15 Kasım 2025

,

Faşizm ve Antifaşizm


Totalitarizm ve Faşizm

Faşizmin yol açtığı dehşet, ne ilk ne de sondu. Kim ne derse desin, en kötüsü de değildi.[1] faşizmin sebep olduğu dehşet, savaşlar ve kıtlıklar gibi olaylar sebebiyle yaşanan “normal” katliamlardan daha beter değildi. Proleterler içinse, 1832, 1848, 1871, 1919’da yaşanan dehşetin daha sistematik bir versiyonuydu...

Gelgelelim faşizm, dehşet gösterisinde özel bir yere sahiptir. Bu sefer, gerçekten de bazı kapitalistler ve siyasi sınıfın önemli bir kısmı, resmi işçi sınıfı örgütlerinin liderleri ve tabanlarıyla birlikte baskı altına alındı. Burjuvazi ve küçük burjuvazi için faşizm, ancak psikolojik açıklamalara başvurularak açıklanabilen anormal bir olgu, demokratik değerlerin yozlaşmasıydı.

Liberal antifaşizm, faşizmi Batı medeniyetindeki bir sapma olarak ele aldı, böylece olumsuz bir sonuca, Nazi dönemine ait antika eşyaları toplayanlarda görülen, faşizme yönelik sado-mazoşist bir hayranlığa yol açtı.

Batı hümanizmi, Cehennem Melekleri'nin taktığı gamalı haçların, kendi faşizm vizyonunun ters görüntüsünü yansıttığını hiçbir zaman anlayamadı. Bu tutumdaki mantığı şu şekilde özetlemek mümkün: Eğer faşizm nihai Kötülükse, o zaman kötülüğü seçelim, tüm değerleri tersyüz edelim. Bu olgu, yönünü şaşırmış bir çağın tipik bir örneğidir.

Marksist analizse psikolojiye saplanıp kalamaz. Faşizmin büyük işletmelerin bir aracı olarak yorumlanması, Daniel Guerin’den beri kabul gören bir anlayıştır.[2] Ancak Guerin’in analizindeki ciddilik, temel bir hatayı gizler. “Marksist” çalışmaların çoğu, her şeye rağmen faşizmin 1922 veya 1933’te önlenebilir olduğu fikrini savunur. Faşizm, kapitalizmin belirli bir anda kullandığı bir silaha indirgenir. Bu çalışmalar, “işçi hareketi sekterlik yapmak yerine baskı uygulasaydı, kapitalizm faşizme yönelmezdi” derler. “Elbette bir ‘devrim’ yaşanmazdı, ama en azından Avrupa, Nazizmden, kamplardan vb. kurtulmuş olurdu” diye düşünülür.

İlgili bakış açısı, toplumsal sınıflar, devlet ve faşizmle büyük işletmeler arasındaki bağlantı konusunda doğru tespitler dile getirse de faşizmin iki başarısızlığın ürünü olduğu noktasını gözden kaçırmaktadır: Sosyal demokratlar ve liberal müttefikleri tarafından ezilen devrimcilerin yenilgisi; Liberallerin ve sosyal demokratların sermayeyi etkili bir şekilde yönetememesiyle sonuçlanan süreç.

Faşizmin doğası ve iktidara yükselişi, önceki dönemin sınıf mücadeleleri ve bunların sınırlılıkları incelenmeden anlaşılamaz. Biri olmadan diğeri idrak edilemez. Guerin’in yalnızca faşizmin önemi konusunda değil, aynı zamanda “kaçırılmış bir devrim” olarak gördüğü Fransız Halk Cephesi konusunda da yanılması tesadüf değil.

Antifaşistler, meselenin özü konusunda kafayı bulandıran sözler sarf ederler. Bu noktada demokratların faşizmin doğasını mümkün olduğunca gizlediklerini, ama onu her yerde kınamak suretiyle radikal pozu kestiklerini anlamazlar. Bu, elli yıldır böyle devam ediyor.

Boris Souvarine, 1925’te şunları söylüyordu:

“Faşizm her yerde. Action Française’a bakın, alın size faşizm. Ulusal Blok’tan mı söz ediyorsunuz, o da faşizm... Son altı aydır Humanite gazetesi, her gün faşizme işaret ediyor. Bir gün gazete, altı sütuna manşet, şu şekilde bağırıyor: ‘Senato iliğine kadar faşist.’ Başka bir gün, komünist bir gazeteyi basmayı reddeden bir matbaacı kınanıyor: ‘Faşistlerin darbesi bu’. [...] Bugün Fransa’da ne Bolşevizm ne de faşizm var, Kerenskicilikten hallice bir düzen bu. Liberte ve Humanite boş laflar ediyor: Hayallerindeki faşizmin uygulanma ihtimali yok, varoluşunun nesnel koşulları henüz oluşmadı. [...] Sahayı gericiliğe bırakamayız. Ama bu gericilikle mücadele etmek için onu faşizm olarak adlandırmaya da gerek yok.”[3]

Kelime zenginliğinin arttığı bir dönemde, “faşizm”, solcuların radikalliklerini göstermek için kullandıkları moda bir kelimeden ibaret. Ancak bu kullanım, hem bir kafa karışıklığını hem de devlete ve sermayeye teorik alanda sunulmuş bir tavizi ifade ediyor.

Antifaşizmin özü, demokrasiyi desteklerken faşizmle mücadele etmekten, yani kapitalizmin yıkılması için değil, totaliter biçiminden vazgeçmesi için mücadele etmekten ibaret. Sosyalizm tam demokrasiyle, kapitalizm ise faşizmin büyümesiyle özdeşleştirildiğinden, proletarya/sermaye, komünizm/ücretli emek, proletarya/devlet karşıtlıkları bir kenara atılıyor, öte yandan, devrimci bakış açısının özü olarak sunulan “Demokrasi”/”Faşizm” karşıtlığı öne çıkartılıyor.

Antifaşizm, yalnızca iki olguyu bir araya getirme konusunda başarılı. Antifaşizm, “faşizm” denilen şeyle sermaye ile devletin totalitarizme doğru evrimini birlikte ele alma konusunda önemli bir birikim ortaya koyuyor. Bu iki olguyu birbirine karıştırıp, bütünün yerine parçayı koyarak, faşizm ve totalitarizmin davasını gizemli kılan antifaşizm, esasında mücadele edilmek istenen şeyi güçlendiriyor.

Sermayenin ve totaliter biçimlerinin evrimini, “gizli faşizmi” kınayarak kavrayamayız. Faşizm, sermayenin totalitarizme doğru evriminin belirli bir aşamasıydı; demokrasinin faşizm kadar karşı-devrimci bir rol oynadığı ve oynamaya devam ettiği bir evrim bu. Bugün, işçi hareketinin geleneksel kurumlarına dokunmayacak, şiddeti dışlayan, “dostane” bir faşizmden bahsedenler, yanlıştalar.

Faşizm, zaman ve mekânla sınırlı bir hareketti. 1918’den sonra Avrupa’da oluşan durum, faşizme tekrarlanması mümkün olmayan, ona has özellikler kazandırdı.

1914’ten itibaren yaygınlaşan bir eğilim, faşizmi sermayenin ekonomik ve siyasi birliğini sağlamakla ilişkilendirdi. Faşizm, devrimi ezmiş olmasına rağmen, devletin düzeni sağlama konusunda aciz kaldığı İtalya ve Almanya gibi kimi ülkelerde bu düzeni sağlama hedefini gerçekleştirme konusunda başvurulan özel bir yoluydu. Faşizmin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkün:

1. Sokakta doğar;

2. Düzen vaaz ederken düzensizliği körükler;

3. Az ya da çok şiddetli bir yıkımla sonuçlanan, orta sınıflara ait bir harekettir;

4. Kapitalist krizi çözme yeteneğinden yoksun olan geleneksel devleti hariçten yeniden canlandırır.

Faşizm, sermayenin toplum üzerindeki mutlak egemenliğine geçiş döneminde yaşanan devlet krizine bir çözümdü. Devrimi bastırmak için belirli türde işçi örgütlerine, düzensizliğe son vermek içinse faşizm ihtiyaç vardı.

Faşizm, krizi hiçbir vakit gerçek manada aşamadı: Faşist devlet, işçi sınıfının toplumsal yaşamdan sistematik olarak dışlanmasına dayandığı için yalnızca yüzeysel bir şekilde etkili oldu. Bu kriz, günümüzde devlet tarafından daha başarılı bir şekilde aşıldı.

Demokratik devlet, faşizmin tüm araçlarını, hatta daha fazlasını kullanır zira o, işçi örgütlerini yok etmez, onları bütünleştirir. Toplumsal birlik, faşizmin sağladığının ötesine geçer, ancak özgül bir hareket olarak faşizm ortadan kalkmıştır. Faşizm, devletin baskısıyla yüzleşildiği koşullarda, burjuvazinin gerçekten benzersiz bir durumda uyguladığı zorunlu disipline denk düşer.

Burjuvazi, esasında “faşizm” adını İtalya’daki işçi örgütlerinden almıştır; bu örgütler, kendilerine sıklıkla “fasces” olarak nitelerdi. Faşizmin kendisini öncelikle bir program olarak değil, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlaması önemlidir. Tek programı, herkesi fasces’te (demet halinde) birleştirmek, toplumu oluşturan tüm unsurları bir araya getirmekti:

“Faşizm, proletaryanın gücünün ardındaki sırrı, örgütlenme anlayışını çalıyor. [...] Liberalizm, örgütü olmayan, salt ideolojiden ibaret bir olgu iken faşizm, ideolojiden arınmış örgütlenme pratiğidir.” (Bordiga)

Diktatörlük, sermayenin bir silahı değil, onda gerektiğinde ortaya çıkan bir eğilimdir. 1945’ten sonra Almanya’da olduğu gibi, bir diktatörlük döneminden sonra parlamenter demokrasiye geri dönüş, yalnızca diktatörlüğün (bir sonraki döneme kadar) kitleleri devlete entegre etmede işe yaramadığını ifade eder. Demokrasinin diktatörlükten daha yumuşak bir sömürü imkânı sunduğunu kimse inkâr edemez: Herkes bir Brezilyalı gibi sömürülmektense bir İsveçli gibi sömürülmeyi tercih eder. Peki bir tercih hakkımız var mı?

Demokrasi, gerekli olduğu anda kendini diktatörlüğe dönüştürecektir. Devlet, tek bir işleve sahiptir ve bu işlevi ya demokrasi ya da diktatörlük yoluyla yerine getirir. Kişi, ilk yöntemi ikinci yönteme tercih edebilir, ancak devleti demokratik kalmaya zorlayamaz. Sermayenin kendine kattığı siyasi biçimler, burjuvazinin niyetlerine bağlı olmadığı gibi, işçi sınıfının eylemine de bağlı değildir.

Weimar Cumhuriyeti, Hitler’e teslim oldu, hatta onu açık kollarla karşıladı. Fransa’daki Halk Cephesi ise faşizmi “önleyemedi”, çünkü Fransa’nın 1936’da sermayesini birleştirmesi veya orta sınıflarını küçültmesi gerekmiyordu. Bu tür dönüşümler, proletaryanın herhangi bir siyasi tercihte bulunmasını gerekli kılmaz.

Genelde Hitler, gençliğinde Viyana sosyal demokrasisinden salt propaganda yöntemlerini aldığı için küçümsenir. Bunda küçümsenecek bir yan yok aslında. Neticede sosyalizmin “özü”, Avusturya Marksizminin seçkin yazılarından ziyade, bu yöntemlerde mevcuttu. Sosyal demokrasi ve Nazizmin ortak sorunu, kitlelerin nasıl örgütleneceği ve gerekirse nasıl bastırılacağıydı.

Proleter ayaklanmaları bastıranlar, Naziler değil, sosyalistlerdi. (Bu, 1919’da olduğu gibi yeniden iktidara gelen mevcut Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) 1919’da öldürdüğü Rosa Luxemburg onuruna bir posta pulu bastırmasına mani değil.)

Diktatörlük her zaman, proleterlerin sendikaların ve sol partilerin yardımıyla demokrasi tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından gelir. Öte yandan, hem sosyalizm hem de Nazizm, yaşam standartlarında (geçici) bir iyileşmeye katkıda bulunmuştur. SPD gibi Hitler de, içeriğini anlayamadığı bir toplumsal hareketin aracı haline gelmiştir. SPD gibi o da iktidar için, işçilerle sermaye arasında arabuluculuk yapma hakkı için mücadele etmiştir. Hem Hitler hem de SPD, sermayenin araçları haline gelmiş, görevlerini ifa ettikten sonra bir kenara atılmıştır.

Antifaşizm: Faşizmin En Kötü Ürünü

“Faşizm” terimi, iki dünya savaşı arasında tanık olduğumuz faşizmden bu yana revaçta. Hangi siyasi grup, rakiplerini “faşist yöntemler” kullanmakla suçlamadı ki? Sol, yeniden dirilen faşizmi kınamaktan asla vazgeçmiyor, Sağ ise Fransız Komünist Partisi’ni “faşist parti” olarak yaftalamaktan geri kalmıyor. Her şeyi ifade eden bu kelime, uluslararası liberal görüş her türden güçlü devleti “faşist” olarak tanımladığı için anlamını yitirdi. Otuzlu yılların faşistlerinin vehimlerinin yeniden dirilmesinin, günümüze ait gerçeklermiş gibi takdim edilmelerinin sebebi bu. Franco, akıl hocaları Hitler ve Mussolini gibi faşist olduğunu iddia etti, ancak hiçbir zaman faşist bir Enternasyonal kurulmadı.

Bugün Yunan albayları ve Şilili generaller, egemen ideoloji tarafından faşist olarak adlandırılsalar da, gene de kapitalist devletin birer türevini temsil ederler. Devlete “Faşist” etiketi yapıştırmak, o devletin başındaki partileri kınamakla eşdeğerdir. Dolayısıyla, onu yönetenleri kınamak suretiyle devlet eleştirisinden kaçınılır.

Solcular, devlet eleştirisini ihmal ederken, faşizm hakkındaki yaygaralarıyla aşırılıklarını kanıtlamaya çalışırlar. Pratikte ise mevcut devletin yerine başka bir devlet biçimini (demokratik veya halkçı bir biçimini) önermekten başka bir şey yapmazlar.

Komünist ve sosyalist partilerin devrimci harekete karşı ileride kurulacak devlette merkezi bir rol oynayacakları gelişmiş kapitalist toplumlarda “faşizm” terimini kullanmanın bir anlamı yok. Bu durumda, salt devletten bahsetmek ve faşizmi onun haricinde tutmak, çok daha doğrudur. Faşizm, sermaye ve etkin devletin birleşmesi gibi ilkeleri genele teşmil ettiği için başarılı oldu. Ancak günümüzde faşizm, hem siyasi bir hareket hem de bir devlet biçimi olarak ortadan kalktı. Bazı benzerliklere rağmen, 1945’ten beri faşist olarak kabul edilen partiler (örneğin Fransa’daki Fransız Halkının Buluşması-RPF, sağcı popülist lider Pierre Poujade’a atfen Pujadizm, bugün bir dereceye kadar Dögolcü Cumhuriyetçi Seferberlik-RPR), güçsüz bir devleti dışarıdan fethetmeyi hedeflememiştir.[4]

Faşizm tehdidinin tekrar tekrar ortaya çıktığını söyleyenler, gerçek faşizmin üstlendiği göreve pek uygun olmadığı ve başarısız olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar: gerçek faşizm anlamında Nazizm, Alman ulusal sermayesini güçlendirmek yerine, onu ikiye böldü. Bugün faşizmden ve hakkında sürekli övgüler işittiğimiz demokrasiden çok uzak duran başka devlet biçimleri ortaya çıktı.

İkinci Dünya Savaşı ile birlikte faşizm mitolojisi, yeni bir anlayışla zenginleştirildi. Bu anlayışa göre savaş, hem ekonomik (1929 çöküşü) hem de toplumsal (devrimci olmasa da disiplin altına alınması gereken isyankâr işçi sınıfı) sorunlara sunulmuş bir çözümdü. İkinci Dünya Savaşı, faşizm biçimini almış totalitarizme savaş olarak tasvir ediliyordu. Bu yorum, günümüze kadar geldi. 1945’te savaştan galip olarak çıkanlar, Nazi zulmünü sürekli hatırlatarak, savaşa insani bir haçlı seferi niteliği kazandırdılar, böylelikle savaşı meşrulaştırdılar. Atom bombası da dâhil olmak üzere her şey, böylesine barbar bir düşmana karşı meşrulaştırılabilirdi. Ancak bu meşrulaştırma, kapitalizme ve Batı plütokrasisi ile mücadele ettiğini iddia eden Nazilerin demagojisinden daha inandırıcı değildi.

“Demokratik” güçler, saflarına Hitler Almanyası kadar totaliter ve kanlı bir devlet olarak görülen, ceza kanununda on iki yaşından büyük kişilere ölüm cezası veren Sovyetler’i dâhil etti. Müttefiklerin ihtiyaç duyduklarında stratejik bombalama gibi benzer terör ve imha yöntemlerine başvurduklarını herkes bilir. Batı, Sovyet kamplarını kınamak için Soğuk Savaş’ı bekledi. Ancak her kapitalist ülke, kendi özel sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı; İngiltere’nin başa çıkması gereken bir Cezayir savaşı yoktu, ancak Hindistan’ın bölünmesi milyonlarca kurbana mal oldu. ABD, işçilerini susturmak ve küçük burjuvaziden kurtulmak için toplama kampları kurmak zorunda kalmadı[5] ancak Vietnam’da kendi sömürgeci savaşını yürüttü. Bugün tüm dünyada kınanan Gulag’ıyla Sovyetler Birliği ise, eski kapitalist ülkelerde yüzyıllara yayılan dehşeti birkaç on yıla sığdırmakla yetindi. Ama Batı, yalnızca Siyahlara yönelik zulmünde milyonlarca insanı öldürdü. Sermayenin gelişimi, şu türden sonuçlara yol açar:

1. İşçi sınıfı üzerinde egemenlik tesis edilir, devrimci hareket, sert ve yumuşak yollardan ortadan kaldırılır;

2. Diğer ulusal başkentlerle rekabet, savaşa yol açar.

İktidara “işçi” partileri geldiğinde ise sadece tek bir şey değişir: İşçici demagoji daha belirgin hale gelir, ama gerekli görüldüğü hallerde işçilere en ağır baskılar uygulanır. Sermayenin zaferi, işçiler “daha iyi bir yaşam” arayışıyla kendi hesaplarına harekete geçene dek tamamlanmış sayılmaz.

Antifaşizm, bizi sermayenin aşırılıklarından korumak için, doğalında devletin müdahalesine başvurur. Paradoksal olarak, antifaşizm, güçlü bir devletin savunucusu haline gelir. Örneğin, FKP bize şunu sorar: “Bugün Fransa’da nasıl bir devlete ihtiyaç var? Devletimiz, Cumhurbaşkanı’nın iddia ettiği gibi istikrarlı ve güçlü mü? Hayır, zayıftır, ülkeyi içinde bulunduğu toplumsal ve politik krizden çıkaracak güçte değildir. Aksine, düzensizliği teşvik etmektedir.”[6]

Diktatörlüğün de demokrasinin de amacı, devleti güçlendirmektir. Diktatörlükte bu güçlendirme bir ilke meselesi iken demokrasi bizi korumak ister. Ama sonuç ikisinde de aynıdır. İkisi de aynı hedefe, totalitarizme doğru yürür. Her iki durumda da mesele, herkesin “yukarıdan aşağıya” ya da “aşağıdan yukarıya” doğru topluma katılmasını sağlamaktır. İlki diktatörlüğün; ikincisi demokrasinin işidir.

Diktatörlük ve demokrasi derken, bunların sermayenin sosyolojik olarak farklılaşmış iki fraksiyonu olduğunu söyleyebilir miyiz? Aslında diktatörlük de demokrasi de proletaryayı disiplin altına almanın iki farklı yoludur. İlki işçi sınıfını zorla bütünleştirir, ikincisi “kendi” örgütleri üzerinden bir araya getirir. Sermaye, anın ihtiyaçlarına göre bu çözümlerden birini veya diğerini tercih eder.

1918’den sonra Almanya’da sosyal demokrasi ve sendikalar, işçileri kontrol etmek ve devrimcileri kitlelerden kopartmak için vazgeçilmez unsurlardı. Öte yandan, 1929’dan sonra Almanya, sanayisini yoğunlaştırmak, orta sınıfın bir bölümünü ortadan kaldırmak ve burjuvaziyi disiplin altına almak zorunda kaldı. Siyasi çoğulculuğu ve işçilerin acil çıkarlarını savunan aynı geleneksel işçi hareketi, daha fazla gelişmenin önünde bir engel haline gelmişti. “İşçi örgütleri”, kapitalizmi sadakatle desteklemiş, ancak özerkliklerini korumuşlardı; örgütler olarak her şeyden önce hayatta kalmayı amaçlamışlardı. Bu nedenle işçi örgütleri, Alman devriminin başarısızlığında da görüldüğü üzere, 1918-1921 arası dönemde karşı-devrimci bir rol oynadılar.

1920’de sosyal demokrat örgütler, faşizmin ismen var olmasından önce, anti-devrimci antifaşizmin ilk örneğini sundular.[7] Daha sonra bu örgütlerin hem toplumda hem de devletin kendisinde kazandığı ağırlık, onların toplumsal muhafazakârlık ve ekonomik Maltusçuluk rolü oynamalarına yol açtı. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu.

1918-1921’de ise anti-komünist bir işlev gördüler, çünkü ücretli emeğin savunusunun ifadesiydiler; ancak aynı gerekçe, onların, sermayenin bir bütün olarak yeniden örgütlenmesinin aleyhine olacak şekilde, ücretlilerin acil çıkarlarını temsil etmeye devam etmelerini gerektiriyordu.

Buradan Nazizmin, günümüzün sözde faşist partilerinin aksine, işçi hareketini şiddet yoluyla yok etmeyi neden hedeflediğini anlamak mümkün. İşte temel fark burada. Sosyal demokrasi, işçileri evcilleştirme görevini fazlasıyla yerine getirmişti. Sosyal demokrasi, devlette önemli bir konuma sahipti, ancak tüm Almanya’yı ardında birleştirememişti. İşsizlerden tekelci kapitalistlere kadar tüm sınıflara nasıl hitap edeceğini bilen Nazizmin görevi, birleştirmekti.

Benzer şekilde, Şili’deki Halk Birliği (Unidad Popular) işçileri kontrol edebildi, ancak tüm ulusu etrafında toplayamadı. Bu yüzden, onu zorla devirmek gerekli hale geldi. Aksine, Portekiz’de Kasım 1975’ten beri kitlesel bir baskı yaşanmadı ve mevcut rejim “subay devrimi”ni sürdürdüğünü iddia ediyorsa, bunun nedeni, işçi sınıfının ve demokratik örgütlerin sağdan gelecek bir darbeyi engellemesi değildi. Sol partiler ve sendikalar, darbenin erken olduğu durumlar (örneğin 1920’deki Kapp darbesi) dışında, böyle bir şeyi hiçbir zaman engellemediler. Portekiz’de Beyaz terör diye bir şey yaşanmadı, çünkü buna ihtiyaç yoktu. Sosyalist Parti, bugüne kadar tüm toplumu ardında birleştirmeyi bilmişti.

Kabul etsin ya da etmesin, antifaşizm, hem işçi sınıfı reformizminin hem de kapitalist reformizmin ihtiyaç duyduğu biçim haline gelmiştir. Antifaşizm, sermayenin ihanet ettiği burjuva devriminin gerçek idealini temsil ettiğini iddia ederek, bu iki reformizmi cem eder. Demokrasi, toplumumuzda zaten mevcut olan sosyalizmin bir unsuru olarak görülür. Sosyalizm ise tam demokrasi olarak tahayyül edilir. Sosyalizm mücadelesi, kapitalizm çerçevesinde giderek daha fazla demokratik hak kazanmaktan ibarettir. Faşist günah keçisinin yardımıyla demokratik aşamacılık, yeniden dirilir.

Faşizm ve antifaşizmin kökeni de programı da birdir, ancak ilki sermayenin ve sınıfların ötesine geçtiğini iddia ederken, antifaşizm, demokrasi ilâcının verilmesiyle sonsuza dek mükemmelleştirilebilecek “gerçek” burjuva demokrasisine ulaşmaya çalışır. Oysa gerçekte burjuva demokrasisi, sermayenin iktidarı ele geçirmesinde bir aşamadır. Bu devrimin tüm yirminci yüzyılı kuşatması neticesinde bireyler, giderek daha fazla yalnızlaşmıştır.

İnsan faaliyeti ile toplum arasındaki ayrım sorununa yönelik yanıltıcı bir çözüm olarak ortaya çıkan demokrasi, tarihin en fazla ayrışmış toplumu denilen soruna asla çözüm sunamaz. Antifaşizm, her daim totalitarizmdeki artışla neticelenecektir. Antifaşizmin “demokratik” bir devlet için verdiği mücadele, devleti güçlendirecektir.

Faşizm ve antifaşizmin devrimci analizleri, özellikle de daha karmaşık bir örnek olan İspanya İç Savaşı’nın analizi, muhtelif sebeplere bağlı olarak, sürekli göz ardı ediliyor, yanlış anlaşılıyor veya her daim çarpıtılıyor. Bu türden analizler, en iyi ihtimalle idealist bir bakış açısını temel alıyor, en kötü ihtimalle ise faşizme dolaylı bir destek olarak görülüyorlar. Dikkat edilsin: bu türden analizler, İtalya Komünist Partisi’nin faşizmi ciddiye almayı reddederek ve özellikle de demokratik güçlerle ittifak kurmayarak Mussolini’ye yardım ettiğini veya Alman Komünist Partisi’nin SPD’yi “baş düşman” olarak görmek suretiyle Hitler’in iktidara gelmesine izin verdiğini söylüyorlar. İspanya’da ise, tam aksine, Stalinistlerin, sosyalistlerin ve anarşistlerin eksiklikleri olmasaydı başarılı olabilecek kararlı bir antifaşist mücadeleye tanık olunduğundan bahsediliyor. Bu tür ifadeler, gerçekleri çarpıtıyor.

İtalya ve Almanya

1918-1922 arası dönemde İtalya’da proletaryanın önemli bir kısmı, faşizme karşı kendi yöntem ve hedefleriyle mücadele etti. Bu mücadele antifaşist değildi: Sermayeye karşı mücadele etmek, parlamenter demokrasiye karşı olduğu kadar faşizme karşı da mücadele etmek anlamına geliyordu. Bu bölüm önemli, çünkü söz konusu hareket, Komintern’e katılan reform sosyalistler (örneğin FKP) veya Nazilerle milliyetçi demagoji düzleminde rekabet eden (otuzların başında “ulusal devrim” söylemine başvuran AKP türünden) Stalinistler değil, komünistler tarafından yönetiliyordu.

Tuhaf bir şekilde, mücadelenin proleter karakteri, antifaşistlerin İtalyan deneyimindeki her türlü devrimciliği reddetmelerine imkân sağladı: Bordiga ve dönemin sol komünistlerinin liderliğindeki İKP, Mussolini’nin iktidara gelişine destek sunmakla suçlandı. Bu bölümü romantikleştirmeden, incelemeye değer, çünkü bu tarihsel kesit, devrimcilerin “demokrasi” ile “faşizm” arasındaki savaşa (İspanya İç Savaşı veya İkinci Dünya Savaşı’na) dair geliştirdikleri, yenilgici yaklaşımın, o büyük güne dek taviz vermeyen, saf devrimcilerin “devrim” ısrarındaki tutumuna benzemediğini ortaya koyuyordu. Bu yenilgicilik, yirmilerde ve otuzlarda proletaryanın Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kendisini kısmen teşkil etmesi ardından uğradığı yenilgi sonrası tarihsel bir güç olarak ortadan kaybolduğu gerçekliğin eseriydi.

Faşist baskı, ancak proletaryanın yenilgisinden sonra gündeme gelebildi. Faşizm, geleneksel işçi hareketinin hem doğrudan hem de dolaylı yöntemlerle kontrol altına alabildiği devrimci güçleri yok etmedi. Devrimcileri askeri müdahale de dâhil olmak üzere, mevcut tüm araçlara başvurmaktan çekinmeyen demokrasi mağlup etti.

Faşizm, daha fazla gelişmenin önünde engel haline gelen reformist işçi hareketi de dâhil olmak üzere, yalnızca küçük muhalifleri yok etti. Faşizmin iktidara gelişini, faşistlerin işçileri yendiği sokak çatışmalarının sonucu olarak görenler, yalan söylüyorlar.

Diğer birçok ülkede olduğu gibi İtalya’da da 1919 önemli bir yıldı. Proleter mücadele, hem devletin doğrudan eylemiyle hem de seçim siyasetiyle tam da bu yılda mağlup edildi. 1922’ye dek devlet, faşistlere en geniş hareket özgürlüğünü tanıdı: yargı süreçlerinde faşistlere hoşgörü gösterildi, işçiler tek taraflı olarak silahsızlandırıldı, zaman zaman faşistlere silahlı destek sunuldu, ayrıca Ekim 1921’de faşist saldırı gruplarına liderlik etmek üzere 60.000 subay gönderilmesini öngören Bonomi Muhtırası yayınlandı.

Silahlı faşist saldırıdan önce devlet, sandığa başvurdu. 1920’deki atölye işgalleri sırasında devlet, proleterlere saldırmaktan kaçındı ve grevleri kıran Genel İşçi Konfederasyonu’nun (CGL) yardımıyla mücadelelerinin kendi kendine tükenmesini sağladı. “Demokratlar” ise, Mayıs 1921 seçimleri için faşistleri de içeren, (liberaller ve sağcılardan müteşekkil) bir “ulusal blok” oluşturmaktan çekinmediler. Haziran-Temmuz 1921’de İtalyan Sosyalist Partisi (PSI), faşistlerle hiçbir işe yaramayacak, altı boş bir “barış paktı” imzaladı.

1922’de bir darbe yaşandığını kimse söyleyemez. Yaşanan, bir iktidar devriydi. Trenle yolculuğu tercih eden Mussolini’nin “Roma Yürüyüşü”, yasal hükümete baskı yapma aracı değil, bir reklâm kampanyasıydı. 24 Ekim’de hükümete verdiği ültimatom iç savaş tehdidi taşımıyordu: Bu, kapitalist devlete yapılmış, bundan böyle devletin birliğini sağlamada en etkili gücün Ulusal Faşist Parti (PNF) olduğuna dair bir uyarıydı. Devlet de meseleyi bu şekilde görüyordu.

Devlet, çok çabuk teslim oldu. Uzlaşma girişiminin başarısızlığa uğramasının ardından ilan edilen sıkıyönetimi yürürlükten kaldıran kral, sonrasında Mussolini’den liberalleri de içeren yeni bir hükümet kurmasını istedi. İKP ve İSP haricindeki tüm partiler PNF ile anlaştı ve parlamentoda Mussolini’ye oy verdi. Böylelikle demokrasi, diktatörün iktidarını onayladı.

Aynı senaryo, Almanya’da da tekrarlandı. Hitler, 1932’de, kendisini Hitler’e karşı bir siper olarak gören sosyalistlerin desteğiyle seçilmiş olan devlet başkanı Hindenburg tarafından devletin başına geçirildi. Naziler, Hitler’in ilk kabinesinde azınlıktaydı. Sermaye, bir süre tereddüt ettikten sonra, Hitler’de devleti ve dolayısıyla toplumu birleştirmek için gerekli siyasi gücü gördüğü için onu destekledi. (Sermayenin, Nazi Devleti’nin ileride alacağı kimi biçimleri öngörmemiş olması, tali bir meseledir.)

Her iki ülkede de “işçi hareketi”, faşizm tarafından yenilgiye uğratılmaktan çok uzaktı. Proleter toplumsal hareketten tamamen bağımsız olan işçi örgütleri, yalnızca kurumsal varlıklarını korumak için faaliyet yürütüyor, kendilerine hoşgörü gösterecek sağ veya sol her türlü siyasi rejimi kabul etmeye hazır olduğunu ortaya koyuyordu.

İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ve Genel İşçi Federasyonu (UGT), 1923-1930 yılları arasında Primo de Rivera diktatörlüğüyle işbirliği yaptı. 1932’de Alman sosyalist sendikalarının liderleri, her türlü siyasi partiden bağımsız olduklarını, devletin biçimiyle ilgilenmediklerini açıktan söyleyerek, önce Hitler’in talihsiz selefi Schleicher ile, ardından da bu liderleri Nasyonal Sosyalizmin yaşamalarına izin vereceğine ikna eden Hitler ile bir anlaşmaya varmaya çalıştılar. Ardından, 1 Mayıs 1933 tarihinin “Alman İşçi Bayramı” ilan edilmesiyle birlikte aynı dönemde Alman sendikacılar, gamalı haçların ardında yitip gittiler. Naziler, sendika liderlerini hapishanelere ve kamplara göndermeye devam ettiler, ve bu da geride kalanlara ilk andan itibaren kararlı “antifaşistler” olmanın itibarını kazandırdı.

İtalya’da sendika liderleri, faşistlerle karşılıklı hoşgörü anlaşmasına varmak istiyordu. 1922’nin sonlarında ve 1923’te Mussolini’nin partisiyle temasa geçtiler. Mussolini, iktidara gelmeden kısa bir süre önce bu liderler şunu söylediler:

“Siyasi ihtirasların alevlendiği ve sendikal harekete yabancı iki gücün (İKP ve UFP’nin) iktidar için kıyasıya rekabet ettiği bu dönemde, Genel İşçi Konfederasyonu, işçileri, proletaryayı, bağımsızlığından ödün vermek istemiyorsa kesinlikle uzak durması gereken bir mücadeleye dâhil etmeyi amaçlayan partilerin veya yeni siyasi gruplaşmaların müdahaleleri konusunda uyarmanın görevi olduğunu düşünmektedir.”

Öte yandan, Şubat 1934’te Avusturya’da, Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadı, faşistlere karşı giderek diktatörce ve uzlaşmacı bir tavır sergileyen devlet güçlerine karşı silahlı bir direniş başlattı. Bu mücadele, devrimci nitelikte değildi, ancak 1918’den sonra Avusturya’da neredeyse hiç sokak çatışması yaşanmadığına dair o gerçekten neşet etmişti. En hırçın proleterler (komünist olmasalar da) yenilmemiş ve sosyal demokrasi içinde kalmış, bu da bazı devrimci eğilimlerin varlığını sürdürmesini sağlamıştı. Elbette bu direniş, kendiliğinden patlak verdi ve koordine olmayı başaramadı.

Bu olayların devrimci eleştirisi ya hep ya hiç dememeli. “Sadece en saf, en sert komünistlerin safında, sadece “devrim” için mücadele edilir” denilemez. Devrimi yapmak mümkün olmadığında reformlar için de mücadele etmek gerektiği söyleniyor. reformlar için iyi yönetilen bir mücadelenin devrimin yolunu hazırladığından bahsediliyor. “Elinden daha fazlası gelen, yol alamayabilir. Daha aza razı olan, daha fazlasını yapamaz” veya “Kendisini nasıl savunacağını bilmeyen, nasıl saldıracağını da bilemez” deniliyor.

Tüm bu genellemeler, asıl meseleyi gözden kaçırıyor. İkinci Enternasyonal’den bu yana Marksistler arasında süren polemik, her halükarda bir gerçeklik olan reformist mücadelelere komünist katılımın gerekliliği veya değersizliğiyle ilgilenmez. Mesele, belirli bir mücadelenin işçileri sermayenin ve özellikle de devletin (doğrudan veya dolaylı) kontrolü altına sokup sokmadığını, bu durumda devrimcilerin hangi pozisyonu benimsemeleri gerektiğini bilmektir.

Bir devrimci için (solcuların hoşuna giden bir kelime olarak) “mücadele”nin kendi başına bir değeri yoktur; en şiddetli eylemler, çoğu zaman, daha sonra komünizmin düşmanı oldukları kanıtlacak olan parti ve sendikaların kurulmasıyla neticelenmiştir. Ne kadar kendiliğinden veya ne kadar enerjik olursa olsun, işçileri kapitalist devlete bağımlı kılan her mücadele, ancak karşı-devrimci bir işleve sahip olabilir. Ehven-i şer peşinde koşan (“kapitalist faşizmdense kapitalist demokrasi olsun” diyen) antifaşist mücadele, yanmak için tavadan aşağı atlayan balıktır. Dahası, devletin güdümüne giren kişi, devletin işçilere ve devrimcilere uygulayacağı baskı dâhil her türden sonucu kabullenmek zorundadır.

Mussolini’nin zaferinden Bordiga’yı ve 1921-1922 döneminin İKP’sini sorumlu tutmak yerine, sicili alabildiğine olumsuz olan antifaşizmin sürekli zayıf olduğu gerçeğini sorgulamak daha doğru olacaktır: Antifaşizm, ne zaman totalitarizmi engellemiş veya yavaşlatmıştır?

İkinci Dünya Savaşı’nın demokratik devletlerin varlığını güvence altına alması gerekiyordu, gelgelelim bugün parlamenter demokrasiler istisnaidir. Sosyalist olduğu söylenen ülkelerde, geleneksel burjuvazinin ortadan kalkması ve devlet kapitalizminin talepleri, eski Mihver ülkelerinin diktatörlüklerine hiçbir şekilde tercih edilemeyecek diktatörlüklerle neticelendi. Çin’e dair yanılsamaları besleyenler var, ancak mevcut bilgiler, daha önce yayınlanmış Marksist analizleri doğruluyor[8], son otuz yıldır Sovyet kamplarının varlığını inkâr eden Stalinistler gibi Maoistlerin de gerçekliğini hâlâ inkâr ettiği kampların var olduğunu ortaya koyuyor.

Afrika, Asya ve Latin Amerika, tek parti sistemleri veya askeri diktatörlükler altında yaşıyor. Brezilya’daki işkenceler insanı dehşete düşürüyor, ancak Meksika demokrasisi, 1968’de göstericilere ateş açmaktan ve 300 kişiyi öldürmekten çekinmedi. En azından Mihver Devletleri’nin yenilgisi barış getirdi... ama sadece Avrupalılar için, o zamandan beri aralıksız savaşlarda ve kronik kıtlıklarda ölen milyonlarca insan için değil. Hâsılı, tüm savaşları ve totalitarizmi sona erdirecek savaş, bir hataydı.

Antifaşistler, bu konuda otomatikleşmiş bir cevap veriyorlar: Bu Amerikan veya Sovyet emperyalizminin, ya da her ikisinin de suçudur; en radikaller bile, bunun kapitalizmin ve beraberindeki kötülüklerin hayatta kalmasından kaynaklandığını söylüyorlar. Kabul ediyorum. Ama sorun devam ediyor. Kapitalist devletler tarafından yaratılan bir savaşın, sermayenin güçlenmesinden başka nasıl bir sonucu olabilir ki?

Antifaşistler (özellikle “devrimciler”) tam tersi bir sonuca vararak, mümkün olduğunca ilerlemesi için sürekli radikalleştirilmesi gereken yeni bir antifaşizm dalgası çağrısında bulunurlar. Faşist “dirilişler”i veya “yöntemleri” kınamaktan asla vazgeçmezler, ancak buradan kötülüğün kökenini, yani sermayeyi yok etmenin gerektiği sonucuna ulaşmazlar. Aksine, “gerçek” antifaşizme geri dönmenin, onu proleterleştirmenin, Sisifos’un kapitalizmi demokratikleştirmekten ibaret olan işine yeniden başlamanın gerekli olduğu sonucuna varırlar. Bugün bir kişi, faşizmden nefret edebilir ve hümanizmden hoşlanabilir, ancak hiçbir şey, şu kritik noktayı değiştirmeyecektir:

1. Kapitalist devlet (yani her türden devlet), kendisini giderek daha fazla baskıcı ve totaliter bir yapı olarak ortaya koymaya mecburdur;

2. İşçiler veya “özgürlükler”den yana olsunlar diye devletlere baskı uygulamak, en iyi ihtimalle hiçbir sonuç vermeyecektir, en kötü ihtimalle, devletin toplum üzerinde bir hakem, sınıfların üstünde az çok tarafsız bir güç olduğuna dair o yanılsamayı güçlendirmekle sonuçlanacaktır.

Solcular, devletin sınıf egemenliğinin bir aracı olduğu yönündeki klasik Marksist analizi durmaksızın tekrarlamak ama öte yandan, aynı devleti “kullanmayı” önermek konusunda oldukça mahirdirler. Benzer şekilde, solcular, Marx’ın ücretli emeğin ve değişimin ortadan kaldırılması üzerine yazılarını inceler, ardından devrimi ücretli emeğin aşırı demokratikleşmesi olarak tasvir ederler.

Daha da ileri gidenler var. Sermayenin “faşizm”le eşanlamlı olduğunu, dolayısıyla faşizme karşı demokrasi mücadelesinin sermayenin kendisine karşı mücadele anlamına geldiğini söyleyerek, devrimci tezin bir kısmını benimsiyorlar. Peki hangi alanda mücadele ediyorlar? Bir veya daha fazla kapitalist devletin liderliğinde mücadele etmenin kendisi, bunlar mücadeleyi kontrol edip sürdürdükleri için, sermayeye karşı mücadelede yenilgiyi garantilemek anlamına gelir.

Demokrasi mücadelesi, işçilerin farkına varmadan devrimi gerçekleştirmelerine imkân sağlayan kestirme yol değildir. Proletarya, totalitarizmi ancak demokrasiyi ve tüm siyasi biçimleri aynı anda yok ederek ortadan kaldıracaktır. O zamana kadar, zaman ve mekânda bir dizi “faşist” ve “demokratik” sistem kurulacaktır; diktatörlük rejimleri, ister istemez demokratik rejimlere dönüşecek, demokratik rejimler diktatörlüğe evrilecek, demokrasilerle birlikte var olan diktatörlükler, diğerinin tezatı olarak, kendisini haklı çıkarma işlevi görecektir.

Dolayısıyla, demokrasinin diktatörlükten devrimci faaliyete daha elverişli bir toplumsal sistem sağladığını söylemek saçmadır; çünkü demokrasi, devrim tehdidiyle karşılaştığında, hemen diktatörlük yöntemlerine başvurur, özellikle de “işçi partileri” iktidardayken. Antifaşizmi mantıksal sonucuna kadar götürmek istenseydi, bize şunu söyleyen bazı sol liberallerin şu akıl yürütmesini yinelemek gerekirdi: “Madem devrimci hareket Sermaye’yi diktatörlüğe doğru itiyor, o halde tüm devrimlerden vazgeçelim ve sermayeyi ürkütmeden, reform yolunda olabildiğince ileri gitmekle yetinelim.” Oysa bu ihtiyatlılık, başlı başına ütopiktir, çünkü kaçınmaya çalıştığı “faşistleşme”, yalnızca devrimci eylemin değil, aynı zamanda kapitalist yoğunlaşmanın da bir ürünüdür.

Yirminci yüzyılın başına dek devrimcilerin demokratik hareketlere katılımının zamanlaması ve pratik sonuçları hakkında tartışma yürütmek mümkünse de sermayenin toplum üzerinde mutlak egemenlik tesis etmesiyle birlikte bu seçenek ortadan kalkar, çünkü artık sadece tek bir siyaset türü mümkündür: demokrasi, dikkatsizler için bir mistifikasyon ve tuzak haline gelir.

Proleterler, sermayeye karşı bir silah olarak demokrasiye her bel bağladığında, demokrasi onların kontrolünden çıkar veya tam tersine dönüşür... Devrimciler, antifaşizmi reddederler çünkü politikanın diğer biçimlerini desteklemeden yalnızca tek bir biçimine karşı mücadele edilemez. Oysa antifaşizmin tanımı budur. Antifaşizmin hatası, faşizme karşı mücadele etmek değil, onu etkisiz kılan bu mücadeleye öncelik vermektir. Devrimciler, antifaşizmi “devrimi yapmamakla” değil, totalitarizmi durduramamakla ve isteyerek veya istemeyerek sermayeyi ve devleti güçlendirmekle suçlarlar.

Demokrasi her zaman, neredeyse hiç mücadele etmeden faşizme teslim olmakla kalmaz, aynı zamanda faşizm, sosyo-politik güçlerin durumunun gerektirdiği şekilde demokrasiyi kendi içinden yeniden üretir. Örneğin, 1943’te İtalya, galipler safına katılmak zorunda kaldı ve böylece lideri “diktatör” Mussolini, Faşist Büyük Konsey’de azınlıkta kaldı ve bu organın demokratik kararına boyun eğdi. Üst düzey faşist yetkililerden Mareşal Badoglio, demokratik muhalefeti toplayarak bir koalisyon hükümeti kurdu. Mussolini tutuklandı. Bu, İtalya’da “25 Ağustos 1943 Devrimi” olarak bilinir. Demokratlar tereddüt ettiler, ancak Ruslar ve İKP’nin baskısı onları, Togliatti ve Benedetto Croce’nin de üyesi olduğu, general Badoglio liderliğindeki ulusal birlik hükümetini Nisan 1944’te kabul etmeye zorladı. Haziran 1944’te sosyalist Bonomi, faşistleri dışlayan bir hükümet kurdu. Bu, savaş sonrası dönemin ilk yıllarına hâkim olan (İKP-İSP-Hristiyan Demokrasisi’nden oluşan) üçlü formülü meydana getirdi. Böylelikle, faşistler tarafından arzulanan ve kısmen de organize edilen bir geçişe tanık olduk. Tıpkı demokrasinin 1922’de devleti korumanın en iyi yolunun onu faşist partinin diktatörlüğüne emanet etmek olduğunu anlaması gibi, faşizm de 1943’te ulusun bütünlüğünü ve devletin devamlılığını korumanın tek yolunun devleti demokratik partilerin kontrolüne geri vermek olduğunu anlamıştı. Demokrasi, koşullara göre faşizme, faşizm de tam tersine dönüşüyordu: Söz konusu olan, kapitalizmin garantörü olarak devletin korunmasını güvence altına alan siyasi biçimlerin bir dizilimi veya birleşimiydi.

Demokrasiye “dönüş”ün kendi başına sınıf mücadelesinin yenilenmesini sağlamaktan uzak olduğunu belirtelim. Aslında iktidara gelen işçi partileri, ulusal sermaye adına mücadele eden ilk partilerdir. Böylece, “önce faşizmi yenmek gerekli” anlayışı üzerinden gerekçelendirilen maddi fedakârlıklar ve sınıf mücadelesinden vazgeçme, Mihver’in yenilgisinden sonra, her zaman Direniş ideali adına dayatıldı. Faşist ve antifaşist ideolojilerin her biri, koşullara göre, sermayenin anlık ve temel çıkarlarına uyarlanabilir.

Başından beri, ne vakit “faşizme geçit yok” sloganı atılsa faşizm geçiş yapıyor. Ama buna karşın, tuhaf bir şekilde faşizmle faşizm dışı arasındaki sınır çizgisi kesintisiz geleceğe uzanıyor. Örneğin, Fransız Solu, 13 Mayıs 1958’den sonra “faşist” tehlikeyi kınadı, ancak İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu (SFIO) genel sekreteri, Beşinci Cumhuriyet’in anayasasının yazımına katkıda bulundu.

Portekiz ve Yunanistan, diktatörlüklerin demokrasiye dönüşmesinin yeni örneklerini sundular. Portekiz için sömürge sorunu, Yunanistan için Kıbrıs sorunu gibi dış koşulların yol açtığı şok karşısında ordunun bir bölümü, devleti kurtarmak için rejimi yıkmayı tercih etti.

Demokratlar da “faşistler” iktidara geldiğinde, aynı şekilde akıl yürütüp aynı şekilde hareket ediyorlar. Mevcut İspanyol Komünist Partisi, tam da bu görüşü dile getiriyor (İspanyol sermayesinin İspanya Komünist Partisi’ni (PCE) isteyip istemediği ve buna ihtiyaç duyup duymadığı henüz belli değil):

“İspanyol toplumu, devletin olağan işleyişinin sarsıntı veya toplumsal çalkantılara mahal vermeden sağlanmasını, buradan her şeyin dönüştürülmesini arzuluyor. Devletin sürekliliği, rejimin kesintiye uğramasını talep ediyor.”

Burada bir siyasi biçimden diğerine geçiş söz konusudur. Üstelik bu geçiş momentinde proletarya dışlanmıştır ve o moment üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Proletarya müdahale etmeye kalkarsa, sonunda devlete entegre olur, Portekiz örneğinin açıkça ortaya koyduğu üzere, sonraki mücadeleleri daha da güçleştirir.

Gilles Dauvé
1979
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Kamuoyu, Nazizmi yol açtığı dehşet sebebiyle kınamıyor, zira o günden beri diğer devletler, esasında dünya ekonomisinin kapitalist örgütlenmesi, savaşlar ve yapay kıtlıklar yoluyla insan yaşamına Naziler kadar zarar verdiklerini kanıtladılar. Aksine, Nazizm kasıtlı davrandığı, bilinçli olarak istediği ve Yahudileri yok etmeye karar verdiği için kınanıyor. Tüm halkları yok eden kıtlıklardan kimse sorumlu değil, Nazilerse yok etmek istediler. Bu saçma ahlakçılığı ortadan kaldırmak için, toplama kamplarına dair materyalist bir anlayışa sahip olmak gerekir. O kamplar aklını yitirmiş bir dünyanın ürünü değillerdi. Aksine, özel koşullarda uygulamaya konulan olağan kapitalist mantık uyarınca inşa edilmişlerdi. Hem kökenleri hem de işleyişleri itibarıyla kamplar, kapitalist dünyaya aitti.

[2] Daniel Guerin, Fascism and Big Business, New York (1973).

[3] Bulletin communiste, 27 Kasım 1925. 1895’te Kiev’de dünyaya gelen Boris Souvarine küçük yaşta Fransa’ya göç etti. Kendi kendisini eğitmeyi bilen bir işçi olarak Souvarine, Komintern ve FKP’nin kurucularından biri olmasına karşın 1924’te sol sapma iddiaları üzerinden her iki örgütten kovuldu.

[4] Rassemblement du Peuple Francais (Fransız Halkının Buluşması-RPF), Dögolcü parti (1947-1952). Pujadizm, Dördüncü Cumhuriyet’te kurulan sağcı küçük burjuva hareketi. Rassemblement pour la Republique (Cumhuriyetçi Seferberlik-RPR), hâlâ faal olan Dögolcü parti.

[5] İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD 100.000 Japonu kamplara yerleştirdi, oysa o insanları tasfiye etmeye gerek yoktu.

[6] Humanite, 6 Mart 1972.

[7] 1920 tarihli Kapp Darbesi’ni genel grev mağlup etti. Buna karşın, Ruhr bölgesinde darbeden hemen sonra patlak veren, demokrasinin savunulması iddiasının sınırlarını aşan ayaklanma bizzat devlet adına, o darbeye destek vermiş ordu tarafından bastırıldı.

[8] Simon Leys, The Chairman's New Clothes: Mao and the Cultural Revolution, Londra (1977).

0 Yorum: