10 Kasım 2025

,

Gönderi Tanrılarını Sakinleştirmek



“İnternette Gönderi Paylaşmayı Reddetmek Neden Doğalında Irkçıdır” başlıklı yazı, belki de şu aralar rastladığım en tuhaf çalışma. Yazarın ismini anmaya gerek yok. Yazıyı, gönderinin paylaşıldığı platform da yazmış olabilir.

Kimse, sessiz kalmayı yaratıcılığın temeli olarak görmüyor. Dijital sistemler yokluğu hesaplayamıyorlar. Sadece şunu diyorlar: “Konuşmayı reddederseniz, suç ortağı olursunuz. “Daha fazla paylaşım yapın ki bizi daha fazla besleyin, kendinizi internete boca edin, aksi takdirde ırkçı olursunuz.”

Yorkshire’daki eski üniversitem, Instagram’da Siyahların Hayatı Önemlidir hareketini destekleyen bir gönderi paylaştı. Yolun aşağısındaki süpermarket de aynı şeyi yaptı. Bankam da (yorumların çoğu, ırksal eşitliğe olan bu bağlılığın bazı kredi başvurularının gerçekten onaylanabileceği anlamına gelip gelmediğini merak eden siyahi insanlara aitti).

Aktivistlerin bir kesimi için bu paylaşımlar kesinlikle zorunlu. Los Angeles Times gazetesi, bir kadının, pandemi sebebiyle üç aydır kapalı olan tiyatroların, yani şu oyun oynanan, ışıklı, perdeli, küçük dondurma kaplarına rastladığımız binaların listesini sokakta dağıttığı, ama aynı kadının internette SHÖ hareketini destekleyen paylaşımlarda bulunmadığı haberini övünerek veriyor. Haber, imalı bir tehdit içeriyor.

Paylaşım yapmak, ahlaki ve politik bir görev, bireysel değerin bir ölçütü, neredeyse içgüdüsel bir etkinlik halini aldı.

Burada acilen ele almamız gereken bir soru var: Gerçekten pohpohlanmak istiyor muyuz? Eğer tüm bu yapılar, kurumlar, sosyal medya platformları birden devrimci ideolojiye bağlılık yemini ediyorlarsa, bu, kazandığımız anlamına mı geliyor yoksa bu ideolojinin egemen sınıf için yeni bir resmi ideolojiye dönüşmesi sürecini hızlandırdığımızı mı söylüyor? Gerçekten tüm ana akım kurumların kendilerini ilerici kurumlara dönüştürmesini istiyor muyuz? Bana kalırsa, tek onurlu cevap, yüksek sesli, içgüdüsel bir “hayır” olmalı. Asıl konuşmak istediğim konu bu değil. Başka bir soruyu sormak gerekiyor. Paylaşım yapmak, ahlaki ve politik bir görev, bireysel değerin bir ölçütü, neredeyse içgüdüsel bir etkinlik haline geldi. Şu anda paylaşımda bulunuyorum ama yaptığım tam olarak nedir? İnternette paylaşımda bulunduğumuzda aslında ne yapmış oluyoruz?

Gönderi paylaşımını, halka resmi açıklamalar yapma eylemi olarak tanımlayabilirsiniz. Çoğu sıradan insan için bu tür bir halkla ilişkiler, çılgınca bir eylem ama insanlar, gene de paylaşmadan duramıyorlar.

Sosyal medyanın ilk günlerinde, bu resmi açıklamalar, genellikle “az önce güzel bir fincan #çay içtim” şeklinde olur, herkes, bu paylaşımların anlamsız olduğunu düşünürdü. Şimdi ise daha çok “#ırkçılığı kesinlikle kınıyorum” gibi paylaşımlar yapılıyor. Artık bu paylaşımların dünyadaki en önemli şey olduğunu düşünmüyorsanız, görgülü insanlardan oluşan toplumdan dışlanırsınız. Gelgelelim, bu paylaşımların biçimi pek değişmedi. Paylaşımın en önemli özelliği, belirli bir kişiye yönelik olmaması. Paylaşım yapan kişi, kendisini sohbet eden değil de şehrin hemen dışındaki bir tepeye çıkıp ciğerlerini yırtarak, tüm gücüyle bağıran insan gibi görüyor. Paylaşımlar esasında, arkadaşlarınıza veya takipçilerinize, sosyal medya platformunun kendisine, Büyük Öteki’ne, makineye, ekranın diğer tarafındaki uçsuz bucaksız uzaylı varlığa hitap ediyorlar. Bunlar, kesinlikle hiçbir insanın kulağına ulaşsın diye değil.

Neden gönderi paylaşıyorsunuz? Çünkü bu paylaşımın size bir şeyler kazandıracağını düşünüyorsunuz. Platformların kendisi, paylaşmanın sana bir topluluk duygusu kazandıracağı, seni benzer düşünen insanlarla yakınlaştıracağı vaadinde bulunuyorlar. Teknoloji şirketlerinin tercih ettiği “gönderi” kelimesinin eşanlamlısı ise paylaşım. Oysa gönderi, başkalarının sana dikkat kesilmesini sağlar. Dikkat çekici paylaşımlar ve sosyal medya kullanımı sayesinde insanlara size bakar, siz de onların size hayranlıkla bakacağını hayal edersiniz. (Aslında şunu düşünürler: “Aptala bak. Ne kadar da aptal!”)

Eğer hayal kurmaya cesaretiniz varsa, gönderilerinizin o kadar çok ilgi göreceğini ve sonunda bir influencer, hayatta tek yaptığı, yalnız başına bir tepeden bağırmak olan biri haline geleceğinizi bile hayal edebilirsiniz. Bu, hayal etmemiz söylenen en büyük ve en güzel şeydir.

Ancak gönderi paylaşırken, aldığımızdan çok daha fazlasını veririz. Gönderilerimizi makine, büyük bir iştahla tüketir. Düşüncelerimizi, hayallerimizi ve duygularımızı yer. Verilerimizle, zamanımızdan ve dikkatimizle beslenir. Karşılığında, akıl sağlığımızda dikkate değer bir düşüş yaşanır. Bu da sorun değil; mutsuz insanlar genellikle kompulsif paylaşımlar yaparlar. Sistem, hiçbir şeye aldırış etmeden tıkınır. Mutsuzluğumuz da bir besindir. Gönderilerimizin faydası çok sınırlı. Evet sistem, bu gönderileri kâra dönüştürüyor, ama aynı zamanda hakkımızda bilgi topluyor, bizden kurtulma gücüne de kavuşuyor. Peki amacı ne?

Sanatçı Laurel Ptak, 2014 yılında Silvia Federici’nin yetmişlerde başlattığı Ev İşlerine Ücret Ödensin kampanyasından ilhamla, Facebook Kullanımı Karşılığında Ücret Ödensin başlıklı bir manifesto yayınladı. Ptak, internette bir şeyler paylaştığımızda ücreti ödenmeyen bir emek ortaya koyduğumuzu söylüyor. Teknoloji şirketleri için kâr üretiyoruz ve karşılığında hiçbir ücret almıyoruz. Görüşlerimiz ve duygularımız internet ortamında belirli bir işlev için tahrif ediliyor, ardından da bu toplumda kabul görmek istiyorsak hepimizin bir şekilde uyması gereken bir model olarak bize geri fırlatılıyor. Parmak uçlarımız beğen tuşuna basmaktan yara oldu, duygularımız kalabalık arkadaş listesi içerisinde yitip gitti.

Eskiden de mektup gönderirdik. Bu paylaşım, artık yeni bir biçim aldı. Sosyal medyayı milattan önce 1. yüzyılda yaşayan bir Romalıya, klasik dönemde yaşayan bir Yunanlıya, Vedalar döneminde yaşayan bir Hintliye, Birinci Tapınak döneminde yaşayan bir İsrailliye veya çiçek hastalığı ve İspanyolların kıyılarına ulaşmasından hemen önce yaşamış bir Aztek soylusuna anlatmaya çalıştığınızı bir düşünün. Onlara muhtemelen şunları söylerdiniz:

1. Zorunlu bir toplumsal ritüel bu.

2. İyilik yapmaya çalışıyoruz, dünyada doğru düzeni korumaya çalışıyoruz.

3. Diğer insanlarla cemaatler meydana getiriyoruz.

4. Kişisel itibarlarımızı artırıyoruz.

5. Bunu kendimizden bir şeyler vererek yapıyoruz.

6. Paylaştıklarımızı insan olmayan devasa bir varlık tüketiyor.

7. O varlık yaptığımız her şeyi görüyor, kavrıyor.

Kadim insanlar, teknolojik güçlerimize hayran kalır mıydı acaba? Muhtemelen muhatabınız omuz silkerdi. Ee? Bizde de onlardan bir tane var. Sonra da size bir tapınak, kan damlayan büyük bir taş blok gösterirlerdi. Ardından da küllerle kararmış çukurdaki kurbanın kemiklerini.

Gönderi paylaşmak bir iş değil. O, kurbandır. Yaptığımız her şey daha önce de yapıldı. Kendini beğenmiş Romalı devlet adamı, bir düzine al yanaklı çocuğu, dünya servetini görüp takdir etsin diye çiçeklerle süslenmiş bir şekilde katledilecekleri sunağa götürüyor. Kent devletin yurttaşları, kurban edilen boğayı ateşin etrafında hep birlikte yiyorlar. Adak adamakla görevli, cübbesi her daim temiz ve saf olması gereken, Kutsallar Kutsalı’nda tek başına durma hakkı olan başrahip beliriyor. Sonra savaşçılar, o çocukları sopayla öldürmek için yaklaşırken, etrafta Aztek kadınları neşeyle ve şevkle dans ediyorlar.

Bugün her hareketin içi çabucak boşaltılıyor, kurban etme mantığı üzerinden her şey içten içe kemiriliyor. Binlerce insan hâlâ sokaklarda, kendilerini steroidli, domuz suratlı bir polis devletine karşı koyarken, kurumlar içerisinde işleyen bir hareket, adalet talebini küçük çaplı mesleki güç mücadelelerine kılıf olarak kullanıyor. “Siz insanlar bir isyanı hak etmiyorsunuz! Bakın nasıl da israf ettiniz onu!” diyorlar.

Gazetelerde, üniversitelerde, kültür kurumlarında günah keçisi bulunup yakalanıyor, dosdoğru sunağa sürükleye sürükleye götürülüyor. Aslında samimi olan sıradan biri, 3.000 kelimelik bir medya soruşturmasının konusu oluyor.

Eski bir Disney yıldızı, yanlış şeyler söyleyen veya yapan çocuklara -gerçek çocuklara- ceza verilmesi için çalışma yürüttü. Hatta otuzlu yaşlarının ortalarındaki insanlar için çıkan dergiler, bu yıldızı övdü. Aslında mesele, daha iyi bir dünya değildi, mesele, gönderi paylaşmaktı. Doğru gönderiler, düzene uyan kurbanlar, kötü olanı dışlamalı.

Bunların hepsi çok aptalca ama ilginç bir soruyu gündeme getiriyor. Peki Tanrı, kurbanı reddettiğinde ne olur? Kurban üzerine kafa yormuş düşünürlerden olan, onu taklitçi rekabetin son noktası olarak teorileştiren Fransız felsefeci ve sosyolog René Girard’a göre, iki kişi aynı şeyi ister, birbirlerini izleyerek neyi ve nasıl isteyeceklerini öğrenirler ve sonunda bu rekabet, gerginlikleri dayanılmaz bir boyuta taşır. Bu noktada, keyfi bir günah keçisi belirlenir, tüm düşmanlıkların odağı haline getirilir, o kişi, ya sürgüne gönderilir ya da yok edilir. Ardından, hayatta kalanlar, birbirleriyle barış içinde yaşama imkânı bulurlar.

Girard, Katolik olmasına rağmen, kurbanı toplumsal olarak ve yalnızca toplumsal olarak ele alır. Kurbanı gerçekten alacak, insan dışı devasa bir varlık diye bir şey yoktur. Girard’a göre, kurbanı “var olmayan bir tanrı” üzerinden okumak, bizi “anlayışımızı hiçbir şekilde ilerletmeyecek biçimsel bir eleştirel yaklaşıma” mahkûm edecektir. Oysa böyle bir varlık vardır. Onsuz, işler karışır. Tekvin’de, Kabil ve Habil önce kurbanlarını sunar. Biri kabul edilir, biri kabul edilmez. O noktada taklitçi rekabet döngüsü hız kazanmaya başlar. Reddedilebilecek bir kurban, toplumsal karşıtlıkları arınma yoluyla sona erdirmez; aksine o karşıtlıkları harekete geçirir.

Bu ayın başlarında, Şikago’da faal olan plütokratlara çalışan, kara para aklama örgütü Şiir Vakfı, George Floyd protestolarını destekleyen ve sistemden kaynaklı ırkçılığa karşı çıkan kısa bir açıklama yaparak, bu kurban ibadetini doğru bir şekilde yerine getirdi. Ancak bu açıklama kabul edilmedi. Bunun yerine, vakfı ırksal şiddetle suçlayan ve şiiri finanse etmeyi bırakıp kendisini bir toplumsal adalet savunuculuğu örgütüne dönüştürmesini talep eden bir açık mektup yazıldı. Aslında, imzacıların “Vakfın çalışmalarının temelinde yatan muazzam servet istifçiliğinin yerini her kuruşun yeniden dağıtılacağı bir dünya hayal ettiklerine” dair sözlerinin altına ben de imza atıyorum, ancak o güne kadar zenginlerin kendilerini iyi gösterdikleri tek şey, zaten sanatı finanse etmekti. Siyasetimizi parayla yöneten milyarder patronlarımız olacağına şiirimize para akıtan patronlarımız olsun, daha iyi! (Bu ütopik niyet, sermaye birikim sistemi içinde kaynak ve konum elde etmek için açık bir kapışmanın parçası olarak sunulduğunda ciddiye alınamaz). Bu mektup, vakıftan para alan neredeyse herkes tarafından imzalanmış gibi görünüyor. Birçoğunun buna katıldığını sanmıyorum ama ırkçı olduğu ortaya çıkan bir kurum tarafından finanse edildiyseniz, başka seçeneğiniz var mı? Suç ortağı olmak istemiyorsanız, sizi besleyen eli ihbar etmek zorundasınız.

Vakıf, sonrasında ikinci bir açıklama yayınlayarak, bir araya gelen onca sadiste ve psikopata “derin şükran ve saygılarını” sundu, ek bir bağış olarak başkanının ve yönetim kurulu başkanının kellelerini teklif etti. Aslında bu iki adam da CIA/finans kapital bürokratıydı. Asıl endişe verici olan da bu hamlenin kendisiydi. Neden aniden kendilerini bu kadar kolay teslim etmişlerdi? Derin devleti öfkeli bir açık mektupla gerçekten teslim olmaya ve ölü taklidi yapmaya ikna edebilir misiniz? Yoksa ikna ettiğimize dair yanılsamanın kendisi, programın bir parçası olabilir mi?

Belirli bir solcu türü, bu tür konular açıldığında iliklerine dek rahatsız oluyor. “Gerçek Sorunlar çok daha ağır ve berbatken neden kafanızı bu tür şeylerle yoruyorsunuz” diyorlar. Dışarıdaki tüm o rezil ve iğrenç muhafazakârlar gibi “iptal kültürüne” karşı nutuklar atmaktan utanmıyor musunuz? Yok etmeye çalıştığımız insanlar - hepsi temelde iyi değil mi? Bu, önemsiz bir konu değil mi? Acımak için daha uygun kurbanlar bulamaz mıyız?

Bu son türe karşı çok dikkatli olmalısınız. Tüm inkârcılar gibi, onlar da yapmak istedikleri türden şeylerden şüphe ediyorlar.

Siyahi insanların polis tarafından öldürülmesi, küçük kurumsal mücadelelerden çok daha ciddi tabii ki. Sorun şu ki, bunlar birbiriyle çelişmiyor. Tam olarak aynı hastalıklı toplumsal mekanizmanın ürünleri.

Siyahların Hayatı Önemli hareketinin entelektüel katmanı içerisinde yer alan bir kesim, mevcut eşitsizlikleri yalnızca sınıf, emek, ücret ilişkisi, artı değer vb. kavramlarla, katı Marksist terimlerle tanımlama girişimlerine her zaman şüpheyle yaklaşmıştır. Bir bakıma haksız da sayılmazlar. Siyahi Amerikalılar, yirminci yüzyılın ilk üçte ikilik bölümünü kırsal Güney’den sanayi şehirlerine kitleler halinde göç ederek, demokratik sürece, iş gücüne ve işçi sendikalarına eşit katılım için canla başla mücadele ederek geçirdiler. Bu mücadele, tam da neoliberalizmin yükselişi ve Amerikan ekonomisinin sanayisizleşmesiyle aynı dönemde gerçek meyvelerini vermeye başladı. Tüm o fabrikalarda yapılan iyi işler, siyahların elleri makinelere yakınlaştığı noktada uçup gitti. Büyük Göç sırasında, Güney’deki ırkçı, beyaz güç yapısı, aniden işgücü olarak siyahlara ihtiyaç duyduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Güney, bir bakıma, küçük bir canavardı; acımasız, ölümcül ama dar görüşlü. İnsan, neticede önyargılarıyla besleniyordu. Bu yeni canavar, kapsamı bakımından son derece kayıtsızdı ve dünyayı kucaklıyordu, ama siyahi Amerikalılara hiçbir faydası yoktu.

Bu, çağdaş ırksal adalet hareketlerinin işlere, konutlara veya herhangi bir diğer acil politik meseleye değil de yaşam kategorisine odaklanma eğiliminde olmasının nedeni olabilir. Tehlikede olan, yaşamdır. Sermayenin bakış açısından, milyonlarca siyahi Amerikalı, bir fazlalık nüfustur. Bu değişim, Marx’ın Kapital'in yirmi beşinci bölümünde tanımladığı ve “kapitalist birikimin kaldıracı” olarak iş gören göreli bir fazlalık nüfusun üretiminden tamamen farklıdır. Siyahi Amerikalılar arasında görülen işsizlik, Malezya veya Vietnam’daki terhanelerde sömürü oranını artırmaz. Onlar, üzerindeki mahlukata hiçbir değer vermeyen bir dünyada yaşayan insanlardır. İktidarın en büyük tepkilerinden biri, bu nüfusu basitçe izole etmek olmuştur: toplu hapsetme yoluyla, bu fazlalık, izlenebileceği parmaklıkların arkasına taşınmıştır. Bu izolasyon işleminde başka araçlara da başvurulmaktadır.

Georges Bataille, Lanetli Pay kitabında, yaşamı sürekli taşan bir şey olarak tanımlar: “Vahşi bir coşku, giderek daha külfetli biçimlerin üretimi”dir o. Böylesi bir yaşam, tehlikeli fazlalıklar yaratır. Yaşam, emek yoluyla yararlı bir şekilde tüketilemediğinde, savurganca israf edilir. Ya potlaç ve devrim ya da kurban konuşur.

Polis cinayeti, özellikle de polis cinayeti denilen gösteri, internette yayınlanan ve tüm dünyaya yayılan dehşet verici videolar, bir kurbandır. Sermayeye, mülksüzleştirici devlete, söylem makinesine sunulmuş birer kurban. Polislerin üzerinde cop veya tabanca yerine volkanik camdan yapılmış hançerler de olabilirdi.

Bu bağlamda, İngiltere’de özerk bir Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi geliştirmenin çok zor olduğunu belirtmekte fayda var; zira ilham kaynağımız, halen daha Amerika’daki olaylar. Polisimiz insanları öldürmüyor değil; bunu genellikle kapalı kapılar ardında, hiçbir görüntü olmadan yapıyorlar.

“İptal kültürü” denen şey, ekonomideki bu değişimin kültürel bir ifadesidir. Bu, aşırıya kaçan bir adalet hareketi değil. Hepimizin mücadele etmesi gereken aynı şeyin bir başka parçası. Evet, çok daha zayıf ve daha az ölümcül bir formda, ancak ideolojik içeriği aynı. Bu ideolojik içerik diyor ki: “Kimse yeri doldurulamaz değil. Herkes harcanabilir. Herkes anında feda edilebilir. Suçluluk veya masumiyet önemsiz. Hiçbir hayat önemli değil.”

Bellows
20 Eylül 2022
Kaynak

0 Yorum: