Bir
an gelir ve fikirler tarihinde siyaset, gerçekliği yorumlamayı bırakıp yalnızca
onu takip etmekle yetinir. İşte sefalet, tam da bu noktada başlar.
Antonio
Gramsci, Hapishane Defterleri’nde şöyle der:
“Bilimsel tartışmalarda,
daha ‘ileri’ olduğunu düşünen kişi, karşı tarafın kendi inşa çabasına dâhil
edilmesi gereken bir ihtiyacı dile getiriyor olabileceği görüşünü benimser.”
Gramsci’ye
göre “ileri” olmak, daha saf veya daha aşırı olmak anlamına gelmez; daha
ziyade, kişinin kendi vizyonuna, belki çarpıtılmış veya gerici bir biçimde de
olsa, hasmının ifade ettiği şeyi bile dâhil edebilme, anlama becerisini daha
fazla kullanabilmesidir. Kök anlamına gelen radix, etimolojik manada,
olayların yüzeyinde kalmak yerine tarihsel süreçlerin derinliklerine inen
radikal bir bakış açısını ifade eder. Dolayısıyla radikal olmak, aşırıcı olmak,
uçlara savrulmak değil, olayların köküne inmek anlamına gelir ve solun giderek
kaybettiği şey de tam olarak bu radikal bakış açısı kapasitesidir.
Popülist
sağa karşı çıkanlar, artık toplumu yorumlamıyorlar, ona boyun eğiyorlar. Analiz
etmek yerine tepki veriyor, anlamak yerine mahkûm ediyorlar. Haklardan ve
eşitlikten bahsediyorlar ama içi boş bir dille, kendilerini terk edilmiş hissedenlerin
gerçek hayatlarına dokunamıyorlar. Bu, birçok işçinin neden “düzen” vaat
edenleri seçtiğini veya ayrımcılığa uğrayan azınlıkların neden kendilerini hor
gören liderleri desteklediğini açıklıyor. Burada cehalet değil, kopukluk söz
konusu. Gerçekliğin karmaşıklığıyla hesaplaşmayı bırakmış bir siyasetin sonucu.
Franco
Cassano, L’umiltà del male [“Kötülüğün Alçakgönüllülüğü”] adlı eserinde
bize “iyiliğin kötülükten alçakgönüllü olmayı öğrenmesi” gerektiğini
hatırlatmıştı: Kendi ahlaki üstünlüğüne sığınmak değil, dinlemeyi öğrenmek.
Kötülüğü dinlemeyen siyaset, onu anlamaz ve bu nedenle onunla mücadele edemez.
Ancak kötülüğü anlamak, onu meşrulaştırmak anlamına gelmez: Acı ve korkunun da
birer bilgi biçimi olduğunu kabul etmek anlamına gelir.
Karl
Marx, Alman İdeolojisi’nde “Hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci
belirleyen hayattır” diye yazmıştır. Fikirler, maddi yapılarını, insanları belirli
güçlere boyun eğdiren mekanizmaları ve fikir birliğini üreten ilişkileri
yorumlayamazlarsa dünyayı değiştiremezler. Bu dersin unutulduğu görülüyor:
Siyaset, irade yeterliymiş gibi, özgürleşmeden bahseder ve öznelerin kendi
içlerinde de iktidar ilişkilerinin var olduğunu anlamaz.
Çünkü,
asıl mesele de burada yatıyor, özneler, ortada bir kral var diye var olmazlar: kral,
özneler onu bu şekilde tanımaya devam ettikleri için vardır. Bağımlılık, salt
dışsal bir zincir değil, karşılıklı bir bağ, bir tür sembolik suç ortaklığıdır.
Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi, iktidar, ona boyun eğenlerce tanınmadan var olmaz. Dolayısıyla, özgürlük mümkün olsa bile, bir
farkındalık eylemini, salt alışkanlık haline gelmiş olanı artık “doğal” olarak
tanımama kararını gerektirir.
Siyaset
anlamını yeniden kazanacaksa, bir kez daha bu karmaşıklıkla yüzleşmeli, çağdaş yaşama nüfuz eden korku ve uzlaşının, arzu ve boyun eğmenin, özgürlük ve
itaatin iç içe geçtiğini görmelidir. İktidara karşı çıkmak yeterli değildir. Onun görünmez
mekanizmalarını, kurbanları için bile onu inandırıcı kılan mekanizmaları
anlamalıyız.
Slavoj
Žižek, popülizmin gerçekliğe dönüş değil, ondan kaçış olduğunu tespit eder. O, boşluk
üzerine kurulu bir kimlik biçimidir. Sağ, bu boşluğu işgal etmeyi başarmış ve
hayal kırıklığını aidiyete dönüştürmüştür. Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu’nda,
özgürlük adına kendini sömüren, kendi efendisi olduğuna inanan ama kendi
verimliliğinin kölesi olan insandan bahseder. Bu paradoks, yeni bir gönüllü
kölelik biçimi yaratır.
Oysa
sol, bu gerçeğin ayırdında değilmiş gibi görünüyor. “Liyakat”, “rekabet”, “fırsat”
gibi iktidar dilinden ödünç alınmış kelimeleri diline dolamaya devam ediyor.
Artık sadece bir seçim yenilgisi değil, kültürel bir teslimiyet söz konusu.
Hegel, “Minerva’nın baykuşu uçuşuna alacakaranlıkta başlar” demişti: Düşünce,
her zaman geç gelir. Günümüzde siyaset, sadece geç gelmekle kalmıyor, aynı
zamanda uçabileceği gökyüzünü de kaybetmiş gibi görünüyor.
Sağ,
karmaşıklık içinde yaşayanlara basit bir dünya sunduğu için kazanır. Sol ise
karmaşıklığı kafa karışıklığıyla karıştırdığı için kaybeder. Oysa gerçeklik,
tanımı gereği çelişkilidir: Özgürlük korkuyla, isyan bağımlılıkla bir arada var
olur. Bu belirsizliği kabullenemeyenler, sonunda ölü bir dil konuşurlar.
Marx, bize “Egemen sınıfın fikirleri her çağda egemen fikirlerdir” demişti. Nitekim
dünyayı değiştirmek isteyenler bile, onu iktidarın sözleriyle düşünmeye devam
ediyorlar. Gramşici ve radikal anlamda “ileri” bir bakış açısını yeniden
keşfetmek, aşırılık değil, derinlik anlamına gelir: Çelişkilerin üzerine çıkıp
düşünmeyi değil, onların içerisinde düşünmeyi bilmek gerek.
Belki
de sol, dünyayı basitleştirmeye çalışmaktan vazgeçtiğinde, öznelerin
kendilerini yalnızca egemene karşı değil, aynı zamanda kendi boyun eğme
alışkanlıklarına karşı da özgürleştirdiklerini kabul ettiğinde, yani bir
zamanlar en büyük görevi olan şeye, yönetmek değil, gerçekliği kökten,
derinlemesine anlayarak dönüştürme işine geri döndüğünde dünyayı anlama
yetisini yeniden kazanacaktır.
Massimiliano Civino
29
Ekim 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder