17 Kasım 2023

, ,

Necati Sıtkı


Müzekkirat Necati Sıdki [“Necati Sıtkı’nın Hatıratı”], Yayına Hazırlayan: Hanna Abu Hanna. Beyrut: Institute for Palestine Studies, 2001. s. xiv + 234 sayfa.

Editörlüğünü Hanna Ebu Hanna’nın yaptığı Necati Sıtkı Hatıratı (1905-1979), Filistin millî mücadelesi tarihinde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir ismi anlatır. Birkaç kişi dışında sol bile onu pek hatırlamamaktadır. Oysa Sıtkı, Filistin ve Arap komünizminin önde gelen simalarından birisidir. Sendikal hareketin liderliğini yapmış, Filistin Komünist Partisi’ni Komintern’de temsil etmiş, İspanya’daki anti-faşist mücadeleye katılmış ve Suriye, Lübnan ve Filistin’deki Sol’a, politik ve kültürel gazete yazıları ile katkı sunmuştur.

Bu noktada kapsamlı bir yığın dipnot ve sözlükçeyi içeren bu titiz çalışması için Hanna Ebu Hanna’ya teşekkür etmek gerekiyor. Bu sayede Suriye ve Filistin’deki partizan faaliyetlerinin arka planına ilişkin kıymetli bir kayda ve Stalin dönemi süresince Sovyetler Birliği’nde yaşayan Arap sosyalistlerine ve komünistlerine ilişkin canlı bir değerlendirmeye kavuşmuş oluyoruz.

Politik ömrünün muhtelif aşamalarında Sıtkı, Joseph Stalin, (Sovyet Anayasası’nın yazarı ve Komintern kurucularından) Nikolay Buharin, (Bulgar komünistlerinin lideri) Georgi Dimitrov, (İspanya Cumhuriyetçi hareketinin efsanevi “Çarkıfelek Çiçeği”) Dolores Ibaruri, (Fransız Komünist Partisi lideri) George Marchais ve (Sıtkı’nın İslam’ın ve Arap milliyetçiliğinin niteliği konusunda ciddi ve sert tartışmalar içine girdiği, Suriye Komünist Partisi’nin Kürt lideri) Halit Bektaş gibi bir dizi isimle özel görüşmeler gerçekleştirdi (hatta kimi vakit samimi ilişkiler kurdu). Bu tartışmalardan biri Moskova’daki bir parti toplantısında yaşandı. O tartışmada Dimitrov ve o günlerde kırk üç yaşında olan Mao Zedung arabuluculuk yaptı (s. 116–17). Sıtkı, Gregory Zinovyev ve Buharin’in tutuklanıp idam edilmelerine, Madrid’in Franco güçlerine teslim oluşuna ve Berlin’de Nazi hareketinin yükselişine tanıklık etti. Ayrıca o, İngiliz ordusunun Filistin’e girişini, Kral Faysal’ın Şam’dan sürgün edilmesini ve Fransız ordusunun Suriye ile Lübnan’dan çıkışını görmüş bir isimdi.

Bu hatıratın önemli bir yönü de onun Kudüs’teki politik hayatının tüm yönlerine ışık tutmasıdır. Manda süresince şehir, önde gelen iki Kudüslü aile Naşaşibilerle Hüseynîler arasındaki husumetin, birbirlerine karşı yürüttükleri ve sömürge hükümetine alan açan siyasetlerinin ortak sahnesidir. Ancak genelde politik hayat, sendikal faaliyetlerin, radikal politikaların ve sol gazeteciliğin hüküm sürdüğü Hayfa ve Yafa’da akmaktadır.

Sıtkı’nın anlatımları, Kudüs’teki sol siyasetin ilk hâline ışık tutar. Kendisinin bu sol siyasete katılımı, ilkin, Siyonizmden kopma gayreti içinde olan radikal Yahudi gruplar aracılığıyla gerçekleşmiş, sonrasında yarı dinî Nebi Musa hareketi gibi gelenekçi gruplaşmalara sızmaya çalışan Arap sosyalistlerine katılmıştır. Sıtkı, ayrıca solcu militanların ve diğerlerinin Suriye ve Lübnan sınırını gizlice geçerek yürüttükleri faaliyetlerden ve bu geçişlerin ne denli kolay olduğundan bahsediyor. Bu anlatımların işaret ettiği olaylardan dört yıl öncesine kadar Suriye, Lübnan Dağı, Filistin ve Yukarı Ürdün Osmanlı hâkimiyetindedir ve aralarında henüz tek bir sınır bile yoktur.

Sıtkı, hatıratına ait bir bölümü ilkin 1968’de yayımladı.[1] 2001’de yayımlanan hatırat ise onun politik tarihinin “gizli” ve açığa çıkmamış yönlerini ifşa etmektedir. Gene de çalışma, birçok soruyu cevapsız bırakmakta, bir dizi meselenin çözümsüz kalmasına neden olmaktadır. Oysa yayına hazırlayan kişi, eski dönemlerden beri mücadelenin içinde olan Filistinli bir sosyalistti. Filistin sosyalizminin kıdemli isimlerinden biri olan editör, çalışmada şu tür sorulara cevap sunmuyor: genç Sıtkı, milliyetçi bir temayülü olmasına karşın, yirmilerde neden komünist harekete katılmıştır? Sonrasında, kırklarda neden ihraç edilmiştir? Onunla birlikte Moskova’da yaşamış, kendisi de parti militanı olan ağabeyi Ahmet, Sıtkı Manda döneminde İngiliz polisince tutuklandığında, neden onun aleyhine tanıklık yapmıştır?

Sıtkı’nın hayatına ait kişisel boyut, bu hatıratta eksiktir. Ebu Hanna’nın takdimi, Sıtkı’nın hayat hikâyesini oldukça şematik bir üslupla takdim ediyor, bu da hatıratı alabildiğine ruhsuz ve gizemli kılıyor. Öyle ki Sıtkı’nın gizli Bolşevik hayat tarzı, onun öldükten sonra teşhir olma kaygısına bağlı olarak, fikriyatını ortaya dökmekten alıkoyuyormuş gibi görünüyor. Neyse ki Sıtkı’nın hayat hikâyesinde sırda kalmış kimi hususlara, Yakup Odat’ın 1975’te isimsiz yayımladığı, Filistinli yazarlarla ilgili incelemesi sayesinde vakıf olabildik.[2]

Sıtkı, 1905’te orta sınıf Kudüslü bir aileye doğar. Türkçe öğretmeni olan babası Bekir Sıtkı, Vehhabi hareketine karşı Hicaz’da kampanya yürüten Prens Faysal’a katılmıştır. Annesi Nazire Murat, Kudüs’ün önde gelen tüccar ailelerinden birine mensuptu. Necati, çocukluğunu Cidde ve Kahire’de geçirdi, sonrasında ailesi, Faysal’ın kral olması ile Şam’a göç etti. Kudüs’te bulunan Meymuniyye ve Raşidiyye isimli Osmanlı okullarında o döneme has laik bir eğitim aldı.[3] Yirmilerin başlarında Kudüs’e geri döndü ve Posta Telgraf Dairesi’nde işe başladı. Burada henüz oluşma aşamasındaki Filistin Komünist Partisi’ne katıldı. O günlerde parti, Doğu Avrupa’dan gelen Yahudi göçmenlerin ve solcu Siyonistlerin hâkimiyetindeydi. Sıtkı’nın bu dönemde sol Siyonistlerin ideolojik programıyla ilgili aktarımı tartışmalı. Doğru ise eğer, Sıtkı’nın ilgili programla ilişkisi, esasen o dönemde sol Siyonist göçmenler arasında hâkim olan “Arap meselesi”yle ilgili ideolojik kafa karışıklığının bir tezahürü:

“Poale Zion örgütünde yer alan Yahudi göçmenlerin temsil ettikleri sol emek hareketi, İsrail burjuvazisinin hegemonyasının yerini alacak bir sosyalist Yahudi devleti kurulması çağrısında bulundu. Bu göçmenler, Araplara ait toplumsal oluşumu tanımıyorlardı. Onların görüşüne göre Araplar, toplumsal açıdan geri kalmış bir halktı ve sosyalist ilkeleri benimsemekten uzaklardı. Parti, Filistin’deki ‘Arap sorunu’nun ancak doğallaştırma ve iki millete mensup kişilerin evlendirilmesiyle çözüme kavuşturulacağına inanıyordu. Zamanla Arapların sosyalist Yahudi devleti denilen potada eriyeceği düşünülüyordu.” (s. 16)

1921’de Necati Sıtkı, parti tarafından, eğitim alması için Moskova’ya, KUTV’a (Doğulu Emekçiler Komünist Üniversitesi’ne) gönderildi. Burada Türk şair Nâzım Hikmet ve Nehru ailesinin mensupları ile arkadaşlık kurdu. 

Hazırladığı kısa üniversite tezi, Osmanlı’ya karşı gerçekleştirilen Birlikçi Ayaklanma’dan Millî Blok’un oluşumuna kadar geçen sürede Arap millî hareketi ile ilgiliydi. Hatırat’a da eklenmiş bulunan bu tez, KUTV’daki akademik düzeye ilişkin ışık tutuyor. İlgili tez sayesinde Sıtkı, marksist bir akademisyen unvanı kazandı (Ebu Hanna’nın takdim bölümünde söylediği biçimiyle, tezin ilk hâli üç farklı kaynaktan temin edilip derlenmişse de hâlen daha eksiktir.)

Sıtkı, hatıratında Bolşevizmin ilk yıllarına tanıklık eden Moskova şehrindeki gündelik hayata dair çok canlı aktarımlarda bulunuyor. Savaş komünizmi döneminde uygulanan tasarruf tedbirlerini aktarıyor (bu dönemde sosyalist rejim, çalışma sürecini ve tüketimi devlet müdahalesiyle disipline sokuyor), ayrıca Sıtkı, Stalin’in takipçileriyle Troçkistlerin Lenin’in ölümü sonrası girdikleri ideolojik tartışmalara değiniyor. Bulunduğu şehirdeki parti bürosunun kendisini küçük toprak sahiplerine yönelik baskılara dair aykırı görüşler dile getirdiği için azarladığını, fikrinden vazgeçmek zorunda kaldığını söylüyor. Sıtkı, aynı zamanda yirmilerin başında Sovyet ailesinin geleceği ve yeni çıkartılan ahlak kanunu uyarınca cinsiyetler arası ilişkilere dair tartışmalara da katılıyor:

“Sovyetler’in ilk döneminde Moskova’ya gelmiş olan Arap öğrenciler ‘Özgür Aşk’ı temel alan anlayışlar karşısında büyülenmişlerdi. Rus devrimi, gençleri birçok zincirinden kurtardı, bu sayede bu türden fikirlerin yayılmasını sağladı. Devrim, aynı zamanda dini tarikatlara da düşmandı, hatta toplumda geçmişten kalan anlayışlara da karşıydı. Kadınlar arasında, ahlaki kuralları tanımayan bir hareket açığa çıktı. Gençler ise ‘Özgür Aşk’ çağrısı yapıyorlardı. Belirli bir süre bu tür fikirler toplumda yaşama imkânı buldular, ta ki Sovyet makamları, bu hareketleri bastırana dek. Devlet, yeni düzenin aileyi ortadan kaldırma çağrısı yapmadığını, bilâkis, yeni oluşan devrimci koşullarda yeni ailenin kurulmasını savunduğunu söyledi.” (s. 53)

Moskova’da Sıtkı, Ukraynalı bir komünistle evlendi. Günlüklerde kadının ismine ve cismine dair hiçbir ifadeye rastlanmıyor. Ona ait tek bir söz bile yer almıyor. Paradoksal biçimde hatıratta ismi sadece bir kez geçiyor. O da Lübnan jandarmasına aile mensubu bir kişinin kaçamağı yüzünden yakalandığında kılık değiştirmek için çarşafa girmiş hâliyle ve sadece kafasını sorulan sorulara cevap vermek için kaldırırken duyuyoruz ismini. Aynı şekilde, oğlunun ve kızlarının (birisi sonradan Sovyetler’de ünlü bir doktor olmuştur.) isimlerini, sadece geçerken, duyuyoruz.

Sıtkı’nın hatıratı kişisel detaylara yer vermese de Sovyet devletinin ilk dönemki evrimi dâhilinde yaşanan politik gelişmeleri yakından ve eleştirel bir gözle aktarıyor.

Moskova’ya (otuzların ortalarında) ikinci kez gönderildiğinde Komintern, kendisini Taşkent’te görevlendirdi ve kendisinden Müslüman bir cumhuriyette (Özbekistan’da) “millet meselesi”nin çözüme kavuşturulduğu süreci gözlemlemesini istedi. “Israrla kendisiyle gelmek istediğini söylediği” Halit Bektaş ile birlikte şehre giden Sıtkı, burada Özbek lider Hacıyef ve Özbek Komünist Partisi başkanı Ekmel İhramof’la tartışmalar yürüttü. Bu iki isim de o dönemde Buharin’in tarım politikalarından yana saf tutmuştu (s. 119–121). Bu isimler sayesinde Sıtkı, Stalin’e yönelik sağ muhalefetin (Buharin) ve sol muhalefetin (Zinovyef) temel tezlerine vakıf oldu. Ziyaretten kısa bir süre sonra idam edilen Hacıyef’e ve İkramof’a yakın durmasına karşın Sıtkı’nın zihni, o günlerde daha çok Filistin’le, geleneklerine bağlı bir Müslüman toplumunda moderniteye, sanayileşme aşamasına ve sosyalizme o geleneksel toplumsal dokuyu zayıflatmadan nasıl geçileceği meselesiyle meşguldü.

Akademik eğitimini tamamlayan Sıtkı, Filistin’e döndü. Aslında onun temelde Yahudi partisi olan komünist partiyi Araplaştırması için gönderildiğini söylemek gerekir. Otuzlarda İngiliz polisince tutuklandı ve üç yılını Kudüs, Yafa ve Akka’daki hapishanelerde geçirdi. Komintern, onu ülkeden kaçırdı ve Paris’e gönderdi. Burada Komintern’e bağlı olarak yayımlanan Arabî Doğu isimli gazetenin editörlüğünü yaptı. Gazetenin Kuzey Afrika ve Maşrik’te (Mısır’ın doğusundan İran’a, Anadolu’dan güneyde Arap Yarımadası’na kadar uzanan bölge) gizlice dağıtılması görevini üstlendi. Sonrasında Fransız yetkililer, muhtemelen Cezayir’deki sömürgecilik karşıtı mücadeleye destek veren içeriği sebebiyle, gazeteyi kapattı, Sıtkı’yı ülkeden kovdu.[4] Filistin’e geri dönen Sıtkı, buradaki partinin bileşimi konusunda içeride sürmekte olan tartışmalara dâhil oldu. Görünen o ki Komintern’e göre ana mesele, önemli bir bölümü Siyonizme sempatiyle yaklaşan Yahudi sosyalistlerinin hâkim olduğu bir partideki liderlik kadrosunun ülkedeki Arap çoğunluğu yansıtacak şekilde, nasıl yeniden inşa edileceği ile ilgiliydi. İki toplum arasındaki çatışmalar 1929 yılında iyice yoğunlaştı ve mevcut güçlüklerin daha ağırlaşmasına neden oldu. Sıtkı, bu olayları şu şekilde değerlendiriyor:

“24 Ağustos 1929 isyanı partiyi ciddi ölçüde sarstı. En çok da Yahudi komünistlerinin kafalarının karışmasına neden oldu. Bir kısmı, kendi dinlerinden olan insanlardaki dinci tutuma mani olunması gerektiğini savunuyor, bir kısmı da nispeten tarafsız bir konum almayı tercih ediyordu. Bu durum, Yahudi yoldaşlarla Arap yoldaşlar arasındaki ilişkilerde bir sorunun açığa çıkmasına neden oldu. İsyanın tartışıldığı, seslerin yükseldiği, tartışmalarla malul bir dizi toplantı yapıldı. ‘Bu milli bir isyan mıdır yoksa dini saiklerle gerçekleştirilmiş bir katliam mıdır’ türü konular tartışıldı. Bu noktada parti bölünmeye başladı. Bazı Yahudi komünistleri, bu isyanın katliam olduğunu iddia ettiler. Bazıları ise isyanı, temelde İngilizlerin tesis ettiği baskıcı idareye karşı gerçekleşmiş milli bir isyan olarak gören, onu köylülerdeki yoksullaşmaya ve topraklarının ellerinden alınmasına karşı gösterdikleri bir tepki olarak değerlendiren Merkez Komite’nin konumuna destek oldular. […] Bu dönem boyunca Hayfa’daki parti şubesinin denetlenmesi görevi bendeydi, bu sebeple şehirdeki İşçi Federasyonu ile yakın bir temas içerisindeydim. […] Hayfa Camii İmamı Şeyh İzzeddin Kassam ile gizli temaslarım oldu. […] Bu boyu epey uzun olan adam, bana 1920’de Suriye’de Fransızlara karşı verdiği mücadelelerden ve o günden beri Hayfa’da yaşadığı sürgün hayatından bahsetti. Burada İngilizlere karşı mücadele etmeye başladığını, onların kendisinin peşine düştüğünü söyledi. Yıllar sonra, 1935’te Kassam’ın ve dört yoldaşının Cenin yakınlarında şehit edildikleri haberini aldım.” (s. 86)

Sıtkı’nın Filistin’de tutuklanıp hapse atıldığı otuzların başı, hatıratının en gizemli kısmını teşkil ediyor: Ağabeyi Ahmet bu bölümde karşımıza çıkıyor. Sorgulama sürecinde baş tanık olarak iş görüyor. Bu tanıklık ve ardından Sıtkı’nın da itirafı neticesinde Necati Sıtkı iki yıl hapis yatıyor. Bu bölüm sayesinde Ahmet’in Necati’nin KUTV’dan öğrencisi olduğunu, Saul müstear adıyla hareket içerisinde faaliyet yürüttüğünü öğreniyoruz:

“Mapushanede dayak yediği, bir av gibi sürekli takip altında tutulduğu her hâlinden belli olan Ahmet zayıf ve kırılgan biriydi. Yanıma geldi ve bana ağabey olarak beni ne çok sevdiğini söyledi, beni yıkıcı hareketlerin pençesinden uzak tutmaya çalıştı. Partiden ayrılmamı tavsiye etmesine rağmen ben ısrarla ve inatla partide kaldım.” (s. 96–99).

Hâkimin kendi rızasıyla kardeşi aleyhine tanıklık yapıp yapmayacağını sorması üzerine Ahmet amacının Necati’nin aldığı cezanın azaltılmasına katkı sunmak olduğunu söyledi. Bu hikâyenin anlatıldığı bölüm esasen birden, bağlam dışında, Sıtkı’nın Kudüs’te yeraltı faaliyeti yürüttüğü döneme dair kısım içerisinde karşımıza çıktığı için kafa karıştırıcı bir nitelik arz ediyor. Sıtkı, Moskova’daki öğrenci hareketi içerisinde faal olan yoldaşlarından birinin adının “Saul” olduğunu söylese de bizi onun aslında ağabeyi olduğu konusunda hiçbir şekilde bilgilendirmiyor. Peki polis, Sovyetler Birliği’nde kaldığı o uzun dönem boyunca tanıdığı tüm o insanlar içerisinden neden ağabeyini Sıtkı aleyhine tanıklık yapmaya ikna edebilmişti? Ebu Hanna, bu olayın Necati’nin insani açıdan kırılgan olduğunu, aileye bağlılığını muhafaza ettiğini, hiçbir şekilde intikam peşinde koşmadığını ortaya koyduğunu söylüyor. (s. 6–7).[5] Belki de Hanna doğru söylüyor, ama bu hikâye aynı zamanda Sıtkı’nın hayatını iç içe geçen farklı yollardan yürüyerek yaşadığını, kişisel ve yakın ilişkileriyle ilgilenemediğini ortaya koyuyor.

1936’da Komintern, Sıdqi’yi Faslı askerleri Franco’ya karşı harekete geçirmek için bu ülkeye gönderdi. (Faşist ayaklanmanın ilk günlerinde Franco’nun Malaga’da konuşlanmış bulunan ordusunun önemli bir bölümü Faslı paralı askerlerden, onun karşısında duran Enternasyonal Tugaylar ise Avrupalı solcu gönüllülerden oluşmaktaydı. Bu sebeple, komünist hareketin Faslılarla ilişki kurması zorunluydu.)

Sıtkı, Barselona ve Madrid’deki Cumhuriyetçi hareket saflarında bir süre bulundu. Faşist harekete mensup Kuzey Afrikalı askerlere Arapça bildiriler dağıttı. (Sıtkı’nın Filistin Arapçası ile yazıyor olması ve Franco komutasındaki Fas birlikleri arasında okuryazar oranın düşüklüğü, bildirilerin etkisini epey düşürmüş olmalı.).

1937 yılı başında Sıtkı, Arapça yayın yapacak bir radyo kurmak için Cezayir’e gönderildi. Niyeti, bu radyodan Faslılara yönelik Franco karşıtı propaganda yapmaktı. Ancak bilinmeyen bir dizi sebebe bağlı olarak bu çalışma akamete uğradı. Sıtkı’nın hatıratındaki İspanya bölümü, kendisinin sürekli hareket hâlinde olduğunu ve yürüttüğü faaliyetlerin hep gizli olduğunu ortaya koyuyor. Partinin Arap askerlere yönelik stratejisi ise pek net değil. Bu durumu 24-25 Eylül 1936 tarihli şu not gayet iyi tasvir ediyor:

“İspanya Komünist Partisi Merkez Komite bana, Enternasyonal Tugaylar mensubu bir grup subayın Kurtuba’ya doğru ilerlediğini, ele geçirilmiş Faslı tutsaklarla diyalog kurmak amacıyla onlara eşlik etmem gerektiği, hâlen daha diğer taraf adına savaşanlara megafonla seslenip Cumhuriyetçilerin safına katılmaya çağırmamı, ardından da onlara Fas Arapçası ile yazılmış bildirileri dağıtmamı istedi. […] Nihayetinde Morina dağlarının ötesindeki cephe hattına vardık. Enternasyonal Tugaylar’dan birkaç subayla birlikte gidip Cumhuriyetçiler safında savaşan savaşçılarla tanıştık. Benim Arap olduğumu işiten bu subaylardan biri yanıma gelip ‘Faslıları görmek ister misin?’ diye sordu. Ben de ‘olur’ dedim. Beni bir toprak setin yanına götürdü ve giriş bölümünü işaret etti. Orada, başlarındaki savaşmaya hazır hâlde olduklarını gösteren miğferleriyle toplaşmış Faslı savaşçıları gördüm. Elime megafonu alıp “Beni dinleyin kardeşlerim!” diye bağırdım. Sonra sözlerime şu şekilde devam ettim: ‘Ben de sizin gibi Arabım. Uzak diyarlardaki bir Arap ülkesinden geliyorum. […] Siz kardeşlerimden ülkenizde sizin halkınıza zulmeden İspanyol generallerinin safını terk etmesini istiyorum. Her hâlükârda iyi muamele göreceğiniz, günlük azığınızı temin edeceğiniz yere gelin. Savaşmak istemeyenler ülkesine, ailesinin yanına dönebilecek. Yaşasın Halk Cephesi! Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın İspanya Cumhurbaşkanı! Yaşasın Fas!’ […]” (s. 138)

Esasen bir teslim ol çağrısı olan bu çağrı hem Doğu Arapçası hem de kırık bir İspanyolca olarak dillendirilmişti. Faslılar bu çağrıdan pek hoşnut kalmadılar. Aynı durum Cumhuriyetçi yoldaşları için de geçerliydi.

“Çağrıyı zar zor bitirebildim. Biter bitmez isyancıların faşist liderlerine tercüme edildi. Akla hayale gelmeyecek envai çeşit silâh mermilerini bizim üzerimize yağdırdı. Yanımda duran İspanyol komutan beni geri çekti ve ‘sen ne yaptın? Onlara füze mi fırlattın?’ dedi.” Bu olayın ardından Komintern, Sıtkı’ya Lübnan’a yerleşme emri verdi. Bu ülkede Sıtkı, solcu gazetelerde yazılar yazmaya başladı.

Bu dönemde Sıtkı ile Halid Bektaş arasındaki ilişki gerildi ve sonuç olarak Sıtkı partiden ihraç edildi. Ebu Hanna’nın iddiasına göre, ihracın sebebi, Sıtkı’nın Hitler-Stalin saldırmazlık paktına itiraz etmesiydi. Ancak buna ilişkin Sıtkı’nın ağzından çıkmış tek bir laf bile yoktur. Hattizatında yazarın Bektaş ile Sıtkı arasındaki farklılıklara ilişkin değerlendirmesi, günlükler boyunca hüküm süren bir politik saflığın sonucudur. Örneğin yazarın iddiasına göre, pakt, partiye sadık isimlerce hoş karşılanmıştı, zira bu anlaşma sayesinde enternasyonal komünizm ile Alman nasyonal sosyalizmi arasında yakınlaşma vuku bulmuştu. Anlaşmaya karşı çıkan Sıtkı’ya göreyse o, “(Stalin lehine) zaman kazanmak için yapılmış” bir anlaşma”ydı. (s. 165-166). Oysa muhtemelen aksi geçerliydi: Sovyet yanlısı Arap komünistler anlaşmayı, kimi tereddütlerle birlikte, Rusya’yı küresel tecrit karşısında bir miktar rahatlattığı için desteklemişlerdi. Sıtkı’nın Arap komünistlerinin iki hareket arasında belli bir sempatinin olduğuna ilişkin değerlendirmede bulunduğu tespiti, kesinlikle yersizdir.

Sıtkı, bu tartışma sürecinden, sosyalizme sempati duyan bir Arap milliyetçisi olarak çıktı. Komintern ve Bektaş’tan kopuşu, onun sola karşı konum almaya itmedi. Aksine o, edebî eleştiri ile Lübnan ve Kıbrıs’taki radyo yayıncılığı alanlarında önemli bir birikim elde etti. Atina’da, 1979’da ölene dek Rus edebiyatı, oyunlar ve edebî eleştiri üzerine bir düzine kitap yazdı. Bu kitaplardan biri olan ve anti-faşist mücadele deneyimini anlatan İspanya’da Bir Arap isimli çalışması, yanlışlıkla Bektaş’ın ismi ile basıldı. Bu, Sıtkı’nın hem Bektaş’a hem de partiye karşı öfkelenmesine neden oldu. Nazi hareketine karşı Müslümanları harekete geçirmek için kaleme aldığı, İngilizceye de çevrilen, Nazizm ve İslam isimli kitabı, Fransız ve İngiliz hükümetlerince başvurulan bir kaynak hâline geldi. Kitap, Sıtkı’nın partiden ihraç edilmesinde en önemli etmenlerden birisiydi (s. 167), zira o, partili laik yoldaşlarının nazarında, İslamî metinlere gereğinden fazla atıfta bulunmuştu.

Gelgelelim Necati Sıtkı, muhtemelen en çok da Kahire’deki Darü’l Hilâl yayınevinin çıkarttığı İkra serisi kapsamında Anton Çehov’u, Maksim Gorki’yi ve Aleksandr Puşkin’i Arap kamuoyu ile tanıştıran edebiyat çalışmaları ile hatırlanmaktadır. Ellilerde Necati Sıtkı, Çincenin, Rusçanın ve İspanyolcanın önemli edebiyat eserlerini yayımladı. Edgar Alan Poe’nun bir dizi kitabını, bunun yanında, Guy de Maupassant’ın kısa hikâyelerini Fransızcadan tercüme etti. Sonrasında, ellilerin ortalarında Sıtkı (1953 tarihli, on sekiz kısa hikâyeyi içeren ve Kahire’de kaleme alınmış olan) Üzgün Kız Kardeşler ve tanıştığı Arap komünistlerine dair, hiciv usulünce kaleme alınmış hikâyeleri içeren Komünist Milyoner (Beyrut 1953) gibi kendi kısa hikâyelerini içeren kitaplarını yayımlamaya başladı. Partiden kovulmuş olmasına, hatta komünist harekete eleştirel yaklaşmasına rağmen Sovyet makamları hikâyelerini Rusça yayımladı (Moskova: Dış Yayınlar Enstitüsü, 1963).[6]

Necati Sıtkı’nın hatıratı, onun önemli olayların yaşandığı kritik momentlerdeki varlığını ne yazık ki görmeyen bir yerde duruyor. Örneğin Sıtkı, 1916’da Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı başlattığı Arap İsyanı sırasında babasıyla birlikte Arabistan’daydı. Filistin’deki Osmanlı idaresinin sona erişine ve Siyonistlerin göç sürecinin başlamasına tanıklık etti. Bolşeviklerin iktidarı alması sonrası başlattıkları, yirminci yüzyılın en büyük devrimci hareketlerinden birine iştirak etti. İç savaş döneminde, o büyük kıtlık döneminde, savaş komünizmi döneminde ve Buharin, Stalin, Trotskiy ve Zinovyef arasında cereyan eden ideolojik tartışmaların yaşandığı dönemde Rusya’daydı. Sıtkı, İspanya’da Franco’ya karşı Cumhuriyetçilerle birlikte savaşan az sayıda Arap’tan birisiydi. Fransa’da Komintern’in çıkartıp Ortadoğu ve Kuzey Afrika genelinde dağıttığı Arapça yayın organı Arabî Doğu dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Son olarak, Filistin’de FKP’nin Araplaştırılması görevini üstlenmiş bir avuç solcudan birisiydi. Birkaç kez hapse giren Sıtkı İngilizlerin zulmünü gördü, sonrasında bu yaşadığı olayları aktardı. Ama gene de hatıratını okuyanda Sıtkı’nın yapıp ettiklerinin önemini kavrayamamış bir kişi olduğuna dair bir izlenim oluşuyor. Okur, dipten derinden Moskova’dan Kiev’e, Barselona’dan Madrid’e gezip duran, sonra oradan Paris’e, ardından da Kudüs’e geçip arkadaşların neler yaptığını öğrenmek isteyen komünist bir turist olduğuna dair insanı rahatsız edici bir hisse kapılıyor. Ama gene de hatıratı okuyanlar karşılarında, geride ömrünü içinde zerre burukluk ve öfke oluşmadan adadığı hareketi terk etmiş (belki de terk etmek zorunda kalmış), uğruna kavgalara girdiği adalet davasına dair ümidini hiç yitirmemiş birini buluyor.

Selim Tamari

[Kaynak: Journal of Palestine Studies, Cilt 32, Sayı 2 (Kış 2003), s. 79-85.]

Dipnotlar:
[1] Najati Sidqi, al-Adib (Beyrut: n.p., 1968).

[2] Ya’coub Odat, Min A’lam al-Fikr wal Adab fi Filastin, 3. Baskı (Kudüs: Dar al-Isra’, 1992), Necati Sıtkı maddesi, s. 351-354.

[3] A.g.e., s. 352.

[4] Odat’ın iddiasına göre, Sıtkı Arabî Doğu dergisini Mustafa Ömeri müstear adıyla çıkarttı. Aylık yayımlanan derginin yirmi altı sayısı çıktı. Sonra Nazilerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle İkinci Dünya Savaşı ardından idam edilecek olan Başbakan Pierre La Valle tarafından kapatıldı. Gelgelelim, Filistin Komünist Partisi’nin tarihini incelemiş olan Musa Budeyri, Arabî Doğu dergisinin varolduğuna dair elde herhangi bir kanıt bulunmadığını, Sıtkı’nın ölümünden önce Beyrut’ta kendisiyle röportaj yaptığı vakit derginin bir nüshasını temin edemediğini söylüyor. Musa Budeyri ile Söyleşi, 4 Ocak 2002.

[5] Ahmet Necati’nin Moskova’daki varlığıyla ilgili kaynakların kaynağı şurası: Abd al-Qadir Yasin, “The PCP and the National Question”, al-Katib içinde, sayı 120, s. 97; ve Musa Budeiri, The Development of the Arap Labour Movement in Palestine: A Historical Introduction and Collected Documents, 1919-1948 (Beyrut: Ibn Khaldun, 1981), s. 11. n.6.

[6] Okur, Sıtkı’nın bastığı kitapların tam listesini şuradan bulabilir: Odat, Min A’lam al-Fikr, s. 353-354.

0 Yorum: