“Hangi yaşta olursan ol
Kardeşim
Kaptırıp gönlünü sevda fırtınasına
Evin yolunu şaşırmamışsan
Sende iş yok be kardeşim
Sen artık hapı yutmuşsun
Borçlusun sen ağaçlara kuşlara
Borçlusun sen trenlere otobüslere
Yağan kara esen yele borçlusun
Borçlusun sen herşeye
Gözdeki ışıltıya
Alındaki çizgiye
Eldeki şaşkınlığa
Borçlusun herşeye
Kardeşim
Yaşamın kendisine”
[Hasan Hüseyin Korkmazgil]
Çok da uzak olmayan bir geçmişte Anadolu’nun bir
yöresinde yaşama gözlerimizi açtık. Sokakta oyun oynadık, müstakil evlerin
duvarlarına tırmanıp cimri mülk sahibi hemşehrilerimizin taşlarına maruz
kalarak meyve kopardık. Kapıların zillerine, arabalara dokunup zili ve alarmı
çalarak kaçtık. Sokakta top oynadık, geniş ve kalabalık ailelerin çocukları
olarak. Düştük, yara bere içinde ağladık, ağladıkça büyüdük. Yaptığımız
afacanlığın sorumluluğunu alıp bedelini ödemeyi böyle böyle öğrendik, çünkü ana
babamız, kendi yaralarımızı kendimizin sarması gerektiğini ve her zaman
yanımızda olamayabileceklerini bize “tepkisiz” kalarak öğretti. Sokaktan okula
gönderildiğimizde top oynayıp afacanlık yaptığımız arkadaşlar, artık bize
rakiplerimiz olarak tanıtıldı, notlarla onları geçemezsek hep kıyaslanırdık,
yaşamda kalmanın ilkesi olarak rekabeti öğrenmek zorunda kalan yoksul emekçi
ailelerin çocukları olarak birbirimizle rekabet etmeye “mecburduk”. “Yaşam bu”
diye öğretiliyordu.
Bir kalem, defter ile okula gönderildik. Önlüklerin
yakasındaki ilikler koptukça dikildi, dikildikçe aşındı. Kalemler, bıçakla tıraş
edildi çünkü kalemtıraş lükstü. Okullarda yarım simit satılırdı, gazoz ve
simidi aldıysanız varsıldınız. Farklı dillerden ve inançlardan ailelerin
çocukları olarak bir sırada üç kişi oturtulan okullarda öğrenim gördük.
İdealist bir öğretmene denk geldiysek birçoğumuz için şans sayılırdı. Sokakta
oynanan top, spor salonu olmayan mahalle okulunun bahçesinde oynanınca disiplin
suçuydu, top kesilirdi. Yaz geçtikçe en can sıkıcı olan, okulun açılması değil,
kışın gelmesiydi.
Kış demek; karda yağmurda ıslanmak, ayakkabıların su
alması, sınıfa odun taşımak, akşam salonda soba başında ısınıp gece başka bir
odada abi ya da ablayla karşılıklı divanlarda yorgan altına sığınmaktı. Sabah
bırakılamayan sıcak yataktan çıkıp okula gitmek. Ayakkabı su alır, iki çorap
arasına analarımızın çözümüyle poşet “giyilir”. Hastalanırsanız sağlık karnesi
kış boyu yazılır, sağlık karneniz yoksa eş dost akrabaya başvurulur. Sağlık
karnenizdeki notlarınız kış boyu düşüktür.
Gelişim çağıdır; ayak uzar, boy uzar ve giysiniz size küçük ve dar gelir ya da eskir. Alınan ayakkabıyla top oynamamak aile kuralıdır, çünkü tüm çocuklarına ayakkabı alınacak kadar varlıklı değildir aileniz. “Gocuk” diye tabir edilen manto da lükstür. Okul kıyafeti de giysi de beden eğitimi dersi için gereken eşofman takımı da hatta spor ayakkabısı da alınabiliyorsa yine varlıklısınızdır. O yüzden yoksulsanız cinsiyetiniz her neyse küçük kardeşiniz değil, abi ya da ablanız olması büyük bir şanstır. O da gelişim çağında olduğundan giysi önceliği ona aittir. Onun eskisi size giydirilir. Soluk renkli gri okul pantolonları... Beden eğitiminde kıyafetiniz olmadığı için yoksulluğun yaşattığı mahcubiyetle sıradan kenara ayrılırsınız, yani ıskartaya ayırırlar sizi, beden bu şekilde eğitilir.
Sizde harçlık olduğu sorgulanmadan başka bir yoksul
coğrafyada “doğal afet” gerçekleşirse her öğrenciye bir zarf verilerek eve
yollanır. Sonra bu pratiği yoksulların gittiği camilerin çıkışına konan “sadaka
ve dayanışma” kutusunda görürsünüz.
Yerli Malı Haftası’nda ve beslenme çantasına ne konup
sınıfa ne getirileceği en büyük sorunlarınızdandır. Sınıfta bir kitaplık olur,
herkesin bir kitap bağışlaması zorunludur, meraklıysanız diğer arkadaşlarınızın
kitaplarını da okursunuz. Ders kitabının ücretli olduğu yıllar. Şansınıza denk
gelir de ders kitaplarının içeriği değiştirilmemişse yine büyük kardeşlerden
birinin kitabını kullanır ya da ikinci el olarak kaldırıma dökülen kitaplardan
kalabalık içinde cevvalce hareket edip o kitabı alırsınız ya da bulamazsınız. Resim
derslerinde boyanın her çeşidi ve gerekli malzemeler istenir. Nasıl alacak
aileniz? Yetişmez para boyanın çeşitlerine. Dayanışmacı bir arkadaşınız varsa
onunkinden faydalanırsınız. Okul bir de “bağış” toplarsa ve birden fazla kardeş
aynı okuldaysa, birinden o para alınmaz, ama o şanslı kimdir! Bu da öğretmenler
için ayrı bir uğraştırıcı süreçtir.
Sınıfta öğretmenlerin babanızın ne iş yaptığına
yönelik sorusu karşısında en mahcup olan arkadaşınız kimse işte o en yoksul ve
yoksun olanınızdır. Boşuna mahcup olur, zaten sınıfın yarısının babaları ya
işsizdir ya düzenli bir işe sahip değildir ya da “serbest meslek” erbabıdır!
Dünyanın en uygunsuz sorusu müfredat dışından gelir, sınıfın ortasında ayağa
kalkıp bu soruyu yanıtlarsınız. Soru, sizin değil, babanızın “çalışmadığı
yerden” gelmiştir. Gururunuz önemsenmez. Gelir bilgisi, açık uçlu soru olarak
karşınıza çıkar; yazılı olarak sorulmaz, sözlü olarak sorgulanırsınız.
Bayramların gelmesinin en sevindirici yanı, harçlık
verecek büyüğe denk gelmek ve size bayramlık kıyafet alınmasıdır. Kurban
derisini harçlığa çevirmek sizin ticari kaygınızdır, ama vakıflar gelip “bağış”
diye o deriyi ailenizden alır. Hayırseverlik bunu gerektirir. Bakır telleri,
hurdaları ve çeşitli atıkları toplayıp hurdacıya satmak tüccarlık bilgisi ve
deneyimi kazandırır. O yüzden “Yalnız değilsin eskici!”
Ailenizin en önemli kaygısı ayakta kalmaktır. Kış için
yakıt bulmak, yazdan kışa hazırlık için gerekli erzağı temin etmek, toz şekeri
çuvalla alacak parayı bulmak...Soba kurulacaksa boruların içi size temizlettirilir
(Perde takmak da ayrı derttir). Öyle kalsa iyi, o borular birbirine tam
yerleşmezse evi duman kaplar. En mühendislik gerektiren süreç budur. Geleneksel
hendese bilgisi sayesinde bir inşaat teliyle o borular tavana sabitlenir.
Sobayı yakmak ayrı dert. Soğuk havada evden çıkıp odunu, talaşı, kömürü
taşımak; sobayı yakmak... Sonra o sobanın etrafındaki çembere girebilmek
olimpiyat gibidir. Tüp gitmesin diye su da yemek de sobanın üzerine konulur. Banyo
suyu da orada ısıtılır. Banyo sobası varsa o hamam turizminden rezervasyon
yaptırmak da haftalıktır. Rengi atan pantolon bir kazana atılan toz boyayla
suda kaynatılır. Yemekler yerde sofrada oturularak ortadan yenir, o tepsiye
kaşık atmak için inşaat kepçesi gibi seri kollarınızın olması gerekir.
İçindeki yağı bitmiş tenekeler önce kevgire çevrilip
sonra o deliklerden su geçecek şekilde içi toprakla doldurulur. Ardından sebze,
süs biberi, nane ekilir. Balkonu ve damı süslemek için değil, ihtiyaç için. O
birkaç parça kıyafetiniz de divanın altına yerleştirilen leğene konur.
İlk ve ortaokulu bitirdiğinizde yeni bir sorumluluk
karşınıza dikilir. Yoksulsanız okumak zorundasınız ve hep okumak
zorundasınızdır, yoksa hayata atılmak (çalışmak) gösterilerek tehdit
edilirsiniz. Sınava hazırlık kitaplarını temin etmek için gazete kuponları
toplanır, o süreçten geçmiş olanların test kitaplarındaki karalamalar için tek
ihtiyacınız olan silgidir. Bir yaşam, bir silgiyle temize çekilir; başkasının
öyküsünün üzerine düz, çapraz, yuvarlak çizgilerle kendi öykünüzü yazarsınız,
çünkü sizden sözünüzü söylemeniz değil, 4-5 seçenekten birini işaretlemeniz
istenir. Ailenize, feodal rekabetçi akrabalarınıza ve öğretmenlerinize karşı
kendinizi kanıtlayacağınız yer ve zaman o öğrenim kademesinin sonunda
elinizdeki kalem ve silgiyle, nüfus cüzdanı ve giriş belgesiyle katılacağınız
sınav merkezine dönüştürülen okul sıralarıdır. Puanı yüksek bir okula hatta
yatılı bir okula girerseniz, hem kendinizi kanıtlar, size kıt kanaat verilen
emeği boşa çıkarmazsınız hem de artık ailenize yük olmazsınız. Puansız ya da
düşük puanlı bir liseye girerseniz, notların iyi gelmesi son şansınızdır, çünkü
okuyup okumayacağınız ya da ne zaman “tembellik hakkını” kullanacağınızın
ihtimali yoksul ailenizde bir kaygıya neden olur. Her iki okul türünden de
mezun olup üniversiteye yerleştiğinizde ailenize bir rahatlama gelse de sizi
bekleyen, kardeşinizle uyuduğunuz odayı özlemek olur; sadece aile özlemi değil,
rahatlığa olan özlem.
8 kişilik yurt odalarında kalır, yemekhane fişleri
kullanır, banyo sırası beklersiniz. Okuduğunuz üniversiteye göre ırkçı ya da
tarikatçı güruhun odanıza gelip sizi kendi halinde bırakması mümkün değildir.
Derste elindeki “not” kürsüsüyle/tehdidiyle, ezilenleri ve sömürülenleri
istediği gibi eleştiren akademisyene itirazı göze alıyorsanız, dersten kalmayı
ya da bursunuzun kesilmesini de göze aldınız demektir. Zor bela mezun olunca
yine sınav çıkar karşınıza. Eğer öğretmenlik mezunuysanız atanmak için
hayatınızın karar noktasındasınızdır, ya geri çekilip öğrencilerinizi hiç
tanımayacak ya da halkımızın deyimiyle, dirsek çürütmeye devam edeceksinizdir.
Yeni tabirle flört bu yaşamın neresindedir?
Yaşamınızın her anında sevda vardır, ama yoksulun boynu bükük olur. Akıllı
telefon çağı değildir. Üniversiteden önceki öğreniminizde ya arkadaşınız teklif
götürür ya da sevdalanılan akranınızın çantasına, sırasına ve kitabının arasına
isimsiz mektup bırakırsınız. İsim yazarsanız, açığa çıktığında sevda bir
disiplin suçudur. Türküde “Sevdaya yasak koyanın dünyada yeri olmaz!” dese de
bu süreç epey bir zahmetlidir. Sevmek disiplin suçudur, halkınızı da seversiniz,
yine “olağan şüphelisinizdir”. Aşk kural dışıdır, şiir yazıp (akrostiş mümkün
mertebe) duygularınızı ifade ettiyseniz daha tehlikelidir, çünkü şiir, Cemal
Süreya’nın dediği gibi “anayasaya aykırıdır”!
Yoksulun sevdası da yaşanması düşünülen hayallerle
geçer. Ataerkil bir yapıdasınızdır, eğer er kişiyseniz bu macerayı göze almak
zorundasınız. Destan ve masallardan beri bu süreç böyle işler. Bu konu epey
çetrefilli, tartışmaya açık ama öyle bir insana denk geldiyseniz bedel ödemeyi
ve fedakârlığı da göze alırsınız.
Hayata atılırsınız, öğretmen olursunuz. Bu ülkede
yoksulların çocukları öğretmen olur. İyi ki de onlar öğretmen olur. Hayatının
bir noktasında Marksizmle tanışıp da mücadeleye omuz verirse kendi
gerçekliğinin aslında ailesinin ve “sınıf” arkadaşlarının gerçekliği olduğunun
farkına varır. Geriye kalan ideolojilerden birine onay verirse o zaman geldiği
yeri unutup, devam eden nispi refahını -aslında yoksulluğunu- başarı sayıp
öğrenim (eğitim değil) verdiği öğrencinin kendi çocukluğu olduğunu unutur.
Sınıfta gördüğü öğrenci, onun çocukluğu ve sınıf arkadaşlarıdır. Yolunda
gittiği ideoloji de ona düzenin verdiği bencillik, rekabet, mülkiyet hırsı,
tepkisizlik ve acımasızlıktır. Bu değerlerle en başta kendi çocukluğunu ve
gençliğini iyileştiremeden emekli olana kadar hiçbir zaman kendi olamadan
yaşar.
Bugün, içinde yaşadığımız koşullarda bir öğretmenin
bir işçiden ya da ücretli çalışan emekçiden hiçbir farkı yok. Kazandığı ücretle
kirasını veremez, bir hafta tatil yapmak için 6 ay kredi öder, fatura
kaygısından ısınamaz, en temel insan hakkı olan barınacak bir eve sahip olamaz,
ama olsa da müteahhidin kazdığı üstü açık mezar depremde toprak atılarak
kapatılır, kendini geliştirecek kurslara gidemez, yurdun dışı değil içini bile
gezemez, ama o, sınıf atladığını düşünür, fakat ilk kez “sınıfta kalmıştır”! Yaşadığı
sürecin sorumlusu olarak meslektaşlarını, içinden geldiği, ama içinde olduğunun
farkındalığını bile unuttuğu halkın “cahilliğini” görür.
Öğrencilerini toplumsal şartlarına göre
değerlendiremeyip o “geri” bulduğu halk gibi onları akıllı telefona sahip
olmakla suçlar. Derste haylazlık yaparsa aslında “Beni gör!”
çağrısını/çığlığını disiplin suçu sayar. Sorunlarını kendi çözmeyip öğrencisini
böyle nedenlerle disipline veren öğretmen, öğrencilerinin gözünde baştan mağlup
düşmüştür.
Çocukluğundaki yaşam biçimi onun öğrencilerinde
yoktur. Akıllı telefonları vardır ama u/mutsuz, sevgisiz, bilinçsiz, yalnız,
çaresizdirler. Onları kuşatan gerçeklik bambaşkadır. Rol model olacak aydın,
yazar ve şairler Avrupa yollarında göçe durmuştur. Sosyal ve dijital medyası
suç ve yalan üretir. Sınıfsız sömürüsüz bir düzenin ne ve nasıl bir sistem
olduğundan habersizdir, çünkü sömürülmek ve ezilmek onun “kaderidir”!
İlkokul çağından itibaren uyuşturucu kullanımı okul
önlerinde, mahallelerde, belki de kendi ailesindedir. Kapitalizm suç üretir,
ailesi belki suça bulaşmıştır. Akıllı telefonu vardır, mektup yazmak zorunda
değildir, fakat üniversiteye başladığında bir arkadaşıyla oturup bir çay içip
simit yiyecek parası yoktur. Gelecek kaygısı bile yoktur, boşluğa terk
edilmiştir, çünkü kaygının yerini umutsuzluk almıştır. Sevgisizdir, çünkü onu
dinleyecek bir yetişkini ailesinde bile bulamaz. Ona sürekli yurtsuzlaşma aşılanır,
çünkü yaşadığı ülkenin gerçeğiyle mücadele etmektense özel alanına çekilerek
diziler seyredip dijital oyunlar oynaması telkin edilir. Böylece dinamizmi
uysallaştırılarak tekrar beden eğitiminde ıskartaya ayrılmıştır, ama bu sefer
ödül diye uyuşturularak. Birey, yüce ve biriciktir! Acıdan ve sorumluluk
bilincinden kaçış hazzın tüketimiyle yeniden üretilir.
Sağ ve mezhepçi retorik onu her yandan kuşatmıştır.
Aslında öğretmenini de ailesini de kuşatmıştır. Emek vermeden kolay yoldan
köşeyi dönmek en akıllıca olan kariyer basamağıdır! Girişimcilik dersleri
verilir. Acı ve emek olmadığı gibi bedel de yoktur. Ödediği en büyük bedel,
yaşanmamış hayatıdır. Yaşam diye reklâm kuşağı sunulur.
Bugünün öğretmeni, yazının girişinde belirtilen
şartlarda yetişmiştir, öğretmeninin ve ailesinin sevgisini gösterememesi içinde
kanayan yaradır. Ailesinin verdiği yaşam mücadelesi, dışarıya karşı hep güçlü
durma gayreti, aile sırlarının diğer insanlara anlatılmaması öğüdü aslında
gösterilemeyen sevginin en önemli kanıtıdır. Değerler aşılanmıştır. Bu açıdan
aile nicel açıdan en küçük sınıf hareketidir.
Bugünün çocuklarında çağın gereği olarak akıllı
telefon olsa da o telefon, aslında onların gençlik oyuncağı ve kontrol edilme
yöntemleridir. Erik ve meyve aşıracağı bir ağaç kalmamıştır, top oynayacağı
alanlar beton yığınlarına dönüştürüldüğünden “profesyonel” spor salonlarına
gönderilir, spor diye vücut geliştirme önerilir, sokakta arkadaşlarıyla
kollektif oluşturamaz, çünkü kendi vücudu oyun ve spor alanı diye sunulmuştur,
sevgisizlikten bozulan psikolojisi antidepresanla onarılır, değer aşılanmaz, bayramlarda
ziyaret edeceği yakınlarının mezarlarından uzaklaştırılır, çünkü narsistik ruh
hâliyle bedenine yöneltilip hazla oburlaştırılarak ölümsüz olacağına
inandırılır. Zombi ve vampir romanları fantastik edebiyat diye okutulur, ama
bilinci çarpıtılır, çünkü tüm çevresi zombileştirilmiş ve vampir burjuvazi
emekçiyi sömürmektedir. Kurgu ile gerçeklik yer değiştirmiş; yaşam kurguya,
kurgu yaşama verilmiştir. Aile, kötü bir geleneksel yapı olarak propaganda
edilir, çünkü mutsuzluğunun nedeni sömürü düzeni değildir, bağlarla onu
sınırlayan ailesidir! Aile mahremiyeti kalmadığından, uluorta ailevi sırlar en
büyük problem olarak çevresine açılır. Böylece en küçük sınıf hareketi
dağıtılmış olur.
Öğretmenler, aileler, öğrenciler, işçiler, emekçiler,
erkekler, kadınlar olarak tüm sorunlarımızın, yaşanılan bunalım ve yabancılaşma
sürecinin, yoksulluğumuzun ve yoksunluğumuzun temel nedeni aile dâhil tüm
bütünlüklerimize saldıran sömürü düzenidir. Terinden ve doğallığından kaçılan
Tamirci Çırağı ve Fabrika Kızı, emeğiyle dünyayı şekillendiren öznelerdir ve
öfkeyle bilediği sınıf bilinci, insan olmanın onurunu kurtaracak tek güç ve
umut kaynağıdır. Ancak o düzen kurulduğunda aşk da aile de dostluk da arkadaşlık
da gerçek anlamını bulacak. Fedakârlık, sorumluluk bilinci, güven sağlandığında
yüzünü bile görmediğimiz insanların mücadelesine omuz verdiğimizde, sınıfların
ve sınırların olmadığı bir dünyada yurdun içi de dışı da özgürce gezilip kimse
yaşadığı dünyaya turist kalmayacak. Başka insanlar için “değil”, en başta
kendimiz için bunu yapmak zorundayız. Umutsuzluk ve yılgınlık yenilgiye,
mücadele zafere götürür. Bu yüzden bizim kurtuluşumuz birbirimizin
mücadelesiyle dayanışmaktan geçiyor. Gemideki kaptanın kullanacağı pusula ve
harita bilgisi, bugün sınıf mücadelesinin ideolojisinde ve ilkelerinde mevcut.
Beyin ve kalp durduğunda tüm vücut iflas eder. Vücut bir bütündür, işbirliği
içinde kendini onarır ve iyileştirir.
Kim ki bize “insan kötüdür” diyor, kendini de insanı
da tanımıyordur. Kim ki ezilenin ve sömürülenin aidiyetine bakıp tepki
geliştiriyor, ezenin ve sömürenin sözcülüğünü yapıyordur. Kim ki bize "başkalarını düşünme" diyor, bilmeliyiz ki o, bize en büyük kötülüğü yapıyordur.
Kim bize “hazzın peşinden koş” diyor, o bizi “yol”dan çıkarıyordur. Deyişte
geçtiği gibi, “Dünyanın üzerinde kurulu direk/ Emek zay'olmadan sızlar mı
yürek/ Bu düzeni kim kurmuş bizler de bilek/ Söyle canım söyle dinlesinler
canlar// Adem eker yeryüzüne ekini/ Ekin saklar yeraltında kökünü/ Ayıkla gör
karasını akını/ Söyle canım söyle dinlesin canlar// Bir gün ağrıtırlar senin
başını/ Söyle canım söyle dinlesin canlar/ Yola gelmeyene edilmez minnet/
Cümlenin muradı dünyada cennet” [Pir Sultan Abdal]
S. Adalı
28 Kasım 2023
0 Yorum:
Yorum Gönder