17 Kasım 2025

, ,

Muhammed Necati Sıtkı’nın Çağrısı

Haziran 1943’te Cezayir’de çıkan Nasr [“Zafer”] dergisinde yayınlanan afiş. Altında “Allah’a ant olsun,
tüm dinlerin düşmanı gamalı haçla mücadele edeceğiz” yazılı. Kılıcı sallayansa Selahaddin Eyyübi.


Müslümanlar Nazilerle Neden Mücadele Etmeli?

Giriş

“İslamofaşizm”, son dönemde geliştirilmiş ve zihinlerde kökleşmiş bir kavram. Bu kavram, zamanla, dünya genelinde gelişen İslami cihadizmi tanımlayan ve açıklayan akademi ve akademi dışı söylemle bütünleşmiş terminolojinin bir parçası haline geldi.

Otuzlarda ve 1933-1945 arası dönemi kapsayan İkinci Dünya Savaşı süresince Mısır ve Ortadoğu’daki Müslümanlar, bu terimi bilmezlerdi. İslam ve faşizm ya da İslam ve Nazizm birbirlerine karşıt olgular olarak görülürlerdi. Bugün İslami düşünce olarak anılan şeyi temsil eden ya da İslami hareketlere sözcülük yapan birçok Arap aydını ve yazar, bu İslam ve faşizm gibi birbirinden çok farklı öğretileri ve yaşam tarzlarını bir araya getirmenin akla mantığa aykırı olduğunu düşünürlerdi. Bırakalım “İslamofaşizm veya “faşist İslam”dan bahsetmeyi, İslam ve faşizmi uyumlu kılacak her türden çaba hemen aforoz edilirdi.[1]

Muhammed Necati Sıtkı, bu Nazi karşıtı eğilime hakiki bir sesle katkı sunuyor. Sıtkı, Nazizme yönelik İslami eleştirisi dâhilinde, özgün bir yaklaşım sergiliyor. Ama onun istisnai bir isim olmadığını bilmemiz gerekiyor. Aslında Sıtkı’nın eleştirisi, yaygın olarak görülen ana eğilimin düşünsel bir ifadesi.

Takalidü’l-islâmiyye we-l-mabâditü’l-nâziyye: hal tattafiqân? (“İslami Gelenekler ve Nazi İlkeleri Uzlaşabilir mi?”] isimli kitabında Sıtkı, Nazizmi tümüyle ve kesin olarak reddediyor. Kitapta Sıtkı, Nazizmin İslam’ın savunduğu, temsil ettiği ve yaptığı her şeye karşı olduğunu söylüyor. Kitabın ismi üzerinden sorduğu soruya net bir cevap veriyor: bu iki öğreti asla uzlaşamaz, birbirleriyle asla uyumlu olamaz.

Sıtkı’ya göre, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde Nazilerin değerleri, ilkeleri ve uygulamaları İslami değerlerle, kurallarla ve uygulamalarla çelişiyor, onları redde tabi tutuyor. Sıtkı, iki tarafı uzlaştırma veya uyumlu kılma çabasının kimseye bir şey kazandırmayacağını, bu ilişkinin hiçbir veçhede veya boyutta kurulamayacağını söylüyor.[2]

Filistin’de dünyaya gelen Muhammed Necati Sıtkı (1905-1979) Kudüs, Cidde, Kahire ve Şam’da yaşadı. Yirmilerin sonundan itibaren başlayan o uzun entelektüel kariyeri boyunca Filistin’de ve Arap dünyasında önemli bir düşün emekçisi ve yayıncı haline geldi. Romanlar yazdı, gazetecilik yaptı, Avrupalı ve Amerikalı kimi önemli romancıların romanlarını Arapçaya çevirdi, edebiyat eleştirmenliği, edebiyat tarihi ve politik yorumculuk alanlarında kalem oynattı.

Yirmilerin başında Filistin komünist hareketiyle ilişki kurdu, muhtelif faaliyetlere iştirak etti. Filistin’deki komünist grupların etkisiyle Moskova’ya gitti. 1925-1928 arası dönemde Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) yoğun bir eğitim gördü. Sonrasında Filistin’e dönen Sıtkı, 1929’da Filistin Komünist Partisi (FKP) üyesi oldu, yirmilerin sonunda ve otuzların başında partinin politik faaliyetlerinde yer aldı. Bu faaliyetlerinin neticesinde, otuzlarda Sıtkı, Suriye ve Lübnan’daki komünist liderler ve eylemcilerle temas kurdu.

Otuzların sonunda İspanya’daki iç savaş sürecine katıldı. Cumhuriyetçilere ve onların Franco’nun başında olduğu Kralcılara karşı mücadelesine destek veren Sıtkı, Cumhuriyetçilerle birlikte gönüllü olarak savaştı. 1936’da kendisine Komintern’in ve İspanya Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin emriyle özel bir görev verildi. Bu görev, Franco ve faşist birliklerle mücadeleleri için Faslı askerlerin seferber edilmesiyle ilgiliydi.

1938 yılı boyunca beş ay süreyle İspanya’da kalan Sıtkı, Franco’ya karşı sürdürülen askeri mücadeleye aktif olarak katıldı. Bu dönem boyunca faşizme karşı savaştı. Beyrut ve Kahire’de yayımlanan kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, Lübnan ve Suriye’de kaldı.[3]

Esasında Sıtkı, bildiğimiz türden bir İslami düşünür değil. O, Filistin, Suriye hatta belki de Mısır’da komünist çevrelerle bağı bulunan bir isimdi. Ondaki antifaşist duruş, komünist dünya görüşünün ve bu davaya bağlılığının bir ürünü. Bu anlamda, yirmili yıllarda komünist olan, ama sonra ünlü Kıpti düşünür Selamet Musa gibi sosyalist dünya görüşünü benimseyen Abdullah İnan’a benziyor. Musa’nın Fabyusçu sosyalist olarak Nazizmi hem tektanrılı dinlerin hem de Aydınlanmaya ait değerlerin ve ideallerin “mutlak antitezi” olarak gördüğü biliniyor.[4]

Sıtkı’nın Mısır’a olan yakınlığı da açıktır. Kitabında bu ülkeye oldukça aşina olduğunu belirttiği için, kendisinin bir süre Mısır’da yaşamış olduğuna hükmedebiliriz. İngiliz-Mısır ilişkileri hakkındaki bilgisini ortaya koyan Sıtkı, savaş sırasında Mısır’ın iç politikasına büyük ilgi gösterir. Bu ilgi, kitabın sonunda yer alan özel ekte, Avrupa’da yoğunlaşan savaş ve bunun Mısır ve Ortadoğu üzerindeki olası etkisini arka plan olarak ele alan, 1940 yılının Nisan ayında Mısır’da meydana gelen önemli bir siyasi olayı kapsamlı bir şekilde tartıştığı bölümde açıkça görülmektedir. Bu tartışma, Sıtkı’nın savaşa ilişkin tutumuna ışık tuttuğu ve onu daha iyi tanımamıza yardımcı olduğu için önemlidir. Sıtkı’nın kitabı, bu olaydan birkaç hafta sonra yayımlanmıştır. Ek bölüm, “Vefd Partisi’nin Bildirisi” başlığını taşımaktadır.[5]

Burada bahsi edilen bildiri, o dönemde muhalefette olan, Mısır siyasetinin güçlü milliyetçi partisi Vefd’in Nisan ayı başında İngiliz Büyükelçisi Miles Lampson ve İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Viscount Halifax’a sunduğu ünlü bildiridir. Bu belgede Vefd, savaşta Mısır ve İngiltere arasındaki ilişkilerle ilgili tutumunu ortaya koyuyordu. Parti, İngilizlerin savaş çabalarına destek verdiğini, Mısır ve İngiliz orduları arasında işbirliği yapılmasını istediğini ifade etti. Ancak Vefd, bu işbirliği için bir dizi koşul öne sürdü. Bunların en önemlisi, “tüm İngiliz kuvvetlerinin Mısır’dan derhal çekilmesi” ve İngiliz askerlerinin yerini Mısır askerlerinin alması ile ilgili koşuldu (Kitabında Sıtkı, Vefd’ın savaş sonrası döneme ilişkin talebini biraz yanlış aktarmaktadır). Buna ek olarak, Vefd, sansür dâhil olmak üzere, sıkıyönetim yasalarının derhal kaldırılmasını, Mısır hükümetinin Mısır pamuğunu (İtalya ve Almanya dâhil) “savaşan veya tarafsız tüm ülkelere” ihraç etmesine izin verilmesini talep etti. Ayrıca, Vefd, İngiltere’nin savaş sonrası Mısır’ın uluslararası düzenlemeleri belirleyecek uluslararası barış konferansına katılacağına dair söz vermesini istedi. Son olarak, Vefd, İngiltere’nin Mısır’ın Sudan üzerindeki tüm haklarını tanıması, yani Mısır’ın Sudan’ın kendisinin ayrılmaz bir parçası olduğu yönündeki tarihi iddiasını kabul etmesi yönündeki geleneksel talebini yineledi.[6]

Sıtkı, Dışişleri Bakanı Halifax’ın Vefd’in bildirisine verdiği öfkeli ve olumsuz cevabı aktarır. Sıtkı, bunu her Mısırlı ve Arap vatanseverin “derinlemesine incelemesi [...] ve bundan doğru dersleri çıkarması gereken oldukça önemli bir cevap” olarak değerlendirir.

İngiliz Dışişleri Bakanı’nın cevabının metni 5 Nisan 1940 tarihinde Ahram gazetesinde yayınlandı. İngiliz Dışişleri Bakanı (Başbakan Ali Mahir ile istişare halinde), Vefd lideri Mustafa Nahhas’a doğrudan hitap ederek, Vefd’in taleplerini kesin bir dille reddetti. Bu talepleri, Mısır’daki iç siyasi mücadelelerin (Vefd’in Mahir hükümetine karşı güçlü muhalefetinin) bir ürünü olarak gören bakan, bu türden taleplerin İngilizlerin savaş konusunda ortaya koydukları çabalara ters düştüğünü, hatta bu çabaları engellediğini düşünüyordu. Halifax, Vefd’i tarafgir bir sekterlikle, “Büyük Britanya’nın Mısır’ı ve Mısır’ın bağımsızlığını en az kendisi kadar etkileyecek bir savaşı yürüttüğü koşullarda Mısır iç siyasetinde kendince bir rol üstlenmeye dönük [aptalca] bir girişim” içine girmekle suçladı.

Nahhas’ı da sert bir dille eleştiren Halifax, düşman olan Nazi Almanyası’nın zaferinin Mısır’ın bağımsızlığı ve demokrasisi ile ilgili tüm imkânları ortadan kaldıracağını söylüyordu. Halifax, Nahhas’tan bu zorlu savaş döneminde ulusal sorumluluk göstermesini ve Nazizme karşı zafer kazanmak için İngiltere’nin savaş çabalarına destek vermesini talep etti. Bu zafer, Mısır için de bir zafer olacak ve bunun ötesinde, Mısır’ın bağımsızlığı ve demokrasisinin garantisi olacaktı. Halifax, “Küçük ulusların barışı için savaşıyoruz” diyerek, Nahhas’ın İngiltere’nin Mısır’ı “küçük bir ulus” olarak koruduğunu anlaması gerektiğini sözlerine ekledi. Bakana göre İngiltere, bu koruma faaliyetini, savaş zamanında Mısır ile ilişkilerini yönetmek, ayrıca altında “Nahhas’ın da imzasının bulunduğu” 1936 tarihinde İngiltere ile Mısır arasında imzalanmış ittifak anlaşmasına sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle icra ediyordu.[7]

Elbette Sıtkı, Halifax’ın pozisyonuna verdiği ateşli desteği vurgulamak için bu olaydan alıntı yapıyor. Bunu yaparken, Mahir hükümetinin ve Vefd bildirisini şiddetle kınayan (Vefd’den kopan) Saadi partisi gibi Mısır’daki diğer siyasi güçlerin tutumunu da ifade ediyordu. İlkesel açıdan Vefd’in Mısır’ın kurtuluşu ve bağımsızlığına yönelik milliyetçi talepleriyle özdeşleşse de, Vefd’in zamanlamasının yanlış olduğuna, savaş zamanında partinin İngiltere’nin yanında durması gerektiğine inanıyordu.

Sıtkı, Vefd’in pamuğun en yüksek teklifi verene satışına izin verecek olan “ticari özgürlük” talebinin, Müttefiklere karşı kasıtlı olarak kışkırtılan “tuhaf” ve haksız bir talep olduğunu yazdı. Mısır’ın “İngiltere ile Dostluk Antlaşması” uyarınca “Müttefiklerin müttefiki” olduğunu kaydetti. Hâlâ tarafsız olan ABD bile, Müttefiklere lojistik ve ekonomik yardım sağladığı için kendisine böyle bir “ticari özgürlük” tanımıyordu. Daha da önemlisi, Sıtkı, “İngiliz güçlerinin en korkunç savaşın yaşandığı sırada Mısır topraklarından derhal tahliye edilmesi talebi [...] aşırı, mantıksız bir taleptir” diyordu. Ayrıca, Halifax’ın cevabında açıkladığı gibi, İngiltere, “zayıf ulusların” tek koruyucusuydu ve savaşta elde edeceği zafer, bu halkların bağımsız uluslar olarak varlıklarının tek garantisiydi. Onlar için İngiltere’nin zaferi veya yenilgisi, var olmak ya da olmamak demekti.

“Mısır, cılız güçleriyle Hitler veya Mussolini’nin modern, iyi donanımlı ordularına karşı dayanabilir mi? Mısır, Etiyopya’nın, Arnavutluk’un, Çekoslovakya’nın veya Polonya’nın başına gelenlerden hiç ders çıkartmadı mı? Kendisini korkunç bir felakete mi sürüklemek istiyor yoksa?” diye soran Sıtkı, hükümete karşı mücadeleleri ve muhalefet karşısında duyduğu hayal kırıklığı ile Nahhas’ın sorumsuzlukla ve sadakatsizlikle hareket ettiğini düşünüyordu. Vefd’in bildirisine yönelik itirazını ve İngiliz dışişleri bakanının sert cevabına sunduğu desteği tekrar ifade eden Sıtkı, “Mısır’a olan sevgisi”ni dile getiren, “Mısır’ın Arap coğrafyasının lideri olduğunu” söyleyen Sıtkı, “Mısırlı liderlerden tarihsel sorumluluklarını yerine getirmelerini” istedi.[8]

Şurası açık ki “Vefd Partisi’nin Bildirisi” başlıklı ek bölüm, Sıtkı’nın kitabını İngiltere’yi destekleme konusunda Arap Müslüman âlemde ortaya konulan çabaya bir katkı olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Zamanın kritik olduğunu anlayan Sıtkı, bu çalışmasıyla herkesi birlikte hareket etme konusunda yüreklendirmeye çalışıyordu.

“Bu kitabı yayımlıyorum, çünkü Doğu’ya yönelik bir hizmet olarak ve tüm Müslümanlar ile İngiltere ve Fransa’nın iki asil halkı arasındaki manevi ve maddi bağları güçlendirmek istiyorum.”

Diğer bir deyişle, Sıtkı’nın görüşüne göre, İngiltere’ye (veya Fransa’ya) karşı sömürgeci bir kurtuluş mücadelesinin, “nihai düşman” olarak Nazilerin ve faşistlerin yenilgiye uğramasına dek beklemesi gerekiyordu. Sıtkı, savaşta İngiltere’nin zaferini sağlamak için tüm Müslüman ve Arap güçlerini seferber etmenin acil bir ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.[9]

Sıtkı’nın kitabının 1940 yılı Mayıs ayının başında yayımlanmış olması, onun pozisyonu konusunda bize bir bilgi vermektedir. O dönemde, Hitler’in savaştaki kazanımları zirveye ulaşmıştı. Başarıdan başarıya koşan Hitler, Hollanda ve Belçika’yı fethetmek üzereydi, ayrıca Fransa’ya saldırı düzenlemeye hazırlanıyordu. Bu gerçeklik, herkese onu ve Nazi Almanyası’nı durdurmanın artık mümkün olmadığını düşündürmekteydi. Bu bağlamda, Sıtkı “milyonlarca Müslümanın ve Doğulunun kulağına ulaşması gereken [...] insani ve ulusal bir mesaj” olarak gördüğü kitabını yayımladı. Kitap, “dünyanın yaşamakta olduğu bu kritik saatte onların yolunu aydınlatmayı” amaçlamaktaydı. Kendisinin hiçbir siyasi çıkar ya da partiye hizmet etmediğini söyleyen Sıtkı, “Nazizm meselesini, hakiki demokrasi ruhuyla hareket eden, kalemini Arap milletinin ve vatanının hizmetine sunmuş Müslüman bir Arap olarak araştırdığını” söylüyordu.

Sıtkı’nın aktardığına göre, onun Nazizme yönelik itirazı ve yürüttükleri mücadele savaşın patlak verdiği gün başlamamıştı. Kitabında Sıtkı, Nazi Almanyası’nı “Führer”in 1933 başlarında iktidara geldiği günden beri sert bir dille eleştirdiğini söylüyordu. Ta o günlerden Nazizmin Müslümanlar ve tüm insanlık için bir tehlike arz ettiğini görmüştü.

“Aydınların, yazarların ve şairlerin hayatlarını zulme karşı her yer ve mekânda verilen mücadeleye adama yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olduklarını” söyleyen Sıtkı, “Nazi diktatörlüğünden daha korkunç ve daha çirkin bir zulüm düzeni var mıdır?” diye soruyordu.

Sıtkı kitapta, Arap aydınlarına Nazilere karşı topyekûn savaş yürütmeleri çağrısında bulunuyordu. Aynı zamanda Sıtkı, Avrupa’da Nazilerle Müttefik orduları bünyesinde mücadele eden ve öldürülen yüz binlerce Müslüman ve Doğulu askerin olduğunu söyleyen Sıtkı, “kitabını Doğu’nun Avrupa’da Batı cephesinde savaşan evlatlarına ithaf ettiğini” dile getiriyordu.[10]

Peki Sıtkı’nın kitabının, savaş sürecinde Fransa ve İngiltere’nin kullandığı propaganda aygıtının bir parçası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sıtkı’nın kararlı İngiliz yanlısı tutumu kimi şüphelere yol açabilir. Kitapla ilgili kısa değerlendirmesinde Götz Nordbruch, bu olasılığı temkinli bir şekilde gündeme getirir, ancak bunu destekleyecek kesin bir kanıt sunamaz. Böylesi bir kanıtı ben de bulamadım. Daha önce belirtildiği gibi, Sıtkı’nın ana argümanları ile metnin içeriği ve temaları, İslam veya İslamcı söylemde ya da çağdaş liberal veya sosyalist söylemde hiç de sıra dışı değildi. Bilâkis, bu söylemleri sadakatle yansıtıyordu; yani, Nazizmin İslam ve tevhid düşmanı olduğu, aralarında bir uzlaşmanın olamayacağı görüşünü pekiştiriyordu. Sıtkı'nın kitabının tüm bölümlerinin dayandığı ana konu olarak Arapların savaşın kritik aşamasında İngiltere ve Fransa’ya karşı yürüttükleri meşru sömürgecilik karşıtı mücadelenin İngiltere ve Fransa, faşizme ve Nazizme karşı zafer elde edilene kadar ertelenmesi gerektiği, birçokları tarafından paylaşılan bir görüştü. Ayrıca, hatıratta aktarıldığına göre, Fransız yönetiminin zulmüne maruz kalan Sıtkı, İngilizlerle yakın bir ilişki içerisinde değildi.

Gerçekten de, Sıtkı’nın kitabı, kamu alanında özellikle Mısır’da hâkim olan faşizm ve Nazizm karşıtı söylemle örtüşmektedir. Mısır’ın kitapta önemli bir rol oynaması şaşırtıcı değildir. Görünüşe göre Sıtkı, Mısır’daki okuyucuları kitabı için en büyük hedef kitle olarak görmekteydi.

Sıtkı’nın kitabı, ikna edici bir şekilde yazılmış, açıkça öğretici bir nitelikte ve ortalama bir Müslümana hitap etmektedir. Sıtkı Müslüman okura, Nazizme ve Hitler’e neden karşı çıkılması gerektiğine dair eğitici bir açıklama sunar ve onlara karşı savaşılması gerektiğini belirtir.

“Hiç şüphe yok ki İslam’ın ruhu, siyasi rejim, toplum, aile, ekonomi, eğitim ve kişisel özgürlük gibi düzlemlerde Nazizmin tüm ilkelerine bütünüyle karşıttır” diyen Sıtkı’ya göre kitap, tüm bölümleriyle, “bütünüyle karşıtlık” vurgusunu yapmayı ve İslam ile Nazizm arasında herhangi bir uyum sağlama olasılığının olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Sıtkı, kitabında “insani” ve “tektanrıcı” İslam ile “hayvani” ve “putperest” Nazizm arasındaki karşıtlıkları ve çatışkılı yanları içeren uzun bir liste sunmaktadır.

A. Müslüman, Irkçı Olduğu İçin Nazizmle Dövüşmek Zorundadır

Sıtkı, kitabın başında Nazizmi İslam’ın bir “düşmanı” kılan ana unsur olan ırkçılığa işaret ediyor. Sıtkı’nın Mein Kampf’ı ve Alfred Rosenberg’in yazılarını derinlemesine okumuş olduğu, ayrıca Joseph Goebbels’in propagandasını dinlemiş olduğu ortaya çıkıyor. Bu metinler hakkında derin bilgiye sahip olduğunu ortaya koyan Sıtkı, ırkçı doğalarını vurgulamak, ırkçı fikirleri ve ırkçı bir eylem planını teşvik etme niyetlerini belirtmek için onlardan sık sık alıntı yapar.

Bu noktada Sıtkı, ilgili metinleri Kur’an, Hadis, Muhammed Abduh’un, Cemaleddin Efgani ve Mustafa Kâmil gibi isimlerin eserleri, ayrıca ideolojik yakınlık duyduğu, genel manada liberal ya da modernist reformist Müslüman düşünürlerin çalışmalarıyla kıyaslar. Bu çalışmaların evrensel ve ırkçılık karşıtı fikirleri dile getirdiğini, uygulamalara imza attığını söyler.

“Nazi ırkçılığı”nı analiz eden Sıtkı, Nazi partisinin benimsediği programatik metinlere değinir, bunların 1933 yılından itibaren Almanya’daki Nazi rejimi tarafından uygulanan sistematik ırkçı yasalar ve düzenlemelerle nasıl uygulamaya konduğu üzerinde durur. Nazilerin ırkçılık teorisinin, Alman Ari ırkının saflığı ve üstünlüğü kültüne dayandığını açıklar. Bu üstünlük, ırkın saflığına, saflık da ırkın üstünlüğüne bağlıdır: üstün olabilmek için Alman ırkının, üstünlük ve egemenliğini belirleyen tüm “nitelikleri” kendi içinden çıkarmak üzere, kendisini arındırması gerekmektedir.

Hitler, Rosenberg ve Almanya’daki Nazi rejime göre “Aryan ırkçılığı, hayatın mutlak gerçeği, yüce bir manevi ilkedir.” Bu ırkçılık, “Alman dilinden veya kültüründen değil, yalnızca Alman kanından kaynaklanmaktadır”. “Her şeyin kökeni, kültürün temeli ve ruhun temeli” ırkçılıktır.[15]

Aryan ırkının saflığı, üstünlüğünün önkoşuludur. Hitler ve Rosenberg’in ırkçı teorisinde “insan ırkları eşit değildir.” Biyolojik bir hiyerarşiye göre, nitelikleri uyarınca sıralanırlar: “Bazıları yönetmek içindir, bazıları ise yönetilmek.” Irklar merdiveninin en altında “siyah ırk”, ortada sarı ırklar, “zirvede beyaz ırk” durur. Bu hiyerarşi ise başka bir hiyerarşiye tabidir:

“Kurucu ırklar Ari ırklardır; koruyucu ırklar, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar ve İskandinavlar, yok edici ırklar ise Yahudiler, ardından Ruslar, Zenciler, Araplar, Hintliler, Mısırlılar, Türkler ve Balkan halklarıdır.”

Neticede seçilmiş üstün ırkın alnında diğer tüm ırklara hükmedip onları yönetmek yazılıdır. O seçilmiş üstün ırk, Ari Alman ırkıdır. Yüce ve üstün olana ait “erdemli vasıflara bir tek o sahiptir.”

“Ari ırk, diğer tüm ırkların üzerindedir, sarı saç, mavi göz, kar gibi beyaz açık ten asli özellikleridir. Bu sebeple, Ari ırk, tüm insani medeniyetlerin, tarihte büyük ve etkileyici olan her şeyin kaynağıdır.”[16]

Ancak bu eşsiz statüyü korumak ve sağlamak için, Aryan ırkı, “mutlak ve tam saflığını sağlamalı” ve her türlü ırklararası karışımdan, diğer ırklarla herhangi bir yakınlık veya bağlantıdan “kendisini arındırmalıdır”: “Kanı, başka bir ırkın herhangi bir damlasıyla karışmış olmanın yol açtığı tüm kusurlardan arınmış olmalıdır.” Yabancı bir ırkla karışmış olması, kandaki saflığın bu haliyle seyrelip saflığını yitirmesi, onu yok olmanın eşiğine getirir. Özellikle, en kötüsü Yahudi ırkı olmak üzere, kanını kirletmek amacıyla içine girmeye çalışan, böylece onu tehdit eden “aşağı” ve “yıkıcı” ırkların “pisliğini” ortadan kaldırmak için topyekûn bir savaş yürütmelidir. Aryan ırkının “saflığı” ve “üstünlüğü”, ancak onları etkisiz hale getirerek ve tasfiye ederek sağlanabilir.[17]

Nazi ırkçılığının teori ve pratiğini analiz etmeye devam eden Sıtkı, “damarlarında akan saf Alman’a has Aryan kanına şimdi veya geçmişte bir şeyler karışmışsa, o damarlarda başka bir kan akmışsa Nazi devletinde yurttaşların herhangi bir hakka sahip olamayacağını” söyler.[18] “Nazi ırkçılığı, Aryan ırkına mensup Almanlar başka ırklara karşı suç işleseler bile Aryan ırkına mensup olanı tercih eder.”[19] Başka bir deyişle, ırkın saflığı ve üstünlüğü, Alman milletinin özünün, Alman kimliğinin yegâne ölçütüdür.

Nazi devletinde, ötekine yönelik ayrımcılık yapmanın, onu dışlamanın, ona zarar vermenin ve hatta onu tasfiye etmenin meşruiyeti, ırkı, başta Yahudi olmak üzere “öteki/yabancı” tarafından kendisine yöneltilen tüm “tehditlerden” ve “tehlikelerden” arındırmaya yönelik bitmek bilmeyen girişimden kaynaklanmaktadır. Dahası, Alman ırkı, Hitler’e göre, Almanca konuşan insanların yaşadığı tüm coğrafyayı ifade eden meşru “yaşam alanı” anlamında Lebensraum’da kendisini gerçekleştirmesine izin verilmesini talep eder. Nazizmde gördüğümüz, “Alman ırkı”na ait toprakları fethetme ve Büyük Almanya kurulabilsin diye o toprakları Almanya’ya katma ile ilgili emperyalist açlığın nedeni budur.[20]

Sıtkı’ya göre, Nazilerin ırk teorisi tamamen temelsizdir ve hiçbir şey, İslam’a ve onun ruhuna “barbar”, “hayvani” Hitler ırkçılığından daha aykırı olamaz. İslam’da “ırkçılık yoktur”; “ırk” ve “kan”, İslam karşıtı özlerdir. Bir din, hukuk ve yaşam biçimi olarak İslam, ırk ve ırkçılık karşıtı bir olgu olarak gelişti. “İslam, Peygamber’in sözlerini [Hadis] temel alır: Hadis’e göre Arap, Arap olmayan karşısında herhangi bir avantaja sahip değildir. Avantajın ölçütü sadece Yaradan’a ibadettir.”[21] Allah, tüm mahlûkatını eşit olarak yaratmıştır. İslam, kurucuları olan Araplarla her türlü etnik bağını ortadan kaldırmış ve mesajını her insana, tüm insan türüne iletmiştir.

“Nazi ırkçılığının barbarlığa has teorisi ise temelde İslami öğretilerle çelişir, zira İslam, tüm müritlerini tek ve eşit bir öz olarak kabul eder, bu nedenle ‘tüm müminler kardeştir’ der.”[22]

“İslam, ırksal veya etnik kökeni dikkate almaz. İslam, müminlerin ait oldukları tüm ırklara karşı hoş görüyle yaklaşır. Onları tümüyle kucaklar. İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ele alır. Arap, Hintli, İranlı, Endonezyalı, Türk ve Siyahi vs. İslam içerisinde tek bir ailenin fertleri olarak görülür. Kardeşlik duygusu ve birbirine yönelik sevgi esastır. Aile fertleri felaket durumunda birbirini teselli eder, felaketle yüzleşene umut aşılar.”[23]

Tam da bu sebeple “Müslüman Araplar, kendilerini diğer Müslümanlardan ayrı görmezler, seçilmiş bir halkın üyesi kabul etmezler.” Aksine, Arap, diğer tüm Müslümanlar gibi Müslümandır, Müslüman, diğer tüm insanlar gibi insandır.[24] Demek ki İslam’ın “öteki”ye yönelik tutumu, somutta Nazilerdeki ırkçı şovenizmden farklıdır:

“İslam’ın ruhu, tüm insanları tek bir özün sahibi olarak görür ve Müslüman ile Müslüman olmayan arasında hiçbir ayrım yapmaz. Müslüman, farklı kandan olan Müslüman olmayan halklara mensup hiç kimseden nefret etmez, bu halktan kendisini üstün görmez.”

Müslüman olmayan, her daim İslam’a davet edilir, Müslüman olmak istemezse bile, İslam’ın korumasından yararlanmaya devam eder. İslam dünyasında ötekinin meşru bir yeri vardır; bu nedenle, Hristiyanlara ve Yahudilere karşı hoşgörü ve kardeşlik tutumu hâkimdir. Bu noktada Sıtkı, İslam’ı savunan bir konum alıp bu dinin diğer tektanrılı dinlerden üstün bir din (“son ve mührü elinde bulunduran din”) olduğuna dair algının üzerini örtmeye bir miktar çalışıyor görünse de güttüğü amaç yalın ve nettir: Sıtkı’nın derdi, Nazi ırkçılığını ve onun ötekiye yönelik şiddet dolu tutumunu reddetmek ve kınamaktır.

Sıtkı’nın görüşüne göre İslam, hoşgörünün, uyumun, barışın, kardeşliğin, adaletin bir savunucusudur ve esas olarak tüm insanlara eşitlik vaadinde bulunmaktadır. İslam’ın insanın özüne ve kimliğine yönelik tutumunu belirleyen kan, ırk veya toprak değil, kişinin özgürce seçip benimsediği inançtır. İslami topluluğa katılma yolu tüm insanlara açıktır ve eğer katılmayı seçerlerse, kendilerini eşitler arasında eşit olarak hissedeceklerdir. [26]

Sıtkı’ya göre aradaki bu güçlü karşıtlık, Nazizm ile İslam arasında ek bir karşıtlığa yol açar: Nazizm, insanın bedensel, duyusal ve fiziksel yanıdır; İslam ise manevi, düşünsel ve insani taraftır. Sıtkı, Nazizmin maddi, hayvani, putperest olduğunu, insan ve hayvan tarafından paylaşılan temel değerleri esas aldığını birkaç yerde dile getirir.

“Nazizm, yorulmadan ve tutkularını mümkün olan tüm yollarla tatmin etmeye çalışan, bu tür bir tatmin olma çabasının, insanoğlunun manevi yaşamını ortadan kaldıracak olmasına hiçbir şekilde aldırış etmeye, somut açgözlülüğün en düşük seviyesini temsil eder. [...] Hitler, Alman devleti içerisinde ve dışında [tüm dünyada] maddi tutkularının yerine getirilmesine aykırı olan tüm manevi gücü ortadan kaldırmanın derdindedir. [...] Nazizmin gerçek, yüce amacı, insan ruhunu hayvani materyalizm lehine yok etmektir.”[27]

Yani, “Nazizm, her türlü yüce ruhsal içerikten mahrumdur; zamanla dağılıp gidecek olan acil maddi çıkarların bir toplamıdır, oysa İslam’ın ruhu ebedidir, insan var oldukça sürekli yükselecektir.” Gerçekten de “mevcut dünya savaşı”, Nazi materyalizminin, insan ruhunu güçlendiren İslami ruhçuluğa karşı bir savaştır. Somut maddi Nazizme karşılık İslam, ruhun müjdesidir, insanın ruhudur, insan ile hayvan arasındaki farktır. İslam’ın tüm özü, insanın maddi yönelimlerini bastırmak ve onu tehdit eden açgözlülüğü yok etmektir; aynı zamanda İslam, insanın ruhunu kutsar, onun içindeki yüce ve ulvi olanı besler. İslam için insan, “hayvansı” maddi yönelimlere değil, ruha ve öze sahip bir varlıktır.[29]

B. Hukuksuzluk Yöntemi ve Putperest Düzensizlik Olarak Nazizme Karşı Bir Toplumsal Devrim ve Bilinçli Bir Politik Demokratik Düzen Olarak İslam

“İslam bir devrim iken Nazizm düzensizliği ifade eden isyandır.”[29]

Sıtkı, Nazizmi Alman toplumunun ve tüm insanlığın sağlıklı ve bilinçli temellerini tahrip eden bir hareket olarak görür. Ona göre Nazizm, gerici, tepkiselci bir harekettir. Nazizm, insanları tektanrıcılığın değer ve ilkelerinden ama ayrıca Aydınlanma’nın ideal ve ilkelerinden kopartır, onları gerisin geri cahiliye döneminin putperest düzenine bağlar.

Sıtkı, İslam’ın putperestlik sonrası inşa ettiği tektanrıcılıkla, hümanizmle, Aydınlanma’yla, kurtuluşu, ilerlemeyi ve saadeti getiren toplumsal ve politik düzen ile insani düzeni parçalayan, hukuku ayaklar altına alan, ahlaksızlığın ve anarşinin tohumlarını eken, insanı insanlıktan, Aydınlanma’dan ve ilerlemeden kopartıp cahiliye döneminin düzensizliğine geri götüren Nazizmi karşı karşıya getirir.

“Hitler’in, Rosenberg’in, Goebbels’in ve onların görüşlerini paylaşanların öğretileri, müritlerini alıp uzak geçmişe savuran, İslam’ın dünyada varlık imkânı bulduğu günden beri başkaldırdığı toplumsal barbarlık üzerine kurulu hayata mahkûm eden karanlık bir teoridir.”[31]

Bu yıkım dalgasının liderleri, dünyada “yıkıcı Nazi ilkelerini ve vahşi sosyal düzen ile yönetimi” yarattılar; bu ilkeler ki yabani hayvanların karınlarını doyurmaktan başka bir işe yaramaz ama insanların düşünce biçimlerine, çıkarlarına ve özlemlerine ölümcül zararlar verir.[32]

Bu “putperest barbarlığa” geri dönüşün pratik tezahürleri nelerdir? Nazizmde ırkçılık ve kan ile toprağın kutsanmasının ötesinde zulüm vardır. Nazi totalitarizminin karanlık diktatörlüğü, yeni “barbarlığın” bir başka ana özelliğidir. Nazizm, diktatörlük olgusunu eşi benzeri görülmemiş bir zulümle ve şiddetle buluşturmuş, zulüm Nazizm şahsında zirveye ulaşmıştır. Diktatörlüğün başında, Tanrı ile kıyaslandığında her şeye gücü yeten ve yanılmaz olan bir lider vardır. Sıtkı, Hitler’i bir “peygamber” haline getirme ve ona kutsallık atfetme çabasını sert bir dille eleştirir.[33]

Nazi istibdadı, Almanlardan “lidere (Führer’e) mutlak ve körü körüne itaati” talep eder ve kendisine itaat etmeyenlere karşı her türlü baskıyı uygular, acımasız eylemlere imza atar. Muhaliflerine zulmeder, onları parmaklıklar ardına hapseder veya ortadan kaldırır.

Nazi diktatörlüğü, “Almanya’yı kurtarmak” gibi sahte bir slogan altında, yönetimi ele geçirmek için “acımasız şiddet” kullandı; “Hukukun kutsallığına saygısızlık etti, ona karşı çıkmaya cesaret eden herkese saldırdı ve hapse attı, bilim ve medeniyetin kalesine saldırdı, onu paramparça etti.” Gözdağı ve terörden oluşan bir polis devleti ve “peygamber Hitler”in tek yönetimini kurarak insan özgürlüğünü yok etti, doğal adaleti ortadan kaldırdı, sivil hak ve özgürlükleri hükümsüz kıldı.[34]

Eksiksiz bir despotizm, Nazizme kutsal bir dini boyut bahşedilerek elde edilir. “Peygamber Hitler” “yeni bir din” yaratma iddiasındadır: “Nazizm, kendine özgü kutsal metinleri, törenleri ve ritüelleri, davranış biçimleri ve kendine özgü bir felsefesi olan yeni bir ‘din’dir.”[35] Ancak Sıtkı’nın kanaatine göre, bu peygamber sahte bir peygamber, bu din sahte bir dindir ve “bu din, kendi insanlığına sımsıkı bağlı olan insanı kendisini küçümseyen, ruhunu cüceleştiren, hayvani dürtülerine teslim olduğu ve bir tür hayvana dönüştüğü için karşısındaki canavarı kendisinden üstün bir yaratık olarak gören birine dönüştürmüştür.”[36]

Pratikte “Nazi dini”, Almanya’da ve dünyada yıkımın ve yokoluşun tohumlarını eken hayali bir dindir. Sıtkı, Nazizmin “dindarlığın terk edilmesi”ni, “anarşi”yi, tüm insani ahlakın, merhametin, karşılıklı sorumluluğun ve sevginin çöpe atılması olduğuna inanmaktadır. Bu sahte din, insanda ve toplumda insana ait olan her şeyi yok eder, onu mağaralara ve tarih öncesi insanın “ilkel vahşetine” geri götürür. Sıtkı, “Adolf Hitler’in ve onun savaşını destekleyenlerin uydurdukları toplumsal düzenin, insanı, inançları hasta, düşünce tarzları ölümcül bir hastalığa yakalanmış, rejimleri kusurlu, kaotik toplumlara geri döndürdüğü” iddiasındadır.[37] Thomas Mann’ın sözünü aktaran Sıtkı şunları söylemektedir:

"Nazizm, insan ruhunun yok edilmesidir ve bu durumda ruhun yok edilmesi, [tektanrılı] dinlerin gölgesinde ortaya çıkan mükemmel ruhun yok edildiği anlamına gelir; aynı zamanda insanın ürettiği bilimin ruhunun yok edilmesi ve insanın kişisel durumunun ortadan kaldırılmasıdır.”[38]

Sıtkı, Nazi diktatörlüğünün toplumu dağıttığına, yasalarını zayıflattığına, siyasi rejimini mahvettiğine ve kültürel normlarını parçaladığına inanıyordu. Toplumu ölümcül hastalıklar bulaştırıyor, onu kültürün henüz oluşmadığı, ilkel insan durumunun karakterize ettiği mutlak kaosa terk ediyordu.[39]

İslami düzense bu kaos ile belirgin bir tezat oluşturur. Sıtkı, İslam’ın özünde Nazi barbarlığına karşı bir muhalefet olduğunu, bununla birlikte, onu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir devrim olduğunu savunuyor. İslam, hukuku, asayişi, hükümeti, bir norm ve gelenekler sistemini, ayrıca medenice yaşama usulünü yaratmış insani düzende belirli bir dönüşümü meydana getirir. İslam, insanı “barbarlara has cehalet pisliğinden”, putperestlikteki kargaşadan kurtararak, tek Tanrı’ya inanan, hayatını istikrarlı, medeni bir sosyal düzende organize eden aydınlanmış bir insan olarak yeniden yaratır. Ancak bu anlamda İslam evrenseldir ve esasen Hristiyanlık ve Yahudilikten farklı değildir; bu dinler de insanı paganlara has putperestlikten kurtaran, ona yeni bir yaşam biçimi sunan, yüce ve aydınlanmış bir medeniyet oluşturan toplumsal devrimler gerçekleştirmişlerdir.

"Yahudilik Firavunlara karşı bir devrimdi, Hıristiyanlık Roma adaletsizliğine karşı bir devrimdi, İslam ise İslam cahiliyeyi ortadan kaldırmak için gerçekleştirilmiş bir devrimdi.”[41] Bu bakış açısı üzerinden Sıtkı, yeni Nazi barbarlığının tüm İslami ve tektanrılılığa has insani değerlere, “merhamete, sevgiye, kardeşliğe, ‘nefret etmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın veya öldürmeyeceksin’ ilkesine yönelik itiraz, bir meydan okuma” olduğunu söyler.[42] Bu bağlamda “Naziler, Hristiyan inancının Yahudi-Roma zihniyetinin bir sonucu olduğunu, Akdeniz havzasında yaşayanlarca icat edildiğini, bunun kuzey Alman zihniyetiyle hiçbir şekilde tutarlı olmadığını iddia etmektedirler.” Dolayısıyla, Nazilerin Yahudiliğe saldırısı, aynı zamanda Hristiyanlığa ve İslam’a da yapılmış bir saldırıdır.[43]

Ancak, Sıtkı’ya göre, Nazilerin tek tanrılı dinlere yönelik zulümleri başarısız olacaktır ve “alternatif” bir din olma iddiası yanıltıcı ve hayalidir. Nazi “dini”, “Almanlardaki ırkçı şovenizm”den yararlanan “pagan törenleri ve ritüelleri” düzenleyen “Nazi paganizmi”dir.[44]

Diğer tek tanrılı dinler gibi İslam da tek Tanrı’nın pagan putperestliğine karşı yürüttüğü savaştır. Gerçek bir peygamberi, gerçek bir dini ve gerçek bir insani mesajı ancak İslam doğurabilirdi. “Milyonlarca Müslümanın Nazizmden tiksinmesinin ve ondan nefret etmesinin nedeni budur. Bugünün Müslümanları, ilk Müslümanların Kureyş’in cahiliye halkına karşı savaştığı aynı şevk ve kararlılıkla buna karşı savaşmaya hazırdırlar.”[45]

Modern çağda İslam, Aydınlanma eğilimine iştirak etmiş, ona sonsuz insani ve evrensel değerler kazandırmıştır. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi, İslam da modern insanın ve toplumun yaratılmasında belirli bir rol oynamaktadır. Bu rolün en somut ifadesi, İslam’ın modern demokratik hükümet biçimini benimsemesi, müminlerden bu yönetim biçimini savunmasını istemesidir. Eğer demokrasinin özü “özgürlük” ise, İslam, özü itibarıyla demokrasiyi desteklemekte, müminleri onu sahiplenip benimsemeleri konusunda teşvik etmektedir. Demokrasi, tamamen “Nazi düzeni”yle zıt olan bir toplumsal ve politik düzendir.[46]

Sıtkı, diğer modernist ve özgürlükçü İslam düşünürleri gibi, demokrasi fikrini geleneksel İslami hükümdarların İslam milletinin temsilcileriyle istişare etme yükümlülüğüne dayandırmaya çalışır. İlk dönem İslam’ın siyasi düşünce ve uygulamalarında istişare fikrinin ve istişare kurumunun (şûra) yerleşik olduğunu kanıtlamak için klasik İslami metinlerden alıntı yapar.[47]

Sıtkı, aynı zamanda Yunanistan’da ortaya çıkan, İslam’a aktarıldığını düşündüğü demokrasiye dair fikirlere de hâkimdir: Bu anlamda Sıtkı, demokrasinin, halkın halk tarafından, halkın iyiliği için yönetimi olduğuna, halkın egemenliğine dayandığına, halkın iradesinin, egemen güç olarak hükümet biçimini belirlediğine, aynı zamanda meşruiyetinin kaynağı olduğuna inanır.[48]

Sıtkı, bir yandan da, Batı Avrupa’da Aydınlanma çağında ortaya çıkan, İslam ve Arap dünyası da dâhil olmak üzere dünyaya yayılan demokrasinin, şimdi geniş dünyada ve Arap ülkelerinde kabul edilen ve uygulanan “gelişmiş bir demokrasi”, “üstün bir demokrasi” olduğunu kabul etmektedir.

Sıtkı, ayrıca modern demokrasinin Arap Ortadoğusu’na Batı Avrupa’dan ithal edildiği fikrine de onay verir. “Demokrasinin ilkelerinin, İslam’ın öğüt ve geleneklerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünen Sıtkı, demokrasinin Müslüman Arapların siyasi kültüründe coşkuyla karşılanmasının sebebinin bu gerçek olduğuna vurgu yapar.[50]

Başka bir ifadeyle, Sıtkı’ya göre, İslami siyasi kültür, modern batı demokrasisini hızlı ve doğal bir şekilde benimsemeye hazırdır. Okurlarına, “demokrasiyi resmi olarak benimseyen ilk Arap ülkesinin Mısır olduğunu” hatırlatan Sıtkı, Mısır’ın demokrasiyi “Batı gibi” içselleştirdiğini söyler.

Yirminci yüzyılda Mısır, diğer Arap ülkelerinin taklit ettiği bir model haline geldi. Sıtkı, Arap ülkelerindeki kamuoyunun demokrasiyi medeni kültürlerine kabul ettiğine inanmaktadır. Arap kamuoyunun bir hükümet biçimi olarak anayasal parlamentoyu benimsemesinin yanı sıra, günlük yaşamlarında demokrasiyi yaşadığını belirten Sıtkı, “Evlerde, sokaklarda, kahvehanelerde demokrasiyi övdüğünü, yücelttiğini” söyler.

“Demokrasi o kadar yaygın kabul görmüş ki, bugün hayatı boyunca demokrasi hakkında hiçbir şey duymamış biri bile, onun destekçilerinden biri olmaktan gurur duyuyor. Eğer ona ‘Demokrasi nedir?’ diye sorulsa, tereddütsüz şu cevabı veriyor: ‘demokrasi özgürlüktür’. Hiç de haksız değil.”[52]

Sıtkı, Arapların çoğunun “demokrasinin destekçileri” olduğuna, demokrasiye bağlılıklarının Avrupa’daki Nazi diktatörlüğünün suçlarını öğrendikten sonra daha da güçlendiğine inanır. Ayrıca Sıtkı, Arap ülkelerine getirilen demokrasi ve parlamenter sistemlerin, Arapların ilerlemesi, aydınlanma, modernleşme ve şu anda yaşadıkları kültürel uyanış için anahtar olduğu kanaatindedir.

Demokrasi, özgürlük haricinde, aynı zamanda istikrar, düzen, ekonomik refah, eşitlik, sosyal adalet ve muhtaçlara yardım sağlayan bir yönetim biçimidir. Nazilerin önerdiği “düzensizliğin”, “serbestiyet”in ve “kaos”un panzehri odur. Elbette, “mevcut savaş” bağlamında, Arapların demokrasiye sundukları destek, Nazizm ve Mihver güçlerine karşı yürütülen savaşta demokratik güçlerin Müttefikleri desteklemelerinin önemli nedenlerinden biridir.

Demek ki Sıtkı’nın görüşüne göre, Arapların benimsediği demokrasi, Nazizme iki düzlemde karşıt bir tutum sergilemektedir: ilk düzlemde demokrasi, Nazilerin önerdiği “düzensizlik” ve “kaos”a karşı toplumsal düzenin ve siyasi rejimin bir ifadesidir. İkinci düzlemde ise demokrasi, Nazi diktatörlüğüne, zulmüne ve teröre karşı özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin koruyucusudur.[54]

İsrail Gerşoni

[Kaynak: Die Welt des Islams, 2012, Cilt. 52, Sayı 3/4, Islamofacism (2012), s. 471-498.]

Dipnotlar:
[1] Bu aydınların ve politik eylemcilerin faşizm ve Nazizm karşıtı tutumları konusunda İsrail Gerşoni’nin makalelerine bakılabilir: Abdullah İnan ile ilgili çalışması için bkz.: “Egyptian Liberalism Reassessed: Muhammad ‘Abdallah Inan’s Response to German Nazism, 1933-1935”, 4 (1999), s. 31-68 (İbranice); Almanca yayınlanan kısa versiyonu için bkz.: “Eine Stimme der Vernunft: Muhammad Abdallah Inan und die Zeitschrift Al-Risala”, Yayına Hz.: Nicolas Berg, Omar Kamil, Markus Kirchhoff ve Susanne Zepp, Konstellationen : Über Geschichte, Erfahrung und Erkenntnis. Festschrift für Dan Diner içinde (Göttingen, 2011), s. 105-124; Zeyyat ve Risale için bkz.: “Egyptian Liberalism in an Age of ‘Crisis of Orientation: Al-Risala’s Reaction to Fascism and Nazism, 1933-1939”, IJMES, 31 (1999), s. 551-576; Hasan Benna ve Muhammed Said Eşmavi konusunda bkz.: “Rejecting the West: The Image of the West in the Teachings of the Muslim Brothers, 1928-1939”, Yayına Hz.: Uriel Dann, The Great Powers in the Middle East , 1919-1939 (New York, 1988), s. 370-390; Muhammed Lütfi Cuma konusunda bkz.: Bayna l-asad al-ifrïqï wa-l- nimr al-ïtâlï: bahth tahlïlï wa-l-ta'rïkhï wa-nafiânï wa-ijtimâ'ï fi l-mushkilat al-habashiyya al-itäliyya (Kahire, 1935); Mısırlı Arapların antifaşist ve Nazi karşıtı tutumları ve görüşleri konusunda bkz.: Israel Gershoni ve James Jankowski, Confronting Fascism in Egypt: Dictatorship Versus Democracy in the 1930s (Stanford, 2010), bilhassa s. 111-233.

[2] Al-Taqalid al-islamiyya wa-l-mabadi al-naziyya: hal tattafiqãna Bahth (ilmî wa-ijtimâ’î wa-siyâsi wa-dinî (Beyrut ve Kahire, 1940).

[3] Sıtkı’nın hayatı, teorik ve politik faaliyetlerine dair daha detaylı bilgiler için bkz.: Yayına Hz.: Hanna Abu Hanna, Mudhakkirãt Najatî Sidqî (Beyrut, 2001), s. 1-167; Sıtkı’nın Moskova seyahatleri ve orada geçirdiği süre konusunda bkz.: A.g.e., s. 21-69; FKP içerisinde bir komünist olarak yürüttüğü faaliyetler ve Suriye ile Lübnan’daki komünist hareketle yakın ilişkileri konusunda bkz.: A.g.e., s. 122-147. Ayrıca bkz.: Salim Tamari, “The Enigmatic Bolshevik from the Holy City", Mountain Against the Sea: Essays on Palestinian Society and Culture içinde (Berkeley, 2009), s. 167-175. Tamari’nin Sıtkı ile ilgili makalesi için bkz.: “Necati Sıtkı”, İştiraki. Yirmilerde ve otuzlarda yürüttüğü teorik ve politik faaliyetler konusunda ayrıca bkz.: Ibrahim Muhammad Abu Hashhash, Najatî Sidqî: hayätuhu wa-adabuhu (1905-1979) (Beyrut, 1990), s. 15-59. Sıtkı’nın edebiyat ve kültür sahasında yürüttüğü faaliyetler ve yaptığı üretimler konusunda bkz.: A.g.e., s. 50-240. İspanya İç Savaşı’na katılımı ile ilgili olarak bkz.: Mustafa Kabha, “Spanish Civil War as Reflected in Contemporary Palestinian Press”, Yayına Hz.: Israel Gershoni, Arab Responses to Fascism and Nazism: New Directions and Reappraisals içinde, yakında yayımlanacak. Ayrıca bkz.: Musa Budeiri, The Palestine Communist Party, 1919-1948: Arab and Jew in the Struggle for Internationalism (Londra, 1979), 25 ve devamı, 63, 120.

4) İnan konusunda bkz.: Gershoni, “Egyptian Liberalism Reassessed”; Musa konusunda bkz.: Israel Gershoni, “Liberal Democracy Versus Fascist Totalitarianism in Egyptian Intellectual Discourse: The Case of Salama Musa and al-Majalla al-Jadida”, Yayına Hz.: Christoph Schumann, Nationalism and Liberal Thought in the Arab East içinde (Londra, 2010), s. 145-172; daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz.: Vernon Egger, A Fabian in Egypt: Salamah Musa and the Rise of the Professional Classes in Egypt, 1909-1939 (Lanham, 1986), s. 201-207.

5) Sidqi, al-Taqãlid al-islamiyya, s. 95-102.

6) A.g.e., s. 99 ve devamı. İlgili tarihsel döneme dair detaylı bir tartışma için bkz.: Abd al-Azim Ramadan, Tatawwur al-haraka al-wataniyya fi Mişr min sanat 1937 ilâ sanat 1948, Cilt. 2 (İkinci Baskı, Kahire, 1999), s. 41-54.

7) Sidqi, al-Taqalid al-islamiyya, s. 97 ve devamı.

10) A.g.e., s. 2, 4 ve devamı.

11) Götz Nordbruch, Nazism in Syria and Lebanon: The Ambivalence of the German Option, 1933-1945 (Londra, 2009), s. 81, birinci ve ikinci dipnotlar, s. 166.

12) Bkz.: Mudhakkirat Najati Sidqi, s. 16-21,34-121, 148-167, 220-228.

13) Bu konuyla ilgili olarak bkz.: Gershoni ve Jankowski, Confronting Fascism in Egypt.

14) Sidqi, al-Taqalid al-islamiyya, s. 10.

15) A.g.e., s. 31.

16) A.g.e., s. 32 ve sonrası.

17) A.g.e., s. 10f., 30-33.

18) A.g.e., s. 10.

19) A.g.e., s. 11.

20) A.g.e., s. 9 ve sonrası.

21) A.g.e., s. 11.

22) A.g.e., s. 35, meseleyi daha kapsamlı ele alan kısımlar için bkz.: s. 30-37.

23) A.g.e., s. 36.

24) A.g.e., s. 36 ve devamı.

25) A.g.e., s. 9-14, 30-37.

26) A.g.e., s. 9-42.

27) A.g.e., s. 38 ve devamı.

28) A.g.e., s. 13.

29) A.g.e., s. 16 ve devamı, s. 22-29, 34-42.

30) A.g.e., s. 15. Meseleyi daha kapsamlı ele alan kısımlar için bkz.: s. 15-23.

31) A.g.e., s. 15.

32) A.g.e., s. 9.

33) A.g.e., s. 7, 30., 36.

34) A.g.e., s. 10, 28 ve devamı.

35) A.g.e., s. 30.

36) A.g.e.

37) A.g.e., s. 9, 15-18.

38) A.g.e., s. 17.

39) A.g.e., s. 9 ve devamı, s. 16 ve devamı.

40) A.g.e., s. 9 ve devamı, 15-18.

41) A.g.e., s. 24.

42) A.g.e., s. 24 ve devamı.

43) A.g.e., s. 17.

44) A.g.e., s. 10 ve devamı, s. 30-33.

45 A.g.e., s. 18, 15-18.

46 A.g.e., s. 4 ve devamı, 18, 43-48.

47) A.g.e., s. 45 ve devamı.

48) A.g.e., s. 44 ve devamı.

49) A.g.e., s. 45.

50) A.g.e.

51) A.g.e., s. 43 ve devamı.

52) A.g.e., s. 43.

53) A.g.e.

54) A.g.e., s. 15-18,43-48.

0 Yorum: