Totalitarizm
ve Faşizm
Faşizmin
yol açtığı dehşet, ne ilk ne de sondu. Kim ne derse desin, en kötüsü de
değildi.[1] faşizmin sebep olduğu dehşet, savaşlar ve kıtlıklar gibi olaylar
sebebiyle yaşanan “normal” katliamlardan daha beter değildi. Proleterler
içinse, 1832, 1848, 1871, 1919’da yaşanan dehşetin daha sistematik bir
versiyonuydu...
Gelgelelim
faşizm, dehşet gösterisinde özel bir yere sahiptir. Bu sefer, gerçekten de bazı
kapitalistler ve siyasi sınıfın önemli bir kısmı, resmi işçi sınıfı
örgütlerinin liderleri ve tabanlarıyla birlikte baskı altına alındı. Burjuvazi
ve küçük burjuvazi için faşizm, ancak psikolojik açıklamalara başvurularak
açıklanabilen anormal bir olgu, demokratik değerlerin yozlaşmasıydı.
Liberal
antifaşizm, faşizmi Batı medeniyetindeki bir sapma olarak ele aldı, böylece olumsuz
bir sonuca, Nazi dönemine ait antika eşyaları toplayanlarda görülen, faşizme yönelik
sado-mazoşist bir hayranlığa yol açtı.
Batı
hümanizmi, Cehennem Melekleri'nin taktığı gamalı haçların, kendi faşizm
vizyonunun ters görüntüsünü yansıttığını hiçbir zaman anlayamadı. Bu tutumdaki
mantığı şu şekilde özetlemek mümkün: Eğer faşizm nihai Kötülükse, o zaman
kötülüğü seçelim, tüm değerleri tersyüz edelim. Bu olgu, yönünü şaşırmış bir
çağın tipik bir örneğidir.
Marksist
analizse psikolojiye saplanıp kalamaz. Faşizmin büyük işletmelerin bir aracı
olarak yorumlanması, Daniel Guerin’den beri kabul gören bir anlayıştır.[2] Ancak
Guerin’in analizindeki ciddilik, temel bir hatayı gizler. “Marksist”
çalışmaların çoğu, her şeye rağmen faşizmin 1922 veya 1933’te önlenebilir
olduğu fikrini savunur. Faşizm, kapitalizmin belirli bir anda kullandığı bir
silaha indirgenir. Bu çalışmalar, “işçi hareketi sekterlik yapmak yerine baskı
uygulasaydı, kapitalizm faşizme yönelmezdi” derler. “Elbette bir ‘devrim’ yaşanmazdı,
ama en azından Avrupa, Nazizmden, kamplardan vb. kurtulmuş olurdu” diye
düşünülür.
İlgili
bakış açısı, toplumsal sınıflar, devlet ve faşizmle büyük işletmeler arasındaki
bağlantı konusunda doğru tespitler dile getirse de faşizmin iki başarısızlığın
ürünü olduğu noktasını gözden kaçırmaktadır: Sosyal demokratlar ve liberal
müttefikleri tarafından ezilen devrimcilerin yenilgisi; Liberallerin ve sosyal
demokratların sermayeyi etkili bir şekilde yönetememesiyle sonuçlanan süreç.
Faşizmin
doğası ve iktidara yükselişi, önceki dönemin sınıf mücadeleleri ve bunların
sınırlılıkları incelenmeden anlaşılamaz. Biri olmadan diğeri idrak edilemez.
Guerin’in yalnızca faşizmin önemi konusunda değil, aynı zamanda “kaçırılmış bir
devrim” olarak gördüğü Fransız Halk Cephesi konusunda da yanılması tesadüf
değil.
Antifaşistler,
meselenin özü konusunda kafayı bulandıran sözler sarf ederler. Bu noktada demokratların
faşizmin doğasını mümkün olduğunca gizlediklerini, ama onu her yerde kınamak
suretiyle radikal pozu kestiklerini anlamazlar. Bu, elli yıldır böyle devam
ediyor.
Boris
Souvarine, 1925’te şunları söylüyordu:
“Faşizm her yerde. Action
Française’a bakın, alın size faşizm. Ulusal Blok’tan mı söz ediyorsunuz, o
da faşizm... Son altı aydır Humanite gazetesi, her gün faşizme işaret
ediyor. Bir gün gazete, altı sütuna manşet, şu şekilde bağırıyor: ‘Senato iliğine
kadar faşist.’ Başka bir gün, komünist bir gazeteyi basmayı reddeden bir matbaacı
kınanıyor: ‘Faşistlerin darbesi bu’. [...] Bugün Fransa’da ne Bolşevizm ne de
faşizm var, Kerenskicilikten hallice bir düzen bu. Liberte ve Humanite
boş laflar ediyor: Hayallerindeki faşizmin uygulanma ihtimali yok, varoluşunun
nesnel koşulları henüz oluşmadı. [...] Sahayı gericiliğe bırakamayız. Ama bu
gericilikle mücadele etmek için onu faşizm olarak adlandırmaya da gerek yok.”[3]
Kelime
zenginliğinin arttığı bir dönemde, “faşizm”, solcuların radikalliklerini
göstermek için kullandıkları moda bir kelimeden ibaret. Ancak bu kullanım, hem
bir kafa karışıklığını hem de devlete ve sermayeye teorik alanda sunulmuş bir
tavizi ifade ediyor.
Antifaşizmin
özü, demokrasiyi desteklerken faşizmle mücadele etmekten, yani kapitalizmin
yıkılması için değil, totaliter biçiminden vazgeçmesi için mücadele etmekten
ibaret. Sosyalizm tam demokrasiyle, kapitalizm ise faşizmin büyümesiyle
özdeşleştirildiğinden, proletarya/sermaye, komünizm/ücretli emek, proletarya/devlet
karşıtlıkları bir kenara atılıyor, öte yandan, devrimci bakış açısının özü
olarak sunulan “Demokrasi”/”Faşizm” karşıtlığı öne çıkartılıyor.
Antifaşizm,
yalnızca iki olguyu bir araya getirme konusunda başarılı. Antifaşizm, “faşizm”
denilen şeyle sermaye ile devletin totalitarizme doğru evrimini birlikte ele
alma konusunda önemli bir birikim ortaya koyuyor. Bu iki olguyu birbirine
karıştırıp, bütünün yerine parçayı koyarak, faşizm ve totalitarizmin davasını gizemli
kılan antifaşizm, esasında mücadele edilmek istenen şeyi güçlendiriyor.
Sermayenin
ve totaliter biçimlerinin evrimini, “gizli faşizmi” kınayarak kavrayamayız.
Faşizm, sermayenin totalitarizme doğru evriminin belirli bir aşamasıydı;
demokrasinin faşizm kadar karşı-devrimci bir rol oynadığı ve oynamaya devam
ettiği bir evrim bu. Bugün, işçi hareketinin geleneksel kurumlarına
dokunmayacak, şiddeti dışlayan, “dostane” bir faşizmden bahsedenler,
yanlıştalar.
Faşizm,
zaman ve mekânla sınırlı bir hareketti. 1918’den sonra Avrupa’da oluşan durum, faşizme
tekrarlanması mümkün olmayan, ona has özellikler kazandırdı.
1914’ten
itibaren yaygınlaşan bir eğilim, faşizmi sermayenin ekonomik ve siyasi
birliğini sağlamakla ilişkilendirdi. Faşizm, devrimi ezmiş olmasına rağmen,
devletin düzeni sağlama konusunda aciz kaldığı İtalya ve Almanya gibi kimi
ülkelerde bu düzeni sağlama hedefini gerçekleştirme konusunda başvurulan özel
bir yoluydu. Faşizmin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkün:
1.
Sokakta doğar;
2.
Düzen vaaz ederken düzensizliği körükler;
3.
Az ya da çok şiddetli bir yıkımla sonuçlanan, orta sınıflara ait bir harekettir;
4.
Kapitalist krizi çözme yeteneğinden yoksun olan geleneksel devleti hariçten yeniden
canlandırır.
Faşizm,
sermayenin toplum üzerindeki mutlak egemenliğine geçiş döneminde yaşanan devlet
krizine bir çözümdü. Devrimi bastırmak için belirli türde işçi örgütlerine, düzensizliğe
son vermek içinse faşizm ihtiyaç vardı.
Faşizm,
krizi hiçbir vakit gerçek manada aşamadı: Faşist devlet, işçi sınıfının
toplumsal yaşamdan sistematik olarak dışlanmasına dayandığı için yalnızca
yüzeysel bir şekilde etkili oldu. Bu kriz, günümüzde devlet tarafından daha
başarılı bir şekilde aşıldı.
Demokratik
devlet, faşizmin tüm araçlarını, hatta daha fazlasını kullanır zira o, işçi
örgütlerini yok etmez, onları bütünleştirir. Toplumsal birlik, faşizmin
sağladığının ötesine geçer, ancak özgül bir hareket olarak faşizm ortadan
kalkmıştır. Faşizm, devletin baskısıyla yüzleşildiği koşullarda, burjuvazinin
gerçekten benzersiz bir durumda uyguladığı zorunlu disipline denk düşer.
Burjuvazi,
esasında “faşizm” adını İtalya’daki işçi örgütlerinden almıştır; bu örgütler,
kendilerine sıklıkla “fasces” olarak nitelerdi. Faşizmin kendisini
öncelikle bir program olarak değil, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlaması
önemlidir. Tek programı, herkesi fasces’te (demet halinde) birleştirmek,
toplumu oluşturan tüm unsurları bir araya getirmekti:
“Faşizm, proletaryanın gücünün
ardındaki sırrı, örgütlenme anlayışını çalıyor. [...] Liberalizm, örgütü
olmayan, salt ideolojiden ibaret bir olgu iken faşizm, ideolojiden arınmış
örgütlenme pratiğidir.” (Bordiga)
Diktatörlük,
sermayenin bir silahı değil, onda gerektiğinde ortaya çıkan bir eğilimdir. 1945’ten
sonra Almanya’da olduğu gibi, bir diktatörlük döneminden sonra parlamenter
demokrasiye geri dönüş, yalnızca diktatörlüğün (bir sonraki döneme kadar)
kitleleri devlete entegre etmede işe yaramadığını ifade eder. Demokrasinin
diktatörlükten daha yumuşak bir sömürü imkânı sunduğunu kimse inkâr edemez:
Herkes bir Brezilyalı gibi sömürülmektense bir İsveçli gibi sömürülmeyi tercih
eder. Peki bir tercih hakkımız var mı?
Demokrasi,
gerekli olduğu anda kendini diktatörlüğe dönüştürecektir. Devlet, tek bir işleve
sahiptir ve bu işlevi ya demokrasi ya da diktatörlük yoluyla yerine getirir.
Kişi, ilk yöntemi ikinci yönteme tercih edebilir, ancak devleti demokratik
kalmaya zorlayamaz. Sermayenin kendine kattığı siyasi biçimler, burjuvazinin
niyetlerine bağlı olmadığı gibi, işçi sınıfının eylemine de bağlı değildir.
Weimar
Cumhuriyeti, Hitler’e teslim oldu, hatta onu açık kollarla karşıladı. Fransa’daki
Halk Cephesi ise faşizmi “önleyemedi”, çünkü Fransa’nın 1936’da sermayesini birleştirmesi
veya orta sınıflarını küçültmesi gerekmiyordu. Bu tür dönüşümler, proletaryanın
herhangi bir siyasi tercihte bulunmasını gerekli kılmaz.
Genelde
Hitler, gençliğinde Viyana sosyal demokrasisinden salt propaganda yöntemlerini
aldığı için küçümsenir. Bunda küçümsenecek bir yan yok aslında. Neticede sosyalizmin
“özü”, Avusturya Marksizminin seçkin yazılarından ziyade, bu yöntemlerde mevcuttu.
Sosyal demokrasi ve Nazizmin ortak sorunu, kitlelerin nasıl örgütleneceği ve
gerekirse nasıl bastırılacağıydı.
Proleter
ayaklanmaları bastıranlar, Naziler değil, sosyalistlerdi. (Bu, 1919’da olduğu
gibi yeniden iktidara gelen mevcut Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) 1919’da
öldürdüğü Rosa Luxemburg onuruna bir posta pulu bastırmasına mani değil.)
Diktatörlük
her zaman, proleterlerin sendikaların ve sol partilerin yardımıyla demokrasi
tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından gelir. Öte yandan, hem sosyalizm
hem de Nazizm, yaşam standartlarında (geçici) bir iyileşmeye katkıda
bulunmuştur. SPD gibi Hitler de, içeriğini anlayamadığı bir toplumsal hareketin
aracı haline gelmiştir. SPD gibi o da iktidar için, işçilerle sermaye arasında
arabuluculuk yapma hakkı için mücadele etmiştir. Hem Hitler hem de SPD,
sermayenin araçları haline gelmiş, görevlerini ifa ettikten sonra bir kenara
atılmıştır.
Antifaşizm:
Faşizmin En Kötü Ürünü
“Faşizm”
terimi, iki dünya savaşı arasında tanık olduğumuz faşizmden bu yana revaçta.
Hangi siyasi grup, rakiplerini “faşist yöntemler” kullanmakla suçlamadı ki?
Sol, yeniden dirilen faşizmi kınamaktan asla vazgeçmiyor, Sağ ise Fransız
Komünist Partisi’ni “faşist parti” olarak yaftalamaktan geri kalmıyor. Her şeyi
ifade eden bu kelime, uluslararası liberal görüş her türden güçlü devleti “faşist”
olarak tanımladığı için anlamını yitirdi. Otuzlu yılların faşistlerinin vehimlerinin
yeniden dirilmesinin, günümüze ait gerçeklermiş gibi takdim edilmelerinin
sebebi bu. Franco, akıl hocaları Hitler ve Mussolini gibi faşist olduğunu iddia
etti, ancak hiçbir zaman faşist bir Enternasyonal kurulmadı.
Bugün
Yunan albayları ve Şilili generaller, egemen ideoloji tarafından faşist olarak
adlandırılsalar da, gene de kapitalist devletin birer türevini temsil ederler. Devlete
“Faşist” etiketi yapıştırmak, o devletin başındaki partileri kınamakla
eşdeğerdir. Dolayısıyla, onu yönetenleri kınamak suretiyle devlet
eleştirisinden kaçınılır.
Solcular,
devlet eleştirisini ihmal ederken, faşizm hakkındaki yaygaralarıyla
aşırılıklarını kanıtlamaya çalışırlar. Pratikte ise mevcut devletin yerine
başka bir devlet biçimini (demokratik veya halkçı bir biçimini) önermekten
başka bir şey yapmazlar.
Komünist
ve sosyalist partilerin devrimci harekete karşı ileride kurulacak devlette
merkezi bir rol oynayacakları gelişmiş kapitalist toplumlarda “faşizm” terimini
kullanmanın bir anlamı yok. Bu durumda, salt devletten bahsetmek ve faşizmi
onun haricinde tutmak, çok daha doğrudur. Faşizm, sermaye ve etkin devletin
birleşmesi gibi ilkeleri genele teşmil ettiği için başarılı oldu. Ancak
günümüzde faşizm, hem siyasi bir hareket hem de bir devlet biçimi olarak
ortadan kalktı. Bazı benzerliklere rağmen, 1945’ten beri faşist olarak kabul
edilen partiler (örneğin Fransa’daki Fransız Halkının Buluşması-RPF, sağcı
popülist lider Pierre Poujade’a atfen Pujadizm, bugün bir dereceye kadar Dögolcü
Cumhuriyetçi Seferberlik-RPR), güçsüz bir devleti dışarıdan fethetmeyi
hedeflememiştir.[4]
Faşizm
tehdidinin tekrar tekrar ortaya çıktığını söyleyenler, gerçek faşizmin
üstlendiği göreve pek uygun olmadığı ve başarısız olduğu gerçeğini görmezden
geliyorlar: gerçek faşizm anlamında Nazizm, Alman ulusal sermayesini
güçlendirmek yerine, onu ikiye böldü. Bugün faşizmden ve hakkında sürekli
övgüler işittiğimiz demokrasiden çok uzak duran başka devlet biçimleri ortaya
çıktı.
İkinci
Dünya Savaşı ile birlikte faşizm mitolojisi, yeni bir anlayışla zenginleştirildi.
Bu anlayışa göre savaş, hem ekonomik (1929 çöküşü) hem de toplumsal (devrimci
olmasa da disiplin altına alınması gereken isyankâr işçi sınıfı) sorunlara sunulmuş
bir çözümdü. İkinci Dünya Savaşı, faşizm biçimini almış totalitarizme savaş
olarak tasvir ediliyordu. Bu yorum, günümüze kadar geldi. 1945’te savaştan
galip olarak çıkanlar, Nazi zulmünü sürekli hatırlatarak, savaşa insani bir
haçlı seferi niteliği kazandırdılar, böylelikle savaşı meşrulaştırdılar. Atom
bombası da dâhil olmak üzere her şey, böylesine barbar bir düşmana karşı
meşrulaştırılabilirdi. Ancak bu meşrulaştırma, kapitalizme ve Batı plütokrasisi
ile mücadele ettiğini iddia eden Nazilerin demagojisinden daha inandırıcı
değildi.
“Demokratik”
güçler, saflarına Hitler Almanyası kadar totaliter ve kanlı bir devlet olarak
görülen, ceza kanununda on iki yaşından büyük kişilere ölüm cezası veren
Sovyetler’i dâhil etti. Müttefiklerin ihtiyaç duyduklarında stratejik bombalama
gibi benzer terör ve imha yöntemlerine başvurduklarını herkes bilir. Batı,
Sovyet kamplarını kınamak için Soğuk Savaş’ı bekledi. Ancak her kapitalist ülke,
kendi özel sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı; İngiltere’nin başa çıkması
gereken bir Cezayir savaşı yoktu, ancak Hindistan’ın bölünmesi milyonlarca
kurbana mal oldu. ABD, işçilerini susturmak ve küçük burjuvaziden kurtulmak
için toplama kampları kurmak zorunda kalmadı[5] ancak Vietnam’da kendi sömürgeci
savaşını yürüttü. Bugün tüm dünyada kınanan Gulag’ıyla Sovyetler Birliği ise,
eski kapitalist ülkelerde yüzyıllara yayılan dehşeti birkaç on yıla sığdırmakla
yetindi. Ama Batı, yalnızca Siyahlara yönelik zulmünde milyonlarca insanı
öldürdü. Sermayenin gelişimi, şu türden sonuçlara yol açar:
1.
İşçi sınıfı üzerinde egemenlik tesis edilir, devrimci hareket, sert ve yumuşak
yollardan ortadan kaldırılır;
2.
Diğer ulusal başkentlerle rekabet, savaşa yol açar.
İktidara
“işçi” partileri geldiğinde ise sadece tek bir şey değişir: İşçici demagoji
daha belirgin hale gelir, ama gerekli görüldüğü hallerde işçilere en ağır
baskılar uygulanır. Sermayenin zaferi, işçiler “daha iyi bir yaşam” arayışıyla
kendi hesaplarına harekete geçene dek tamamlanmış sayılmaz.
Antifaşizm,
bizi sermayenin aşırılıklarından korumak için, doğalında devletin müdahalesine
başvurur. Paradoksal olarak, antifaşizm, güçlü bir devletin savunucusu haline
gelir. Örneğin, FKP bize şunu sorar: “Bugün Fransa’da nasıl bir devlete ihtiyaç
var? Devletimiz, Cumhurbaşkanı’nın iddia ettiği gibi istikrarlı ve güçlü mü?
Hayır, zayıftır, ülkeyi içinde bulunduğu toplumsal ve politik krizden çıkaracak
güçte değildir. Aksine, düzensizliği teşvik etmektedir.”[6]
Diktatörlüğün
de demokrasinin de amacı, devleti güçlendirmektir. Diktatörlükte bu güçlendirme
bir ilke meselesi iken demokrasi bizi korumak ister. Ama sonuç ikisinde de
aynıdır. İkisi de aynı hedefe, totalitarizme doğru yürür. Her iki durumda da
mesele, herkesin “yukarıdan aşağıya” ya da “aşağıdan yukarıya” doğru topluma
katılmasını sağlamaktır. İlki diktatörlüğün; ikincisi demokrasinin işidir.
Diktatörlük
ve demokrasi derken, bunların sermayenin sosyolojik olarak farklılaşmış iki
fraksiyonu olduğunu söyleyebilir miyiz? Aslında diktatörlük de demokrasi de
proletaryayı disiplin altına almanın iki farklı yoludur. İlki işçi sınıfını
zorla bütünleştirir, ikincisi “kendi” örgütleri üzerinden bir araya getirir. Sermaye,
anın ihtiyaçlarına göre bu çözümlerden birini veya diğerini tercih eder.
1918’den
sonra Almanya’da sosyal demokrasi ve sendikalar, işçileri kontrol etmek ve
devrimcileri kitlelerden kopartmak için vazgeçilmez unsurlardı. Öte yandan,
1929’dan sonra Almanya, sanayisini yoğunlaştırmak, orta sınıfın bir bölümünü
ortadan kaldırmak ve burjuvaziyi disiplin altına almak zorunda kaldı. Siyasi
çoğulculuğu ve işçilerin acil çıkarlarını savunan aynı geleneksel işçi
hareketi, daha fazla gelişmenin önünde bir engel haline gelmişti. “İşçi
örgütleri”, kapitalizmi sadakatle desteklemiş, ancak özerkliklerini
korumuşlardı; örgütler olarak her şeyden önce hayatta kalmayı amaçlamışlardı. Bu
nedenle işçi örgütleri, Alman devriminin başarısızlığında da görüldüğü üzere,
1918-1921 arası dönemde karşı-devrimci bir rol oynadılar.
1920’de
sosyal demokrat örgütler, faşizmin ismen var olmasından önce, anti-devrimci
antifaşizmin ilk örneğini sundular.[7] Daha sonra bu örgütlerin hem toplumda
hem de devletin kendisinde kazandığı ağırlık, onların toplumsal muhafazakârlık
ve ekonomik Maltusçuluk rolü oynamalarına yol açtı. Ortadan kaldırılmaları
gerekiyordu.
1918-1921’de
ise anti-komünist bir işlev gördüler, çünkü ücretli emeğin savunusunun
ifadesiydiler; ancak aynı gerekçe, onların, sermayenin bir bütün olarak yeniden
örgütlenmesinin aleyhine olacak şekilde, ücretlilerin acil çıkarlarını temsil
etmeye devam etmelerini gerektiriyordu.
Buradan
Nazizmin, günümüzün sözde faşist partilerinin aksine, işçi hareketini şiddet
yoluyla yok etmeyi neden hedeflediğini anlamak mümkün. İşte temel fark burada.
Sosyal demokrasi, işçileri evcilleştirme görevini fazlasıyla yerine getirmişti.
Sosyal demokrasi, devlette önemli bir konuma sahipti, ancak tüm Almanya’yı ardında
birleştirememişti. İşsizlerden tekelci kapitalistlere kadar tüm sınıflara nasıl
hitap edeceğini bilen Nazizmin görevi, birleştirmekti.
Benzer
şekilde, Şili’deki Halk Birliği (Unidad Popular) işçileri kontrol
edebildi, ancak tüm ulusu etrafında toplayamadı. Bu yüzden, onu zorla devirmek
gerekli hale geldi. Aksine, Portekiz’de Kasım 1975’ten beri kitlesel bir baskı
yaşanmadı ve mevcut rejim “subay devrimi”ni sürdürdüğünü iddia ediyorsa, bunun
nedeni, işçi sınıfının ve demokratik örgütlerin sağdan gelecek bir darbeyi
engellemesi değildi. Sol partiler ve sendikalar, darbenin erken olduğu durumlar
(örneğin 1920’deki Kapp darbesi) dışında, böyle bir şeyi hiçbir zaman
engellemediler. Portekiz’de Beyaz terör diye bir şey yaşanmadı, çünkü buna
ihtiyaç yoktu. Sosyalist Parti, bugüne kadar tüm toplumu ardında birleştirmeyi
bilmişti.
Kabul
etsin ya da etmesin, antifaşizm, hem işçi sınıfı reformizminin hem de
kapitalist reformizmin ihtiyaç duyduğu biçim haline gelmiştir. Antifaşizm, sermayenin
ihanet ettiği burjuva devriminin gerçek idealini temsil ettiğini iddia ederek, bu
iki reformizmi cem eder. Demokrasi, toplumumuzda zaten mevcut olan sosyalizmin
bir unsuru olarak görülür. Sosyalizm ise tam demokrasi olarak tahayyül edilir.
Sosyalizm mücadelesi, kapitalizm çerçevesinde giderek daha fazla demokratik hak
kazanmaktan ibarettir. Faşist günah keçisinin yardımıyla demokratik aşamacılık,
yeniden dirilir.
Faşizm
ve antifaşizmin kökeni de programı da birdir, ancak ilki sermayenin ve
sınıfların ötesine geçtiğini iddia ederken, antifaşizm, demokrasi ilâcının verilmesiyle
sonsuza dek mükemmelleştirilebilecek “gerçek” burjuva demokrasisine ulaşmaya
çalışır. Oysa gerçekte burjuva demokrasisi, sermayenin iktidarı ele
geçirmesinde bir aşamadır. Bu devrimin tüm yirminci yüzyılı kuşatması
neticesinde bireyler, giderek daha fazla yalnızlaşmıştır.
İnsan
faaliyeti ile toplum arasındaki ayrım sorununa yönelik yanıltıcı bir çözüm
olarak ortaya çıkan demokrasi, tarihin en fazla ayrışmış toplumu denilen soruna
asla çözüm sunamaz. Antifaşizm, her daim totalitarizmdeki artışla
neticelenecektir. Antifaşizmin “demokratik” bir devlet için verdiği mücadele,
devleti güçlendirecektir.
Faşizm
ve antifaşizmin devrimci analizleri, özellikle de daha karmaşık bir örnek olan
İspanya İç Savaşı’nın analizi, muhtelif sebeplere bağlı olarak, sürekli göz
ardı ediliyor, yanlış anlaşılıyor veya her daim çarpıtılıyor. Bu türden
analizler, en iyi ihtimalle idealist bir bakış açısını temel alıyor, en kötü
ihtimalle ise faşizme dolaylı bir destek olarak görülüyorlar. Dikkat edilsin: bu
türden analizler, İtalya Komünist Partisi’nin faşizmi ciddiye almayı reddederek
ve özellikle de demokratik güçlerle ittifak kurmayarak Mussolini’ye yardım
ettiğini veya Alman Komünist Partisi’nin SPD’yi “baş düşman” olarak görmek
suretiyle Hitler’in iktidara gelmesine izin verdiğini söylüyorlar. İspanya’da
ise, tam aksine, Stalinistlerin, sosyalistlerin ve anarşistlerin eksiklikleri
olmasaydı başarılı olabilecek kararlı bir antifaşist mücadeleye tanık olunduğundan
bahsediliyor. Bu tür ifadeler, gerçekleri çarpıtıyor.
İtalya
ve Almanya
1918-1922
arası dönemde İtalya’da proletaryanın önemli bir kısmı, faşizme karşı kendi
yöntem ve hedefleriyle mücadele etti. Bu mücadele antifaşist değildi: Sermayeye
karşı mücadele etmek, parlamenter demokrasiye karşı olduğu kadar faşizme karşı
da mücadele etmek anlamına geliyordu. Bu bölüm önemli, çünkü söz konusu hareket,
Komintern’e katılan reform sosyalistler (örneğin FKP) veya Nazilerle milliyetçi
demagoji düzleminde rekabet eden (otuzların başında “ulusal devrim” söylemine
başvuran AKP türünden) Stalinistler değil, komünistler tarafından yönetiliyordu.
Tuhaf
bir şekilde, mücadelenin proleter karakteri, antifaşistlerin İtalyan
deneyimindeki her türlü devrimciliği reddetmelerine imkân sağladı: Bordiga ve
dönemin sol komünistlerinin liderliğindeki İKP, Mussolini’nin iktidara gelişine
destek sunmakla suçlandı. Bu bölümü romantikleştirmeden, incelemeye değer,
çünkü bu tarihsel kesit, devrimcilerin “demokrasi” ile “faşizm” arasındaki
savaşa (İspanya İç Savaşı veya İkinci Dünya Savaşı’na) dair geliştirdikleri,
yenilgici yaklaşımın, o büyük güne dek taviz vermeyen, saf devrimcilerin “devrim”
ısrarındaki tutumuna benzemediğini ortaya koyuyordu. Bu yenilgicilik, yirmilerde
ve otuzlarda proletaryanın Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kendisini kısmen
teşkil etmesi ardından uğradığı yenilgi sonrası tarihsel bir güç olarak ortadan
kaybolduğu gerçekliğin eseriydi.
Faşist
baskı, ancak proletaryanın yenilgisinden sonra gündeme gelebildi. Faşizm, geleneksel
işçi hareketinin hem doğrudan hem de dolaylı yöntemlerle kontrol altına
alabildiği devrimci güçleri yok etmedi. Devrimcileri askeri müdahale de dâhil
olmak üzere, mevcut tüm araçlara başvurmaktan çekinmeyen demokrasi mağlup etti.
Faşizm,
daha fazla gelişmenin önünde engel haline gelen reformist işçi hareketi de dâhil
olmak üzere, yalnızca küçük muhalifleri yok etti. Faşizmin iktidara gelişini,
faşistlerin işçileri yendiği sokak çatışmalarının sonucu olarak görenler, yalan
söylüyorlar.
Diğer
birçok ülkede olduğu gibi İtalya’da da 1919 önemli bir yıldı. Proleter mücadele,
hem devletin doğrudan eylemiyle hem de seçim siyasetiyle tam da bu yılda mağlup
edildi. 1922’ye dek devlet, faşistlere en geniş hareket özgürlüğünü tanıdı:
yargı süreçlerinde faşistlere hoşgörü gösterildi, işçiler tek taraflı olarak
silahsızlandırıldı, zaman zaman faşistlere silahlı destek sunuldu, ayrıca Ekim
1921’de faşist saldırı gruplarına liderlik etmek üzere 60.000 subay gönderilmesini
öngören Bonomi Muhtırası yayınlandı.
Silahlı
faşist saldırıdan önce devlet, sandığa başvurdu. 1920’deki atölye işgalleri
sırasında devlet, proleterlere saldırmaktan kaçındı ve grevleri kıran Genel
İşçi Konfederasyonu’nun (CGL) yardımıyla mücadelelerinin kendi kendine
tükenmesini sağladı. “Demokratlar” ise, Mayıs 1921 seçimleri için faşistleri de
içeren, (liberaller ve sağcılardan müteşekkil) bir “ulusal blok” oluşturmaktan
çekinmediler. Haziran-Temmuz 1921’de İtalyan Sosyalist Partisi (PSI),
faşistlerle hiçbir işe yaramayacak, altı boş bir “barış paktı” imzaladı.
1922’de
bir darbe yaşandığını kimse söyleyemez. Yaşanan, bir iktidar devriydi. Trenle yolculuğu
tercih eden Mussolini’nin “Roma Yürüyüşü”, yasal hükümete baskı yapma aracı
değil, bir reklâm kampanyasıydı. 24 Ekim’de hükümete verdiği ültimatom iç savaş
tehdidi taşımıyordu: Bu, kapitalist devlete yapılmış, bundan böyle devletin
birliğini sağlamada en etkili gücün Ulusal Faşist Parti (PNF) olduğuna dair bir
uyarıydı. Devlet de meseleyi bu şekilde görüyordu.
Devlet,
çok çabuk teslim oldu. Uzlaşma girişiminin başarısızlığa uğramasının ardından
ilan edilen sıkıyönetimi yürürlükten kaldıran kral, sonrasında Mussolini’den
liberalleri de içeren yeni bir hükümet kurmasını istedi. İKP ve İSP haricindeki
tüm partiler PNF ile anlaştı ve parlamentoda Mussolini’ye oy verdi. Böylelikle demokrasi,
diktatörün iktidarını onayladı.
Aynı
senaryo, Almanya’da da tekrarlandı. Hitler, 1932’de, kendisini Hitler’e karşı
bir siper olarak gören sosyalistlerin desteğiyle seçilmiş olan devlet başkanı Hindenburg
tarafından devletin başına geçirildi. Naziler, Hitler’in ilk kabinesinde
azınlıktaydı. Sermaye, bir süre tereddüt ettikten sonra, Hitler’de devleti ve
dolayısıyla toplumu birleştirmek için gerekli siyasi gücü gördüğü için onu
destekledi. (Sermayenin, Nazi Devleti’nin ileride alacağı kimi biçimleri
öngörmemiş olması, tali bir meseledir.)
Her
iki ülkede de “işçi hareketi”, faşizm tarafından yenilgiye uğratılmaktan çok
uzaktı. Proleter toplumsal hareketten tamamen bağımsız olan işçi örgütleri,
yalnızca kurumsal varlıklarını korumak için faaliyet yürütüyor, kendilerine
hoşgörü gösterecek sağ veya sol her türlü siyasi rejimi kabul etmeye hazır
olduğunu ortaya koyuyordu.
İspanya
Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ve Genel İşçi Federasyonu (UGT), 1923-1930
yılları arasında Primo de Rivera diktatörlüğüyle işbirliği yaptı. 1932’de Alman
sosyalist sendikalarının liderleri, her türlü siyasi partiden bağımsız
olduklarını, devletin biçimiyle ilgilenmediklerini açıktan söyleyerek, önce
Hitler’in talihsiz selefi Schleicher ile, ardından da bu liderleri Nasyonal
Sosyalizmin yaşamalarına izin vereceğine ikna eden Hitler ile bir anlaşmaya
varmaya çalıştılar. Ardından, 1 Mayıs 1933 tarihinin “Alman İşçi Bayramı” ilan
edilmesiyle birlikte aynı dönemde Alman sendikacılar, gamalı haçların ardında
yitip gittiler. Naziler, sendika liderlerini hapishanelere ve kamplara
göndermeye devam ettiler, ve bu da geride kalanlara ilk andan itibaren kararlı “antifaşistler”
olmanın itibarını kazandırdı.
İtalya’da
sendika liderleri, faşistlerle karşılıklı hoşgörü anlaşmasına varmak istiyordu.
1922’nin sonlarında ve 1923’te Mussolini’nin partisiyle temasa geçtiler.
Mussolini, iktidara gelmeden kısa bir süre önce bu liderler şunu söylediler:
“Siyasi ihtirasların
alevlendiği ve sendikal harekete yabancı iki gücün (İKP ve UFP’nin) iktidar
için kıyasıya rekabet ettiği bu dönemde, Genel İşçi Konfederasyonu, işçileri,
proletaryayı, bağımsızlığından ödün vermek istemiyorsa kesinlikle uzak durması
gereken bir mücadeleye dâhil etmeyi amaçlayan partilerin veya yeni siyasi gruplaşmaların
müdahaleleri konusunda uyarmanın görevi olduğunu düşünmektedir.”
Öte
yandan, Şubat 1934’te Avusturya’da, Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadı, faşistlere
karşı giderek diktatörce ve uzlaşmacı bir tavır sergileyen devlet güçlerine
karşı silahlı bir direniş başlattı. Bu mücadele, devrimci nitelikte değildi,
ancak 1918’den sonra Avusturya’da neredeyse hiç sokak çatışması yaşanmadığına
dair o gerçekten neşet etmişti. En hırçın proleterler (komünist olmasalar da)
yenilmemiş ve sosyal demokrasi içinde kalmış, bu da bazı devrimci eğilimlerin
varlığını sürdürmesini sağlamıştı. Elbette bu direniş, kendiliğinden patlak
verdi ve koordine olmayı başaramadı.
Bu
olayların devrimci eleştirisi ya hep ya hiç dememeli. “Sadece en saf, en sert
komünistlerin safında, sadece “devrim” için mücadele edilir” denilemez. Devrimi
yapmak mümkün olmadığında reformlar için de mücadele etmek gerektiği söyleniyor.
reformlar için iyi yönetilen bir mücadelenin devrimin yolunu hazırladığından
bahsediliyor. “Elinden daha fazlası gelen, yol alamayabilir. Daha aza razı
olan, daha fazlasını yapamaz” veya “Kendisini nasıl savunacağını bilmeyen,
nasıl saldıracağını da bilemez” deniliyor.
Tüm
bu genellemeler, asıl meseleyi gözden kaçırıyor. İkinci Enternasyonal’den bu
yana Marksistler arasında süren polemik, her halükarda bir gerçeklik olan
reformist mücadelelere komünist katılımın gerekliliği veya değersizliğiyle
ilgilenmez. Mesele, belirli bir mücadelenin işçileri sermayenin ve özellikle de
devletin (doğrudan veya dolaylı) kontrolü altına sokup sokmadığını, bu durumda
devrimcilerin hangi pozisyonu benimsemeleri gerektiğini bilmektir.
Bir
devrimci için (solcuların hoşuna giden bir kelime olarak) “mücadele”nin kendi
başına bir değeri yoktur; en şiddetli eylemler, çoğu zaman, daha sonra
komünizmin düşmanı oldukları kanıtlacak olan parti ve sendikaların kurulmasıyla
neticelenmiştir. Ne kadar kendiliğinden veya ne kadar enerjik olursa olsun,
işçileri kapitalist devlete bağımlı kılan her mücadele, ancak karşı-devrimci
bir işleve sahip olabilir. Ehven-i şer peşinde koşan (“kapitalist faşizmdense
kapitalist demokrasi olsun” diyen) antifaşist mücadele, yanmak için tavadan
aşağı atlayan balıktır. Dahası, devletin güdümüne giren kişi, devletin işçilere
ve devrimcilere uygulayacağı baskı dâhil her türden sonucu kabullenmek
zorundadır.
Mussolini’nin
zaferinden Bordiga’yı ve 1921-1922 döneminin İKP’sini sorumlu tutmak yerine,
sicili alabildiğine olumsuz olan antifaşizmin sürekli zayıf olduğu gerçeğini
sorgulamak daha doğru olacaktır: Antifaşizm, ne zaman totalitarizmi engellemiş
veya yavaşlatmıştır?
İkinci
Dünya Savaşı’nın demokratik devletlerin varlığını güvence altına alması
gerekiyordu, gelgelelim bugün parlamenter demokrasiler istisnaidir. Sosyalist
olduğu söylenen ülkelerde, geleneksel burjuvazinin ortadan kalkması ve devlet
kapitalizminin talepleri, eski Mihver ülkelerinin diktatörlüklerine hiçbir
şekilde tercih edilemeyecek diktatörlüklerle neticelendi. Çin’e dair
yanılsamaları besleyenler var, ancak mevcut bilgiler, daha önce yayınlanmış
Marksist analizleri doğruluyor[8], son otuz yıldır Sovyet kamplarının varlığını
inkâr eden Stalinistler gibi Maoistlerin de gerçekliğini hâlâ inkâr ettiği
kampların var olduğunu ortaya koyuyor.
Afrika,
Asya ve Latin Amerika, tek parti sistemleri veya askeri diktatörlükler altında
yaşıyor. Brezilya’daki işkenceler insanı dehşete düşürüyor, ancak Meksika
demokrasisi, 1968’de göstericilere ateş açmaktan ve 300 kişiyi öldürmekten
çekinmedi. En azından Mihver Devletleri’nin yenilgisi barış getirdi... ama
sadece Avrupalılar için, o zamandan beri aralıksız savaşlarda ve kronik
kıtlıklarda ölen milyonlarca insan için değil. Hâsılı, tüm savaşları ve
totalitarizmi sona erdirecek savaş, bir hataydı.
Antifaşistler,
bu konuda otomatikleşmiş bir cevap veriyorlar: Bu Amerikan veya Sovyet
emperyalizminin, ya da her ikisinin de suçudur; en radikaller bile, bunun
kapitalizmin ve beraberindeki kötülüklerin hayatta kalmasından kaynaklandığını
söylüyorlar. Kabul ediyorum. Ama sorun devam ediyor. Kapitalist devletler
tarafından yaratılan bir savaşın, sermayenin güçlenmesinden başka nasıl bir sonucu
olabilir ki?
Antifaşistler
(özellikle “devrimciler”) tam tersi bir sonuca vararak, mümkün olduğunca
ilerlemesi için sürekli radikalleştirilmesi gereken yeni bir antifaşizm dalgası
çağrısında bulunurlar. Faşist “dirilişler”i veya “yöntemleri” kınamaktan asla
vazgeçmezler, ancak buradan kötülüğün kökenini, yani sermayeyi yok etmenin
gerektiği sonucuna ulaşmazlar. Aksine, “gerçek” antifaşizme geri dönmenin, onu
proleterleştirmenin, Sisifos’un kapitalizmi demokratikleştirmekten ibaret olan
işine yeniden başlamanın gerekli olduğu sonucuna varırlar. Bugün bir kişi,
faşizmden nefret edebilir ve hümanizmden hoşlanabilir, ancak hiçbir şey, şu
kritik noktayı değiştirmeyecektir:
1.
Kapitalist devlet (yani her türden devlet), kendisini giderek daha fazla
baskıcı ve totaliter bir yapı olarak ortaya koymaya mecburdur;
2.
İşçiler veya “özgürlükler”den yana olsunlar diye devletlere baskı uygulamak, en
iyi ihtimalle hiçbir sonuç vermeyecektir, en kötü ihtimalle, devletin toplum
üzerinde bir hakem, sınıfların üstünde az çok tarafsız bir güç olduğuna dair o
yanılsamayı güçlendirmekle sonuçlanacaktır.
Solcular,
devletin sınıf egemenliğinin bir aracı olduğu yönündeki klasik Marksist analizi
durmaksızın tekrarlamak ama öte yandan, aynı devleti “kullanmayı” önermek
konusunda oldukça mahirdirler. Benzer şekilde, solcular, Marx’ın ücretli emeğin
ve değişimin ortadan kaldırılması üzerine yazılarını inceler, ardından devrimi
ücretli emeğin aşırı demokratikleşmesi olarak tasvir ederler.
Daha
da ileri gidenler var. Sermayenin “faşizm”le eşanlamlı olduğunu, dolayısıyla
faşizme karşı demokrasi mücadelesinin sermayenin kendisine karşı mücadele
anlamına geldiğini söyleyerek, devrimci tezin bir kısmını benimsiyorlar. Peki
hangi alanda mücadele ediyorlar? Bir veya daha fazla kapitalist devletin
liderliğinde mücadele etmenin kendisi, bunlar mücadeleyi kontrol edip
sürdürdükleri için, sermayeye karşı mücadelede yenilgiyi garantilemek anlamına
gelir.
Demokrasi
mücadelesi, işçilerin farkına varmadan devrimi gerçekleştirmelerine imkân
sağlayan kestirme yol değildir. Proletarya, totalitarizmi ancak demokrasiyi ve
tüm siyasi biçimleri aynı anda yok ederek ortadan kaldıracaktır. O zamana
kadar, zaman ve mekânda bir dizi “faşist” ve “demokratik” sistem kurulacaktır;
diktatörlük rejimleri, ister istemez demokratik rejimlere dönüşecek, demokratik
rejimler diktatörlüğe evrilecek, demokrasilerle birlikte var olan
diktatörlükler, diğerinin tezatı olarak, kendisini haklı çıkarma işlevi
görecektir.
Dolayısıyla,
demokrasinin diktatörlükten devrimci faaliyete daha elverişli bir toplumsal
sistem sağladığını söylemek saçmadır; çünkü demokrasi, devrim tehdidiyle
karşılaştığında, hemen diktatörlük yöntemlerine başvurur, özellikle de “işçi
partileri” iktidardayken. Antifaşizmi mantıksal sonucuna kadar götürmek
istenseydi, bize şunu söyleyen bazı sol liberallerin şu akıl yürütmesini yinelemek
gerekirdi: “Madem devrimci hareket Sermaye’yi diktatörlüğe doğru itiyor, o
halde tüm devrimlerden vazgeçelim ve sermayeyi ürkütmeden, reform yolunda
olabildiğince ileri gitmekle yetinelim.” Oysa bu ihtiyatlılık, başlı başına
ütopiktir, çünkü kaçınmaya çalıştığı “faşistleşme”, yalnızca devrimci eylemin
değil, aynı zamanda kapitalist yoğunlaşmanın da bir ürünüdür.
Yirminci
yüzyılın başına dek devrimcilerin demokratik hareketlere katılımının
zamanlaması ve pratik sonuçları hakkında tartışma yürütmek mümkünse de sermayenin
toplum üzerinde mutlak egemenlik tesis etmesiyle birlikte bu seçenek ortadan
kalkar, çünkü artık sadece tek bir siyaset türü mümkündür: demokrasi,
dikkatsizler için bir mistifikasyon ve tuzak haline gelir.
Proleterler,
sermayeye karşı bir silah olarak demokrasiye her bel bağladığında, demokrasi
onların kontrolünden çıkar veya tam tersine dönüşür... Devrimciler, antifaşizmi
reddederler çünkü politikanın diğer biçimlerini desteklemeden yalnızca tek
bir biçimine karşı mücadele edilemez. Oysa antifaşizmin tanımı budur.
Antifaşizmin hatası, faşizme karşı mücadele etmek değil, onu etkisiz kılan bu
mücadeleye öncelik vermektir. Devrimciler, antifaşizmi “devrimi yapmamakla”
değil, totalitarizmi durduramamakla ve isteyerek veya istemeyerek sermayeyi ve devleti
güçlendirmekle suçlarlar.
Demokrasi
her zaman, neredeyse hiç mücadele etmeden faşizme teslim olmakla kalmaz, aynı
zamanda faşizm, sosyo-politik güçlerin durumunun gerektirdiği şekilde
demokrasiyi kendi içinden yeniden üretir. Örneğin, 1943’te İtalya, galipler
safına katılmak zorunda kaldı ve böylece lideri “diktatör” Mussolini, Faşist
Büyük Konsey’de azınlıkta kaldı ve bu organın demokratik kararına boyun eğdi.
Üst düzey faşist yetkililerden Mareşal Badoglio, demokratik muhalefeti
toplayarak bir koalisyon hükümeti kurdu. Mussolini tutuklandı. Bu, İtalya’da “25
Ağustos 1943 Devrimi” olarak bilinir. Demokratlar tereddüt ettiler, ancak
Ruslar ve İKP’nin baskısı onları, Togliatti ve Benedetto Croce’nin de üyesi
olduğu, general Badoglio liderliğindeki ulusal birlik hükümetini Nisan 1944’te
kabul etmeye zorladı. Haziran 1944’te sosyalist Bonomi, faşistleri dışlayan bir
hükümet kurdu. Bu, savaş sonrası dönemin ilk yıllarına hâkim olan (İKP-İSP-Hristiyan
Demokrasisi’nden oluşan) üçlü formülü meydana getirdi. Böylelikle, faşistler
tarafından arzulanan ve kısmen de organize edilen bir geçişe tanık olduk. Tıpkı
demokrasinin 1922’de devleti korumanın en iyi yolunun onu faşist partinin
diktatörlüğüne emanet etmek olduğunu anlaması gibi, faşizm de 1943’te ulusun
bütünlüğünü ve devletin devamlılığını korumanın tek yolunun devleti demokratik
partilerin kontrolüne geri vermek olduğunu anlamıştı. Demokrasi, koşullara göre
faşizme, faşizm de tam tersine dönüşüyordu: Söz konusu olan, kapitalizmin
garantörü olarak devletin korunmasını güvence altına alan siyasi biçimlerin bir
dizilimi veya birleşimiydi.
Demokrasiye
“dönüş”ün kendi başına sınıf mücadelesinin yenilenmesini sağlamaktan uzak
olduğunu belirtelim. Aslında iktidara gelen işçi partileri, ulusal sermaye
adına mücadele eden ilk partilerdir. Böylece, “önce faşizmi yenmek gerekli”
anlayışı üzerinden gerekçelendirilen maddi fedakârlıklar ve sınıf
mücadelesinden vazgeçme, Mihver’in yenilgisinden sonra, her zaman Direniş
ideali adına dayatıldı. Faşist ve antifaşist ideolojilerin her biri, koşullara
göre, sermayenin anlık ve temel çıkarlarına uyarlanabilir.
Başından
beri, ne vakit “faşizme geçit yok” sloganı atılsa faşizm geçiş yapıyor. Ama buna
karşın, tuhaf bir şekilde faşizmle faşizm dışı arasındaki sınır çizgisi kesintisiz
geleceğe uzanıyor. Örneğin, Fransız Solu, 13 Mayıs 1958’den sonra “faşist”
tehlikeyi kınadı, ancak İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu (SFIO) genel
sekreteri, Beşinci Cumhuriyet’in anayasasının yazımına katkıda bulundu.
Portekiz
ve Yunanistan, diktatörlüklerin demokrasiye dönüşmesinin yeni örneklerini
sundular. Portekiz için sömürge sorunu, Yunanistan için Kıbrıs sorunu gibi dış
koşulların yol açtığı şok karşısında ordunun bir bölümü, devleti kurtarmak için
rejimi yıkmayı tercih etti.
Demokratlar
da “faşistler” iktidara geldiğinde, aynı şekilde akıl yürütüp aynı şekilde
hareket ediyorlar. Mevcut İspanyol Komünist Partisi, tam da bu görüşü dile
getiriyor (İspanyol sermayesinin İspanya Komünist Partisi’ni (PCE) isteyip
istemediği ve buna ihtiyaç duyup duymadığı henüz belli değil):
“İspanyol toplumu,
devletin olağan işleyişinin sarsıntı veya toplumsal çalkantılara mahal vermeden
sağlanmasını, buradan her şeyin dönüştürülmesini arzuluyor. Devletin
sürekliliği, rejimin kesintiye uğramasını talep ediyor.”
Burada
bir siyasi biçimden diğerine geçiş söz konusudur. Üstelik bu geçiş momentinde proletarya
dışlanmıştır ve o moment üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Proletarya
müdahale etmeye kalkarsa, sonunda devlete entegre olur, Portekiz örneğinin
açıkça ortaya koyduğu üzere, sonraki mücadeleleri daha da güçleştirir.
Gilles Dauvé
1979
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Kamuoyu, Nazizmi yol açtığı dehşet sebebiyle kınamıyor, zira o günden beri
diğer devletler, esasında dünya ekonomisinin kapitalist örgütlenmesi, savaşlar
ve yapay kıtlıklar yoluyla insan yaşamına Naziler kadar zarar verdiklerini
kanıtladılar. Aksine, Nazizm kasıtlı davrandığı, bilinçli olarak istediği ve
Yahudileri yok etmeye karar verdiği için kınanıyor. Tüm halkları yok eden
kıtlıklardan kimse sorumlu değil, Nazilerse yok etmek istediler. Bu saçma
ahlakçılığı ortadan kaldırmak için, toplama kamplarına dair materyalist bir
anlayışa sahip olmak gerekir. O kamplar aklını yitirmiş bir dünyanın ürünü
değillerdi. Aksine, özel koşullarda uygulamaya konulan olağan kapitalist mantık
uyarınca inşa edilmişlerdi. Hem kökenleri hem de işleyişleri itibarıyla kamplar,
kapitalist dünyaya aitti.
[2]
Daniel Guerin, Fascism and Big Business, New York (1973).
[3]
Bulletin communiste, 27 Kasım 1925. 1895’te Kiev’de dünyaya gelen Boris
Souvarine küçük yaşta Fransa’ya göç etti. Kendi kendisini eğitmeyi bilen bir
işçi olarak Souvarine, Komintern ve FKP’nin kurucularından biri olmasına karşın
1924’te sol sapma iddiaları üzerinden her iki örgütten kovuldu.
[4]
Rassemblement du Peuple Francais (Fransız Halkının Buluşması-RPF), Dögolcü
parti (1947-1952). Pujadizm, Dördüncü Cumhuriyet’te kurulan sağcı küçük burjuva
hareketi. Rassemblement pour la Republique (Cumhuriyetçi Seferberlik-RPR),
hâlâ faal olan Dögolcü parti.
[5]
İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD 100.000 Japonu kamplara yerleştirdi, oysa o
insanları tasfiye etmeye gerek yoktu.
[6]
Humanite, 6 Mart 1972.
[7]
1920 tarihli Kapp Darbesi’ni genel grev mağlup etti. Buna karşın, Ruhr
bölgesinde darbeden hemen sonra patlak veren, demokrasinin savunulması iddiasının
sınırlarını aşan ayaklanma bizzat devlet adına, o darbeye destek vermiş ordu
tarafından bastırıldı.
[8] Simon Leys, The Chairman's New Clothes: Mao and the Cultural Revolution, Londra (1977).


0 Yorum:
Yorum Gönder