Cosmonaut
dergisinin sitesinde kısa süre önce yayınlanan makalesinde Donald Parkinson,
hem liberal kesişimselciliğe hem de çağdaş Marksist sol düşünürlerin, özellikle
de Adolph Reed, Jr.’ın “ekonomizm” olarak nitelendirdiği yaklaşıma karşı
çıkıyor. Dr. Reed kendi adına konuşabilir ve geçmişte de benzer “ekonomik
indirgemecilik” iddialarıyla karşılaştığında gereken cevabı defalarca kez
vermiştir.
Neticede
“ekonomik indirgemecilik”, liberallerin sosyalist politikalara karşı
kullandıkları, onları karalama amaçlı bir ifadedir. Ne var ki Parkinson’ın
yazısı, Sınıfın Birliği’ni de kapsayan ideolojik eğilime yönelik daha geniş bir
eleştiriyi içeriyor. Biz de bu fırsatı değerlendirip, bahsi edilen konularla
ilgili konumumuzu netleştirmek, ayrıca Marksist ve liberal sınıf politikası
anlayışlarını kaynaştırma çabalarındaki tehlikeler konusunda uyarıda bulunmak
istiyoruz.
Parkinson,
kesişimselcilik olarak bilinen belirli bir kimlikçilik türünün kimi kusurlarına
değindikten sonra, Reed’in argümanlarından birini eksiksiz aktarıyor: Siyasi
bir strateji olarak ırkçılık karşıtlığı, “belirli siyahi elit tabakaların
meşruiyetini artırma” eğilimindedir, ama öte yandan, bu politikanın hizmetinde
olduğunu iddia ettiği siyahi Amerikalıların ekseriyetinin çıkarları konusunda
çok az şey yapar. Ardından Parkinson, siyahlara tazminat ödenmesi talebinin siyasi
bir program dâhilinde uygulamaya dökülmesi fikrine karşı çıkan argümanlardan
birini aktarıyor: Bırakalım, servet konusunda fiiliyatta mevcut olan
eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı, mütevazı bir tazminatın ödenmesini sağlayacak
bir koalisyonun kurulacağını hayal etmek bile zor iş. Parkinson’ın buraya kadar
söylediklerinde bir sorun yok.
Ancak
Parkinson, argümanını geliştirirken, Reed’in tazminatlara yönelik eleştirisinin
biraz değiştirilmiş bir versiyonunun devreye girmesine ve kimlikçi siyasete
karşı argümanın yerini almasına imkân sağlıyor:
“Kimlik siyasetinin
yükselişine karşı geliştirilen yaygın tepkilerden biri, bir tür sosyal demokrat
ekonomizmdir. Bu ekonomizm türünün amacı, temel ekonomik meseleler etrafında
mümkün olan en geniş siyasi koalisyonu kurmak ama öte yandan, bölücü olarak
görülebilecek herhangi bir siyasi meseleden kaçınmaktır.”
Analizimizin
doğasını tam da bu noktada açıklığa kavuşturmaya çalışıyoruz. Kimlik
siyasetinin sorunu yalnızca bölücü olması değil, aynı zamanda dayanışma karşıtı
olmasıdır. Kimlik siyaseti, işçi sınıfının siyasi birliğini sağlamak olan
sosyalist siyasi projenin temelini dinamitler.
Parkinson,
“insan hakları siyaseti ile kimlik siyasetini ayrı kategoriler olarak
birbirinden ayırmanın genellikle zor olduğunu” ve eşit hakların çeşitli önyargı
biçimleriyle parçalanmış toplumlarda bölücü olabileceğini iddia edebilir; ancak
evrensel insan hakları için mücadele süreci, sınıf bilincini yükseltmeye katkı
sunar. Öte yandan, tazminat gibi belirli talepler için mücadele etmek veya
polis şiddetinin sonlandırılması gibi genel talepleri özel taleplermiş gibi ele
almak, sınıf dayanışmasını zedeler.
Biz,
Parkinson’ın şu sözlerine katılmıyoruz: “Örneğin, siyahların ırkçı polis
şiddetine karşı siyahlar olarak örgütlenmesi tümüyle makuldür. Onlara
mücadelelerini bırakmalarını söyleyerek kendimize iyilik yapmıyoruz.” Aslında,
tüm Marksistlerin inanması gereken şeyi, yani polis şiddetinin bir sınıf
meselesi olduğunu açıkça dile getirmeyi reddederek, kendimize iyilik yapmıyoruz.
Marx, 1867 gibi erken bir tarihte şu tespiti yapıyordu:
“Emekçi nüfus […] ürettiği
sermayenin birikimiyle birlikte, kendisinin görece gereksiz hale geldiği,
görece fazla nüfusa dönüştüğü araçları üretir, üstelik bunu her zaman artan bir
ölçüde yapar. […]
Ancak eğer emekçi nüfusun
fazlası, birikimin veya kapitalist bir temelde zenginliğin gelişmesinin zorunlu
bir ürünü ise, bu fazla nüfus, tersine, kapitalist birikimin kaldıracı, hatta
kapitalist üretim tarzının varoluş koşulu haline gelir. Emekçi nüfus fazlası, hem
sermayeye ait, hem de sermayenin kendi hilafına beslemek zorunda olduğu, kullanılıp
atılacak bir endüstriyel yedek ordu oluşturur.”[1]
ABD’de
ekonominin alt kademelerinde istihdam edilecek şekilde hazır tutulan bu yedek
ordu, belirli şehir mahallelerinde, banliyölerde ve küçük kasabalarda
yoğunlaşmıştır; bu yerler, hükümetlerin, işletmelerin ve STK’ların
hizmetlerinin boca edildiği yerlerdir. Devlet, polisi hizmetlerin düşman kitle
içerisinde açtığı boşluğa yerleştirir, ona, zaten huzursuz olan kitleyi boğmak,
öfkesini ezmek için geliştirilmiş taktikleri kullanmasını söyler.
Neticede
Amerika, polis kaynaklı ölümlerde dünya lideridir. En yüksek oranlar,
genellikle yüksek gelir eşitsizliği bulunan eyaletlerde oluşmaktadır. Polis saldırılarının
kurbanlarının neredeyse tamamı, işçidir ya da alt emekçi sınıflara mensuptur.
Bu
tespitleri yapanların “Siyahlara mücadeleyi terk etmelerini söylediklerini”
iddia edenlerin esas derdi, Marksist analizi liberal veya komünalist siyasi
düşünce biçimlerine uydurmaktır. Oysa sosyalistler, işçi sınıfının herhangi bir
kesimine yönelik eşitsiz muamelenin tüm işçi sınıfına nasıl zarar verdiğini tüm
işçi sınıfına göstermeye çalışırlar. Bu çaba, yalnızca işçilerin ahlakına
değil, aynı zamanda kişisel çıkarlarına da hitap etmemizi sağlar.
Kimlik
siyaseti ise işçilere ulaşmanın yolunu kesmeye, liberal ahlakçılığı daha da güçlendirmeye
çalışır. Kimlik siyaseti, ayrıca mücadelenin düşmanın eline geçmesi, iç
edilmesi için gerekli yolu döşer.
Bugün
medyanın ve güçlü liberal örgütlerin desteğiyle, yüksek mevkilerdeki isimler,
emekçi halkın isyanını güzel işler bulmak, para getiren turnelere çıkıp sohbet
programlarına katılmak, kitap anlaşmaları yapmak ve başka türden kişisel kazançlar
adına türlü taklalar atmak için bir fırsat olarak kullanmaktadırlar.
2014-2015’teki
polis cinayetlerine karşı protestolar, bugün konferans dizilerine, medyada tırmanılan
kariyer basamaklarına ve liderlik geliştirme gruplarına doğru evrilip yozlaştı.
Ama o protesto eylemlerine katılan işçiler, hayatın tüm belirsizliği içerisinde
çile çekmeye devam ediyorlar.
Kimlikçi
siyaset karşıtı olanlar, mevcut siyasi-ekonomik düzen içerisinde en avantajlı
konumda bulunan kimlik kategorilerine mensup kişilerin çıkarlarını gözetme
eğilimindedirler. Bu gerçek hemen fark edilemeyebilir, çünkü doğuştan gelen bir
kategori olarak tarif edilen kimlik kavramı ile grup, kolektif veya özne
kavramları ile eş anlamda kullanılır. Etnik köken, cinsel yönelim veya toplumsal
cinsiyet gibi çeşitli aktörlerin gevşek bir şekilde bir araya gelmesinden
oluşan bir kategori, belirli bir talep veya ihtiyaç kümesine sahip olan bir
şeymiş gibi düşünülmesi için gereken tutarlı niteliğe doğalında sahip olmaz.
Söz konusu kimlik kategorisinin üyelerinden demokratik bir yetki alan bir
siyasi organın yokluğunda, içindeki belirli bireylerin ve grupların talepleri,
kesinlikle demokratik olmayan bir karakter kazanır. Kategori dâhilinde, iyi
konumda olan bireyler veya kuruluşlar, taleplerini duyurmak için gerekli
kaynaklara daha fazla erişme imkânına sahip olduklarından, kategorinin genel
talepleri olarak kabul edilen hususları kendilerine göre eğip bükerler.
Amerikalılar,
bu kimlikler içerisindeki insanların sınıfsal niteliğini dümdüz eden bir
ideolojinin kurbanıdırlar. Bu sebeple, sınıfsal niteliği dümdüz eden, silikleştiren
dinamik, gerekli örgütlerin ve demokrasinin bulunmadığı koşullarda, kitlelerin kendi
adlarına konuşamadığı, elitlerin en önemli gördükleri ve kabul edilir
buldukları meselelerin bütünün görüşüymüş gibi görüldüğü gerçeğinin üzerini örter.
Nihayetinde, solun asıl üstlenmesi görev, kitlelerin kendi gündemlerini ifade
etmelerine imkân sağlayan demokratik örgütleri oluşturmakla ilgilidir.
Parkinson,
Lenin’in Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki bazı unsurlara karşı
tutumunu hatırlatarak, yeni oluşan solu “ekonomizm”le de suçluyor. Bu anlamda
Parkinson, tarihten örnek ararken ilginç bir tercihte bulunuyor: zira bugün
Amerika’daki işçi hareketi, 1902’de Rusya işçi hareketi kadar güçlü olsaydı,
belki de bu benzetme daha anlamlı olurdu. Bugün, yirminci yüzyılın
başlarındakilerden çok daha güçlü ve hegemonik bir kapitalist sınıf ve devletle
karşı karşıyayız. Lenin’in yaptığı gibi, kendimizi katı bir ekonomist programın
daha bütünleşik bir siyasi programa karşı sunulduğu bir durumda olduğumuz vehmine
kapılırsak, kendimizi mevcut koşullardan kopartmış oluruz.
Parkinson
şunu iddia ediyor:
“Ekonomistlerin
yanıldıkları nokta, sınıfı insanlığı ortak bir insanlık projesinde
birleştirmenin bir aracı olarak değil, toplumumuzun mevcut çerçevesi içerisinde
mümkün olan en iyi konumu elde etmek için pazarlık yapması gereken (kimlik
grupları türünden) bir kategori olarak görmeleridir.”
Bu,
acil programlarının bir parçası olarak sosyal demokrat talepler dile getiren
sosyalistlere değil, belirli liberallere yönelik bir eleştiridir. Sınıfın
Birliği olarak bizim amacımız, ABD işçi sınıfının kapitalizmi alt etme
mücadelesini güçlendirebilecek kitlesel bir sosyalist partinin inşasına
yardımcı olmaktır. Temel mal ve hizmetlerin meta olmaktan çıkarılması için dile
getirdiğimiz acil talepler, savaş sonrası dönemin Fordist koşullarına geri
dönme arzusunun bir ifadesi değil, mevcut neoliberal düzenin ötesine
geçebilecek bir kitle politikası inşa etme yolunda atılan ilk adımlardır. Bu
taleplerin önemini kabul etmesine ve “refah hizmetlerinin genişletilmesi, daha
yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları için verilen mücadeleler sınıf
mücadelesinin önemli bir temelidir” demesine rağmen Parkinson, Reed gibi
isimlerin “sağ sosyal demokrasi”yi savunmadıklarına dair çıkarımından hemen vazgeçiyor
ve kimlikçi talepleri, ait olduğu kategoriden bağımsız olarak, işçilerin
koşullarını iyileştiren taleplerden daha radikal bulan, uzlaşmacı bir tavır
takınıyor:
“Sadece temel ekonomik
taleplere odaklanmak suretiyle her türden bölücü siyasi meseleden kaçınmaya
çalışanlar, sosyal şovenizmin mantığına teslim oluyorlar. Bu sosyal şovenizm
dâhilinde hareket, elindeki kitleyi mümkün olduğu ölçüde tutmak adına,
kapitalist düzenle çelişen konumlar almaktan imtina ediyor. Emperyalizm, ırkçılık
ve toplumsal cinsiyet baskısı gibi siyasi meseleler karşısında bu strateji,
hareketin kitlelerle çelişkiye düşme korkusuyla, en az dirençli yolu seçmesine sebep
oluyor.”
Oysa
tam tersi geçerli: temel ekonomik taleplere odaklanmak, kapitalist düzeni en
çok tehdit eden konulara odaklanmak demektir.
Parkinson’ın
geçmişte “milliyetçi reformistler” diyerek küçümsediği Bernie Sanders veya
Jeremy Corbyn’in sınıfı kuşatan mesajlarının kabul görmesiyle, işçilerin
şirketler üzerindeki kontrolünün artırılması ve sendikalaşmanın yaygınlaşması çağrılarıyla,
emekçi halk, sosyalist siyasete yeniden ilgi duydu. Bu ilgiye, onlarca yıllık
liberal kimlikçilerin muğlak ve basmakalıp “ırkçılık karşıtlığı” ve “cinsiyetçilik
karşıtlığı” üzerine kurulu söylemleri sebep olmadı.
Parkinson,
Marksist solda bulduğu “sosyal şovenizm”in kanıtını sunmuyor. Aslında bu türden
laflarıyla Parkinson, Amerikan işçi sınıfına olan inançsızlığını ele veriyor. Gelir
eşitsizliğinin düzeyinin aşağıya çekilmesi, herkesin sağlık hizmetine ücretsiz
kavuşması, sendikalaşma oranının artması gibi sınıfsal talepler yerine
Parkinson, ortada sadece kendi şovenizmini yürürlüğe koymak için fırsat kollayan
tehlikeli bir güruh görüyor. Oysa bu, aşırı kötümser bir değerlendirme.
Aslında
bugün Amerikalı sosyalistler şanslı. Neticede taleplerimize karşı duyarsız
işçilerle dolu bir ülkede yaşamıyoruz. Başka zamanlarda ve yerlerde
sosyalistler, daha elverişsiz koşullar altında daha fazlasını başardılar. Geniş
işçi sınıfının algılanan gerici içgüdülerinden korkarak sinmek yerine, cesurca
öne atılmalıyız.
Kitlelerin
sosyal demokrat içgüdülerini doğrudan sosyalizme yönlendirme girişimlerini
benimsemek yerine, Parkinson (Lenin üzerinden) sosyalistlerin “idealin sendika
sekreteri değil, nerede ortaya çıkarsa çıksın, halkın hangi sınıfını veya
kesimini etkilerse etkilesin, her türlü zulüm ve baskıya tepki gösterebilen
halk kürsüsü olması gerektiğini” söylüyor. Sendika sekreteri olarak seçilmiş
sosyalistlerin sosyalist bir dönüşüm için gerekli bir ön koşul olduğu gerçeğini
bir kenara bırakırsak, Marksistlerin eleştirel bir duruş sergilemeleri, zulüm
ve baskının nedenlerini, “tezahürlerini” neyin oluşturduğu konusunda
liberallerin ve gericilerin analizlerini otomatik olarak kabul etmemeleri
gerekir. Lenin’in formülasyonu yerine, Luxemburg’dan yapılacak şu alıntı,
durumun daha ölçülü bir değerlendirmesini sunmaktadır:
“Proletarya için muhtelif ‘sınıfsal
çıkarlar’, tümüyle soyut bir şekilde ortaya konulabilir. Ama bu çıkarlar, kendilerine
sosyalist programda yalnızca klişeler olarak yer bulacaktır. Çünkü diğer
toplumsal unsurlar işçi hareketine ne kadar çok bağlanırsa, bu yabancı
unsurların çeşitli samimi ama gerçekçi olmayan taleplerini proletaryanın sınıf
çıkarları olarak öne sürme eğilimi o kadar güçlü olur. Burada bahsedilen öteki
toplumsal unsurlar, burjuva partilerinin başarısızlığı nedeniyle siyasi
barınaktan mahrum kalmış toplum üyelerini de içerir; bu kategoride burjuva ve
küçük burjuva aydınları yer alır. Sosyalist partilerin, proletaryanın sınıf
çıkarlarına tam olarak neyin uyduğunu belirlemek için nesnel bir ölçütü
olmasaydı ve yalnızca belirli kişilerin işçiler için iyi veya yararlı olacağını
düşündükleri şeyler tarafından yönlendirilselerdi, sosyalist programlar, öznel
ve çoğu zaman tamamen ütopik arzuların karmakarışık bir koleksiyonu olurlardı.”[2]
James
Connolly’den de şu alıntıyı yapabiliriz:
“Öncelikle, uzun zamandır
ben, sosyalist hareketin, saflarında yer alan ve sosyalizm davası için değil,
cinsiyet, din, aşılama, vejetaryenlik gibi konulardaki teorilerini sergilemenin
bir yolu olarak gördükleri için bu harekette bulunan, geçici heveslerinin
kurbanı olan kişilerin ve kaçıkların varlığından büyük ölçüde etkilendiğini
düşünüyor, bu tür fikirlerin programımızda veya partimizde yeri olmadığına veya
olmaması gerektiğine inanıyordum. Sosyalist Cumhuriyet döneminde, bireylerin
bir Özgür Düşünürler propagandacısı, bir Yahudi Haham, bir hipnozcu, bir
Katolik rahip, bir Kurtuluş Yüzbaşısı, profesyonel bir palyaço veya bir
Protestan din adamı istemeleri halinde, topluma emeklerinin kaybı tazmin
edildiği takdirde, bu amaçların herhangi biri için bunları kullanmakta tamamen
özgür olacaklarını savundum. Başka bir deyişle sosyalizm, en büyük düşünce
özgürlüğüyle, hatta tuhaflıkla bağdaşıyordu. Bu nedenle, biz, bir topluluk
olarak, yalnızca sınıfımız için siyasi ve ekonomik özgürlük meselesiyle
ilgileniyorduk. Oysa dün olduğu gibi bugün de tüm hakikatin toplaştığı depo olmadığımızdan,
insan zihnini tüm hatalardan kurtarma misyonuna sahip olduğumuzu iddia
etmiyoruz.”[3]
Veya
Debs’e de bakılabilir:
“Önümüzdeki tehlike,
Sosyalist Parti’nin bu aşamada ve mevcut koşullar altında, özümseyemeyeceği
unsurları kendine çekme eğiliminde olması, devrimci bir örgüt olarak, ya iç
çekişmelerle ezilebilmesi, ya parçalanabilmesi ya da burjuva reform ruhuyla kirlenip
yozlaşmasıdır. Bu yozlaşma neticesinde örgüt, tüm canlılığını ve etkisini
yitirecektir.
Bana göre, Sosyalist
Parti'nin işçi sınıfı karakteri ve devrimci bütünlüğü birinci derecede
önemlidir. Partimiz devrimci bir parti olmaktan çıkarsa, ‘oyları artırmak ve
beklenen zafer gününü hızlandırmak uğruna partinin ilkelerini ve programını
değiştirin’ baskısına giderek daha fazla boyun eğerse, halk tüm oyunu bize
verse de bu, bize bir fayda sağlamayacaktır.”[4]
Lüksemburg’un
bahsini ettiği “öteki toplumsal unsurları”, tüm o net ağırlığıyla birlikte,
günümüze kadar varlığını muhafaza etmiştir. Sanders’ın işçi kadınları ve
azınlıklar üzerindeki başarısı üzerinden gördüğümüz kadarıyla, kimlik siyaseti,
kitlesini profesyonel-yönetici sınıfta ve sınıf dışına savrulup bu orta sınıfa
dâhil olmayı arzulayan kesimlerinde bulmuştur. Neticede işçi sınıfı ve
azınlıklar, iliklerine kadar kimlikçi olan Warren’ı tercih etmemişlerdir.
Warren’daki kimlikçilik, programatik düzeyde neoliberalizmle uyumlu bir sosyal
adalet ölçütüne vurgu yapan sınıfsal konumunun bir yansımasıdır.[5]
Liberal
aktivistleri gücendirme korkusuyla gidip bize yabancı olan bir sınıf siyasetine
teslim olmamalıyız. Bu aktivistlerin politik duygularına hitap eden, güya
Marksist gerekçeler uydurarak vaktimizi heba etmemeliyiz. Bunu
yapmamızı ısrarla dile getirenlerin ahlakçı şantajına boyun eğmemeliyiz. Bu
kesimlerin tıpkı Sanders ile sola sallayan Clinton ve sağcı liberaller gibi
konuştuklarını görmeliyiz. Bu insanların “büyük bankaları yıkmak mı ırkçılığa
son verecek?” demagojisine teslim olmamalıyız. Bu şantaja boyun eğenler
bilmelidirler ki, ilkeli Marksistlerin küçümsediği halk cephesi siyasetinden
yana hiza alıyorlar.
Esasen
Marksistlerin görevi, liberal düşünür ve aktivistlerin kitleleri ahlakçı bir
yerden rehin alma girişimlerini reddetmek, daha titiz bir analiz ve program
ortaya koymaktır. Bu, “kimliğe dayalı tüm siyasetlerin, bu siyasetlere yol açan
gerçek koşulları anlamadan, düşünmeden reddedilmesi” değil, tam tersidir.
Demokratların bize sunmaya çalıştığı çizgiye oportünistçe boyun eğmeyi
reddetmektir.
Marksistlerin
amacı, işçi sınıfını, bölgesel ve kimliksel eşitsizliklerin siyasi-ekonomik gerçekliğimizdeki
belirli, maddi faktörlerden kaynaklandığını, bu eşitsizlikleri ortadan
kaldırmanın tek yolunun, bunlara neden olan sistemi devirmek için bir sınıf
olarak birleşmek olduğunu anlamaya teşvik etmek olmalıdır.
Parkinson,
“kimlik politikalarının egemen sınıfın sınıf bilincini etkisizleştirmeyi
amaçlayan bir komplosu olmadığını, kalpsiz bir dünyadaki gerçek baskı
deneyimlerinden doğan bir ideoloji olduğunu anlamamız gerektiğini” söylüyor.
Kimlikçiliğin egemen sınıfın büyük bir komplosu olmadığı konusunda hemfikir
olmakla birlikte, belirli biçimlerin egemen sınıf için sosyalizm talebinden çok
daha kabul edilebilir olduğunu da görüyoruz.[6]
Parkinson’ın
bu noktada bizimle aynı fikirde olduğu açık: makalesinin üçte birlik kısmı,
kesişimselciliğin yeterli bir sol analiz sunamadığı alanları tartışıyor. Fakat
bizim, Parkinson’ın makalenin geri kalan kısmında ortaya koyduğu çabadan daha
fazla çaba ortaya koymamız, kesişimselcilik gibi kimlikçi teorilerin
sorunlarını daha ciddi bir biçimde ele almamız gerekiyor.
Parkinson,
“ezilen grupların mücadelelerini görmezden gelmememiz gerektiğini” söylüyor,
ancak bunun gerçekte neyi gerektireceğine dair bir vizyon ortaya koyamıyor. Biz,
bu vizyonun ortaya konulabilmesi için eşitsizlik ve dayandığı söylenen
toplumsal sebepler konusunda akademide ve Amerikan kültüründe dile dolanan
hikâyeleri çöpe atmayı bilmiş politik ve tarihsel analizi geliştirmemiz
gerektiğini söylüyoruz. Bu tarihsel analiz, kimlik oluşumunu ekonomik ve siyasi
gelişimin koşullu bir özelliği olarak ele alır, tersini iddia etmez.
Biz,
“ABD’de ırkçılığın mirası olduğu gibi muhafaza edildi” türünden muğlak
ifadelerle yetinemeyiz. Bunun yerine, kimlik çizgileri arasında ortaya çıkan,
toplumun yararları ve zararları arasındaki mevcut eşitsizliklere katkıda
bulunan faktörleri sorgulamalıyız.
Dolayısıyla,
siyasetimiz, “renk körü” veya belirli bir kötücül toplumsal hiyerarşi biçimini
görmezden gelen bir siyaset değildir. Aksine, bu eşitsizlikleri açıklamak için
bize aktarılan hâkim anlatıları eleştirel bir şekilde incelemeyi amaçlayan bir
analizdir. Bu çabaların, bu anlatılara bağlı liberal entelijansiyanın bazı
kesimleri tarafından kınanma ihtimalinin yüksek olduğunun farkındayız. Ancak,
daha incelikli ve titiz bir analiz geliştirmemenin getirdiği riskler, bu
eğilimlerin peşine düşmeyi kabul edilemez kılacak kadar büyüktür: Neticede
amacımız, eğitimli elitlerin onayını almak değil, işçi sınıfının siyasi
hareketini inşa etmektir.
Yukarıda
ana hatlarını çizdiğimiz liberal siyaset biçimlerinin, böylesi bir hareketi bir
arada tutma çabalarını nasıl baltaladığını hepimiz defalarca gördük. Ayrıca,
Amerika’da kendisini “Marksist” olarak tanımlayanların, işçi sınıfının
ötekileştirilmiş üyelerine daha iyi hitap edebilmek adına sınıf siyasetinden
uzaklaştıklarına veya bu siyaseti ara sıra kesişimselcilikle sulandırmaya
çalıştıklarına tanık olduk.
Oysa
aslında kimlikçi çağrıların etkilemek istedikleri hedef kitle, işçi sınıfı
değildir. Bu sınıf, sosyalist bir siyasi projenin temelleri konusunda zaten
genel olarak hevesli bir tutum içerisindedir. İşçi sınıfını sosyalizme
kazanmanın önündeki temel engelleri kimlik siyasetinin eksikliğinde değil,
işçilerin atomize edilmiş oldukları, çok çalıştıkları, politik açıdan erişilmelerini
ve harekete geçirilmelerini güçleştiren konumda bulundukları, ayrıca Amerika’da
varolan sosyalist partilerin işlevsiz oldukları, emekçilere sunabilecekleri
hiçbir şeye sahip olmadıkları gerçeğinde aranmalıdır.
Parkinson,
Esad Hayder, Keeanga-Yanahtta Taylor gibi isimlerin, Ekmek ve Gül grubunun
savunduğu, kimlikçiliğe has özellikleri içeren Marksizm, esas olarak ilerici
hareketi kontrol eden, mevcut Amerikan sosyalizmine örgütlenen kitle içerisinde
büyük bir paya sahip olan liberal orta sınıfa hitap etmektedir. Bu kesimin toplumun
geniş kesimleriyle uyumsuz oldukları[7] görülmelidir. Bu kesim, genel konularla
ilgili çağrılardan ziyade özel konularla alakalı çağrılara cevap verebilecek
bir kesimdir.
Liberal
orta sınıf, aynı zamanda medyada, akademide, STK’larda, işçi bürokrasisinde ve
başka yerlerde çok sayıda hırslı gencin ilerlediği yolları kontrol eden kesimdir.
Sol ve liberal aktivist grupların sınıfsal terkibini, misal, Amazon, Walmart ve
Starbucks’ta çalışan, gidip Sanders için bağış yatıran insanlarla kıyaslamak
bize önemli bilgiler sunacaktır.
Birileri,
Marksizmi liberal kimlikçilikle sulandırmamızı istiyor. Bu talebin, bilgi
endüstrisinde kariyer basamaklarını tırmanmak isteyenlerin işçi sınıfı siyasetiyle
uzlaşması mümkün olmayan taleplerini bu siyasetle uzlaştırma çabası içinde olan,
orta sınıfa dâhil olmak isteyen kesimlerin, salt kendilerine hizmet eden bir
tür refleksi olduğu görülmeli.
Conrad C.
19
Kasım 2019
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Capital Cilt 1, “The General Law of Capitalist
Accumulation.” MIA.
[2]
Rosa Luxemburg, “The National Question”, 1909, MIA.
[3]
James Connolly, “Wage and Other Things”, 1904, MIA.
[4]
Eugene V. Debs, “Danger Ahead”, 1911, MIA.
[5]
Adolph Reed, Jr. ve Merlin Chowkwanyun, “Race, Class, Crisis: The Discourse of
Racial Disparity and Its Analytical Discontents”, 2012, Sas.
[6]
Adolph Reed Jr., “Antiracism: A Neoliberal Alternative to a Left”, 22 Mayıs
2018, Springer.
[7] “Hidden Tribes – Squarespace” PDF.


0 Yorum:
Yorum Gönder