28 Kasım 2025

Sol Dünyayı Anlamayı Bıraktığında


Bir an gelir ve fikirler tarihinde siyaset, gerçekliği yorumlamayı bırakıp yalnızca onu takip etmekle yetinir. İşte sefalet, tam da bu noktada başlar.

Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri’nde şöyle der:

“Bilimsel tartışmalarda, daha ‘ileri’ olduğunu düşünen kişi, karşı tarafın kendi inşa çabasına dâhil edilmesi gereken bir ihtiyacı dile getiriyor olabileceği görüşünü benimser.”

Gramsci’ye göre “ileri” olmak, daha saf veya daha aşırı olmak anlamına gelmez; daha ziyade, kişinin kendi vizyonuna, belki çarpıtılmış veya gerici bir biçimde de olsa, hasmının ifade ettiği şeyi bile dâhil edebilme, anlama becerisini daha fazla kullanabilmesidir. Kök anlamına gelen radix, etimolojik manada, olayların yüzeyinde kalmak yerine tarihsel süreçlerin derinliklerine inen radikal bir bakış açısını ifade eder. Dolayısıyla radikal olmak, aşırıcı olmak, uçlara savrulmak değil, olayların köküne inmek anlamına gelir ve solun giderek kaybettiği şey de tam olarak bu radikal bakış açısı kapasitesidir.

Popülist sağa karşı çıkanlar, artık toplumu yorumlamıyorlar, ona boyun eğiyorlar. Analiz etmek yerine tepki veriyor, anlamak yerine mahkûm ediyorlar. Haklardan ve eşitlikten bahsediyorlar ama içi boş bir dille, kendilerini terk edilmiş hissedenlerin gerçek hayatlarına dokunamıyorlar. Bu, birçok işçinin neden “düzen” vaat edenleri seçtiğini veya ayrımcılığa uğrayan azınlıkların neden kendilerini hor gören liderleri desteklediğini açıklıyor. Burada cehalet değil, kopukluk söz konusu. Gerçekliğin karmaşıklığıyla hesaplaşmayı bırakmış bir siyasetin sonucu.

Franco Cassano, L’umiltà del male [“Kötülüğün Alçakgönüllülüğü”] adlı eserinde bize “iyiliğin kötülükten alçakgönüllü olmayı öğrenmesi” gerektiğini hatırlatmıştı: Kendi ahlaki üstünlüğüne sığınmak değil, dinlemeyi öğrenmek. Kötülüğü dinlemeyen siyaset, onu anlamaz ve bu nedenle onunla mücadele edemez. Ancak kötülüğü anlamak, onu meşrulaştırmak anlamına gelmez: Acı ve korkunun da birer bilgi biçimi olduğunu kabul etmek anlamına gelir.

Karl Marx, Alman İdeolojisi’nde “Hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır” diye yazmıştır. Fikirler, maddi yapılarını, insanları belirli güçlere boyun eğdiren mekanizmaları ve fikir birliğini üreten ilişkileri yorumlayamazlarsa dünyayı değiştiremezler. Bu dersin unutulduğu görülüyor: Siyaset, irade yeterliymiş gibi, özgürleşmeden bahseder ve öznelerin kendi içlerinde de iktidar ilişkilerinin var olduğunu anlamaz.

Çünkü, asıl mesele de burada yatıyor, özneler, ortada bir kral var diye var olmazlar: kral, özneler onu bu şekilde tanımaya devam ettikleri için vardır. Bağımlılık, salt dışsal bir zincir değil, karşılıklı bir bağ, bir tür sembolik suç ortaklığıdır. Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi, iktidar, ona boyun eğenlerce tanınmadan var olmaz. Dolayısıyla, özgürlük mümkün olsa bile, bir farkındalık eylemini, salt alışkanlık haline gelmiş olanı artık “doğal” olarak tanımama kararını gerektirir.

Siyaset anlamını yeniden kazanacaksa, bir kez daha bu karmaşıklıkla yüzleşmeli, çağdaş yaşama nüfuz eden korku ve uzlaşının, arzu ve boyun eğmenin, özgürlük ve itaatin iç içe geçtiğini görmelidir. İktidara karşı çıkmak yeterli değildir. Onun görünmez mekanizmalarını, kurbanları için bile onu inandırıcı kılan mekanizmaları anlamalıyız.

Slavoj Žižek, popülizmin gerçekliğe dönüş değil, ondan kaçış olduğunu tespit eder. O, boşluk üzerine kurulu bir kimlik biçimidir. Sağ, bu boşluğu işgal etmeyi başarmış ve hayal kırıklığını aidiyete dönüştürmüştür. Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu’nda, özgürlük adına kendini sömüren, kendi efendisi olduğuna inanan ama kendi verimliliğinin kölesi olan insandan bahseder. Bu paradoks, yeni bir gönüllü kölelik biçimi yaratır.

Oysa sol, bu gerçeğin ayırdında değilmiş gibi görünüyor. “Liyakat”, “rekabet”, “fırsat” gibi iktidar dilinden ödünç alınmış kelimeleri diline dolamaya devam ediyor. Artık sadece bir seçim yenilgisi değil, kültürel bir teslimiyet söz konusu. Hegel, “Minerva’nın baykuşu uçuşuna alacakaranlıkta başlar” demişti: Düşünce, her zaman geç gelir. Günümüzde siyaset, sadece geç gelmekle kalmıyor, aynı zamanda uçabileceği gökyüzünü de kaybetmiş gibi görünüyor.

Sağ, karmaşıklık içinde yaşayanlara basit bir dünya sunduğu için kazanır. Sol ise karmaşıklığı kafa karışıklığıyla karıştırdığı için kaybeder. Oysa gerçeklik, tanımı gereği çelişkilidir: Özgürlük korkuyla, isyan bağımlılıkla bir arada var olur. Bu belirsizliği kabullenemeyenler, sonunda ölü bir dil konuşurlar.

Marx, bize “Egemen sınıfın fikirleri her çağda egemen fikirlerdir” demişti. Nitekim dünyayı değiştirmek isteyenler bile, onu iktidarın sözleriyle düşünmeye devam ediyorlar. Gramşici ve radikal anlamda “ileri” bir bakış açısını yeniden keşfetmek, aşırılık değil, derinlik anlamına gelir: Çelişkilerin üzerine çıkıp düşünmeyi değil, onların içerisinde düşünmeyi bilmek gerek.

Belki de sol, dünyayı basitleştirmeye çalışmaktan vazgeçtiğinde, öznelerin kendilerini yalnızca egemene karşı değil, aynı zamanda kendi boyun eğme alışkanlıklarına karşı da özgürleştirdiklerini kabul ettiğinde, yani bir zamanlar en büyük görevi olan şeye, yönetmek değil, gerçekliği kökten, derinlemesine anlayarak dönüştürme işine geri döndüğünde dünyayı anlama yetisini yeniden kazanacaktır.

Massimiliano Civino
29 Ekim 2025
Kaynak

0 Yorum: