10 Kasım 2023

,

Ölüler Günü


Hayat yeşilde
Yeşil yosunda
Yosunlar boy veriyor
Kuytuluklarda.

İnsanın yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren sürdürdüğü yaşam mücadelesinin temel amacı hayatta kalabilmek olmuştur. Bu zorlu süreç içinde kendi türdeşiyle birlik olup aletler geliştirmiştir. Beslenmeden barınmaya, icat süreciyle geçmiştir. İnsanın ayakta kalma mücadelesi ölüme karşı verdiği savaştır. Doğada yaşanılan bu savaşımda kendi türdeşinin ölümüyle karşılaşır. Homo sapiense ait dönemde bile insan atalarının ölenleri gömdüğü, yapılan kazılarda ortaya çıkmıştır. İnsanın, çevresinden ve birlikte yaşadığı, birlikte mücadele ettiği, anıları olduğu türdeşini gömmesi mezar kültürünün başlangıcıdır.

Bir kişinin ölü bedenini toprak altında korumaya almak önemli bir sahiplenmedir. Ölen kişinin yerinin bir işaretle de olsa belirlenmesi, insan tarihinin oluşması açısından kritik bir eşiktir. Ölen insanın anılarının dil yoluyla yeni nesillere aktarılması sözlü tarihin gelişmesini sağlamıştır. Orhan Hançerlioğlu’nun işaret ettiği gibi, insanın ayakta kalma süreci el-dil-beyin birlikteliğinin kazanımıdır: düşünmek, icadı üretmek, dil yoluyla tekniği aktarmak/haberleşmek.

Yazının icadı, tarımla yerleşik hayata geçilip özel mülkiyetin gelişmesi, devlet teşkilatlanmasının ilk tohumlarının atılması, insan topluluklarının diller ve coğrafya farklılığıyla kültürel çeşitliliğin oluşması, özel mülkiyetin etkisiyle kendi türdeşleri arasındaki savaşın ve salgın hastalıkların sonucu olarak gerçekleşen ölüm, insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak mezar kültürünü daha da kalıcı hâle getirmiştir. Her kültür, ölüm ve cenaze törenini kendi usulünce şekillendirmiştir.

Eski Türklerde savaşçı toplum olmanın etkisiyle, ölen kişi savaş malzemeleri, sevdiği eşyalar ve önemli giysilerle, ev gibi tasarlanmış mezarlara gömülür. Süryanilerde önemli rahipler, İsa’nın tekrar doğudan geleceği inanışıyla, betondan koltuklara en güzel kıyafetleriyle oturtularak gömülür ki, peygamberlerini o şekilde karşılamak isterler. Mısır medeniyetinde uygulanan mumyalama yine ölüye ve ölüme yüklenen anlamla ilgilidir. Ölen kişinin yakılıp küllerinin nehre atılması, başka bir kültürün ölüm algısını açığa çıkarır.

Dinlerin çeşitliliğine göre cenaze merasimleri de farklılaşmıştır. İbadethanelerde gerçekleştirilen törenler, okunan dualar, ölen kişi adına yakınlarının belirli aralıklarla yemek vermesi ölen insanı sahiplenme/ yaşatma adına insanlaşma sürecinde önemli adımlardır. Dinler tarihinde ilk insan ölümünde karganın öldüren kişiye öldürdüğü kişi için yer gösterip gömmesine yardımcı olması da defin kültüründe kadim anlatılardandır. Ölen bir hayvanın başında başka bir hayvanın acı çekerek beklemesi de ölüm ve anı gerçeğinin yadsınmaması gereken hususlarındandır. Yine Antik Yunan’da ölen kişinin gözlerine para konularak uğurlanması, yaşamın bedenen olmasa da ruhen devam ettiğine olan inancı gösterir. Kadim medeniyetlerde ölen kişinin mezarı üzerine ailenin bina inşa etmesi temelin ve kökün korunmasına yöneliktir, bir tür ölümle ve anıyla iç içe yaşamadır. Bu yüzden Sabahattin Ali, tarihimizde ve içimizde bir acıdır, Nâzım Hikmet hasrettir.

Felsefe tarihinde ölüm konusu hep tartışılagelmiştir. Ölümün karşısına hazzı/hedonizmi koyan görüşler olduğu gibi yaşamın anlamının olmadığını ileri sürerek, intiharı ya da ölümü öneri olarak sunan nihilistler de olmuştur. Martin Eden’ın “bütün amaçlarına” ulaştığını düşündükten sonra yaşadığı boşluk onu denizin sularına atlayarak intihar etmeye sürüklemiştir, çünkü amaç diye belirlediği hedefler bireyseldir ve tükenmiş/tüketilmiştir. Aynı şekilde, ölümden korkunun aslında ürkütücü cenaze merasimleri ve yakılan ağıtlardan kaynaklı olduğu da ileri sürülmüştür. Mevlana’nın ölümü şeb-i arus/düğün gecesi olarak sayması da tasavvuf inancı bağlamında asıl sevgili olan yaratıcıya kavuşma özlemidir. Ölüme yüklenen anlam, aynı zamanda yaşama yüklenen anlamın belirleyicisidir.

Ölüme yüklenen anlam, defin işlemleri ve mezar biçimleri uzun bir yazı, hatta bir kitap konusu olarak, bu alanda uzmanlaşmış araştırmacılar için çalışma alanıdır, bu yüzden bir yazının sınırını aşan çok derin bir içeriğe sahiptir. Ölüm gerçeğini kabullenmek ve onu yenmek için hayatın yüce bir amaca bağlanması, eser bırakılması, sanatsal üretimler de insanın ölüm karşısındaki duruşunu güçlendiren başka pratiklerdir. Bunun ana nedeni, insanın diğer canlılardan ayrılan bir yönüne işaret eder: anlam arayışı.

Her ne görüş ileri sürülürse sürülsün önemli bir gerçek vardır ki insan ölümlü bir varlıktır ve bu gerçekten kaçamaz. Yedinci Mühür filminde veba salgını sırasında Azrail’den/ölümden kaçan başkarakter, Azrail ile satranç oynayıp yaşam süresini uzatmaya çalışsa da sonuç nafiledir.

Ölüm; insan için biyolojik bir süreç/eşik olsa da ölüyü evde bekletmek, onun için dini ya da ideolojik törenler düzenlemek, kitle halinde defnetmek, ona bir mezar taşı dikmek, ağıtlar yakmak, mezar taşına söz ve şiirler yazmak, ölümün başlı başına bir kültür olduğunun kanıtıdır.

Yerleşik hayata geçiş, beslenme sorunlarının çözülmesi, yerleşim birimlerinin sayısındaki artış mezarlık/kabristan diye adlandırılan bir alanı ortaya çıkarmıştır. Her kültürde lahitler, değişik mezar biçimleri, ölen kişinin aidiyet bilgilerinin mezar taşlarına yazılma biçimleri ve içeriği değişiklik arz etmektedir. Anadolu’da kimi aileler, ölen kişiyi evinin bahçesine, tarlasına ya da yakın bir alana, müstakil biçimde gömmektedir. Mezarlıklarda aile mezarlığı denen alanlar belirlenerek, ailenin bir değer olarak korunması da dikkat çeken hususlardandır. Kişinin vasiyeti sonucu öldüğünde anne, baba, kardeş, sevgili, yoldaş belirlediği kişinin mezarına gömülme istediği de yaşatılmak istenen değerlerin güçlenmesi açısından insana ait bir aidiyetin sonucudur.

Köylerde mezarlıklar hanelere yakın bir alanda kurulur. Kapitalizmin gelişmesiyle kent merkezlerine kırsaldan yaşanan göçler sonucu mezarlıklar yine bir sürü yerleşim birimlerine yakın kurulmuştur. Artan nüfusun ve kapitalist kentleşmenin sonucu olarak mezarlıklar şehrin dışına doğru itilmeye başlanır.

Ülkemiz gibi kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmediği, geç kapitalistleşmenin yaşandığı yerlerde çarpık kentleşme ve rantın sonucu olarak çok az mezarlık büyükşehirlerde semtlerin içinde yer alıyor. “Yahya Kemal’in şehrin her tarafına âdeta serpiştirilmiş bu mezarlıklar karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen ve bunun hijyen kurallarına aykırı olduğunu söyleyen bir yabancıya söylediği ‘Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.”[1] sözü, bizim kültürümüzde mezarlıklar bağlamında ölüye gösterilen saygının, değerlerin korunmasının ve ölümle iç içe yaşamanın önemini vurgular.

Mezarlıkların şehrin dışına itilme süreci sadece rant ile açıklanacak bir durum değildir. Yaşadığımız sömürü düzeninin kitlelere yüklediği motivasyon Yedinci Mühür filmindeki başkarakterin ruh halidir. Kapitalizmin verebileceği değerler, burjuva ahlakına dayalı bencillik ve narsisizmdir. Narsist birey ölümden kaçar, bu gerçekle yüzleşmek istemez, “biriciktir”. Yaşlanma karşıtı gerçekleştirilen tüketim, ölümden değil, yaşlanmadan kaçışın belirleyicisidir. Lüks yaşam, tüketim, özel mülkiyet hırsı, sınıf kardeşiyle kişinin vereceği mücadele, gösteri bağlamında narsist kültürün gelişmesine yol açar. Yaşanan narsisizmin bireyselden çıkıp toplumsala ulaşması kapitalizmin sonucudur. Her birey diğerinden ve toplumsaldan tecrit edildiğinde, bencil bir toplum ortaya çıkar, yalnızlık yaşamın gündeliğine dönüşür. Buna bağlı olarak, sürekli kendini düşünen insan, ölümü de kendine yakıştıramaz. Mezarlıkların şehrin dışına itilmesi, doğal olmayan ölümün müsebbibi kapitalizmin ölüm gerçeğinin kitlelerin bilincinden uzaklaştırma hedefidir.

Çevremizi saran rezidanslar, gökdelenler, ultra lüks yapılar, iş merkezleri, reklâm tabelaları, AVM’ler ölümün olmadığı, hazzın tüketilmesinin yaşamının anlamına dönüştürüldüğü gerçeğini karşımıza çıkarır. Bu yüzden mezarlıklar yerleşim birimlerinde değildir.

Marx ve Engels, tüm tarihi sınıflar mücadelesi tarihi diye özetler. Özel mülkiyetin gelişiminden beri her zaman iki sınıf karşı karşıya gelir: ezen ve ezilen, günümüzde burjuvazi ve işçi-emekçi. Kapitalist sistemde ölüm de mezarlık da sınıfsaldır. Zenginlerin defnedileceği Boğaz gören mezarlıklar fahiş fiyatlarla satılmaktadır. Yoksulların yakınları öldüğünde, yine bir ücret karşılığında şehrin en uzak köşelerine gömülmektedir. İçinde olduğumuz halkın önemli bir geleneği olan arife ve bayram günlerinde ailecek yakınlarının mezarına gidebilmesi ekonomik açıdan çok zordur. Bugün mermer fiyatlarının artışından kaynaklı yoksulların mezar yaptırabilmesi neredeyse bir aylık asgari ücrete denk gelmektedir. İnsanlar kirasını ödeyememekte ve ev sahibi olamamaktadır.

40 milyonun üzerinde konutun nüfusa kayıtlı olduğu ülkemizde, işçi ve emekçi sınıfların ev alabilmesi hayaldir. Kendi yurdunuzda evsiz olduğunuz gibi öldüğünüzde de 3 metrekarelik bir mezarınız olmaz. Yaşarken de öldüğünüzde de yoksulsanız evsiz, adressizsinizdir. Sanki hiç yaşamamış gibi yaşanmamış hayatlar. Bir yeri yurt edinebilmek için orada mezarlarınızın olması gerekir. Adressiz “yaşamak” ölümden sonra da devam eder yoksul için.

Anadolu’da bir gelenek vardır. Yaşını almış büyüklerimiz “kefen parası” diye bir parayı hep saklar ve o paraya dokunmaz. Bugün emekliler evine ekmeği zor götürebilmekte, aylardır et yiyemediğini haykırmakta, evinin kirasını ödeyememekte, beslenmesinden kısmakta, gerektiğinde ev sahibi tarafından sokağa atılabilmektedir. Bu gerçek, halk ozanı Serdari’nin “Kefensiz kalacak ölümüz bizim” dizesini hatırlatır. Yoksulun ölümü de mezarı da yoksulcadır.

Kapitalizmin gelişmesi emperyalizme de ölüm açısından bir rant kapısı daha aralar. Kovid döneminde insanlar, ailelerinden ve canlarından yitirdikleri parçalarını görmeden defnedilmesine mahkûm edildi. Halk, kendi değer ve gelenekleri çerçevesinde cenaze merasimi düzenleyip son olmasa da en önemli görevini ölen yakını için gösteremedi, bir araya gelişi sağlayan toplumsallık parçalandı. Kovid’den ölen insanlar için ayrı mezarlıklar yapılarak virüsün yayılımı engellendi(!) ama fabrikalarda işçiler çarkları çevirdi, motokuryeler siparişleri yetiştirdi, egemenler ve burjuvazi en iyi hastanelerde tedaviler görüp lüks yalılarında kendilerini korudu. Depremde ölen canlar battaniyelerle ve çeşitli örtünme biçimleriyle toplu hâlde gömüldüler. Yani kefensiz kaldı ölülerimiz bizim.

Kapitalizmin rant alanı olarak cenaze törenine ve tek kutuplu küresel ölüm yolculuğuna üretimi kartondan tabutlar üretmek oldu. Artık o da yoksul için lüks!

1982’de Ataol Behramoğlu’nun gazete haberlerinden yola çıkarak yazdığı şu şiir, sömürü düzeninde değerlerin nasıl tek tipleştirilerek, yaşamın anlamının bozguna uğratılmaya çalışılması noktasında tarihsel bir öneme sahiptir:

KARTON TABUTLAR

“Bir Belçika şirketi karton tabut yaparak gelişmekte olan ülkelere ucuz fiyattan ihraç etmeye başladı...”

(Gazeteler)

Ölenleriniz ve ölecek olanlarınız için
Tabutlarımız var, sert kartondan
Hem ucuz, hem kolay monte ediliyor
Pratik oluşları bundan...

Sözgelimi bir depremde
Kıtlık ya da savaşta on bin ölü verdiniz
İstediğiniz sayıda tabutu
En kısa sürede yetiştiririz...

Çocuklar ve hayvanlar için
Üretim yapıyoruz ayrı boy ve tipte...
Karton hayvan tabutlarına ilgi
Artıyor gelişmiş ülkelerde gitgide...

Ölenleriniz ve ölecek olanlarınız için
Sert kartondan tabutlarımız var...
Gecikmeyin ısmarlamakta
Bayanlar! Baylar!

Verniklenmiş ceviz ağacından
Tabutta gömülecek değilsiniz ya!
Haydi, karton tabutlarımız!
Kullanışlı ve çok ucuz fiyata!”[2]

Kapitalizmde ölüm sınıfsaldır. Ezilen, sömürülen ve yoksul, öldüğü yerde kalır. Bazen bir mezar bile yoksul halklar açısından lükse dönüşür. Bugün Filistin’de insanlar hastanelerde, evlerinde, mülteci kamplarında, ambulanslarda, sokakta öldürülmektedir. Ölenlerin yarısı çocuklardır: gelecektir, umuttur, masumiyettir. O yüzden bir çocuk mezarı yetişkin mezarından küçük olduğundan, oradan geçen insanın yüreğini acıtır.


KUŞATMA

Sen kurşun yağmurları altında
Güneşin delik deşik edildiği
Bir ülkede doğdun
Öptü kan revan içinde seni
Çırılçıplak bir ölüm

Ölümü ve gözyaşını gördün yavrum
Kan emmeyi öğrendin yaralarından

Saplanırken geceye ilk çığlığının sesi
Kestik göbeğini süngüyle senin
Terli bir asker kaputuna sardık sonra
Kurşunlar yağıyordu cesedine annenin

Ağla yavrum ağla
Dindirsin içindeki acıyı gözyaşların
Dönsün toz duman arasın aşkı
Ve kalksın artık
Kanlı duvarlarından kuşatmaların
Ağla yavrum ağla şimdi...” [Mecit Ünal]

Filistinlilerin ölümü konuşulurken asıl mesele, olan ölenlere ne olduğudur. Ölenler kendi topraklarına gömülüp mezar taşları dikilmedikçe yurtseverlik bilinci gelişmez, halk belleksizleşir ve tarihsizleşir. O yüzden, “ölüme karşı yaşam” demek kadar, ölen için mezar hakkını savunmak da insani onurun, erdemin, değerlerin gereğidir.

Emperyalizm ölümü gösterse de mezarı göstermez. Bunun sebebi, toprağın altındakiyle üstündekinin ilişkisini kesmektir. Sina çölüne doldurulmaya çalışan halkın evlatlarının mezarları nerededir? Mezar hakkını savunmak, yurt mücadelesinin önemli bileşenidir. Ezilenlerin mücadelesinde tarih, mezar taşında ölümsüzleşir. Gelenek, değer, kararlılık orada anıtlaşır. Emperyalizme karşı yurt mücadelesi veren halkların kahramanlarının mezarları o halkın kimliğidir.

Japonlara atfedilen bir gelenek vardır: İlkokula başlayan çocuklar, Hiroşima ve Nagazaki’ye götürülerek tarih ve yurtseverlik bilinci aşılanmaya çalışılır. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok halkta bu gelenek görülür. Bugün Gazze, Irak, Suriye, Donbas, Balkanlar özelinde düşünüldüğünde, emperyalist işgaller sonucu katliamlar yaşanıyor. Halklar başka ülkelere göçe zorlanıyor, fakat ailelerin -varsa- mezarları geride kalıyor, yurtsuzlaşma burada başlıyor.

Filistinliler katliama uğrarken göçe zorlanıyor, fakat göç yollarındaki konvoylar Siyonistler tarafından vuruluyor. Göçen halkın ölüsü de mezarı da geride kalıyor.

Sofokles’in meşhur oyunu Antigone’de bir kadının kardeşi vatana ihanetle suçlanarak, kral olan amcası tarafından öldürülür. Ölen kardeşin bedeninin hayvanlar tarafından parçalanması emredilir. Antigone, her gün gidip kardeşini gizlice gömer ama günün birinde ölüyü her gün çıkarıldıkça gömen kişinin o olduğu anlaşılır. Antigone, kardeşini sahiplenmekle kalmayıp ölümü göze alarak insanın mezar hakkını savunan onur mücadelesinin trajedisinde kahramana dönüşür. Bu oyun, Brecht tarafından Hitler-Naziler dönemine uyarlanarak sahneye konur.

Yurt mücadelesi karşısında ölümü göze alan Filistin’in evlatlarının cesareti kadar, geride işgal altında kalanların ölen evlatlarının mezar hakkını savunması da bir o kadar cesaret ve onur dolu kahramanlıktır. Bu yüzden yurt, üzerinde yaşayanların savunulması kadar yerin altında onlar için yatanların da savunulmasıyla anlam kazanır.

Kapitalizmde ölüm sınıfsaldır. Demir Ökçe’de başkarakter, sınıf mücadelesi veren bir kahramandır. Burjuvazi ve üniversite hocalarının toplandığı bir etkinlikte burjuvazinin giydiği elbisede yoksulların kanı olduğunu onların yüzüne vurması çarpıcıdır. Öyledir. Yine Brecht’e atıfta bulunacak olursak, Kafası Çalışan Bir İşçi Soruyor şiirinde Mısır piramitlerini kimin yaptığını, İskender’in savaşları tek başına mı kazandığı sorgulanarak, emeğin kolektif yönü ve sömürü vurgulanır.

Şehrin kalbinde yükselen camdan gökdelenlerin/sırça köşklerin temelinde işçilerin canı karılmıştır. Asansör halatı kopar işçiler ölür, maden ocağı göçer işçiler ölür, Kovid olur işçiler emekçiler ölür, asansör bakımı yapılmaz öğrenci ölür, sele kapılan yoksul ölür, ilâç alamadığı/bulamadığı ve ameliyat olamadığı için halk ölür, tersanelerde işçiler ölür…

Ölüm sınıfsaldır, çünkü sermayenin birikiminde ölüm vardır. Kâr hırsı uğruna işçiler, emekçiler, yoksul halk kitleleri ölür. Ölüm sadece burada gerçekleşmez. Ölüm mezarlıklarda da gerçekleşir. İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerin mezarlıklarına gidildiğinde uyuşturucu içen gençlere rastlanır. Toprağın altındaki değil, üstündeki yaşarken ölmüştür, anlamı yitirmiştir, bilinci yok edilmiştir. Burjuvazi de emperyalizm de nekrofildir.

Ölüm ve mezarlık,, kaçılması gereken gerçekler olarak yozlaştırılır. O yüzden, sadece ölüm değil mezarlıklar da “ürkütücü” gösterilir. Geceleri karanlıktır, aydınlatılmaz ki mezar ziyaretleri de zorlaştırılsın, ölümden hep kaçılsın. Sömürü çarklarının sınıf ve kitleler için ürettiği motivasyon budur, bu kadardır. Aynı zamanda mezarlıklardan kaçıldıkça burjuvazinin işlediği suçlardan da kaçılır.

“Akıtılan ve akıp gelen kanlarda
Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.” [Turgut Uyar]

Sömürü düzeninde ölüm ve mezarlık sınıfsal olduğu kadar ideolojiktir de. Hasköy Musevi Mezarlığı örneğinde görüldüğü gibi, kapitalizm tarafından ırkçılık ve faşizmle doldurulan paramiliter kitleler Musevilere ait mezar taşlarını kırmıştır. Yaşayanın göç ettirildiği kadar mezarı da göç ettirilir. Ülkemizde yaşayan bir halkın mezarlığına yapılan saldırıya ne kadar karşı duruyorsak, Filistin’de Siyonistlerin gerçekleştirdiği katliamlar karşısında da yurt tapusu olan mezar ve mezarlık hakkını işgal altındaki Müslüman, Hristiyan vd. inanca mensup halklar için de savunmak zorundayız.

Halk sınıflarını egemen sınıflardan da ayırmalıyız. Marx da bir Yahudi’dir, İsrail’i protesto eden Yahudiler de vardır. Halklar arası düşmanlık emperyalizmin elini güçlendirir. O yüzden, halkların kardeşliği sadece yerin üstündekilerle bütünleşmek kadar yerin altındakilerle de bütünleşmekten geçer.

Şener Şen’in oynadığı Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde bir arkadaşları ölünce cenaze namazını çok az kişi kılar. Ermeni sanatçı Nübar Terziyan ile Şener Şen arasında geçen diyalog, halkların kardeşliğinin cenazeyi sahiplenmedeki samimiyeti gösterir.

- Nübar sen Ermeni değil misin?

- Ermeni’yim.

- Namazda ne işin var?

-N’apıyim, cemaat o kadar az ki adama ayıp olacak!”

Sömürü düzeninde ölüm ideolojiktir. İşçi sınıfı, ölen sınıf kardeşlerinin mezarlarına sahip çıkmalıdır. Sınıf bilincinin gelişmesi sınıfın geliştirdiği değerlerle güçlenir. Sınıfsız sömürüsüz düzen ve dünya kurma yolunda yaşamıyla bayraklaşan işçi, emekçi, mücadeleci insanlar öldükten sonra da yaşatılmalıdır. Nâzım Hikmet, Yaşamaya Dair şiirinde “Yahut, kocaman gözlüklerin,/ beyaz gömleğinle bir laboratuarda/ insanlar için ölebileceksin” dizelerini yazar.

Mersin’de Kovid döneminde Ramazan Şahin adlı kimya öğretmeni, kapanma/kapatılma sürecinde çalıştığı meslek lisesinde dezenfektan yapımı sırasında yaşanan patlamada yaşamını yitirdi. Daha önce Yalova’da öğrencileri tarafından çok sevilen bir matematik öğretmeni Halil Serkan Öz, öğrencilerinin karşısında sınıfın içinde “kılık kıyafetinden” dolayı “azarlandığı” için onuruna ağır gelen bu durum karşısında yaşamını yitirdi. Her ikisi de Eğitimsen üyesi öğretmenlerdi. Bu öğretmenlerimizin mezarlarına çiçekler bırakmak yetmez, çalıştıkları şehirlerdeki yeni yapılan okullara adları verilmesi için eğitim sendikaları -maalesef Eğitimsen yapmadığından- ve meslektaşları olarak mücadele verilmelidir.

Her iki olay da kişisel değil, onlar nezdinde, sınıfsal bir meseledir. Onları yaşatmak, değerlerimizi ve onurumuzu korumanın ve sınıf mücadelesinin gereğidir.

Sonuç

Bugün kapitalizmin ve emperyalizmin geldiği aşamada işgal, sömürü, yozlaştırma politikaları ve saldırıları sonucunda ölüm, yaşamın olağan akışına dönüştürülmüştür. Emperyalizm, medyasıyla zihinleri işgal ederek, pazarladığı uyuşturucuyla halkları robotlaştırarak, sömürüyle kumarı ve fuhşu yayarak, iş cinayetleriyle kârına kâr katarak, nihilizm ve bencilliği yayarak narsisizmi küreselleştirerek yaşamı da ölüme çevirmektedir.

“Korkulması ve kaçılması” gereken yerler mezarlıklar değildir, o mezarlıkları dolduran sömürü düzeninin kurduğu rezidans ve gökdelenlerdir. Ürkütücü olan mezarlıklarda yatan ölüler değil, yaşayan ölülere çevrilerek şiddeti birbirine yönelten sınıf bilincinden ve değerlerden arındırılan işçi ve emekçi sınıflardır. Mezarlıklar, en sessiz ve ağaçlı yerlerken kapitalist kentler en gürültülü ve beton yığını yerlerdir. Mezarlıklarda yatanlar insanken, çevremizi saran kuşatma insansızlaştırılmalıdır. Ne Gazze’de ne bir inşaatta ne bir maden ocağında ne bir laboratuvarda ne bir tarım işçi servisinde ne bir depremde ne bir sokakta ölmek istiyorsak ya da bir yakınımızı kaybetmek istemiyorsak, tek çare, ezilen ve sömürülen sınıflar olarak kapitalizme ve emperyalizme karşı dini, dili, cinsiyeti fark etmeksizin birleşmektir.

NOT: Yazının kaleme alınma sürecinde bir haber dikkat çekici olmuştur ve kapitalizmin bize unutturduğu değerleri ve ölüm gerçeğini hatırlatmıştır. Meksika’da 2 Kasım’da Ölüler Günü Festivali düzenlenmektedir. Bu festivalde iskeletlerle ve maskelerle yürüyüşler yapılıyor. Haber, başta absürt gibi gelse de devamında festivale katılan halkın mezarlıklara giderek yakınlarının mezarlarını çiçeklerle donattığı yazıyor. Unutturulmaya çalışan değerlerimiz açısından dünya halkları için öğretici bir niteliğe sahip. Sömürü düzeni, bizi birbirimize düşman etmeye çalışmakla yetinmeyip, aynı zamanda ölen insanlarımızla da bağımızı koparmayı hedefliyor. Bu bakımdan, dünya halklarının ürettiği değerlerden öğreneceğimiz çok şey var. Sınıfsız sömürüsüz bir düzen kurmak istiyorsak halka gitmemeliyiz, halkın içinde olup onların yozlaşmamış değerlerini güçlendirmeliyiz. Türkülerimizden fıkralarımıza, atasözlerimize, cenaze merasimimize, mezar taşlarımıza kadar tüm değerlerimize sahip çıkmalıyız. Son olarak, yazımızda da belirttiğimiz gibi ölüm ve mezar/lık konusunda ciltler dolusu kitaplar yazılır. Bu nedenle, gerek ülkemizden gerek başka ülkelerden halkların ölüme ve mezara yüklediği anlam ve sahiplenme konusunda yeterince örnek veremediğimiz için tüm içtenliğimizle özür dileriz. Ne öğreniyorsak sınıf ve yurt mücadelesi tarihinin değerlerinden öğreniyoruz.

S. Adalı
10 Kasım 2023

Dipnotlar:
[1] Sadi S. Kucur, “İstanbul’un Tarihî Müslüman Mezarlıkları”, İstanbultarihi.

[2] Ataol Behramoğlu, “Karton Tabutlar”, AB.

0 Yorum: