27 Kasım 2023

,

Batılı Liberal Sol ve Tarihî Filistin’deki Soykırımın “Makulleştirilmesi”



İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği son katliamlar, Siyonist rejimin soykırım politikalarının ve ABD’nin öncülük ettiği NATO ittifakı içindeki emperyalist destekçilerinin cümle âlem tarafından idrak edilmesini sağladı.

1948’de yaşanan, Nekbe Günü olarak bilinen ve “misafirperver olmayan Araplarca kuşatılmış, barış arayışında olan İsrail devleti”ne dair algının yalan olduğunu açığa vuran tarihsel olaydan beri şiddet araçlarını kullanan bir sömürgeci güç olarak Siyonist liderliğin, esasında Filistinlilerle ve Arap komşularıyla “kalıcı bir barış” tesis etme niyetinde olmadığı görüldü.

66 yılı aşın bir zamandır süren etnik temizlik, dönem dönem gerçekleştirilen kitlesel katliamlar, bitmek bilmeyen insan kaçırma eylemleri ve hapsetme pratikleri, toprak gaspları ve onca savaş, bırakalım İsrail’in tarihî Filistin içerisinde oluşturduğu bantustanlar ve gettolar içerisinde yaşama ihtimali bulacak özerk Filistin ülkesinin kurulmasını, “barış”ın bile Siyonist ve emperyalist ajandada kendisine yer bulamadığını ortaya koydu.

Filistin halkının tümüyle topraklardan sürülmesi ve o toprakların hepten müsadere edilmesinin ulaşılması arzulanan nihai hedef olduğu sonucuna, ancak İsrail’le emperyalist destekçilerinin tarihsel ve güncel politikalarını analiz etmeye çalışan düz revizyonistler veya en üst mertebeden kendi çizgisini sofuca savunan isimler ulaşabilirler.

Esasında yıllar içerisinde birçok İsrailli siyasetçi, askeri uzman veya politika plancısı, niyeti ve hedefi çoktan açık etmişti. Sıkı bir biçimde savunulan politika, işgalci İsrail halkının görüş ve ideolojisinde zaten karşılık buluyor. Bunun son kanıtı da son yaşanan katliamlara İsraillilerin büyük çoğunluğunun destek verdiğini, hatta bu katliamların daha da sürmesini istediklerini söyleyen anketler.[1]

Bu durumun, gemi azıya almış ve İsrail toplumunda yaygın olan yabancı düşmanlığıyla ve katliamları ellerindeki mısır cipsleriyle tribünlerden izleyip “Araplara Ölüm” diye bağıran, daha da kötüsü, bu tür sloganlarla Tel Aviv caddelerinde yürüyen ırkçı İsrailli kalabalıkları gösteren görüntülerle bir alakası yok.

Bugün Gazze’de yaşanan kıyıma karşı batının, hatta sözde “sol” çevrelerin geliştirdiği müşterek bakış açısı, büyük ölçüde şaşkınlık ve kuşku üzerine kuruluydu. Herkes, yaşananları emperyalistlerin desteğini arkasına almış olan faşist zulmü, çoktandır hükmünü yürüten bir kural değil, istisna olarak kabul etti.

Greg Shupak’in ifadesiyle:

“Bu türden bir şiddeti amaçsız bir şeymiş gibi tarif edenler, İsrail’in Koruyucu Hudut Operasyonu’nun, esasında tarihinin önemli bir kısmı boyunca yapıp ettiklerinin ve gösterdiği tavrın temel mantığını gözden kaçırıyorlar.

Yerleşimci-sömürgeci ajandasının ve jeopolitik sistemde Amerika’nın ortağı olarak gördüğü işlevin güdümünde olan İsrail, kontrol altında tuttuğu toprakları azami düzeye taşıma arzusuyla kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı topraklarda yaşayan Filistinlilerin sayısını asgari düzeye çekme zorunluluğu arasında bir denge sağlamaya çalışıyor.

Neticede Filistinliler, sadece aşırı şiddete maruz kalmıyorlar. Aslında onların tarihî Filistin’de özgürce yaşama imkânlarına saldırılıyor. […] bugün İsrail’in gerçekleştirdiği saldırı, sadece belirli Filistinli bireylerin fiziki varlıklarına son vermekle kalmıyor, ayrıca bir halk olarak Filistinlilerin kendi vatanlarında bağımsız olarak yaşama becerisini o halkla birlikte ortadan kaldırmayı amaçlıyor.”[2]

Buna karşın, batılı liberal “sol”a mensup yorumcular, bu kadar basit bir analizi bile yapmaya hiçbir şekilde yanaşmıyorlar. Örneğin, İngiliz İşçi Partisi’nin önde gelen propagandacılarından Owen Jones, Guardian gazetesinin o beyaz batılı liberal okur kitlesine oportünist muhalefet neymiş onu bir kez daha öğretme imkânı buldu.[3] Gazetedeki köşesini savaşın iki tarafını yanlış bir temel üzerinden denklemek ve ırkçı İsrailli işgalcileri birer mağdur olarak takdim etmek için kullanan Jones, yazısında “İsrail’in önceden planlayarak uyguladığı kitlesel katliamın “anlayışla karşılanması gereken bir gerekçeye dayalı, basit bir saldırı” olduğunu söyledi.

Jones’a göre, İsrail’in sömürgeci saldırısının ardındaki “gerekçe”ye bir yandan da işgal altındaki Filistinlilerin değil, zalimin gözüyle bakılmamalı. Peki bu “gerekçe” nedir?

Tabii ki geçmişte Yahudilere zulmedilmiş olması, Holokost, Çarlık Rusyası’nın gerçekleştirdiği pogromlar (katliamlar) ve daha da önemlisi, bu olaylar ardından Yahudilerin edindikleri mağdurluk hâli. Jones, yazısının bir yerinde, “her türden işgale eşlik eden ahlaki yozlaşmanın Yahudi halkının yaşadığı kolektif travmayla kaynaştığını” söylüyor. Birçok liberal Siyonist de bu konuda Jones’a destek çıkıyor (şurası açık ki Jones, yazılarında Filistinlileri hiç anmıyor).

Oysa bu tür değerlendirmelerde dünün Yahudi mağdurlarıyla bugünün ırkçı işgalcileri yan yana getirilerek, Siyonist sömürgecilik için bahaneler bulunuyor, suç, bir biçimde hafifletiliyor. Jones, Yahudilere yönelik zulmün tarihiyle Siyonist rejimi ve onun yobaz üyelerini ilişkilendiriyor. Böylelikle Siyonizmi aklayıp, ona altı boş bir ahlaki meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Bu yalan yanlış algının ta başından beri Siyonist projeyi meşrulaştırmada en temel unsur olduğunu artık biliyoruz.

Bu algıyı Siyonist liderler ve destekçileri besleyip durdu. Bu sayede sömürgeci ve soykırımcı güçlerin yapıp ettiklerinin üzerine ahlaki bir şal serildi ve bu güçler, katliam siyasetlerini daha yoğun bir biçimde uygulamaya devam ettiler.

Jones, bizden İsrail rejiminin, onun eli silahlı ırkçı yerleşimcilerinin ve o çarpık ideolojisinin tarih boyunca Yahudilerin maruz kaldıkları “kolektif travma” sebebiyle, anlayışla karşılamamızı istiyor. Bu talep doğrultusunda Jones, Yahudilerle Siyonistlerin bir ve aynı şey olduğunu iddia etmiş oluyor. Jones, zulüm görmüş Yahudilerle ırkçı Siyonistleri yan yana getiren görüşü yaymaya çalışıyor, üstelik bu çalışmayı o sahte “sol” gömleğini üzerine geçirip dile getirdiği kınayıcı sözlerin ardına saklanarak yürütüyor. Meseleyi anlamaktan uzak olan Jones, sadece İsrail çizgisini zerre eleştirmeden, onun ürettiği lafları papağan gibi yinelemekle yetiniyor.

Özetle şu söylenebilir: “Yahudi devleti”nin üstünlükçü ideoloji üzerine kurulu temelini besleyip ona karşı anlayışlı olunmasını isteyenler, ırkçı yerleşimcileri mağdur Yahudiler olarak tasvir ediyorlar, Siyonistlerin Filistin’de uyguladıkları, emperyalizm destekli sistematik gaddarlığı ve zulmü aklayıp temize çekiyorlar, ona bahaneler uyduruyorlar, bu gaddarlığı ve zulmü anlayışla karşılıyorlar, bir yandan da onlar için saçma sapan gerekçeler buluyorlar. Aslında gerçekte zulüm gören Yahudilerin tarihinin Siyonizmle hiçbir ilişkisi yok. Bu ilişki, sadece Siyonizmin faşist politikalarını ve ideolojisini meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Burada başvurulan hile bir adım öteye götürülüyor. Jones, o noktada İsrail sömürgeciliğinin İngiliz imparatorluğunun İrlanda’da uyguladığı zulüm ve sömürgeci politikayla kıyaslıyor. Bu iki unsuru, iki sömürgecilik biçimini anakronik düzlemde kıyaslamak suretiyle yazar geniş bağlamdan kopuyor, böylece İsrail’i meşru bir devletmiş gibi takdim etme imkânı buluyor. Sanki İsrail devleti Filistin topraklarını gasp etmezden önce varmış gibi konuşuyor. 1967 sınırlarına ulaştığında sömürgecilik sonrası vücut bulmuş hâline geri döneceğini iddia ediyor.

Bu bakış açısı, Jones’un “işgal son bulsun, tüm yerleşimler kaldırılsın” talebinde ve iki devletli çözümünde de karşımıza çıkıyor. Oysa 1948’de doğan, belirli bir kültüre ve ideolojiye sahip olan İsrail devleti, tümüyle sömürgeci işgalin ürünüdür ve eğer işgal ve devam eden sömürgecilik politikası tümüyle sona erecekse, o hiçbir biçim altında varolmamalıdır.

Jones, İsrail’i esas olarak başka bir meşru devleti işgal eden meşru bir devlet olarak takdim ediyor, onu başka bir devletin topraklarını tümden çalan ve çaldığı topraklar üzerine inşa edilmiş olan gayrimeşru bir devlet olarak görmüyor. Onu o topraklardaki halkı kovan zalim ve katil bir güç olarak değerlendirmiyor.

Bu türden bir oportünizm, sonrasında Filistinli direniş örgütü Hamas’a karşı aldığı konumlarda da karşılık buluyor. Jones’un liberal Siyonist kaynaklarından biri bize, İsraillilerin “Gazze’de oturan herkesi Hamas destekçisi olarak gördüğünü” söylüyor. Bu insanların önemli bir kısmının 2006’da Hamas’ın kazandığı seçimde oy kullanacak yaşta olmamaları, yazarımızı hiç ilgilendirmiyor. Onun derdi, herkesi topyekûn cezalandıran saldırıları meşrulaştırmak. Dolayısıyla, bu tür görüşlerin yanlış olduğunu net bir biçimde dile getirmeyen Jones, Hamas’ı destekleme “suç”u karşılığında herkesin cezalandırılmasını meşru bulan, bu tür eylemlerin anlayışla karşılanması gerektiğini söyleyen ifadelere başvuruyor. Çünkü tüm Hamas üyeleri “terörist”, İsrailliler se zavallı birer mağdur.

Asıl bu yaklaşıma anlayış gösterilmemeli. Bu görüşe temel teşkil eden ırkçı ideolojiye şiddetle karşı çıkılmalı.

Jones ve şürekası, omurgasız bir topluluk. Daha önce yazdığı bir yazıda Jones bize, “Hamas’ın sivil alanlara fırlattığı roketler asla savunulamaz”[4] diyordu. Böylelikle, İsrail rejiminin Hamas’ın İsrailli sivilleri hedef aldığı yalanına omuz vermekle kalmıyor (ki aslında bu roketler işgal güçlerini hedef alıyorlar, öte yandan işgal güçleri uçaklarla ve tanklarla kadınları ve çocukları katlediyor) bir yandan da uluslararası hukukun Filistinlilere bahşettiği işgale karşı silâhlı direniş gerçekleştirme hakkını inkâr ediyordu.

Bu noktada şu soruyu sormamız gerekiyor: Kendisine hürmeti olan ve Filistinlilerin faşist askeri işgale direnme hakkını reddeden “solcu”ya ne denir? Sosyal şovenist, sosyal emperyalist “solcu” denir.

Netenyahu’nun İsraillileri tehdit altındaki mağdurlar olarak resmetmek amacıyla başvurduğu, Holokost’a dair ifadelerini alıntılayan Jones, saldırıların ardındaki gerekçeyi anlayacak kıvama geliyor, ama onu gerçek adıyla çağıramıyor, faal olan ideolojiyi göremiyor. Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği katliamların sebebi salt metafizik bir “gerekçe” değil, Siyonizm denilen, her yanı kuşatmış ırkçı sömürgeci ideoloji. Buna karşın, Jones, onun adını ağzına almıyor, çünkü Jones sadece, o ahlaksız ideolojiyle, dahası, onun özel kimi maddi sebepleriyle yüzleşmenin tüm sonuçlarını liberal yavan sözlerin ve boş kınamaların ardına saklamakla ilgileniyor.

Bu sosyal emperyalistler, Siyonist barbarlığa yol açan ekonomik maddi sebepleri “anlama” çabası içine girmiyorlar, bu sebepleri ortaya çıkartmanın kölesi oldukları emperyalist burjuva propagandayı beş paralık edeceğini iyi biliyorlar.

Dün olduğu gibi bugün de Siyonizm, sömürgecilik bağlamında emperyalizmin desteğini arkasına almış olan İsrail projesi için belirli bir kültür, ideoloji ve devlet yapısı inşa eden bir fikriyattır. Siyonizm faşizmdir. İsrail devletinin faşizmin batı emperyalizmine bel bağlamış olan sömürgeci tezahürü olduğuna dair tespiti, Oxford’da eğitim görmüş İşçi Partili propagandacıların boyunu ve zihin dünyasının sınırlarını aşan bir tespittir.

Yahudilere yönelik zulümle Siyonizmi ilişkilendiren az sayıda batılı “solcu” gibi Jones’un liberal emperyalist propaganda faaliyetlerinde yoldaşı olan Laurie Penny de aynı sopayı sallıyor, ama onu nispeten daha kaba bir biçimde kullanıyor. Solun kınayıcı dilinin ardına sakladığı, Yahudilerle Siyonistleri ilişkilendirme çabası içine giren Penny, Yahudilere sesleniyor ve “ateşkes konusunda en güçlü çağrıyı yapacak konuma bir tek Yahudiler sahiptir” diyor.[5] Böylelikle Penny, Siyonist rejimin propagandasına ve üstünlükçü ideolojisine destek oluyor, onu besliyor, zira İsrail’in Yahudileri temsil ettiğini söylüyor, ardından da Penny, Yahudilerin Siyonizmin sorumluluğunu üstlenmelerini istiyor. Tarih boyu zulüm görmüş Yahudilerle Siyonistleri ilişkilendirmek suretiyle Penny, örtük olarak Siyonizmin saldırılarını ve ondaki sömürgeciliği meşrulaştırıyor, bir yandan da İsrail’in ahlaki varoluş gerekçesine destek çıkıyor. İsrail, sahip olduğu saldırgan siyaseti gizlemek ve etkisini hafifletmek için Yahudilerin yok olma “korku”sunu kendince kullanıyor.

Hatalı bir görüş dâhilinde Penny, tıpkı Jones gibi, aynı yanlış ahlakçılığa teslim oluyor ve “İsrail’in Filistin halkına yönelik zulmünün ahlaki temeli hızla aşınıyor” diyor. Sanki bu türden bir “ahlaki temel” hep varmış gibi konuşuyor, aslında o, Siyonistlerin, beyaz üstünlükçü emperyalistlerin, ayrıca liberal Siyonist denilen iki devletli çözüm heveslilerinin aklıyla düşünüyor.

Jones ve şürekası, bu ideolojiyi anlayışla karşılıyor. Bu ideolojiyi gerçek bir analize tabi tutmuyor, kökenini, Siyonist egemen sınıflarca ve emperyalist güçlerce son 66 yıldır katliamlara ve soykırıma imza atmak için neden kullanıldığını anlamaya çalışmıyor.

Siyonizm, doğası gereği ırkçıdır. Ondaki bu ırkçılığın işgal altındaki halk üzerindeki etkisini herkes büyük ölçüde göz ardı ediyor. Bu ırkçılığı kimse anlamaya çalışmıyor, sadece okurlara cılız çağrılar yapmakla yetiniliyor.

Jones, bu ırkçılığı aklamaya, Yahudilerdeki mağduriyetle bezemeye, ardından da o sorunu halının altına süpürmeye çalışıyor. Jones, sadece bir sosyal şovenist olarak, Siyonizm denilen ideolojinin gerçek kapsamını ve batı emperyalizmiyle kurduğu önemli ilişkiyi aklamaya çalışmakla kalmıyor, ayrıca onu meydana getiren maddi sebepleri de tümüyle görmezden geliyor.

Jones’daki İsrail’in varlık “gerekçeler”ine yönelik materyalizm dışı yaklaşımın karşısında, İsrail faşizmini besleyen ve destekleyen temel ekonomik maddi sebep olarak batı emperyalizmine vurgu yapan yaklaşım duruyor.

İsrail devleti, batı sermayesine ta kurulduğu günden beri, kaynaklar açısından zengin olan Ortadoğu’da en önemli tutunma noktasını, duracağı en temel zemini temin etti. İsrail, İngilizlerce Arap milliyetçiliğinin ve milli kurtuluş hareketlerinin yükselen dalgasına karşı bir tür savunma duvarı olarak kullanıldı. Ayrıca İngilizler, bölgedeki zengin kaynaklar üzerinde askeri ve stratejik açıdan hâkimiyet tesis etmek için İsrail’den yararlandı. Sonrasında İngiliz imparatorluğunun çöküşüyle birlikte İsrail, Amerikan emperyalizminin eline geçti ve gene aynı amaçlar doğrultusunda kullanıldı. Siyonist liderler, batıya batının emperyalist hegemonyasına her yönden yardım etmeye istekli bir vekil güç armağan etti, bunun karşılığında, sömürgeci ajandalarına gerekli desteği ve yardımı aldı.

Beşir Ebu Manne, “emperyalizm-sömürgecilik” ilişkisine dair açıklamasında şunları söylüyor:

“1967 yılından beri Ortadoğu’daki önemli ekonomik ve politik sonuçları bizatihi ABD tayin ediyor. İsrail, bu sonuçların elde edilmesinde önemli bir rol oynamayı bugün de sürdürüyor. İsrail-Filistin gerçekliğinde güç ve sömürgeci barış, aynı amaca ulaşma konusunda farklı politika araçlara başvuruyor. Bu amaçsa, Yahudilerin olabildiğince çok fazla toprağa hâkim olması ve olabildiğince çok az sayıda Filistinlinin o topraklarda kalması üzerinden Yahudi üstünlüğünü tesis etmektir. ABD, bölgede kendi çıkarları doğrultusunda Siyonistlerin bu amacını kendince kullandı ve süreç içerisinde askerileştirilmiş, köktenci bir İsrail meydana getirdi.”

Bu anlamda, Amerikan imparatorluğu ile İsrail sömürgeciliği, birbirini karşılıklı olarak besleyen, dinamik bir ilişki içerisinde. ABD İsrail yerleşimciliğini, sömürgeciliğini ve işgal pratiğini destekleyip takviye ediyor, buna bağlı olarak İsrail devletinin ve toplumunun iyice militarize olmasını sağlıyor, böylelikle yeni ideolojik ve politik gerekçeler uyduruyor, yeni dini bağnazlıkları besliyor, yerli halkın daha fazla direniş sergilemesine neden oluyor, bölgeye yönelik ABD müdahalelerinin artmasını sağlıyor. Bu şiddet döngüsünün asıl belirleyici unsuru, ABD emperyalizmi.

Dolayısıyla, ABD, İsrail’in sömürgeci yayılmacılığının hem zaruri ve hem de yeterli koşulu hâline geliyor. ABD olmasa İsrail, bir parya devletten başka bir şey olmazdı. Muhtemelen bölgede barış içerisinde yaşamak için gerekli koşullar ortaya çıkardı. ABD olmasaydı, İsrail militarizmi ve Yahudi köktenciliği savunmaya çekilmek zorunda kalır, içte “ulusal güvenlik temelli anlayışın terk edilmesi, kılıçla yaşama zorunluluğundan kurtulunması çağrısında bulunan güçler politik olarak daha fazla öne çıkma imkânı bulurlardı.”[6]

Bu türden politikaların ve ABD emperyalizmi ile Siyonist sömürgecilik arasındaki karşılıklı bağımlılık üzerine kurulu “döngüsel” ilişkinin neticesinde Filistin giderek daha fazla zayıflıyor, İsrail, Filistinlilerin varolmak için kullandığı her türden araca sürekli saldırıyor. Son bombardıman, bir kez daha bu soykırım siyasetinin açık bir delili olarak iş gördü. Sivil altyapı bombalandı, binalar tahrip edildi, kültürel ve eğitimle alakalı yapılar yıkıldı, bilerek ve kasten çocuklar hedef alındı. Güya BM koruması altında olan halk, yoğun saldırıyla yüzleşti. Filistin halkını ülkeden kovmak veya en azından hayatta kalmasına mani olmak için uygulanan tüm sömürgeci politikalar devreye sokuldu.

İsrail’in ABD emperyalizmine bağımlı olduğu gerçeğini cümle âlem gördü. ABD diplomasisi ve medyası, batıda halkların tepkilerini görmezden geldi. Bugün özünde mülga ve alabildiğine emperyalizme tabi bir yapı olan Birleşmiş Milletler, her zaman olduğu gibi bugün de “büyük güçler”e, esas olarak ABD ve NATO’daki uşaklarına zayıf ülkeler karşısında güçlü bir konum bahşediyor. İsrail sömürgeciliğine karşı koyma konusunda etkili olması muhtemel iken Amerikan güvenlik konseyinin vetolarına teslim olmaktan başka bir şey yapmıyor.

Genel manada bugün ABD ordusu ve ekonomik desteği olmasa, İsrail bırakalım soykırıma dayalı yayılmacılık siyasetini uygulamayı, askeri varlığını bile sürdüremez, kimseye saldıramaz, Arap komşularının içişlerine karışamaz.

Batılı emperyalist sınıf ile Siyonizm arasındaki pazarlığın bir konusu da Arap devletlerinin zayıflatılması, teslim alınması için bölgenin kaosa, çatışmalara ve çelişkilerle yüklü bir gerçekliğe sürüklenmesi. Burada amaç, Arap halklarının sindirilmesi, politik tepkilerin açığa çıkacağı yolun ortadan kaldırılması ve sömürü imkânlarının artırılması.

İsrail, şu veya bu şekilde batı emperyalizmine Ortadoğu’nun ezilmesi ve sömürülmesi için gerekli olan en güvenilir varlığı temin ediyor. Batı emperyalizminin bu sömürgeci tezahürü tümüyle ortadan kaldırılmadan, ırkçı ideolojik yapısı yok edilmeden, buna bağlı olarak, Filistinliler ve Araplar batı emperyalizminden ve Siyonist zulümden kurtarılmadan, “kalıcı barış” asla tesis edilemez.

Zalimin yapıp ettiklerini anlamaya çalışan, onu başka şeylerle denkleştirmeye gayret eden batılı “sol” liberallerin ve sosyal şovenistlerin derdi, hem Siyonizmin hem de İsrail devletinin faşist niteliğini gizlemek, ona yönelik tepkiyi yumuşatmak, Ortadoğu’da batı emperyalizminin hâkimiyetine destek çıkma konusunda oynadığı kritik role destek sunmaktır.

Phil Greaves
1 Ağustos 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Yifa Yaakov, “Over 90% of Israelis say Gaza Op Justified”, 29 Temmuz 2014, Times of Israel.

[2] Greg Shupak, “The Logic of Israeli Violence”, 30 Temmuz 2014, Jacobin.

[3] Owen Jones, How the Occupation of Gaza Corrupts the Occupier, 20 Temmuz 2014, Guardian.

[4] Owen Jones, “Israel is under Renewed Hamas Attack, Says the BBC, More Balance is Needed”, 9 Temmuz 2014, Guardian.

[5] Laurie Penny, “As Israel’s Assault on Gaza Intensifies” 23 Temmuz 2014, Newstatesman.

[6] Bashir Abu-Manneh, “Israel in the US Empire”, 1 Mart 2007, MR.

0 Yorum: