“İnternette
Gönderi Paylaşmayı Reddetmek Neden Doğalında Irkçıdır” başlıklı yazı, belki de
şu aralar rastladığım en tuhaf çalışma. Yazarın ismini anmaya gerek yok. Yazıyı,
gönderinin paylaşıldığı platform da yazmış olabilir.
Kimse,
sessiz kalmayı yaratıcılığın temeli olarak görmüyor. Dijital sistemler yokluğu
hesaplayamıyorlar. Sadece şunu diyorlar: “Konuşmayı reddederseniz, suç ortağı
olursunuz. “Daha fazla paylaşım yapın ki bizi daha fazla besleyin, kendinizi
internete boca edin, aksi takdirde ırkçı olursunuz.”
Yorkshire’daki
eski üniversitem, Instagram’da Siyahların Hayatı Önemlidir hareketini destekleyen
bir gönderi paylaştı. Yolun aşağısındaki süpermarket de aynı şeyi yaptı. Bankam
da (yorumların çoğu, ırksal eşitliğe olan bu bağlılığın bazı kredi
başvurularının gerçekten onaylanabileceği anlamına gelip gelmediğini merak eden
siyahi insanlara aitti).
Aktivistlerin
bir kesimi için bu paylaşımlar kesinlikle zorunlu. Los Angeles Times
gazetesi, bir kadının, pandemi sebebiyle üç aydır kapalı olan tiyatroların,
yani şu oyun oynanan, ışıklı, perdeli, küçük dondurma kaplarına rastladığımız
binaların listesini sokakta dağıttığı, ama aynı kadının internette SHÖ
hareketini destekleyen paylaşımlarda bulunmadığı haberini övünerek veriyor.
Haber, imalı bir tehdit içeriyor.
Paylaşım
yapmak, ahlaki ve politik bir görev, bireysel değerin bir ölçütü, neredeyse
içgüdüsel bir etkinlik halini aldı.
Burada
acilen ele almamız gereken bir soru var: Gerçekten pohpohlanmak istiyor muyuz?
Eğer tüm bu yapılar, kurumlar, sosyal medya platformları birden devrimci ideolojiye
bağlılık yemini ediyorlarsa, bu, kazandığımız anlamına mı geliyor yoksa bu
ideolojinin egemen sınıf için yeni bir resmi ideolojiye dönüşmesi sürecini
hızlandırdığımızı mı söylüyor? Gerçekten tüm ana akım kurumların kendilerini
ilerici kurumlara dönüştürmesini istiyor muyuz? Bana kalırsa, tek onurlu cevap,
yüksek sesli, içgüdüsel bir “hayır” olmalı. Asıl konuşmak istediğim konu bu
değil. Başka bir soruyu sormak gerekiyor. Paylaşım yapmak, ahlaki ve politik
bir görev, bireysel değerin bir ölçütü, neredeyse içgüdüsel bir etkinlik haline
geldi. Şu anda paylaşımda bulunuyorum ama yaptığım tam olarak nedir? İnternette
paylaşımda bulunduğumuzda aslında ne yapmış oluyoruz?
Gönderi
paylaşımını, halka resmi açıklamalar yapma eylemi olarak tanımlayabilirsiniz.
Çoğu sıradan insan için bu tür bir halkla ilişkiler, çılgınca bir eylem ama
insanlar, gene de paylaşmadan duramıyorlar.
Sosyal
medyanın ilk günlerinde, bu resmi açıklamalar, genellikle “az önce güzel bir
fincan #çay içtim” şeklinde olur, herkes, bu paylaşımların anlamsız olduğunu
düşünürdü. Şimdi ise daha çok “#ırkçılığı kesinlikle kınıyorum” gibi paylaşımlar
yapılıyor. Artık bu paylaşımların dünyadaki en önemli şey olduğunu
düşünmüyorsanız, görgülü insanlardan oluşan toplumdan dışlanırsınız. Gelgelelim,
bu paylaşımların biçimi pek değişmedi. Paylaşımın en önemli özelliği, belirli
bir kişiye yönelik olmaması. Paylaşım yapan kişi, kendisini sohbet eden değil
de şehrin hemen dışındaki bir tepeye çıkıp ciğerlerini yırtarak, tüm gücüyle
bağıran insan gibi görüyor. Paylaşımlar esasında, arkadaşlarınıza veya
takipçilerinize, sosyal medya platformunun kendisine, Büyük Öteki’ne, makineye,
ekranın diğer tarafındaki uçsuz bucaksız uzaylı varlığa hitap ediyorlar. Bunlar,
kesinlikle hiçbir insanın kulağına ulaşsın diye değil.
Neden
gönderi paylaşıyorsunuz? Çünkü bu paylaşımın size bir şeyler kazandıracağını düşünüyorsunuz.
Platformların kendisi, paylaşmanın sana bir topluluk duygusu kazandıracağı,
seni benzer düşünen insanlarla yakınlaştıracağı vaadinde bulunuyorlar.
Teknoloji şirketlerinin tercih ettiği “gönderi” kelimesinin eşanlamlısı ise
paylaşım. Oysa gönderi, başkalarının sana dikkat kesilmesini sağlar. Dikkat
çekici paylaşımlar ve sosyal medya kullanımı sayesinde insanlara size bakar,
siz de onların size hayranlıkla bakacağını hayal edersiniz. (Aslında şunu
düşünürler: “Aptala bak. Ne kadar da aptal!”)
Eğer
hayal kurmaya cesaretiniz varsa, gönderilerinizin o kadar çok ilgi göreceğini
ve sonunda bir influencer, hayatta tek yaptığı, yalnız başına bir tepeden
bağırmak olan biri haline geleceğinizi bile hayal edebilirsiniz. Bu, hayal
etmemiz söylenen en büyük ve en güzel şeydir.
Ancak
gönderi paylaşırken, aldığımızdan çok daha fazlasını veririz. Gönderilerimizi makine,
büyük bir iştahla tüketir. Düşüncelerimizi, hayallerimizi ve duygularımızı yer.
Verilerimizle, zamanımızdan ve dikkatimizle beslenir. Karşılığında, akıl
sağlığımızda dikkate değer bir düşüş yaşanır. Bu da sorun değil; mutsuz
insanlar genellikle kompulsif paylaşımlar yaparlar. Sistem, hiçbir şeye aldırış
etmeden tıkınır. Mutsuzluğumuz da bir besindir. Gönderilerimizin faydası çok
sınırlı. Evet sistem, bu gönderileri kâra dönüştürüyor, ama aynı zamanda
hakkımızda bilgi topluyor, bizden kurtulma gücüne de kavuşuyor. Peki amacı ne?
Sanatçı
Laurel Ptak, 2014 yılında Silvia Federici’nin yetmişlerde başlattığı Ev
İşlerine Ücret Ödensin kampanyasından ilhamla, Facebook Kullanımı Karşılığında
Ücret Ödensin başlıklı bir manifesto yayınladı. Ptak, internette bir şeyler
paylaştığımızda ücreti ödenmeyen bir emek ortaya koyduğumuzu söylüyor.
Teknoloji şirketleri için kâr üretiyoruz ve karşılığında hiçbir ücret
almıyoruz. Görüşlerimiz ve duygularımız internet ortamında belirli bir işlev
için tahrif ediliyor, ardından da bu toplumda kabul görmek istiyorsak hepimizin
bir şekilde uyması gereken bir model olarak bize geri fırlatılıyor. Parmak
uçlarımız beğen tuşuna basmaktan yara oldu, duygularımız kalabalık arkadaş
listesi içerisinde yitip gitti.
Eskiden
de mektup gönderirdik. Bu paylaşım, artık yeni bir biçim aldı. Sosyal medyayı
milattan önce 1. yüzyılda yaşayan bir Romalıya, klasik dönemde yaşayan bir
Yunanlıya, Vedalar döneminde yaşayan bir Hintliye, Birinci Tapınak döneminde
yaşayan bir İsrailliye veya çiçek hastalığı ve İspanyolların kıyılarına
ulaşmasından hemen önce yaşamış bir Aztek soylusuna anlatmaya çalıştığınızı bir
düşünün. Onlara muhtemelen şunları söylerdiniz:
1.
Zorunlu bir toplumsal ritüel bu.
2.
İyilik yapmaya çalışıyoruz, dünyada doğru düzeni korumaya çalışıyoruz.
3.
Diğer insanlarla cemaatler meydana getiriyoruz.
4.
Kişisel itibarlarımızı artırıyoruz.
5.
Bunu kendimizden bir şeyler vererek yapıyoruz.
6.
Paylaştıklarımızı insan olmayan devasa bir varlık tüketiyor.
7.
O varlık yaptığımız her şeyi görüyor, kavrıyor.
Kadim
insanlar, teknolojik güçlerimize hayran kalır mıydı acaba? Muhtemelen
muhatabınız omuz silkerdi. Ee? Bizde de onlardan bir tane var. Sonra da size
bir tapınak, kan damlayan büyük bir taş blok gösterirlerdi. Ardından da
küllerle kararmış çukurdaki kurbanın kemiklerini.
Gönderi
paylaşmak bir iş değil. O, kurbandır. Yaptığımız her şey daha önce de yapıldı.
Kendini beğenmiş Romalı devlet adamı, bir düzine al yanaklı çocuğu, dünya
servetini görüp takdir etsin diye çiçeklerle süslenmiş bir şekilde katledilecekleri
sunağa götürüyor. Kent devletin yurttaşları, kurban edilen boğayı ateşin
etrafında hep birlikte yiyorlar. Adak adamakla görevli, cübbesi her daim temiz
ve saf olması gereken, Kutsallar Kutsalı’nda tek başına durma hakkı olan başrahip
beliriyor. Sonra savaşçılar, o çocukları sopayla öldürmek için yaklaşırken, etrafta
Aztek kadınları neşeyle ve şevkle dans ediyorlar.
Bugün
her hareketin içi çabucak boşaltılıyor, kurban etme mantığı üzerinden her şey
içten içe kemiriliyor. Binlerce insan hâlâ sokaklarda, kendilerini steroidli,
domuz suratlı bir polis devletine karşı koyarken, kurumlar içerisinde işleyen
bir hareket, adalet talebini küçük çaplı mesleki güç mücadelelerine kılıf
olarak kullanıyor. “Siz insanlar bir isyanı hak etmiyorsunuz! Bakın nasıl da
israf ettiniz onu!” diyorlar.
Gazetelerde,
üniversitelerde, kültür kurumlarında günah keçisi bulunup yakalanıyor, dosdoğru
sunağa sürükleye sürükleye götürülüyor. Aslında samimi olan sıradan biri, 3.000
kelimelik bir medya soruşturmasının konusu oluyor.
Eski
bir Disney yıldızı, yanlış şeyler söyleyen veya yapan çocuklara -gerçek
çocuklara- ceza verilmesi için çalışma yürüttü. Hatta otuzlu yaşlarının
ortalarındaki insanlar için çıkan dergiler, bu yıldızı övdü. Aslında mesele,
daha iyi bir dünya değildi, mesele, gönderi paylaşmaktı. Doğru gönderiler,
düzene uyan kurbanlar, kötü olanı dışlamalı.
Bunların
hepsi çok aptalca ama ilginç bir soruyu gündeme getiriyor. Peki Tanrı, kurbanı
reddettiğinde ne olur? Kurban üzerine kafa yormuş düşünürlerden olan, onu taklitçi
rekabetin son noktası olarak teorileştiren Fransız felsefeci ve sosyolog René
Girard’a göre, iki kişi aynı şeyi ister, birbirlerini izleyerek neyi ve nasıl
isteyeceklerini öğrenirler ve sonunda bu rekabet, gerginlikleri dayanılmaz bir
boyuta taşır. Bu noktada, keyfi bir günah keçisi belirlenir, tüm düşmanlıkların
odağı haline getirilir, o kişi, ya sürgüne gönderilir ya da yok edilir.
Ardından, hayatta kalanlar, birbirleriyle barış içinde yaşama imkânı bulurlar.
Girard,
Katolik olmasına rağmen, kurbanı toplumsal olarak ve yalnızca toplumsal olarak ele
alır. Kurbanı gerçekten alacak, insan dışı devasa bir varlık diye bir şey yoktur.
Girard’a göre, kurbanı “var olmayan bir tanrı” üzerinden okumak, bizi “anlayışımızı
hiçbir şekilde ilerletmeyecek biçimsel bir eleştirel yaklaşıma” mahkûm
edecektir. Oysa böyle bir varlık vardır. Onsuz, işler karışır. Tekvin’de, Kabil
ve Habil önce kurbanlarını sunar. Biri kabul edilir, biri kabul edilmez. O
noktada taklitçi rekabet döngüsü hız kazanmaya başlar. Reddedilebilecek bir kurban,
toplumsal karşıtlıkları arınma yoluyla sona erdirmez; aksine o karşıtlıkları
harekete geçirir.
Bu
ayın başlarında, Şikago’da faal olan plütokratlara çalışan, kara para aklama
örgütü Şiir Vakfı, George Floyd protestolarını destekleyen ve sistemden
kaynaklı ırkçılığa karşı çıkan kısa bir açıklama yaparak, bu kurban ibadetini doğru
bir şekilde yerine getirdi. Ancak bu açıklama kabul edilmedi. Bunun yerine,
vakfı ırksal şiddetle suçlayan ve şiiri finanse etmeyi bırakıp kendisini bir
toplumsal adalet savunuculuğu örgütüne dönüştürmesini talep eden bir açık
mektup yazıldı. Aslında, imzacıların “Vakfın çalışmalarının temelinde yatan
muazzam servet istifçiliğinin yerini her kuruşun yeniden dağıtılacağı bir dünya
hayal ettiklerine” dair sözlerinin altına ben de imza atıyorum, ancak o güne
kadar zenginlerin kendilerini iyi gösterdikleri tek şey, zaten sanatı finanse
etmekti. Siyasetimizi parayla yöneten milyarder patronlarımız olacağına
şiirimize para akıtan patronlarımız olsun, daha iyi! (Bu ütopik niyet, sermaye
birikim sistemi içinde kaynak ve konum elde etmek için açık bir kapışmanın
parçası olarak sunulduğunda ciddiye alınamaz). Bu mektup, vakıftan para alan
neredeyse herkes tarafından imzalanmış gibi görünüyor. Birçoğunun buna
katıldığını sanmıyorum ama ırkçı olduğu ortaya çıkan bir kurum tarafından
finanse edildiyseniz, başka seçeneğiniz var mı? Suç ortağı olmak
istemiyorsanız, sizi besleyen eli ihbar etmek zorundasınız.
Vakıf,
sonrasında ikinci bir açıklama yayınlayarak, bir araya gelen onca sadiste ve
psikopata “derin şükran ve saygılarını” sundu, ek bir bağış olarak başkanının
ve yönetim kurulu başkanının kellelerini teklif etti. Aslında bu iki adam da
CIA/finans kapital bürokratıydı. Asıl endişe verici olan da bu hamlenin
kendisiydi. Neden aniden kendilerini bu kadar kolay teslim etmişlerdi? Derin
devleti öfkeli bir açık mektupla gerçekten teslim olmaya ve ölü taklidi yapmaya
ikna edebilir misiniz? Yoksa ikna ettiğimize dair yanılsamanın kendisi, programın
bir parçası olabilir mi?
Belirli
bir solcu türü, bu tür konular açıldığında iliklerine dek rahatsız oluyor. “Gerçek
Sorunlar çok daha ağır ve berbatken neden kafanızı bu tür şeylerle yoruyorsunuz”
diyorlar. Dışarıdaki tüm o rezil ve iğrenç muhafazakârlar gibi “iptal kültürüne”
karşı nutuklar atmaktan utanmıyor musunuz? Yok etmeye çalıştığımız insanlar -
hepsi temelde iyi değil mi? Bu, önemsiz bir konu değil mi? Acımak için daha
uygun kurbanlar bulamaz mıyız?
Bu
son türe karşı çok dikkatli olmalısınız. Tüm inkârcılar gibi, onlar da yapmak
istedikleri türden şeylerden şüphe ediyorlar.
Siyahi
insanların polis tarafından öldürülmesi, küçük kurumsal mücadelelerden çok daha
ciddi tabii ki. Sorun şu ki, bunlar birbiriyle çelişmiyor. Tam olarak aynı
hastalıklı toplumsal mekanizmanın ürünleri.
Siyahların
Hayatı Önemli hareketinin entelektüel katmanı içerisinde yer alan bir kesim, mevcut
eşitsizlikleri yalnızca sınıf, emek, ücret ilişkisi, artı değer vb.
kavramlarla, katı Marksist terimlerle tanımlama girişimlerine her zaman
şüpheyle yaklaşmıştır. Bir bakıma haksız da sayılmazlar. Siyahi Amerikalılar,
yirminci yüzyılın ilk üçte ikilik bölümünü kırsal Güney’den sanayi şehirlerine
kitleler halinde göç ederek, demokratik sürece, iş gücüne ve işçi sendikalarına
eşit katılım için canla başla mücadele ederek geçirdiler. Bu mücadele, tam da
neoliberalizmin yükselişi ve Amerikan ekonomisinin sanayisizleşmesiyle aynı
dönemde gerçek meyvelerini vermeye başladı. Tüm o fabrikalarda yapılan iyi
işler, siyahların elleri makinelere yakınlaştığı noktada uçup gitti. Büyük Göç
sırasında, Güney’deki ırkçı, beyaz güç yapısı, aniden işgücü olarak siyahlara
ihtiyaç duyduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Güney, bir bakıma, küçük
bir canavardı; acımasız, ölümcül ama dar görüşlü. İnsan, neticede
önyargılarıyla besleniyordu. Bu yeni canavar, kapsamı bakımından son derece
kayıtsızdı ve dünyayı kucaklıyordu, ama siyahi Amerikalılara hiçbir faydası
yoktu.
Bu,
çağdaş ırksal adalet hareketlerinin işlere, konutlara veya herhangi bir diğer
acil politik meseleye değil de yaşam kategorisine odaklanma eğiliminde
olmasının nedeni olabilir. Tehlikede olan, yaşamdır. Sermayenin bakış
açısından, milyonlarca siyahi Amerikalı, bir fazlalık nüfustur. Bu değişim,
Marx’ın Kapital'in yirmi beşinci bölümünde tanımladığı ve “kapitalist
birikimin kaldıracı” olarak iş gören göreli bir fazlalık nüfusun üretiminden
tamamen farklıdır. Siyahi Amerikalılar arasında görülen işsizlik, Malezya veya
Vietnam’daki terhanelerde sömürü oranını artırmaz. Onlar, üzerindeki mahlukata
hiçbir değer vermeyen bir dünyada yaşayan insanlardır. İktidarın en büyük
tepkilerinden biri, bu nüfusu basitçe izole etmek olmuştur: toplu hapsetme
yoluyla, bu fazlalık, izlenebileceği parmaklıkların arkasına taşınmıştır. Bu izolasyon
işleminde başka araçlara da başvurulmaktadır.
Georges
Bataille, Lanetli Pay kitabında, yaşamı sürekli taşan bir şey olarak
tanımlar: “Vahşi bir coşku, giderek daha külfetli biçimlerin üretimi”dir o. Böylesi
bir yaşam, tehlikeli fazlalıklar yaratır. Yaşam, emek yoluyla yararlı bir
şekilde tüketilemediğinde, savurganca israf edilir. Ya potlaç ve devrim ya da
kurban konuşur.
Polis
cinayeti, özellikle de polis cinayeti denilen gösteri, internette yayınlanan ve
tüm dünyaya yayılan dehşet verici videolar, bir kurbandır. Sermayeye,
mülksüzleştirici devlete, söylem makinesine sunulmuş birer kurban. Polislerin
üzerinde cop veya tabanca yerine volkanik camdan yapılmış hançerler de
olabilirdi.
Bu
bağlamda, İngiltere’de özerk bir Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi
geliştirmenin çok zor olduğunu belirtmekte fayda var; zira ilham kaynağımız,
halen daha Amerika’daki olaylar. Polisimiz insanları öldürmüyor değil; bunu
genellikle kapalı kapılar ardında, hiçbir görüntü olmadan yapıyorlar.
“İptal
kültürü” denen şey, ekonomideki bu değişimin kültürel bir ifadesidir. Bu,
aşırıya kaçan bir adalet hareketi değil. Hepimizin mücadele etmesi gereken aynı
şeyin bir başka parçası. Evet, çok daha zayıf ve daha az ölümcül bir formda,
ancak ideolojik içeriği aynı. Bu ideolojik içerik diyor ki: “Kimse yeri
doldurulamaz değil. Herkes harcanabilir. Herkes anında feda edilebilir.
Suçluluk veya masumiyet önemsiz. Hiçbir hayat önemli değil.”
Bellows
20 Eylül 2022
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder