olduğunu
belirttiği için, kendisinin bir süre Mısır’da yaşamış olduğuna hükmedebiliriz.
İngiliz-Mısır ilişkileri hakkındaki bilgisini ortaya koyan Sıtkı, savaş
sırasında Mısır’ın iç politikasına büyük ilgi gösterir. Bu ilgi, kitabın
sonunda yer alan özel ekte, Avrupa’da yoğunlaşan savaş ve bunun Mısır ve Ortadoğu
üzerindeki olası etkisini arka plan olarak ele alan, 1940 yılının Nisan ayında
Mısır’da meydana gelen önemli bir siyasi olayı kapsamlı bir şekilde tartıştığı
bölümde açıkça görülmektedir. Bu tartışma, Sıtkı’nın savaşa ilişkin tutumuna
ışık tuttuğu ve onu daha iyi tanımamıza yardımcı olduğu için önemlidir. Sıtkı’nın
kitabı, bu olaydan birkaç hafta sonra yayımlanmıştır. Ek bölüm, “Vefd Partisi’nin
Bildirisi” başlığını taşımaktadır.[5]
Burada
bahsi edilen bildiri, o dönemde muhalefette olan, Mısır siyasetinin güçlü milliyetçi
partisi Vefd’in Nisan ayı başında İngiliz Büyükelçisi Miles Lampson ve İngiliz
Dışişleri Bakanı Lord Viscount Halifax’a sunduğu ünlü bildiridir. Bu belgede Vefd,
savaşta Mısır ve İngiltere arasındaki ilişkilerle ilgili tutumunu ortaya koyuyordu.
Parti, İngilizlerin savaş çabalarına destek verdiğini, Mısır ve İngiliz
orduları arasında işbirliği yapılmasını istediğini ifade etti. Ancak Vefd, bu
işbirliği için bir dizi koşul öne sürdü. Bunların en önemlisi, “tüm İngiliz
kuvvetlerinin Mısır’dan derhal çekilmesi” ve İngiliz askerlerinin yerini Mısır
askerlerinin alması ile ilgili koşuldu (Kitabında Sıtkı, Vefd’ın savaş sonrası
döneme ilişkin talebini biraz yanlış aktarmaktadır). Buna ek olarak, Vefd,
sansür dâhil olmak üzere, sıkıyönetim yasalarının derhal kaldırılmasını, Mısır
hükümetinin Mısır pamuğunu (İtalya ve Almanya dâhil) “savaşan veya tarafsız tüm
ülkelere” ihraç etmesine izin verilmesini talep etti. Ayrıca, Vefd, İngiltere’nin
savaş sonrası Mısır’ın uluslararası düzenlemeleri belirleyecek uluslararası
barış konferansına katılacağına dair söz vermesini istedi. Son olarak, Vefd,
İngiltere’nin Mısır’ın Sudan üzerindeki tüm haklarını tanıması, yani Mısır’ın
Sudan’ın kendisinin ayrılmaz bir parçası olduğu yönündeki tarihi iddiasını
kabul etmesi yönündeki geleneksel talebini yineledi.[6]
Sıtkı,
Dışişleri Bakanı Halifax’ın Vefd’in bildirisine verdiği öfkeli ve olumsuz cevabı
aktarır. Sıtkı, bunu her Mısırlı ve Arap vatanseverin “derinlemesine incelemesi
[...] ve bundan doğru dersleri çıkarması gereken oldukça önemli bir cevap”
olarak değerlendirir.
İngiliz
Dışişleri Bakanı’nın cevabının metni 5 Nisan 1940 tarihinde Ahram
gazetesinde yayınlandı. İngiliz Dışişleri Bakanı (Başbakan Ali Mahir ile
istişare halinde), Vefd lideri Mustafa Nahhas’a doğrudan hitap ederek, Vefd’in
taleplerini kesin bir dille reddetti. Bu talepleri, Mısır’daki iç siyasi
mücadelelerin (Vefd’in Mahir hükümetine karşı güçlü muhalefetinin) bir ürünü
olarak gören bakan, bu türden taleplerin İngilizlerin savaş konusunda ortaya
koydukları çabalara ters düştüğünü, hatta bu çabaları engellediğini
düşünüyordu. Halifax, Vefd’i tarafgir bir sekterlikle, “Büyük Britanya’nın
Mısır’ı ve Mısır’ın bağımsızlığını en az kendisi kadar etkileyecek bir savaşı
yürüttüğü koşullarda Mısır iç siyasetinde kendince bir rol üstlenmeye dönük
[aptalca] bir girişim” içine girmekle suçladı.
Nahhas’ı
da sert bir dille eleştiren Halifax, düşman olan Nazi Almanyası’nın zaferinin
Mısır’ın bağımsızlığı ve demokrasisi ile ilgili tüm imkânları ortadan
kaldıracağını söylüyordu. Halifax, Nahhas’tan bu zorlu savaş döneminde ulusal
sorumluluk göstermesini ve Nazizme karşı zafer kazanmak için İngiltere’nin
savaş çabalarına destek vermesini talep etti. Bu zafer, Mısır için de bir zafer
olacak ve bunun ötesinde, Mısır’ın bağımsızlığı ve demokrasisinin garantisi
olacaktı. Halifax, “Küçük ulusların barışı için savaşıyoruz” diyerek, Nahhas’ın
İngiltere’nin Mısır’ı “küçük bir ulus” olarak koruduğunu anlaması gerektiğini sözlerine
ekledi. Bakana göre İngiltere, bu koruma faaliyetini, savaş zamanında Mısır ile
ilişkilerini yönetmek, ayrıca altında “Nahhas’ın da imzasının bulunduğu” 1936
tarihinde İngiltere ile Mısır arasında imzalanmış ittifak anlaşmasına sıkı
sıkıya bağlı kalmak suretiyle icra ediyordu.[7]
Elbette
Sıtkı, Halifax’ın pozisyonuna verdiği ateşli desteği vurgulamak için bu olaydan
alıntı yapıyor. Bunu yaparken, Mahir hükümetinin ve Vefd bildirisini şiddetle
kınayan (Vefd’den kopan) Saadi partisi gibi Mısır’daki diğer siyasi güçlerin
tutumunu da ifade ediyordu. İlkesel açıdan Vefd’in Mısır’ın kurtuluşu ve
bağımsızlığına yönelik milliyetçi talepleriyle özdeşleşse de, Vefd’in
zamanlamasının yanlış olduğuna, savaş zamanında partinin İngiltere’nin yanında
durması gerektiğine inanıyordu.
Sıtkı,
Vefd’in pamuğun en yüksek teklifi verene satışına izin verecek olan “ticari
özgürlük” talebinin, Müttefiklere karşı kasıtlı olarak kışkırtılan “tuhaf” ve
haksız bir talep olduğunu yazdı. Mısır’ın “İngiltere ile Dostluk Antlaşması”
uyarınca “Müttefiklerin müttefiki” olduğunu kaydetti. Hâlâ tarafsız olan ABD
bile, Müttefiklere lojistik ve ekonomik yardım sağladığı için kendisine böyle
bir “ticari özgürlük” tanımıyordu. Daha da önemlisi, Sıtkı, “İngiliz güçlerinin
en korkunç savaşın yaşandığı sırada Mısır topraklarından derhal tahliye
edilmesi talebi [...] aşırı, mantıksız bir taleptir” diyordu. Ayrıca, Halifax’ın
cevabında açıkladığı gibi, İngiltere, “zayıf ulusların” tek koruyucusuydu ve
savaşta elde edeceği zafer, bu halkların bağımsız uluslar olarak varlıklarının
tek garantisiydi. Onlar için İngiltere’nin zaferi veya yenilgisi, var olmak ya
da olmamak demekti.
“Mısır,
cılız güçleriyle Hitler veya Mussolini’nin modern, iyi donanımlı ordularına
karşı dayanabilir mi? Mısır, Etiyopya’nın, Arnavutluk’un, Çekoslovakya’nın veya
Polonya’nın başına gelenlerden hiç ders çıkartmadı mı? Kendisini korkunç bir
felakete mi sürüklemek istiyor yoksa?” diye soran Sıtkı, hükümete karşı
mücadeleleri ve muhalefet karşısında duyduğu hayal kırıklığı ile Nahhas’ın sorumsuzlukla
ve sadakatsizlikle hareket ettiğini düşünüyordu. Vefd’in bildirisine yönelik
itirazını ve İngiliz dışişleri bakanının sert cevabına sunduğu desteği tekrar ifade
eden Sıtkı, “Mısır’a olan sevgisi”ni dile getiren, “Mısır’ın Arap coğrafyasının
lideri olduğunu” söyleyen Sıtkı, “Mısırlı liderlerden tarihsel sorumluluklarını
yerine getirmelerini” istedi.[8]
Şurası
açık ki “Vefd Partisi’nin Bildirisi” başlıklı ek bölüm, Sıtkı’nın kitabını İngiltere’yi
destekleme konusunda Arap Müslüman âlemde ortaya konulan çabaya bir katkı olarak
gördüğünü ortaya koymaktadır. Zamanın kritik olduğunu anlayan Sıtkı, bu
çalışmasıyla herkesi birlikte hareket etme konusunda yüreklendirmeye
çalışıyordu.
“Bu kitabı yayımlıyorum,
çünkü Doğu’ya yönelik bir hizmet olarak ve tüm Müslümanlar ile İngiltere ve
Fransa’nın iki asil halkı arasındaki manevi ve maddi bağları güçlendirmek istiyorum.”
Diğer
bir deyişle, Sıtkı’nın görüşüne göre, İngiltere’ye (veya Fransa’ya) karşı
sömürgeci bir kurtuluş mücadelesinin, “nihai düşman” olarak Nazilerin ve
faşistlerin yenilgiye uğramasına dek beklemesi gerekiyordu. Sıtkı, savaşta İngiltere’nin
zaferini sağlamak için tüm Müslüman ve Arap güçlerini seferber etmenin acil bir
ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.[9]
Sıtkı’nın
kitabının 1940 yılı Mayıs ayının başında yayımlanmış olması, onun pozisyonu
konusunda bize bir bilgi vermektedir. O dönemde, Hitler’in savaştaki
kazanımları zirveye ulaşmıştı. Başarıdan başarıya koşan Hitler, Hollanda ve
Belçika’yı fethetmek üzereydi, ayrıca Fransa’ya saldırı düzenlemeye
hazırlanıyordu. Bu gerçeklik, herkese onu ve Nazi Almanyası’nı durdurmanın
artık mümkün olmadığını düşündürmekteydi. Bu bağlamda, Sıtkı “milyonlarca
Müslümanın ve Doğulunun kulağına ulaşması gereken [...] insani ve ulusal bir
mesaj” olarak gördüğü kitabını yayımladı. Kitap, “dünyanın yaşamakta olduğu bu
kritik saatte onların yolunu aydınlatmayı” amaçlamaktaydı. Kendisinin hiçbir
siyasi çıkar ya da partiye hizmet etmediğini söyleyen Sıtkı, “Nazizm
meselesini, hakiki demokrasi ruhuyla hareket eden, kalemini Arap milletinin ve
vatanının hizmetine sunmuş Müslüman bir Arap olarak araştırdığını” söylüyordu.
Sıtkı’nın
aktardığına göre, onun Nazizme yönelik itirazı ve yürüttükleri mücadele savaşın
patlak verdiği gün başlamamıştı. Kitabında Sıtkı, Nazi Almanyası’nı “Führer”in
1933 başlarında iktidara geldiği günden beri sert bir dille eleştirdiğini
söylüyordu. Ta o günlerden Nazizmin Müslümanlar ve tüm insanlık için bir
tehlike arz ettiğini görmüştü.
“Aydınların,
yazarların ve şairlerin hayatlarını zulme karşı her yer ve mekânda verilen
mücadeleye adama yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olduklarını” söyleyen
Sıtkı, “Nazi diktatörlüğünden daha korkunç ve daha çirkin bir zulüm düzeni var mıdır?”
diye soruyordu.
Sıtkı
kitapta, Arap aydınlarına Nazilere karşı topyekûn savaş yürütmeleri çağrısında
bulunuyordu. Aynı zamanda Sıtkı, Avrupa’da Nazilerle Müttefik orduları
bünyesinde mücadele eden ve öldürülen yüz binlerce Müslüman ve Doğulu askerin olduğunu
söyleyen Sıtkı, “kitabını Doğu’nun Avrupa’da Batı cephesinde savaşan evlatlarına
ithaf ettiğini” dile getiriyordu.[10]
Peki
Sıtkı’nın kitabının, savaş sürecinde Fransa ve İngiltere’nin kullandığı
propaganda aygıtının bir parçası olduğunu söyleyebilir miyiz?
Sıtkı’nın
kararlı İngiliz yanlısı tutumu kimi şüphelere yol açabilir. Kitapla ilgili kısa
değerlendirmesinde Götz Nordbruch, bu olasılığı temkinli bir şekilde gündeme
getirir, ancak bunu destekleyecek kesin bir kanıt sunamaz. Böylesi bir kanıtı
ben de bulamadım. Daha önce belirtildiği gibi, Sıtkı’nın ana argümanları ile
metnin içeriği ve temaları, İslam veya İslamcı söylemde ya da çağdaş liberal
veya sosyalist söylemde hiç de sıra dışı değildi. Bilâkis, bu söylemleri
sadakatle yansıtıyordu; yani, Nazizmin İslam ve tevhid düşmanı olduğu,
aralarında bir uzlaşmanın olamayacağı görüşünü pekiştiriyordu. Sıtkı'nın
kitabının tüm bölümlerinin dayandığı ana konu olarak Arapların savaşın kritik aşamasında
İngiltere ve Fransa’ya karşı yürüttükleri meşru sömürgecilik karşıtı mücadelenin
İngiltere ve Fransa, faşizme ve Nazizme karşı zafer elde edilene kadar
ertelenmesi gerektiği, birçokları tarafından paylaşılan bir görüştü. Ayrıca, hatıratta
aktarıldığına göre, Fransız yönetiminin zulmüne maruz kalan Sıtkı, İngilizlerle
yakın bir ilişki içerisinde değildi.
Gerçekten
de, Sıtkı’nın kitabı, kamu alanında özellikle Mısır’da hâkim olan faşizm ve
Nazizm karşıtı söylemle örtüşmektedir. Mısır’ın kitapta önemli bir rol oynaması
şaşırtıcı değildir. Görünüşe göre Sıtkı, Mısır’daki okuyucuları kitabı için en
büyük hedef kitle olarak görmekteydi.
Sıtkı’nın
kitabı, ikna edici bir şekilde yazılmış, açıkça öğretici bir nitelikte ve
ortalama bir Müslümana hitap etmektedir. Sıtkı Müslüman okura, Nazizme ve
Hitler’e neden karşı çıkılması gerektiğine dair eğitici bir açıklama sunar ve
onlara karşı savaşılması gerektiğini belirtir.
“Hiç
şüphe yok ki İslam’ın ruhu, siyasi rejim, toplum, aile, ekonomi, eğitim ve
kişisel özgürlük gibi düzlemlerde Nazizmin tüm ilkelerine bütünüyle karşıttır”
diyen Sıtkı’ya göre kitap, tüm bölümleriyle, “bütünüyle karşıtlık” vurgusunu
yapmayı ve İslam ile Nazizm arasında herhangi bir uyum sağlama olasılığının
olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Sıtkı, kitabında “insani” ve “tektanrıcı”
İslam ile “hayvani” ve “putperest” Nazizm arasındaki karşıtlıkları ve çatışkılı
yanları içeren uzun bir liste sunmaktadır.
A.
Müslüman, Irkçı Olduğu İçin Nazizmle Dövüşmek Zorundadır
Sıtkı,
kitabın başında Nazizmi İslam’ın bir “düşmanı” kılan ana unsur olan ırkçılığa
işaret ediyor. Sıtkı’nın Mein Kampf’ı ve Alfred Rosenberg’in yazılarını
derinlemesine okumuş olduğu, ayrıca Joseph Goebbels’in propagandasını dinlemiş
olduğu ortaya çıkıyor. Bu metinler hakkında derin bilgiye sahip olduğunu ortaya
koyan Sıtkı, ırkçı doğalarını vurgulamak, ırkçı fikirleri ve ırkçı bir eylem
planını teşvik etme niyetlerini belirtmek için onlardan sık sık alıntı yapar.
Bu
noktada Sıtkı, ilgili metinleri Kur’an, Hadis, Muhammed Abduh’un, Cemaleddin Efgani
ve Mustafa Kâmil gibi isimlerin eserleri, ayrıca ideolojik yakınlık duyduğu,
genel manada liberal ya da modernist reformist Müslüman düşünürlerin
çalışmalarıyla kıyaslar. Bu çalışmaların evrensel ve ırkçılık karşıtı fikirleri
dile getirdiğini, uygulamalara imza attığını söyler.
“Nazi
ırkçılığı”nı analiz eden Sıtkı, Nazi partisinin benimsediği programatik
metinlere değinir, bunların 1933 yılından itibaren Almanya’daki Nazi rejimi
tarafından uygulanan sistematik ırkçı yasalar ve düzenlemelerle nasıl uygulamaya
konduğu üzerinde durur. Nazilerin ırkçılık teorisinin, Alman Ari ırkının
saflığı ve üstünlüğü kültüne dayandığını açıklar. Bu üstünlük, ırkın saflığına,
saflık da ırkın üstünlüğüne bağlıdır: üstün olabilmek için Alman ırkının,
üstünlük ve egemenliğini belirleyen tüm “nitelikleri” kendi içinden çıkarmak
üzere, kendisini arındırması gerekmektedir.
Hitler,
Rosenberg ve Almanya’daki Nazi rejime göre “Aryan ırkçılığı, hayatın mutlak gerçeği,
yüce bir manevi ilkedir.” Bu ırkçılık, “Alman dilinden veya kültüründen değil,
yalnızca Alman kanından kaynaklanmaktadır”. “Her şeyin kökeni, kültürün temeli
ve ruhun temeli” ırkçılıktır.[15]
Aryan
ırkının saflığı, üstünlüğünün önkoşuludur. Hitler ve Rosenberg’in ırkçı
teorisinde “insan ırkları eşit değildir.” Biyolojik bir hiyerarşiye göre, nitelikleri
uyarınca sıralanırlar: “Bazıları yönetmek içindir, bazıları ise yönetilmek.”
Irklar merdiveninin en altında “siyah ırk”, ortada sarı ırklar, “zirvede beyaz
ırk” durur. Bu hiyerarşi ise başka bir hiyerarşiye tabidir:
“Kurucu ırklar Ari
ırklardır; koruyucu ırklar, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar ve
İskandinavlar, yok edici ırklar ise Yahudiler, ardından Ruslar, Zenciler,
Araplar, Hintliler, Mısırlılar, Türkler ve Balkan halklarıdır.”
Neticede
seçilmiş üstün ırkın alnında diğer tüm ırklara hükmedip onları yönetmek
yazılıdır. O seçilmiş üstün ırk, Ari Alman ırkıdır. Yüce ve üstün olana ait “erdemli
vasıflara bir tek o sahiptir.”
“Ari ırk, diğer tüm
ırkların üzerindedir, sarı saç, mavi göz, kar gibi beyaz açık ten asli
özellikleridir. Bu sebeple, Ari ırk, tüm insani medeniyetlerin, tarihte büyük
ve etkileyici olan her şeyin kaynağıdır.”[16]
Ancak
bu eşsiz statüyü korumak ve sağlamak için, Aryan ırkı, “mutlak ve tam saflığını
sağlamalı” ve her türlü ırklararası karışımdan, diğer ırklarla herhangi bir
yakınlık veya bağlantıdan “kendisini arındırmalıdır”: “Kanı, başka bir ırkın
herhangi bir damlasıyla karışmış olmanın yol açtığı tüm kusurlardan arınmış
olmalıdır.” Yabancı bir ırkla karışmış olması, kandaki saflığın bu haliyle
seyrelip saflığını yitirmesi, onu yok olmanın eşiğine getirir. Özellikle, en
kötüsü Yahudi ırkı olmak üzere, kanını kirletmek amacıyla içine girmeye çalışan,
böylece onu tehdit eden “aşağı” ve “yıkıcı” ırkların “pisliğini” ortadan
kaldırmak için topyekûn bir savaş yürütmelidir. Aryan ırkının “saflığı” ve “üstünlüğü”,
ancak onları etkisiz hale getirerek ve tasfiye ederek sağlanabilir.[17]
Nazi
ırkçılığının teori ve pratiğini analiz etmeye devam eden Sıtkı, “damarlarında
akan saf Alman’a has Aryan kanına şimdi veya geçmişte bir şeyler karışmışsa, o
damarlarda başka bir kan akmışsa Nazi devletinde yurttaşların herhangi bir
hakka sahip olamayacağını” söyler.[18] “Nazi ırkçılığı, Aryan ırkına mensup
Almanlar başka ırklara karşı suç işleseler bile Aryan ırkına mensup olanı
tercih eder.”[19] Başka bir deyişle, ırkın saflığı ve üstünlüğü, Alman milletinin
özünün, Alman kimliğinin yegâne ölçütüdür.
Nazi
devletinde, ötekine yönelik ayrımcılık yapmanın, onu dışlamanın, ona zarar
vermenin ve hatta onu tasfiye etmenin meşruiyeti, ırkı, başta Yahudi olmak
üzere “öteki/yabancı” tarafından kendisine yöneltilen tüm “tehditlerden” ve “tehlikelerden”
arındırmaya yönelik bitmek bilmeyen girişimden kaynaklanmaktadır. Dahası, Alman
ırkı, Hitler’e göre, Almanca konuşan insanların yaşadığı tüm coğrafyayı ifade
eden meşru “yaşam alanı” anlamında Lebensraum’da kendisini
gerçekleştirmesine izin verilmesini talep eder. Nazizmde gördüğümüz, “Alman
ırkı”na ait toprakları fethetme ve Büyük Almanya kurulabilsin diye o toprakları
Almanya’ya katma ile ilgili emperyalist açlığın nedeni budur.[20]
Sıtkı’ya
göre, Nazilerin ırk teorisi tamamen temelsizdir ve hiçbir şey, İslam’a ve onun
ruhuna “barbar”, “hayvani” Hitler ırkçılığından daha aykırı olamaz. İslam’da “ırkçılık
yoktur”; “ırk” ve “kan”, İslam karşıtı özlerdir. Bir din, hukuk ve yaşam biçimi
olarak İslam, ırk ve ırkçılık karşıtı bir olgu olarak gelişti. “İslam, Peygamber’in
sözlerini [Hadis] temel alır: Hadis’e göre Arap, Arap olmayan karşısında herhangi
bir avantaja sahip değildir. Avantajın ölçütü sadece Yaradan’a ibadettir.”[21]
Allah, tüm mahlûkatını eşit olarak yaratmıştır. İslam, kurucuları olan
Araplarla her türlü etnik bağını ortadan kaldırmış ve mesajını her insana, tüm
insan türüne iletmiştir.
“Nazi ırkçılığının
barbarlığa has teorisi ise temelde İslami öğretilerle çelişir, zira İslam, tüm
müritlerini tek ve eşit bir öz olarak kabul eder, bu nedenle ‘tüm müminler kardeştir’
der.”[22]
“İslam, ırksal veya etnik
kökeni dikkate almaz. İslam, müminlerin ait oldukları tüm ırklara karşı hoş
görüyle yaklaşır. Onları tümüyle kucaklar. İnsanlık tarihinde eşi benzeri
görülmemiş bir biçimde ele alır. Arap, Hintli, İranlı, Endonezyalı, Türk ve Siyahi
vs. İslam içerisinde tek bir ailenin fertleri olarak görülür. Kardeşlik duygusu
ve birbirine yönelik sevgi esastır. Aile fertleri felaket durumunda birbirini
teselli eder, felaketle yüzleşene umut aşılar.”[23]
Tam
da bu sebeple “Müslüman Araplar, kendilerini diğer Müslümanlardan ayrı
görmezler, seçilmiş bir halkın üyesi kabul etmezler.” Aksine, Arap, diğer tüm
Müslümanlar gibi Müslümandır, Müslüman, diğer tüm insanlar gibi insandır.[24] Demek
ki İslam’ın “öteki”ye yönelik tutumu, somutta Nazilerdeki ırkçı şovenizmden farklıdır:
“İslam’ın ruhu, tüm
insanları tek bir özün sahibi olarak görür ve Müslüman ile Müslüman olmayan
arasında hiçbir ayrım yapmaz. Müslüman, farklı kandan olan Müslüman olmayan
halklara mensup hiç kimseden nefret etmez, bu halktan kendisini üstün görmez.”
Müslüman
olmayan, her daim İslam’a davet edilir, Müslüman olmak istemezse bile, İslam’ın
korumasından yararlanmaya devam eder. İslam dünyasında ötekinin meşru bir yeri
vardır; bu nedenle, Hristiyanlara ve Yahudilere karşı hoşgörü ve kardeşlik
tutumu hâkimdir. Bu noktada Sıtkı, İslam’ı savunan bir konum alıp bu dinin diğer
tektanrılı dinlerden üstün bir din (“son ve mührü elinde bulunduran din”)
olduğuna dair algının üzerini örtmeye bir miktar çalışıyor görünse de güttüğü amaç
yalın ve nettir: Sıtkı’nın derdi, Nazi ırkçılığını ve onun ötekiye yönelik
şiddet dolu tutumunu reddetmek ve kınamaktır.
Sıtkı’nın
görüşüne göre İslam, hoşgörünün, uyumun, barışın, kardeşliğin, adaletin bir
savunucusudur ve esas olarak tüm insanlara eşitlik vaadinde bulunmaktadır.
İslam’ın insanın özüne ve kimliğine yönelik tutumunu belirleyen kan, ırk veya
toprak değil, kişinin özgürce seçip benimsediği inançtır. İslami topluluğa
katılma yolu tüm insanlara açıktır ve eğer katılmayı seçerlerse, kendilerini eşitler
arasında eşit olarak hissedeceklerdir. [26]
Sıtkı’ya
göre aradaki bu güçlü karşıtlık, Nazizm ile İslam arasında ek bir karşıtlığa
yol açar: Nazizm, insanın bedensel, duyusal ve fiziksel yanıdır; İslam ise
manevi, düşünsel ve insani taraftır. Sıtkı, Nazizmin maddi, hayvani, putperest
olduğunu, insan ve hayvan tarafından paylaşılan temel değerleri esas aldığını
birkaç yerde dile getirir.
“Nazizm, yorulmadan ve tutkularını
mümkün olan tüm yollarla tatmin etmeye çalışan, bu tür bir tatmin olma
çabasının, insanoğlunun manevi yaşamını ortadan kaldıracak olmasına hiçbir
şekilde aldırış etmeye, somut açgözlülüğün en düşük seviyesini temsil eder.
[...] Hitler, Alman devleti içerisinde ve dışında [tüm dünyada] maddi
tutkularının yerine getirilmesine aykırı olan tüm manevi gücü ortadan
kaldırmanın derdindedir. [...] Nazizmin gerçek, yüce amacı, insan ruhunu
hayvani materyalizm lehine yok etmektir.”[27]
Yani,
“Nazizm, her türlü yüce ruhsal içerikten mahrumdur; zamanla dağılıp gidecek olan
acil maddi çıkarların bir toplamıdır, oysa İslam’ın ruhu ebedidir, insan var
oldukça sürekli yükselecektir.” Gerçekten de “mevcut dünya savaşı”, Nazi
materyalizminin, insan ruhunu güçlendiren İslami ruhçuluğa karşı bir savaştır.
Somut maddi Nazizme karşılık İslam, ruhun müjdesidir, insanın ruhudur, insan
ile hayvan arasındaki farktır. İslam’ın tüm özü, insanın maddi yönelimlerini
bastırmak ve onu tehdit eden açgözlülüğü yok etmektir; aynı zamanda İslam,
insanın ruhunu kutsar, onun içindeki yüce ve ulvi olanı besler. İslam için
insan, “hayvansı” maddi yönelimlere değil, ruha ve öze sahip bir varlıktır.[29]
B.
Hukuksuzluk Yöntemi ve Putperest Düzensizlik Olarak Nazizme Karşı Bir Toplumsal
Devrim ve Bilinçli Bir Politik Demokratik Düzen Olarak İslam
“İslam
bir devrim iken Nazizm düzensizliği ifade eden isyandır.”[29]
Sıtkı,
Nazizmi Alman toplumunun ve tüm insanlığın sağlıklı ve bilinçli temellerini
tahrip eden bir hareket olarak görür. Ona göre Nazizm, gerici, tepkiselci bir
harekettir. Nazizm, insanları tektanrıcılığın değer ve ilkelerinden ama ayrıca Aydınlanma’nın
ideal ve ilkelerinden kopartır, onları gerisin geri cahiliye döneminin
putperest düzenine bağlar.
Sıtkı,
İslam’ın putperestlik sonrası inşa ettiği tektanrıcılıkla, hümanizmle,
Aydınlanma’yla, kurtuluşu, ilerlemeyi ve saadeti getiren toplumsal ve politik
düzen ile insani düzeni parçalayan, hukuku ayaklar altına alan, ahlaksızlığın
ve anarşinin tohumlarını eken, insanı insanlıktan, Aydınlanma’dan ve
ilerlemeden kopartıp cahiliye döneminin düzensizliğine geri götüren Nazizmi
karşı karşıya getirir.
“Hitler’in, Rosenberg’in,
Goebbels’in ve onların görüşlerini paylaşanların öğretileri, müritlerini alıp uzak
geçmişe savuran, İslam’ın dünyada varlık imkânı bulduğu günden beri
başkaldırdığı toplumsal barbarlık üzerine kurulu hayata mahkûm eden karanlık
bir teoridir.”[31]
Bu
yıkım dalgasının liderleri, dünyada “yıkıcı Nazi ilkelerini ve vahşi sosyal
düzen ile yönetimi” yarattılar; bu ilkeler ki yabani hayvanların karınlarını
doyurmaktan başka bir işe yaramaz ama insanların düşünce biçimlerine,
çıkarlarına ve özlemlerine ölümcül zararlar verir.[32]
Bu
“putperest barbarlığa” geri dönüşün pratik tezahürleri nelerdir? Nazizmde ırkçılık
ve kan ile toprağın kutsanmasının ötesinde zulüm vardır. Nazi totalitarizminin
karanlık diktatörlüğü, yeni “barbarlığın” bir başka ana özelliğidir. Nazizm,
diktatörlük olgusunu eşi benzeri görülmemiş bir zulümle ve şiddetle buluşturmuş,
zulüm Nazizm şahsında zirveye ulaşmıştır. Diktatörlüğün başında, Tanrı ile
kıyaslandığında her şeye gücü yeten ve yanılmaz olan bir lider vardır. Sıtkı,
Hitler’i bir “peygamber” haline getirme ve ona kutsallık atfetme çabasını sert
bir dille eleştirir.[33]
Nazi
istibdadı, Almanlardan “lidere (Führer’e) mutlak ve körü körüne itaati” talep
eder ve kendisine itaat etmeyenlere karşı her türlü baskıyı uygular, acımasız
eylemlere imza atar. Muhaliflerine zulmeder, onları parmaklıklar ardına
hapseder veya ortadan kaldırır.
Nazi
diktatörlüğü, “Almanya’yı kurtarmak” gibi sahte bir slogan altında, yönetimi
ele geçirmek için “acımasız şiddet” kullandı; “Hukukun kutsallığına saygısızlık
etti, ona karşı çıkmaya cesaret eden herkese saldırdı ve hapse attı, bilim ve
medeniyetin kalesine saldırdı, onu paramparça etti.” Gözdağı ve terörden oluşan
bir polis devleti ve “peygamber Hitler”in tek yönetimini kurarak insan
özgürlüğünü yok etti, doğal adaleti ortadan kaldırdı, sivil hak ve özgürlükleri
hükümsüz kıldı.[34]
Eksiksiz
bir despotizm, Nazizme kutsal bir dini boyut bahşedilerek elde edilir. “Peygamber
Hitler” “yeni bir din” yaratma iddiasındadır: “Nazizm, kendine özgü kutsal
metinleri, törenleri ve ritüelleri, davranış biçimleri ve kendine özgü bir
felsefesi olan yeni bir ‘din’dir.”[35] Ancak Sıtkı’nın kanaatine göre, bu
peygamber sahte bir peygamber, bu din sahte bir dindir ve “bu din, kendi
insanlığına sımsıkı bağlı olan insanı kendisini küçümseyen, ruhunu
cüceleştiren, hayvani dürtülerine teslim olduğu ve bir tür hayvana dönüştüğü
için karşısındaki canavarı kendisinden üstün bir yaratık olarak gören birine
dönüştürmüştür.”[36]
Pratikte
“Nazi dini”, Almanya’da ve dünyada yıkımın ve yokoluşun tohumlarını eken hayali
bir dindir. Sıtkı, Nazizmin “dindarlığın terk edilmesi”ni, “anarşi”yi, tüm
insani ahlakın, merhametin, karşılıklı sorumluluğun ve sevginin çöpe atılması
olduğuna inanmaktadır. Bu sahte din, insanda ve toplumda insana ait olan her
şeyi yok eder, onu mağaralara ve tarih öncesi insanın “ilkel vahşetine” geri
götürür. Sıtkı, “Adolf Hitler’in ve onun savaşını destekleyenlerin uydurdukları
toplumsal düzenin, insanı, inançları hasta, düşünce tarzları ölümcül bir
hastalığa yakalanmış, rejimleri kusurlu, kaotik toplumlara geri döndürdüğü”
iddiasındadır.[37] Thomas Mann’ın sözünü aktaran Sıtkı şunları söylemektedir:
"Nazizm, insan
ruhunun yok edilmesidir ve bu durumda ruhun yok edilmesi, [tektanrılı] dinlerin
gölgesinde ortaya çıkan mükemmel ruhun yok edildiği anlamına gelir; aynı
zamanda insanın ürettiği bilimin ruhunun yok edilmesi ve insanın kişisel
durumunun ortadan kaldırılmasıdır.”[38]
Sıtkı,
Nazi diktatörlüğünün toplumu dağıttığına, yasalarını zayıflattığına, siyasi
rejimini mahvettiğine ve kültürel normlarını parçaladığına inanıyordu. Toplumu ölümcül
hastalıklar bulaştırıyor, onu kültürün henüz oluşmadığı, ilkel insan durumunun
karakterize ettiği mutlak kaosa terk ediyordu.[39]
İslami
düzense bu kaos ile belirgin bir tezat oluşturur. Sıtkı, İslam’ın özünde Nazi
barbarlığına karşı bir muhalefet olduğunu, bununla birlikte, onu ortadan
kaldırmayı amaçlayan bir devrim olduğunu savunuyor. İslam, hukuku, asayişi,
hükümeti, bir norm ve gelenekler sistemini, ayrıca medenice yaşama usulünü
yaratmış insani düzende belirli bir dönüşümü meydana getirir. İslam, insanı “barbarlara
has cehalet pisliğinden”, putperestlikteki kargaşadan kurtararak, tek Tanrı’ya
inanan, hayatını istikrarlı, medeni bir sosyal düzende organize eden
aydınlanmış bir insan olarak yeniden yaratır. Ancak bu anlamda İslam
evrenseldir ve esasen Hristiyanlık ve Yahudilikten farklı değildir; bu dinler
de insanı paganlara has putperestlikten kurtaran, ona yeni bir yaşam biçimi sunan,
yüce ve aydınlanmış bir medeniyet oluşturan toplumsal devrimler gerçekleştirmişlerdir.
"Yahudilik
Firavunlara karşı bir devrimdi, Hıristiyanlık Roma adaletsizliğine karşı bir
devrimdi, İslam ise İslam cahiliyeyi ortadan kaldırmak için gerçekleştirilmiş bir
devrimdi.”[41] Bu bakış açısı üzerinden Sıtkı, yeni Nazi barbarlığının tüm
İslami ve tektanrılılığa has insani değerlere, “merhamete, sevgiye, kardeşliğe,
‘nefret etmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın veya öldürmeyeceksin’
ilkesine yönelik itiraz, bir meydan okuma” olduğunu söyler.[42] Bu bağlamda “Naziler,
Hristiyan inancının Yahudi-Roma zihniyetinin bir sonucu olduğunu, Akdeniz
havzasında yaşayanlarca icat edildiğini, bunun kuzey Alman zihniyetiyle hiçbir
şekilde tutarlı olmadığını iddia etmektedirler.” Dolayısıyla, Nazilerin
Yahudiliğe saldırısı, aynı zamanda Hristiyanlığa ve İslam’a da yapılmış bir
saldırıdır.[43]
Ancak,
Sıtkı’ya göre, Nazilerin tek tanrılı dinlere yönelik zulümleri başarısız
olacaktır ve “alternatif” bir din olma iddiası yanıltıcı ve hayalidir. Nazi “dini”,
“Almanlardaki ırkçı şovenizm”den yararlanan “pagan törenleri ve ritüelleri”
düzenleyen “Nazi paganizmi”dir.[44]
Diğer
tek tanrılı dinler gibi İslam da tek Tanrı’nın pagan putperestliğine karşı yürüttüğü
savaştır. Gerçek bir peygamberi, gerçek bir dini ve gerçek bir insani mesajı ancak
İslam doğurabilirdi. “Milyonlarca Müslümanın Nazizmden tiksinmesinin ve ondan
nefret etmesinin nedeni budur. Bugünün Müslümanları, ilk Müslümanların Kureyş’in
cahiliye halkına karşı savaştığı aynı şevk ve kararlılıkla buna karşı savaşmaya
hazırdırlar.”[45]
Modern
çağda İslam, Aydınlanma eğilimine iştirak etmiş, ona sonsuz insani ve evrensel
değerler kazandırmıştır. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi, İslam da modern insanın
ve toplumun yaratılmasında belirli bir rol oynamaktadır. Bu rolün en somut
ifadesi, İslam’ın modern demokratik hükümet biçimini benimsemesi, müminlerden
bu yönetim biçimini savunmasını istemesidir. Eğer demokrasinin özü “özgürlük”
ise, İslam, özü itibarıyla demokrasiyi desteklemekte, müminleri onu sahiplenip benimsemeleri
konusunda teşvik etmektedir. Demokrasi, tamamen “Nazi düzeni”yle zıt olan bir toplumsal
ve politik düzendir.[46]
Sıtkı,
diğer modernist ve özgürlükçü İslam düşünürleri gibi, demokrasi fikrini
geleneksel İslami hükümdarların İslam milletinin temsilcileriyle istişare etme
yükümlülüğüne dayandırmaya çalışır. İlk dönem İslam’ın siyasi düşünce ve
uygulamalarında istişare fikrinin ve istişare kurumunun (şûra) yerleşik
olduğunu kanıtlamak için klasik İslami metinlerden alıntı yapar.[47]
Sıtkı,
aynı zamanda Yunanistan’da ortaya çıkan, İslam’a aktarıldığını düşündüğü
demokrasiye dair fikirlere de hâkimdir: Bu anlamda Sıtkı, demokrasinin, halkın
halk tarafından, halkın iyiliği için yönetimi olduğuna, halkın egemenliğine
dayandığına, halkın iradesinin, egemen güç olarak hükümet biçimini belirlediğine,
aynı zamanda meşruiyetinin kaynağı olduğuna inanır.[48]
Sıtkı,
bir yandan da, Batı Avrupa’da Aydınlanma çağında ortaya çıkan, İslam ve Arap
dünyası da dâhil olmak üzere dünyaya yayılan demokrasinin, şimdi geniş dünyada
ve Arap ülkelerinde kabul edilen ve uygulanan “gelişmiş bir demokrasi”, “üstün
bir demokrasi” olduğunu kabul etmektedir.
Sıtkı,
ayrıca modern demokrasinin Arap Ortadoğusu’na Batı Avrupa’dan ithal edildiği
fikrine de onay verir. “Demokrasinin ilkelerinin, İslam’ın öğüt ve
geleneklerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünen Sıtkı, demokrasinin Müslüman
Arapların siyasi kültüründe coşkuyla karşılanmasının sebebinin bu gerçek olduğuna
vurgu yapar.[50]
Başka
bir ifadeyle, Sıtkı’ya göre, İslami siyasi kültür, modern batı demokrasisini
hızlı ve doğal bir şekilde benimsemeye hazırdır. Okurlarına, “demokrasiyi resmi
olarak benimseyen ilk Arap ülkesinin Mısır olduğunu” hatırlatan Sıtkı, Mısır’ın
demokrasiyi “Batı gibi” içselleştirdiğini söyler.
Yirminci
yüzyılda Mısır, diğer Arap ülkelerinin taklit ettiği bir model haline geldi.
Sıtkı, Arap ülkelerindeki kamuoyunun demokrasiyi medeni kültürlerine kabul
ettiğine inanmaktadır. Arap kamuoyunun bir hükümet biçimi olarak anayasal
parlamentoyu benimsemesinin yanı sıra, günlük yaşamlarında demokrasiyi
yaşadığını belirten Sıtkı, “Evlerde, sokaklarda, kahvehanelerde demokrasiyi
övdüğünü, yücelttiğini” söyler.
“Demokrasi o kadar yaygın
kabul görmüş ki, bugün hayatı boyunca demokrasi hakkında hiçbir şey duymamış
biri bile, onun destekçilerinden biri olmaktan gurur duyuyor. Eğer ona ‘Demokrasi
nedir?’ diye sorulsa, tereddütsüz şu cevabı veriyor: ‘demokrasi özgürlüktür’.
Hiç de haksız değil.”[52]
Sıtkı,
Arapların çoğunun “demokrasinin destekçileri” olduğuna, demokrasiye
bağlılıklarının Avrupa’daki Nazi diktatörlüğünün suçlarını öğrendikten sonra
daha da güçlendiğine inanır. Ayrıca Sıtkı, Arap ülkelerine getirilen demokrasi
ve parlamenter sistemlerin, Arapların ilerlemesi, aydınlanma, modernleşme ve şu
anda yaşadıkları kültürel uyanış için anahtar olduğu kanaatindedir.
Demokrasi,
özgürlük haricinde, aynı zamanda istikrar, düzen, ekonomik refah, eşitlik,
sosyal adalet ve muhtaçlara yardım sağlayan bir yönetim biçimidir. Nazilerin
önerdiği “düzensizliğin”, “serbestiyet”in ve “kaos”un panzehri odur. Elbette, “mevcut
savaş” bağlamında, Arapların demokrasiye sundukları destek, Nazizm ve Mihver
güçlerine karşı yürütülen savaşta demokratik güçlerin Müttefikleri desteklemelerinin
önemli nedenlerinden biridir.
Demek
ki Sıtkı’nın görüşüne göre, Arapların benimsediği demokrasi, Nazizme iki
düzlemde karşıt bir tutum sergilemektedir: ilk düzlemde demokrasi, Nazilerin
önerdiği “düzensizlik” ve “kaos”a karşı toplumsal düzenin ve siyasi rejimin bir
ifadesidir. İkinci düzlemde ise demokrasi, Nazi diktatörlüğüne, zulmüne ve
teröre karşı özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin koruyucusudur.[54]
İsrail Gerşoni
[Kaynak:
Die Welt des Islams, 2012, Cilt. 52, Sayı 3/4, Islamofacism (2012), s.
471-498.]
Dipnotlar:
[1] Bu aydınların ve politik eylemcilerin faşizm ve Nazizm karşıtı tutumları konusunda
İsrail Gerşoni’nin makalelerine bakılabilir: Abdullah İnan ile ilgili çalışması
için bkz.: “Egyptian Liberalism Reassessed: Muhammad ‘Abdallah Inan’s Response
to German Nazism, 1933-1935”, 4 (1999), s. 31-68 (İbranice); Almanca yayınlanan
kısa versiyonu için bkz.: “Eine Stimme der Vernunft: Muhammad Abdallah Inan und
die Zeitschrift Al-Risala”, Yayına Hz.: Nicolas Berg, Omar Kamil, Markus
Kirchhoff ve Susanne Zepp, Konstellationen : Über Geschichte, Erfahrung und
Erkenntnis. Festschrift für Dan Diner içinde (Göttingen, 2011), s. 105-124;
Zeyyat ve Risale için bkz.: “Egyptian Liberalism in an Age of ‘Crisis of
Orientation: Al-Risala’s Reaction to Fascism and Nazism, 1933-1939”, IJMES,
31 (1999), s. 551-576; Hasan Benna ve Muhammed Said Eşmavi konusunda bkz.: “Rejecting
the West: The Image of the West in the Teachings of the Muslim Brothers,
1928-1939”, Yayına Hz.: Uriel Dann, The Great Powers in the Middle East ,
1919-1939 (New York, 1988), s. 370-390; Muhammed Lütfi Cuma konusunda bkz.:
Bayna l-asad al-ifrïqï wa-l- nimr al-ïtâlï: bahth tahlïlï wa-l-ta'rïkhï
wa-nafiânï wa-ijtimâ'ï fi l-mushkilat al-habashiyya al-itäliyya (Kahire,
1935); Mısırlı Arapların antifaşist ve Nazi karşıtı tutumları ve görüşleri konusunda
bkz.: Israel Gershoni ve James Jankowski, Confronting Fascism in Egypt:
Dictatorship Versus Democracy in the 1930s (Stanford, 2010), bilhassa s.
111-233.
[2]
Al-Taqalid al-islamiyya wa-l-mabadi al-naziyya: hal tattafiqãna Bahth (ilmî
wa-ijtimâ’î wa-siyâsi wa-dinî (Beyrut ve Kahire, 1940).
[3]
Sıtkı’nın hayatı, teorik ve politik faaliyetlerine dair daha detaylı bilgiler
için bkz.: Yayına Hz.: Hanna Abu Hanna, Mudhakkirãt Najatî Sidqî (Beyrut,
2001), s. 1-167; Sıtkı’nın Moskova seyahatleri ve orada geçirdiği süre
konusunda bkz.: A.g.e., s. 21-69; FKP içerisinde bir komünist olarak
yürüttüğü faaliyetler ve Suriye ile Lübnan’daki komünist hareketle yakın
ilişkileri konusunda bkz.: A.g.e., s. 122-147. Ayrıca bkz.: Salim
Tamari, “The Enigmatic Bolshevik from the Holy City", Mountain Against
the Sea: Essays on Palestinian Society and Culture içinde (Berkeley, 2009),
s. 167-175. Tamari’nin Sıtkı ile ilgili makalesi için bkz.: “Necati Sıtkı”, İştiraki. Yirmilerde ve otuzlarda
yürüttüğü teorik ve politik faaliyetler konusunda ayrıca bkz.: Ibrahim Muhammad
Abu Hashhash, Najatî Sidqî: hayätuhu wa-adabuhu (1905-1979) (Beyrut,
1990), s. 15-59. Sıtkı’nın edebiyat ve kültür sahasında yürüttüğü faaliyetler
ve yaptığı üretimler konusunda bkz.: A.g.e., s. 50-240. İspanya İç
Savaşı’na katılımı ile ilgili olarak bkz.: Mustafa Kabha, “Spanish Civil War as
Reflected in Contemporary Palestinian Press”, Yayına Hz.: Israel Gershoni, Arab
Responses to Fascism and Nazism: New Directions and Reappraisals içinde, yakında
yayımlanacak. Ayrıca bkz.: Musa Budeiri, The Palestine Communist Party,
1919-1948: Arab and Jew in the Struggle for Internationalism (Londra,
1979), 25 ve devamı, 63, 120.
4)
İnan konusunda bkz.: Gershoni, “Egyptian Liberalism Reassessed”; Musa konusunda
bkz.: Israel Gershoni, “Liberal Democracy Versus Fascist Totalitarianism in
Egyptian Intellectual Discourse: The Case of Salama Musa and al-Majalla
al-Jadida”, Yayına Hz.: Christoph Schumann, Nationalism and Liberal Thought
in the Arab East içinde (Londra, 2010), s. 145-172; daha kapsamlı bir
değerlendirme için bkz.: Vernon Egger, A Fabian in Egypt: Salamah Musa and
the Rise of the Professional Classes in Egypt, 1909-1939 (Lanham, 1986), s.
201-207.
5)
Sidqi, al-Taqãlid al-islamiyya, s. 95-102.
6)
A.g.e., s. 99 ve devamı. İlgili tarihsel döneme dair detaylı bir
tartışma için bkz.: Abd al-Azim Ramadan, Tatawwur al-haraka al-wataniyya fi
Mişr min sanat 1937 ilâ sanat 1948, Cilt. 2 (İkinci Baskı, Kahire, 1999), s.
41-54.
7)
Sidqi, al-Taqalid al-islamiyya, s. 97 ve devamı.
10)
A.g.e., s. 2, 4 ve devamı.
11)
Götz Nordbruch, Nazism in Syria and Lebanon: The Ambivalence of the German
Option, 1933-1945 (Londra, 2009), s. 81, birinci ve ikinci dipnotlar, s.
166.
12)
Bkz.: Mudhakkirat Najati Sidqi, s. 16-21,34-121, 148-167, 220-228.
13)
Bu konuyla ilgili olarak bkz.: Gershoni ve Jankowski, Confronting Fascism in
Egypt.
14)
Sidqi, al-Taqalid al-islamiyya, s. 10.
15)
A.g.e., s. 31.
16)
A.g.e., s. 32 ve sonrası.
17)
A.g.e., s. 10f., 30-33.
18)
A.g.e., s. 10.
19)
A.g.e., s. 11.
20)
A.g.e., s. 9 ve sonrası.
21)
A.g.e., s. 11.
22)
A.g.e., s. 35, meseleyi daha kapsamlı ele alan kısımlar için bkz.: s.
30-37.
23)
A.g.e., s. 36.
24)
A.g.e., s. 36 ve devamı.
25)
A.g.e., s. 9-14, 30-37.
26)
A.g.e., s. 9-42.
27)
A.g.e., s. 38 ve devamı.
28)
A.g.e., s. 13.
29)
A.g.e., s. 16 ve devamı, s. 22-29, 34-42.
30)
A.g.e., s. 15. Meseleyi daha kapsamlı ele alan kısımlar için bkz.: s.
15-23.
31)
A.g.e., s. 15.
32)
A.g.e., s. 9.
33)
A.g.e., s. 7, 30., 36.
34)
A.g.e., s. 10, 28 ve devamı.
35)
A.g.e., s. 30.
36)
A.g.e.
37)
A.g.e., s. 9, 15-18.
38)
A.g.e., s. 17.
39)
A.g.e., s. 9 ve devamı, s. 16 ve devamı.
40)
A.g.e., s. 9 ve devamı, 15-18.
41)
A.g.e., s. 24.
42)
A.g.e., s. 24 ve devamı.
43)
A.g.e., s. 17.
44)
A.g.e., s. 10 ve devamı, s. 30-33.
45
A.g.e., s. 18, 15-18.
46
A.g.e., s. 4 ve devamı, 18, 43-48.
47)
A.g.e., s. 45 ve devamı.
48)
A.g.e., s. 44 ve devamı.
49)
A.g.e., s. 45.
50)
A.g.e.
51)
A.g.e., s. 43 ve devamı.
52)
A.g.e., s. 43.
53)
A.g.e.
54) A.g.e., s. 15-18,43-48.


0 Yorum:
Yorum Gönder