08 Kasım 2025

Sınıf Karşıtı Politikanın İğvası


Cosmonaut dergisinin sitesinde kısa süre önce yayınlanan makalesinde Donald Parkinson, hem liberal kesişimselciliğe hem de çağdaş Marksist sol düşünürlerin, özellikle de Adolph Reed, Jr.’ın “ekonomizm” olarak nitelendirdiği yaklaşıma karşı çıkıyor. Dr. Reed kendi adına konuşabilir ve geçmişte de benzer “ekonomik indirgemecilik” iddialarıyla karşılaştığında gereken cevabı defalarca kez vermiştir.

Neticede “ekonomik indirgemecilik”, liberallerin sosyalist politikalara karşı kullandıkları, onları karalama amaçlı bir ifadedir. Ne var ki Parkinson’ın yazısı, Sınıfın Birliği’ni de kapsayan ideolojik eğilime yönelik daha geniş bir eleştiriyi içeriyor. Biz de bu fırsatı değerlendirip, bahsi edilen konularla ilgili konumumuzu netleştirmek, ayrıca Marksist ve liberal sınıf politikası anlayışlarını kaynaştırma çabalarındaki tehlikeler konusunda uyarıda bulunmak istiyoruz.

Parkinson, kesişimselcilik olarak bilinen belirli bir kimlikçilik türünün kimi kusurlarına değindikten sonra, Reed’in argümanlarından birini eksiksiz aktarıyor: Siyasi bir strateji olarak ırkçılık karşıtlığı, “belirli siyahi elit tabakaların meşruiyetini artırma” eğilimindedir, ama öte yandan, bu politikanın hizmetinde olduğunu iddia ettiği siyahi Amerikalıların ekseriyetinin çıkarları konusunda çok az şey yapar. Ardından Parkinson, siyahlara tazminat ödenmesi talebinin siyasi bir program dâhilinde uygulamaya dökülmesi fikrine karşı çıkan argümanlardan birini aktarıyor: Bırakalım, servet konusunda fiiliyatta mevcut olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı, mütevazı bir tazminatın ödenmesini sağlayacak bir koalisyonun kurulacağını hayal etmek bile zor iş. Parkinson’ın buraya kadar söylediklerinde bir sorun yok.

Ancak Parkinson, argümanını geliştirirken, Reed’in tazminatlara yönelik eleştirisinin biraz değiştirilmiş bir versiyonunun devreye girmesine ve kimlikçi siyasete karşı argümanın yerini almasına imkân sağlıyor:

“Kimlik siyasetinin yükselişine karşı geliştirilen yaygın tepkilerden biri, bir tür sosyal demokrat ekonomizmdir. Bu ekonomizm türünün amacı, temel ekonomik meseleler etrafında mümkün olan en geniş siyasi koalisyonu kurmak ama öte yandan, bölücü olarak görülebilecek herhangi bir siyasi meseleden kaçınmaktır.”

Analizimizin doğasını tam da bu noktada açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz. Kimlik siyasetinin sorunu yalnızca bölücü olması değil, aynı zamanda dayanışma karşıtı olmasıdır. Kimlik siyaseti, işçi sınıfının siyasi birliğini sağlamak olan sosyalist siyasi projenin temelini dinamitler.

Parkinson, “insan hakları siyaseti ile kimlik siyasetini ayrı kategoriler olarak birbirinden ayırmanın genellikle zor olduğunu” ve eşit hakların çeşitli önyargı biçimleriyle parçalanmış toplumlarda bölücü olabileceğini iddia edebilir; ancak evrensel insan hakları için mücadele süreci, sınıf bilincini yükseltmeye katkı sunar. Öte yandan, tazminat gibi belirli talepler için mücadele etmek veya polis şiddetinin sonlandırılması gibi genel talepleri özel taleplermiş gibi ele almak, sınıf dayanışmasını zedeler.

Biz, Parkinson’ın şu sözlerine katılmıyoruz: “Örneğin, siyahların ırkçı polis şiddetine karşı siyahlar olarak örgütlenmesi tümüyle makuldür. Onlara mücadelelerini bırakmalarını söyleyerek kendimize iyilik yapmıyoruz.” Aslında, tüm Marksistlerin inanması gereken şeyi, yani polis şiddetinin bir sınıf meselesi olduğunu açıkça dile getirmeyi reddederek, kendimize iyilik yapmıyoruz. Marx, 1867 gibi erken bir tarihte şu tespiti yapıyordu:

“Emekçi nüfus […] ürettiği sermayenin birikimiyle birlikte, kendisinin görece gereksiz hale geldiği, görece fazla nüfusa dönüştüğü araçları üretir, üstelik bunu her zaman artan bir ölçüde yapar. […]

Ancak eğer emekçi nüfusun fazlası, birikimin veya kapitalist bir temelde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü ise, bu fazla nüfus, tersine, kapitalist birikimin kaldıracı, hatta kapitalist üretim tarzının varoluş koşulu haline gelir. Emekçi nüfus fazlası, hem sermayeye ait, hem de sermayenin kendi hilafına beslemek zorunda olduğu, kullanılıp atılacak bir endüstriyel yedek ordu oluşturur.”[1]

ABD’de ekonominin alt kademelerinde istihdam edilecek şekilde hazır tutulan bu yedek ordu, belirli şehir mahallelerinde, banliyölerde ve küçük kasabalarda yoğunlaşmıştır; bu yerler, hükümetlerin, işletmelerin ve STK’ların hizmetlerinin boca edildiği yerlerdir. Devlet, polisi hizmetlerin düşman kitle içerisinde açtığı boşluğa yerleştirir, ona, zaten huzursuz olan kitleyi boğmak, öfkesini ezmek için geliştirilmiş taktikleri kullanmasını söyler.

Neticede Amerika, polis kaynaklı ölümlerde dünya lideridir. En yüksek oranlar, genellikle yüksek gelir eşitsizliği bulunan eyaletlerde oluşmaktadır. Polis saldırılarının kurbanlarının neredeyse tamamı, işçidir ya da alt emekçi sınıflara mensuptur.

Bu tespitleri yapanların “Siyahlara mücadeleyi terk etmelerini söylediklerini” iddia edenlerin esas derdi, Marksist analizi liberal veya komünalist siyasi düşünce biçimlerine uydurmaktır. Oysa sosyalistler, işçi sınıfının herhangi bir kesimine yönelik eşitsiz muamelenin tüm işçi sınıfına nasıl zarar verdiğini tüm işçi sınıfına göstermeye çalışırlar. Bu çaba, yalnızca işçilerin ahlakına değil, aynı zamanda kişisel çıkarlarına da hitap etmemizi sağlar.

Kimlik siyaseti ise işçilere ulaşmanın yolunu kesmeye, liberal ahlakçılığı daha da güçlendirmeye çalışır. Kimlik siyaseti, ayrıca mücadelenin düşmanın eline geçmesi, iç edilmesi için gerekli yolu döşer.

Bugün medyanın ve güçlü liberal örgütlerin desteğiyle, yüksek mevkilerdeki isimler, emekçi halkın isyanını güzel işler bulmak, para getiren turnelere çıkıp sohbet programlarına katılmak, kitap anlaşmaları yapmak ve başka türden kişisel kazançlar adına türlü taklalar atmak için bir fırsat olarak kullanmaktadırlar.

2014-2015’teki polis cinayetlerine karşı protestolar, bugün konferans dizilerine, medyada tırmanılan kariyer basamaklarına ve liderlik geliştirme gruplarına doğru evrilip yozlaştı. Ama o protesto eylemlerine katılan işçiler, hayatın tüm belirsizliği içerisinde çile çekmeye devam ediyorlar.

Kimlikçi siyaset karşıtı olanlar, mevcut siyasi-ekonomik düzen içerisinde en avantajlı konumda bulunan kimlik kategorilerine mensup kişilerin çıkarlarını gözetme eğilimindedirler. Bu gerçek hemen fark edilemeyebilir, çünkü doğuştan gelen bir kategori olarak tarif edilen kimlik kavramı ile grup, kolektif veya özne kavramları ile eş anlamda kullanılır. Etnik köken, cinsel yönelim veya toplumsal cinsiyet gibi çeşitli aktörlerin gevşek bir şekilde bir araya gelmesinden oluşan bir kategori, belirli bir talep veya ihtiyaç kümesine sahip olan bir şeymiş gibi düşünülmesi için gereken tutarlı niteliğe doğalında sahip olmaz. Söz konusu kimlik kategorisinin üyelerinden demokratik bir yetki alan bir siyasi organın yokluğunda, içindeki belirli bireylerin ve grupların talepleri, kesinlikle demokratik olmayan bir karakter kazanır. Kategori dâhilinde, iyi konumda olan bireyler veya kuruluşlar, taleplerini duyurmak için gerekli kaynaklara daha fazla erişme imkânına sahip olduklarından, kategorinin genel talepleri olarak kabul edilen hususları kendilerine göre eğip bükerler.

Amerikalılar, bu kimlikler içerisindeki insanların sınıfsal niteliğini dümdüz eden bir ideolojinin kurbanıdırlar. Bu sebeple, sınıfsal niteliği dümdüz eden, silikleştiren dinamik, gerekli örgütlerin ve demokrasinin bulunmadığı koşullarda, kitlelerin kendi adlarına konuşamadığı, elitlerin en önemli gördükleri ve kabul edilir buldukları meselelerin bütünün görüşüymüş gibi görüldüğü gerçeğinin üzerini örter. Nihayetinde, solun asıl üstlenmesi görev, kitlelerin kendi gündemlerini ifade etmelerine imkân sağlayan demokratik örgütleri oluşturmakla ilgilidir.

Parkinson, Lenin’in Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki bazı unsurlara karşı tutumunu hatırlatarak, yeni oluşan solu “ekonomizm”le de suçluyor. Bu anlamda Parkinson, tarihten örnek ararken ilginç bir tercihte bulunuyor: zira bugün Amerika’daki işçi hareketi, 1902’de Rusya işçi hareketi kadar güçlü olsaydı, belki de bu benzetme daha anlamlı olurdu. Bugün, yirminci yüzyılın başlarındakilerden çok daha güçlü ve hegemonik bir kapitalist sınıf ve devletle karşı karşıyayız. Lenin’in yaptığı gibi, kendimizi katı bir ekonomist programın daha bütünleşik bir siyasi programa karşı sunulduğu bir durumda olduğumuz vehmine kapılırsak, kendimizi mevcut koşullardan kopartmış oluruz.

Parkinson şunu iddia ediyor:

“Ekonomistlerin yanıldıkları nokta, sınıfı insanlığı ortak bir insanlık projesinde birleştirmenin bir aracı olarak değil, toplumumuzun mevcut çerçevesi içerisinde mümkün olan en iyi konumu elde etmek için pazarlık yapması gereken (kimlik grupları türünden) bir kategori olarak görmeleridir.”

Bu, acil programlarının bir parçası olarak sosyal demokrat talepler dile getiren sosyalistlere değil, belirli liberallere yönelik bir eleştiridir. Sınıfın Birliği olarak bizim amacımız, ABD işçi sınıfının kapitalizmi alt etme mücadelesini güçlendirebilecek kitlesel bir sosyalist partinin inşasına yardımcı olmaktır. Temel mal ve hizmetlerin meta olmaktan çıkarılması için dile getirdiğimiz acil talepler, savaş sonrası dönemin Fordist koşullarına geri dönme arzusunun bir ifadesi değil, mevcut neoliberal düzenin ötesine geçebilecek bir kitle politikası inşa etme yolunda atılan ilk adımlardır. Bu taleplerin önemini kabul etmesine ve “refah hizmetlerinin genişletilmesi, daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları için verilen mücadeleler sınıf mücadelesinin önemli bir temelidir” demesine rağmen Parkinson, Reed gibi isimlerin “sağ sosyal demokrasi”yi savunmadıklarına dair çıkarımından hemen vazgeçiyor ve kimlikçi talepleri, ait olduğu kategoriden bağımsız olarak, işçilerin koşullarını iyileştiren taleplerden daha radikal bulan, uzlaşmacı bir tavır takınıyor:

“Sadece temel ekonomik taleplere odaklanmak suretiyle her türden bölücü siyasi meseleden kaçınmaya çalışanlar, sosyal şovenizmin mantığına teslim oluyorlar. Bu sosyal şovenizm dâhilinde hareket, elindeki kitleyi mümkün olduğu ölçüde tutmak adına, kapitalist düzenle çelişen konumlar almaktan imtina ediyor. Emperyalizm, ırkçılık ve toplumsal cinsiyet baskısı gibi siyasi meseleler karşısında bu strateji, hareketin kitlelerle çelişkiye düşme korkusuyla, en az dirençli yolu seçmesine sebep oluyor.”

Oysa tam tersi geçerli: temel ekonomik taleplere odaklanmak, kapitalist düzeni en çok tehdit eden konulara odaklanmak demektir.

Parkinson’ın geçmişte “milliyetçi reformistler” diyerek küçümsediği Bernie Sanders veya Jeremy Corbyn’in sınıfı kuşatan mesajlarının kabul görmesiyle, işçilerin şirketler üzerindeki kontrolünün artırılması ve sendikalaşmanın yaygınlaşması çağrılarıyla, emekçi halk, sosyalist siyasete yeniden ilgi duydu. Bu ilgiye, onlarca yıllık liberal kimlikçilerin muğlak ve basmakalıp “ırkçılık karşıtlığı” ve “cinsiyetçilik karşıtlığı” üzerine kurulu söylemleri sebep olmadı.

Parkinson, Marksist solda bulduğu “sosyal şovenizm”in kanıtını sunmuyor. Aslında bu türden laflarıyla Parkinson, Amerikan işçi sınıfına olan inançsızlığını ele veriyor. Gelir eşitsizliğinin düzeyinin aşağıya çekilmesi, herkesin sağlık hizmetine ücretsiz kavuşması, sendikalaşma oranının artması gibi sınıfsal talepler yerine Parkinson, ortada sadece kendi şovenizmini yürürlüğe koymak için fırsat kollayan tehlikeli bir güruh görüyor. Oysa bu, aşırı kötümser bir değerlendirme.

Aslında bugün Amerikalı sosyalistler şanslı. Neticede taleplerimize karşı duyarsız işçilerle dolu bir ülkede yaşamıyoruz. Başka zamanlarda ve yerlerde sosyalistler, daha elverişsiz koşullar altında daha fazlasını başardılar. Geniş işçi sınıfının algılanan gerici içgüdülerinden korkarak sinmek yerine, cesurca öne atılmalıyız.

Kitlelerin sosyal demokrat içgüdülerini doğrudan sosyalizme yönlendirme girişimlerini benimsemek yerine, Parkinson (Lenin üzerinden) sosyalistlerin “idealin sendika sekreteri değil, nerede ortaya çıkarsa çıksın, halkın hangi sınıfını veya kesimini etkilerse etkilesin, her türlü zulüm ve baskıya tepki gösterebilen halk kürsüsü olması gerektiğini” söylüyor. Sendika sekreteri olarak seçilmiş sosyalistlerin sosyalist bir dönüşüm için gerekli bir ön koşul olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, Marksistlerin eleştirel bir duruş sergilemeleri, zulüm ve baskının nedenlerini, “tezahürlerini” neyin oluşturduğu konusunda liberallerin ve gericilerin analizlerini otomatik olarak kabul etmemeleri gerekir. Lenin’in formülasyonu yerine, Luxemburg’dan yapılacak şu alıntı, durumun daha ölçülü bir değerlendirmesini sunmaktadır:

“Proletarya için muhtelif ‘sınıfsal çıkarlar’, tümüyle soyut bir şekilde ortaya konulabilir. Ama bu çıkarlar, kendilerine sosyalist programda yalnızca klişeler olarak yer bulacaktır. Çünkü diğer toplumsal unsurlar işçi hareketine ne kadar çok bağlanırsa, bu yabancı unsurların çeşitli samimi ama gerçekçi olmayan taleplerini proletaryanın sınıf çıkarları olarak öne sürme eğilimi o kadar güçlü olur. Burada bahsedilen öteki toplumsal unsurlar, burjuva partilerinin başarısızlığı nedeniyle siyasi barınaktan mahrum kalmış toplum üyelerini de içerir; bu kategoride burjuva ve küçük burjuva aydınları yer alır. Sosyalist partilerin, proletaryanın sınıf çıkarlarına tam olarak neyin uyduğunu belirlemek için nesnel bir ölçütü olmasaydı ve yalnızca belirli kişilerin işçiler için iyi veya yararlı olacağını düşündükleri şeyler tarafından yönlendirilselerdi, sosyalist programlar, öznel ve çoğu zaman tamamen ütopik arzuların karmakarışık bir koleksiyonu olurlardı.”[2]

James Connolly’den de şu alıntıyı yapabiliriz:

“Öncelikle, uzun zamandır ben, sosyalist hareketin, saflarında yer alan ve sosyalizm davası için değil, cinsiyet, din, aşılama, vejetaryenlik gibi konulardaki teorilerini sergilemenin bir yolu olarak gördükleri için bu harekette bulunan, geçici heveslerinin kurbanı olan kişilerin ve kaçıkların varlığından büyük ölçüde etkilendiğini düşünüyor, bu tür fikirlerin programımızda veya partimizde yeri olmadığına veya olmaması gerektiğine inanıyordum. Sosyalist Cumhuriyet döneminde, bireylerin bir Özgür Düşünürler propagandacısı, bir Yahudi Haham, bir hipnozcu, bir Katolik rahip, bir Kurtuluş Yüzbaşısı, profesyonel bir palyaço veya bir Protestan din adamı istemeleri halinde, topluma emeklerinin kaybı tazmin edildiği takdirde, bu amaçların herhangi biri için bunları kullanmakta tamamen özgür olacaklarını savundum. Başka bir deyişle sosyalizm, en büyük düşünce özgürlüğüyle, hatta tuhaflıkla bağdaşıyordu. Bu nedenle, biz, bir topluluk olarak, yalnızca sınıfımız için siyasi ve ekonomik özgürlük meselesiyle ilgileniyorduk. Oysa dün olduğu gibi bugün de tüm hakikatin toplaştığı depo olmadığımızdan, insan zihnini tüm hatalardan kurtarma misyonuna sahip olduğumuzu iddia etmiyoruz.”[3]

Veya Debs’e de bakılabilir:

“Önümüzdeki tehlike, Sosyalist Parti’nin bu aşamada ve mevcut koşullar altında, özümseyemeyeceği unsurları kendine çekme eğiliminde olması, devrimci bir örgüt olarak, ya iç çekişmelerle ezilebilmesi, ya parçalanabilmesi ya da burjuva reform ruhuyla kirlenip yozlaşmasıdır. Bu yozlaşma neticesinde örgüt, tüm canlılığını ve etkisini yitirecektir.

Bana göre, Sosyalist Parti'nin işçi sınıfı karakteri ve devrimci bütünlüğü birinci derecede önemlidir. Partimiz devrimci bir parti olmaktan çıkarsa, ‘oyları artırmak ve beklenen zafer gününü hızlandırmak uğruna partinin ilkelerini ve programını değiştirin’ baskısına giderek daha fazla boyun eğerse, halk tüm oyunu bize verse de bu, bize bir fayda sağlamayacaktır.”[4]

Lüksemburg’un bahsini ettiği “öteki toplumsal unsurları”, tüm o net ağırlığıyla birlikte, günümüze kadar varlığını muhafaza etmiştir. Sanders’ın işçi kadınları ve azınlıklar üzerindeki başarısı üzerinden gördüğümüz kadarıyla, kimlik siyaseti, kitlesini profesyonel-yönetici sınıfta ve sınıf dışına savrulup bu orta sınıfa dâhil olmayı arzulayan kesimlerinde bulmuştur. Neticede işçi sınıfı ve azınlıklar, iliklerine kadar kimlikçi olan Warren’ı tercih etmemişlerdir. Warren’daki kimlikçilik, programatik düzeyde neoliberalizmle uyumlu bir sosyal adalet ölçütüne vurgu yapan sınıfsal konumunun bir yansımasıdır.[5]

Liberal aktivistleri gücendirme korkusuyla gidip bize yabancı olan bir sınıf siyasetine teslim olmamalıyız. Bu aktivistlerin politik duygularına hitap eden, güya Marksist gerekçeler uydurarak vaktimizi heba etmemeliyiz. Bunu yapmamızı ısrarla dile getirenlerin ahlakçı şantajına boyun eğmemeliyiz. Bu kesimlerin tıpkı Sanders ile sola sallayan Clinton ve sağcı liberaller gibi konuştuklarını görmeliyiz. Bu insanların “büyük bankaları yıkmak mı ırkçılığa son verecek?” demagojisine teslim olmamalıyız. Bu şantaja boyun eğenler bilmelidirler ki, ilkeli Marksistlerin küçümsediği halk cephesi siyasetinden yana hiza alıyorlar.

Esasen Marksistlerin görevi, liberal düşünür ve aktivistlerin kitleleri ahlakçı bir yerden rehin alma girişimlerini reddetmek, daha titiz bir analiz ve program ortaya koymaktır. Bu, “kimliğe dayalı tüm siyasetlerin, bu siyasetlere yol açan gerçek koşulları anlamadan, düşünmeden reddedilmesi” değil, tam tersidir. Demokratların bize sunmaya çalıştığı çizgiye oportünistçe boyun eğmeyi reddetmektir.

Marksistlerin amacı, işçi sınıfını, bölgesel ve kimliksel eşitsizliklerin siyasi-ekonomik gerçekliğimizdeki belirli, maddi faktörlerden kaynaklandığını, bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın tek yolunun, bunlara neden olan sistemi devirmek için bir sınıf olarak birleşmek olduğunu anlamaya teşvik etmek olmalıdır.

Parkinson, “kimlik politikalarının egemen sınıfın sınıf bilincini etkisizleştirmeyi amaçlayan bir komplosu olmadığını, kalpsiz bir dünyadaki gerçek baskı deneyimlerinden doğan bir ideoloji olduğunu anlamamız gerektiğini” söylüyor. Kimlikçiliğin egemen sınıfın büyük bir komplosu olmadığı konusunda hemfikir olmakla birlikte, belirli biçimlerin egemen sınıf için sosyalizm talebinden çok daha kabul edilebilir olduğunu da görüyoruz.[6]

Parkinson’ın bu noktada bizimle aynı fikirde olduğu açık: makalesinin üçte birlik kısmı, kesişimselciliğin yeterli bir sol analiz sunamadığı alanları tartışıyor. Fakat bizim, Parkinson’ın makalenin geri kalan kısmında ortaya koyduğu çabadan daha fazla çaba ortaya koymamız, kesişimselcilik gibi kimlikçi teorilerin sorunlarını daha ciddi bir biçimde ele almamız gerekiyor.

Parkinson, “ezilen grupların mücadelelerini görmezden gelmememiz gerektiğini” söylüyor, ancak bunun gerçekte neyi gerektireceğine dair bir vizyon ortaya koyamıyor. Biz, bu vizyonun ortaya konulabilmesi için eşitsizlik ve dayandığı söylenen toplumsal sebepler konusunda akademide ve Amerikan kültüründe dile dolanan hikâyeleri çöpe atmayı bilmiş politik ve tarihsel analizi geliştirmemiz gerektiğini söylüyoruz. Bu tarihsel analiz, kimlik oluşumunu ekonomik ve siyasi gelişimin koşullu bir özelliği olarak ele alır, tersini iddia etmez.

Biz, “ABD’de ırkçılığın mirası olduğu gibi muhafaza edildi” türünden muğlak ifadelerle yetinemeyiz. Bunun yerine, kimlik çizgileri arasında ortaya çıkan, toplumun yararları ve zararları arasındaki mevcut eşitsizliklere katkıda bulunan faktörleri sorgulamalıyız.

Dolayısıyla, siyasetimiz, “renk körü” veya belirli bir kötücül toplumsal hiyerarşi biçimini görmezden gelen bir siyaset değildir. Aksine, bu eşitsizlikleri açıklamak için bize aktarılan hâkim anlatıları eleştirel bir şekilde incelemeyi amaçlayan bir analizdir. Bu çabaların, bu anlatılara bağlı liberal entelijansiyanın bazı kesimleri tarafından kınanma ihtimalinin yüksek olduğunun farkındayız. Ancak, daha incelikli ve titiz bir analiz geliştirmemenin getirdiği riskler, bu eğilimlerin peşine düşmeyi kabul edilemez kılacak kadar büyüktür: Neticede amacımız, eğitimli elitlerin onayını almak değil, işçi sınıfının siyasi hareketini inşa etmektir.

Yukarıda ana hatlarını çizdiğimiz liberal siyaset biçimlerinin, böylesi bir hareketi bir arada tutma çabalarını nasıl baltaladığını hepimiz defalarca gördük. Ayrıca, Amerika’da kendisini “Marksist” olarak tanımlayanların, işçi sınıfının ötekileştirilmiş üyelerine daha iyi hitap edebilmek adına sınıf siyasetinden uzaklaştıklarına veya bu siyaseti ara sıra kesişimselcilikle sulandırmaya çalıştıklarına tanık olduk.

Oysa aslında kimlikçi çağrıların etkilemek istedikleri hedef kitle, işçi sınıfı değildir. Bu sınıf, sosyalist bir siyasi projenin temelleri konusunda zaten genel olarak hevesli bir tutum içerisindedir. İşçi sınıfını sosyalizme kazanmanın önündeki temel engelleri kimlik siyasetinin eksikliğinde değil, işçilerin atomize edilmiş oldukları, çok çalıştıkları, politik açıdan erişilmelerini ve harekete geçirilmelerini güçleştiren konumda bulundukları, ayrıca Amerika’da varolan sosyalist partilerin işlevsiz oldukları, emekçilere sunabilecekleri hiçbir şeye sahip olmadıkları gerçeğinde aranmalıdır.

Parkinson, Esad Hayder, Keeanga-Yanahtta Taylor gibi isimlerin, Ekmek ve Gül grubunun savunduğu, kimlikçiliğe has özellikleri içeren Marksizm, esas olarak ilerici hareketi kontrol eden, mevcut Amerikan sosyalizmine örgütlenen kitle içerisinde büyük bir paya sahip olan liberal orta sınıfa hitap etmektedir. Bu kesimin toplumun geniş kesimleriyle uyumsuz oldukları[7] görülmelidir. Bu kesim, genel konularla ilgili çağrılardan ziyade özel konularla alakalı çağrılara cevap verebilecek bir kesimdir.

Liberal orta sınıf, aynı zamanda medyada, akademide, STK’larda, işçi bürokrasisinde ve başka yerlerde çok sayıda hırslı gencin ilerlediği yolları kontrol eden kesimdir. Sol ve liberal aktivist grupların sınıfsal terkibini, misal, Amazon, Walmart ve Starbucks’ta çalışan, gidip Sanders için bağış yatıran insanlarla kıyaslamak bize önemli bilgiler sunacaktır.

Birileri, Marksizmi liberal kimlikçilikle sulandırmamızı istiyor. Bu talebin, bilgi endüstrisinde kariyer basamaklarını tırmanmak isteyenlerin işçi sınıfı siyasetiyle uzlaşması mümkün olmayan taleplerini bu siyasetle uzlaştırma çabası içinde olan, orta sınıfa dâhil olmak isteyen kesimlerin, salt kendilerine hizmet eden bir tür refleksi olduğu görülmeli.

Conrad C.
19 Kasım 2019
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Capital Cilt 1, “The General Law of Capitalist Accumulation.” MIA.

[2] Rosa Luxemburg, “The National Question”, 1909, MIA.

[3] James Connolly, “Wage and Other Things”, 1904, MIA.

[4] Eugene V. Debs, “Danger Ahead”, 1911, MIA.

[5] Adolph Reed, Jr. ve Merlin Chowkwanyun, “Race, Class, Crisis: The Discourse of Racial Disparity and Its Analytical Discontents”, 2012, Sas.

[6] Adolph Reed Jr., “Antiracism: A Neoliberal Alternative to a Left”, 22 Mayıs 2018, Springer.

[7] “Hidden Tribes – Squarespace” PDF.

0 Yorum: