“Haydi barkoda, haydi barkoda
Alkol, özgürlük ve sekülerlik için”
[Bandista’dan uyarlayan emekçilere ait]
Liberalizmin 1990 sonrası teorik ataklarından biri, cinsel özgürlük ve cinsel yönelimler bağlamında, kimlik alanında gerçekleşti. Sovyetler dağıldıktan sonra “bağımsızlık” ilân eden ülkelerde hızla STK’ler açıldı. Bu yapılanmalar aracılığıyla Batı merkezli liberal bir demokrasi hareketi güçlendirilerek kimlik çatışmaları hızlandırıldı.
Zor aygıtları ve ekonomik güç, bir halkı
dönüştürmede yetersiz kaldığından, ideolojik alanda teoriler üretilerek
emperyalistler rızayı “özgürlük ve demokrasi” hedefi üzerinden ürettiler.
LGBT oluşumu Batı merkezli küresel bir yapılanmaya çalışırken, önce ona bir bayrak ve teori tasarlandı. Cinsiyet Belası kitabıyla tanınan Judith Butler’ın başını çektiği teorik akım, zamanla “kuir (queer) teori” diye adlandırıldı. Bu teori, heteroseksüelliğin karşısında homoseksüel kimliklerin güçlendirilmesini hatta cinsiyetsiz bir dünya kurmayı amaçlıyor.
Bu teoriye göre cinsiyet
akışkandır, sabit bir cinsel kimlik yoktur, cinsiyet skalasında yer alan iki
uçluluk yetersiz kalır, “kadın” ve “erkek” diye adlandırılan iki cinsel
kimliğin arasında onlarca cinsel kimlik yer alabilir. Buna bağlı epey yeni
kavram üretilerek “lubunya lügati” oluşturuldu ve hâlen de üretim devam ediyor.
Teorinin
daha geri planında toplumsal cinsiyet teorisinin iddia ettiği “Kadın doğulmaz,
kadın olunur!” diyen Simon De Bouvir yer alıyor. Teori, son derece eklektik ve
anti-Marksist bir mevzide konumlanıyor. Negri ve Hardt’ın imparatorluk ve
çokluk teorisi, Bauman’ın akışkanlık düşüncesi, liberalizmin sınıfsal temelden
ayrıştırılmış özgürlük talebi, güney teorisi diye bilinen Connell’in ataerkil
düzeni açıklamada kullandığı hegemonik erkeklik tezi, Foucault’nun cinsellik
konusundaki çalışmaları, Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi ideolojisi, bu
teorinin beslendiği kaynakların başlıcalarını oluşturuyor. Kuir teori, en genel
hâliyle şu şekilde açıklanmaktadır:
“Kuir veya Queer,
heteroseksüel veya cisseksüel olmayan insanlar için kullanılan bir şemsiye
tabirdir. LGBT tanımlarını tekrar yapan; bunların cinsel olduğu kadar
sosyolojik, entelektüel ve politik açılımlarıyla tarihsel, kültürel
gelişimlerini de anlatan teoridir. ‘Queer’, İngilizcede ‘garip, tuhaf, yamuk’
gibi olumsuz nitelikler taşıyan bir kelime olmakla birlikte, politik ve teorik
meselelerde kullanılması 1990'larda başlamıştır. Özellikle New York’ta kurulan Queer
Nation adlı aktivist grupla birlikte özellikle akademik alan da dâhil olmak
üzere yapılan faaliyetlerle birlikte kavram somutlaşmıştır.”[1]
Komünist
Hareket-QR
Yazımızın
konusu girişte açıkladığımız kuir teori değil. Bugün ticaretten reklâmcılığa
kadar her alanda kullanılan QR kodlar. Google arama motoruna “QR kod oluştur”
yazdığınızda karşınıza çıkan sayfayı açıp ilgili alana bir internet sitesinin
bağlantısını ya da bir metni yazdığınızda QR kod oluşturucu size bir barkod
şeklinde siyah bir kod veriyor. Bu kodu bir duvara, bir broşüre/yazıya ya da
ilana yapıştırdığınızda, akıllı telefonunuzdaki barkod okuyucusu aracılığıyla
sizi o siteye ya da metne yönlendiriyor. Örnek, mimari-tarihi bir yapının
üzerindeki QR kodu okuttuğunuzda o yapının tarihini açıklayan bir metin ya da
Youtube videosuyla karşılaşabilirsiniz.
Kapitalizmin
sonucu olan hız ve tüketim çağının etkisiyle insanların bir yazıyı durup
okuması yerine minimal diye sunulan “tasarruf” aldatmacasıyla pazarlanmak ya da
açıklanmak istenen şeyler bu kodlar aracılığıyla minimalize ediliyor. Bir
duvarda bu kod görüldüğünde ilgi çekici olacağı düşünülüyor ve daha çok genç ve
orta kuşağın teknolojik araçları kullanım deneyimine hitap ediyor. Salgın
döneminde yaşanan kapanma/kapatılma sürecinin sonucu olarak bugün hâlen birçok
lokanta ve restoranda menü size kitapçık/broşür olarak verilmiyor, masaya
yapıştırılmış QR kodu telefonla okutup menüyü ekranda görüyorsunuz.
Kuir
teorinin komünist hareketlerle iç içe geçtiği süreçte Marksizm her gün
ideolojik alanda tahrif ediliyor. Hitler faşizmine karşı mücadele veren
milyonlarca Sovyet’in kanıyla sulanmış orak-çekiçli bayrağa LGBT bayrağını
ekleyip Sovyet yöneticilerini cinsiyetçilik ve zorbalıkla suçlayanlarla yol
yürüyenlere, Rockefeller’ın binalarıyla ve emperyalist ülkelerin
büyükelçiliklerle aynı gün parti binasına LGBT bayrağı asanlara rastlanıyor.
Kuir
ve QR kavramları tanıtıldıktan sonra QR ve komünist hareket ilişkisine giriş
yapılabilir. Bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle sosyal medya sosyal meydanla
takas edilerek, sol hareketin önemli bir bölümü sokaktan çekilerek halka wi-fi
ile bağlanmaya başladı. Bu politikasızlığın sonucu, sınıfsız ve sömürüsüz düzen
kurma iddiası olan parti ve çevrelerin -tarihin mirasının da üzerine çöküp- halktan
ve sınıftan koparak onları kendi ayağına çağırmak oldu. Bu tezi somut bir
kanıta bağlamak yazıyı öznel eleştiri tuzağından kurtaracaktır.
Büyükşehirlerin
önemli semt ve merkezlerinde bir gezintiye çıktığınızda karşınıza çeşitli
partilerin sticker diye adlandırılan etiketleme ve afişleri çıkar. Bu görsel
propaganda araçlarından biri, komünist hareketin halkla ve sınıfla ilişki
kurma/örme biçimini göstermesi açısından önemli. TKP, uzun bir süredir “TKP
Gönüllüsü Ol!” sloganlı bir çalışma başlattı. Bunu gösteren sticker’larda
gönüllülük formunu dolduracağınız internet sitesine ait adresin yerleştirildiği
bir QR kod mevcut.
Afişte
yazan ülkenin en genç partisi olma iddiası, partinin tarihiyle mi ilgili yoksa
partide yer alan demografik dağılımda gençlerin çoğunlukta mı olduğu belirsiz
bırakılmış. Dünyanın hiçbir yerinde komünist hareketler halka gitmeden, onların
içinde yer almadan, sınıfla birlikte sınıfın içinde mücadele vermeden, ezilenin
ve sömürülenin acısına ve öfkesine kesintisiz bir şekilde ortak olmadan
güçlenemez. “Halka gitmek”, sınıfsız ve sömürüsüz düzen kurmada olmazsa
olmazdır.
Afişte
yer alan, “partide patronluk taslayanlar yok” söylemi de tartışmaya açıktır.
Halktan ve sınıftan uzak şekilde Kadıköy’e çekilen bir partinin bu üstenci
tavrı, bugün birçok sol çevrede görülüyor. Sınıfın bir özelliği vardır: Onun
içinde yer almadan ona üst akılcılık yapandan ve onun yanında kavgaya
girmeyenden uzak durur. Bunun en açık kanıtı, Kayseri’de yaşanan seyyar
satıcı-zabıta örneğinde görülmektedir. Ekmeğini ve emeğini savunana zor
uygulanmaya çalışıldığında -en muhafazakâr yerde bile- o samimiyeti hisseden
halk araya girerek emekçiyi korur, korumuştur da.
Soma
maden ocağında kâr uğruna iş cinayetine feda edilen madenciler için halk
ayaklandı ve bir emekçiye tekme atıldı. O tekme sınıfa atıldı. Ülkemiz reformist
sol hareketi, her zamanki gibi Soma’ya da deprem bölgesine de kriz masası gibi
gitti, zamanı gelince de oradan çekildi, öncesinde de sonrasında da orada
yoktu. Deprem bölgesinde de halk ayaklandı. Orada da öncesinde ve sonrasında
bulunmayan anlık politikalarla günü kurtaran sollar, bütün kurtuluş
mücadelesini seçime bağladığından seçimden sonra deprem bölgesinde yaşayan
insanlara “gönül” koydu. Bu gönül ve gönüllülük mevzuu önemli.
Halkın
ve sınıfın bu özelliğini kanıtlayan başka bir somut örnek de Fatsa’dır. Fatsa,
her ne kadar geçmişin zıttı bir sağ politikaya yönelik oy verse de 80’den sonra
yanında solu görememiştir, fakat Fatsa özelinde Ordu, 15 yıl önce yola
fındıkları dökerek saatlerce Karadeniz yolunu tıkayarak bürokratların görevden
alınmasına kadar varan bir tarihsel olayı yaşatmıştır. Bu şekilde bakıldığında
unutulan Karadeniz ve Ordu kendiliğindenci bir tepki geliştirmemiştir, çünkü
direnme mirası, hâlen halkın bilincinde 80 öncesi fındık taban fiyatları için
solla birlikte gerçekleştirdiği yürüyüş ve mitinglerden kalmıştır.
Tekrar
TKP örneğine dönecek olursak, anti-tez şu şekilde sunulabilir: “İyi de ülkenin
birçok yerinde partinin semt, mahalle ve işçi evleri var; nasıl Kadıköy partisi
denir?” Doğrudur, evet var. Kadıköy bir ideolojinin, değerin ve yaşam biçiminin
sembolüdür: Yüksek kira, özgürlükçü ve “aydınlık” yaşam biçimi, alkol alma,
cinsel özgürlük, sekülerlik ve de en önemlisi, varoşun o “vahşi”, “eril” ve
“kaba” kültüründen arındırılmışlık! Bu yönüyle Kadıköy, ülkenin her yerine
taşınmak istenmektedir. Hatta bu evlerin özellikle giriş katlarda yer aldığını,
bunun da amacının halkın gelip geçerken fark etmesini sağlamak olduğu mealinde
açıklamalar yapılıyor. Öyle ya halk size gelecek. Sorun da burada aranmalıdır.
Sınıfsız sömürüsüz düzen kurmanın teorik/ideolojik hattını CHP tarzı
laiklik/sekülerlik zeminine indirgeyerek Batılı yaşam tarzını kurma isteğine
göre oluşturmak, olsa olsa kimlikçi siyaseti güçlendirir ve bu da sınıfı böler.
“Kuracağımız
düzende herkes işçi olmayacak, burjuva olacak!” söylemi solu tanıtma
politikasının yansımaları. Proleter kültürü oluşturamamanın sonuçlarıdır bunlar.
Öyle olmasa peşlerine takılarak onları Maltepe’ye 1 Mayıs’a götüren DİSK,
Cumhuriyet’in 100. yılı konseri adı altında Samida diye sınıfsal
türküleri/besteleri olmayan bir müzik grubunu işçilerin karşısına çıkarır
mıydı? Maltepe’ye de “Haydi barikata” diye sınıfı aldatan Bandista’yı
çağırmıştı. O Bandista da kadınlar için yazdığı şarkıda “özel ve genel ev,
sürtük, fahişe” gibi kavramları kullanarak sahipleniyor, yani beden satmayı
insan onuruna aykırı görmüyor, meşrulaştırıyor. Hepsinin 100. yılda nasıl bir
Cumhuriyet hedeflediği ortada.
“Bir
konser, ne var bunda?” diye düşünülebilir. İdeolojik ve kültürel alanda yapılan
her üretim kitlelerin bilincini, değerlerini ve algısını şekillendirir. Fiziki
işgalden daha etkili strateji ideolojik işgalle zihinlerin esir alınmasıdır ki
bu da kültürel ve teorik alanın tahrip edilmesinden geçer. 11 medya tekeli
şirket ve emperyalist fonlar dizileriyle, müziğiyle, sinemasıyla kısacası,
kültürüyle, fonladığı medya kuruluşları ve STK’leriyle ezilen ve sömürülen
halkların zihinlerine hâkim olmaya çalışmaktadır. Bunun da adı “dünya
yurttaşlığı” ve “küreselleşme” diye pazarlanarak özgürlük peçesi altındaki
gerçek işgal gizlenmektedir. O yüzden sloganından konserine kadar her şey emek
mücadelesine hizmet etmekle yükümlüdür.
Komünist
hareket diye kendini tanıtanların “1 oy Kemal’e” diye oy istediği partinin
belediyesi de bir başka açmazın içindedir. 30 Ağustos Zafer Bayramı için
İBB’nin düzenlediği konsere yönelik üretilen afişin en başında Gülşen yer
almaktadır. Gülşen laiklik bayrağıdır, sol onu sahiplenmiştir. Olabilir, önemi yok,
aynılar aynı yere, bu ayrışmada bir sakınca yok, hatta tarihsel gereklilik söz
konusu. Burada söz konusu Gülşen ya da onun yaşadığı hukuksuzluk değildir. Şu
okuma yazma bilmeyen, köyündeki muhtarı ve hocayı rehber belleyen, “geri” kabul
edilen Anadolu halkı Kuvvacıdır ve 180 bin civarı askerle Sakarya’yı ve Büyük
Taarruz’u gerçekleştirmiştir. Gülşen’in sanatının ve sahne performansının Zafer
Bayramı’yla nasıl bir ilişkisi var? Adana Büyükşehir Belediyesi de Köfn diye
bir gruba zafer sahnesi veriyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi de “Geçcek”
diyerek sonra neyin geççeğini demeyip yurtdışında yaşayan star Tarkan’a
milyonlarca para ödeyerek İzmir’in kurtuluşu için konser verdiriyor. Yani yine
halka bağımsızlık, anti-emperyalizm, kurtuluş umudu verilmiyor. Onların tek
derdi TKP gibi “yobazın karanlığı”.
Laikliğin
işçi sınıfı için ideolojik aygıta dönüştürülme riski taşıdığını anlamayanlar
bugün Filistin’e bakıp Hamas’ı görüyor, ama aynı ülkedeki başka seküler yapıyı
“gönlünden” geçiriyor, fakat o yapı da Tufan’a destek veren açıklamalar
yapıyor. Sollar, yapmamanın ideolojisine kumaş arıyor. Mesele Hamas değil,
“Bulunduğunuz her yerde İsrail’i protesto edip halkımıza ve Tufan’a destek
verin!” çağrısı yapan George Habaş’ın ardıllarının dinlenmemesi. Bu çağrı,
İslamcı ve muhafazakâr çevrede yankı buluyor şehirlerin duvarları Filistin’e
destek etiketlemeleri yaparak, aralıksız protesto ve mitingler düzenleyerek,
konsolosluk ve emperyalist paktlara ait üstler önünde Hamas’ı destekleyen şu
“yobaz” kitlenin eylemlilikleriyle gerçekleşiyor. Rezillik burada başlıyor,
çünkü önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi “Hamas aldatmacasıyla sol,
Filistin mücadelesini bu gruplara bırakmamalı, çünkü solun Filistin dostluğu
kadimdir” demiştik, ama sözde basın açıklamalarıyla alan başkalarına bırakıldı.
QR
kodun içinde solun komünist teorisi değil, halka bakışın ideolojisi yer alıyor.
Halka reformistçe bakmak QR kodun icadından evveldi. TKP’nin 2007
seçimlerindeki afişine bakabiliriz. “Yobaz=sürü” oluyor ve onun kimlerden
oluştuğu açık değil. Ülkemizde inanç alanında “yobaz” kavramı çok ucu açık çağrışımlara
tekabül eder. Halk güzellemesi yaparak bütünün masumiyetini savunmuyoruz. Bu
tarikatlara gidenler yoksul insanlar; iş arayanlar, uyuşturucuyu bırakmak için
“tövbe”ye gidenler, barınamadığı için yurt arayan öğrenciler, yani onları bu
yapılara mahkûm eden sömürü düzeni suçlanmalıdır. O yüzden yobaz dendiği an
mesele kimlik yarılmasına gider. Çocuğa tecavüz eden, Gezi’ye katılan insanlara
palalarla saldıran paramiliter esnaf, Eskişehir’de Ali İsmail’i sokak arasında
sıkıştırıp güruh hâlinde saldıran faşist esnafı da halk olarak kabul etmiyoruz.
Emeğiyle geçinmeye çabalayıp yaşam mücadelesi veren emekçi yığınlarını halk
olarak kabul ediyoruz.
Aziz
Nesin’in sözünden ilham alanlar halkı sürü olarak görüyor. Görmüyor mu? Sürü
insandan oluşmaz, sürüden ayrılan da insan değildir, sürü türdeşten oluşur. Biz
sürü olmayı kabul etmiyoruz! Sürüden ayrılma talimatı veren üstenci şefler de
kendini çoban olarak görüyor demek ki. Bir partinin politik hattı neden bu
kadar tartışma konusu olur? Bunun yanıtı çok açıktır. Solun bir çevresinin ya
da partisinin yaptığı hata halk ve sınıf nezdinde tüm sola mal edilerek
ideolojik manipülasyona neden olur, o yüzden ülkemizde sol denince akla böyle
bir pratiğin gelmesi eleştirilmelidir. Sınıfsız sömürüsüz düzen kurmak için
ideolojik mücadele şarttır.
QR
kodu kullanacak kadar teknoloji bilgisine ve pratiğine sahip halkımız kodu
okutup komünist olacak! Bravo, muhteşem bir siyaset! Hiçbir bedel
gerektirmiyor, o kadar basit. Siz, demokrat avukatlık bürosu ve medya kuruluşu
değilsiniz ki “Yaşadığınız haksızlık karşısında bize ulaşın!” diye halka
açılasınız.
QR
kodu partiye katılım için afişlerinde kullanan bir başka çevre de TİP. İçinden
çıktığı TKP gibi o da ne bir grev ne bir direniş örebiliyor.
Meclisteki TİP vekilleri diğer partilerin vekillerine “Sevgili arkadaşlar!” diye hitap ediyor. Vekili Kadıgil, patron-işçi, sağ-sol demeden tüm kadınları kız kardeşi kabul edip feminist hareketten böyle öğrendiğini ajite ediyor.
Doğrudur!
Feminist hareket de kimlikçi. Onlar için tarlada çalışan, temizliğe giden,
tekstil atölyelerinde çalışan kadınlara yoldaşlık ya da onların tabiriyle kız
kardeşlik yok; varsa yoksa LGBT’nin yaşadığı hak ihlalleri ve “seks işçisi”
dediği kesim var. Ahmet şık egemenlerin elini sıkar, tiyatrocu Barış Atay
işkence anısı anlatır(?) çünkü ona göre işkence ideolojiye ve harekete değil
bireye/kişiye atılır. Hem QR kod hem sürü-keçi denkleminde TİP de TKP ile aynı
hatta buluşuyor. “Partiye katıl, inatçılık belgeni al” diyor. Belgenin üstünde
keçi resmi var. Bu partiyle dayanışmak için “demokrat kesimin sanatçıları” bir
araya gelip Keçifest diye festival düzenliyor.
TİP de bizi “küçükbaş” olarak görüyor. Medya figürü vekillerini mahallenizde göremezsiniz. Geçtiğimiz günlerde Meclis’te gerçekleştirilen bütçe görüşmelerinde Kadıgil, gençlerin sorunlarını aktarıyor. Barınma ve yurt sorununa değiniyor. Ardından Diyanet’e ayrılan bütçenin uyuşturucuyla mücadeleye ayrılan bütçeden daha fazla olduğunu söylüyor. Yaşadığımız gerçekler bunlar, ama sizin için işçi-patron ayrımı yok.
Konuşmasının devamında Ankara’da
üniversite öğrencilerinin yoksulluktan kaynaklı intihar eden arkadaşları için
yaptığı basın açıklamasına değinerek oradaki genç bir kadın yoldaşının daha
sonra ülkücü bir gençlik başkanı tarafından sıkıştırıldığını söyleyip bir
soru/rica buyuruyor, çok naif komünist: “Onu parti olarak görevden aldınız mı?”
(Yoksa 70’lerdeki gibi gereğini yaparlarmış!) Portakal ağacından çilek
toplamaya çalışıyor.
Hakkını
yemeyelim bir de 70’li yıllarda paramiliter güçleri durduran bir tarihe sahip
olduklarını söyleyerek tarihin üzerine çöküyor. Öyle değil, o tarihle sizin bir
ilginiz olmadığını gösterdiniz. 300 işçiyle 1 Mayıs için Taksim’e yürüyüp yaşlı
bedeniyle gözaltına Behice Boran ile “askeri paktlardan çıkılmalıdır” diyen
işçi partisiyle ve faşistleri durdurma cüretini gösterenlerle sizin bir ilginiz
yok. Siz TKP’nin içinden çıktınız. Sizler için “sürü” ve “keçi” sloganı
aşağıdaki görsele yol açıyor. Gotik bir dille ve duyguyla yapılan siyasetin
arasında halk ve sınıf sıkışıyor, bu deformasyona sizin ideolojik hattınız yol
açıyor. Bu utanç size ait, biz kabul etmiyoruz! Rica ettikleriniz neler yapıyor,
bakın, bir de 70’li yıllara gönderme yapıp meydan okuyorsunuz. İçinden
çıktığınız partinin sloganıyla söylersek “Yağma yok!”
Anti-faşist
mücadeleden bihaber olmasanız aldığınız 1 milyona yakın oyla kitleyi
bilinçlendirirdiniz. O kadın öğrenci de saldırıya uğramazdı, mahallerimizde ve
iş yerlerimizin duvarlarında ırkçı yazılar görmezdik, ama sizler “mültecileri
kovalım” ve “belediyelere kayyum atayalım” diyen parti başkanlarıyla aynı
noktada buluştunuz. Yunanistan’da neo-Nazilerin gösteri yapmasına
anti-faşistler engel oldu geçtiğimiz günlerde, yani sizin bahsettiğin 70’li
yılların ruhu, cüreti, inancı, kararlığıyla ve gücüyle. Yunanistan haberini
veren işçi sınıfının gazetesi de geçtiğimiz yıl neo-Naziler’den tabur kuran
Ukrayna liderini güzelleyen yazılar yayımlanmasına müsaade ediyordu. Daha
öncesinde de emperyalistler Suriye’den çıkmasın diye imza kampanyası düzenleyen
“misafir” köşe yazarı vardı.
Reformistlerin
bir bütün olarak derdi yaşam tarzı ve laiklikse neden açık ve net davranıp laik
Suriye rejimi emperyalist cihatçı kuşatmaya alınırken sessiz kaldınız? Derdiniz
anti-emperyalizmse neden Suriye petrolüne çöken emperyalizme karşı sessiz kaldınız?
Mesele Rusya olunca anti-emperyalist duruş akıllarına geliyor.
“Yunanistan’da
Neonazilerin planladığı faşist gösteri antifaşist, sol grup ve gençlik
kolektiflerinin sokağa çıkmasıyla gerçekleşemedi. Antifaşistler, polisin
yasağına rağmen kitlesel yürüyüşler örgütledi. Eylem yapamayan Neonaziler ise
bir tren istasyonuna saldırdı.”[2]
Kadıgil,
uyuşturucuyla mücadeleye ayrılan bütçenin yetersiz olduğundan şikâyet ediyor.
Buna karşı sizin geliştirdiğiniz ve TTB ile planladığınız bir mahalle
çalışmanız var mı? Uyuşturucunun emperyalist bir saldırı olduğunu kabul etmek
istemiyorsunuz, çünkü siz, Finlandiya’nın emperyalist paktlara katılımı için
yapılan Meclis oylamasına katılmayıp ittifak gücüyle vekil seçildiğiniz parti
gibi “Finlandiya’nın kaygılarını” anladınız/paylaştınız ve seçim için katalog
fotoğraf çekimine gittiğiniz. Stüdyo solculuğu!
Sol,
tarihten ve değerlerden kaçıyor. İşçi sınıfının gazetesinde George Orwell’in
“devrimci” olduğunu iddia eden yazılar yayımlanıyor. Kendi muhabiri Metin
Göktepe için Ferhat Tunç tarafından yakılan bir ağıtın kendine sanatçı diyen
biri tarafından gece kulübü müziğine çevrilmesine sessiz kalıyor. Taksim’de 1
Mayıs kutlama ısrarını “alan fetişizmi” diye kabul eden gazete; işçi sınıfının
tarihte zorun rolüne taraf olmadığını, bu tür şeylerin anarşistlik ve
maceracılık olduğunu iddia ediyor. Kayseri’de armut satan seyyar satıcı,
Kırşehir’de kamyonetinden üzümlerini döken seyyar satıcının isyanı, salgın
döneminde Aydın’da küçücük mobiletine trafik cezası yazıldığı için kendi
aracını ateşe veren yoksul, Akbelen’de toprağını ve doğasını zor pahasına
savunan köylü, emeğin ve alın terinin onuruna sahip çıkmak için yerlerde
sürüklenen insanlar maceracı ve anarşist mi oluyor? Siz halkı da sınıfı da
tanımıyorsunuz, ama halk da sınıf da sizi tanıyor. Asıl komünist onlar, sınıf
mücadelesinin gereğini yapıyor, ama siz direnmeyi elitizmle takas ediyorsunuz.
Filistin
direnişinde ve Donbas özelinde emperyalist ve siyonistlerin yanında yer alan
Zizek’i Birgün gazetesi solcu kabul edip onun açıklamalarına yer
veriyor. O da “Bir Gün’lük Festival”
düzenleyip bira satıyor, Gazapizm ile yol alıyor. (Hakkını teslim etmek gerek:
Avrupa’da festivalde dansöz oynatan köylücülere yetişemezsiniz.) Sınıflar
mücadelesini aydınlık ve laiklik düzlemine sıkıştırıp bırakıyorlar. Bu çevre 80
öncesi sola siyaset yasağı koyanlar ve mahallecilik yapanların ardılı, ama
bugün hiçbir mahallede yoklar. Sonra şikâyet ediyor: Mahalleler faşistlere ve
tarikatlara kaldı.
Reformizmin
Kaçtığı Halkın ve Sınıfın Gerçeği Nelerdir?
Her
yazıda belirttiğimiz gibi en başta sömürünün sonucu olan yoksulluğun
oluşturduğu tahribattır. Uyuşturucu da bu tahribatın sonucudur, antidepresan da
fakat reformistlerin içinde yer alıp adına ittifak diyerek oluşturdukları
sendikalar ve TTB’nin bu konuda bir kitle çalışması yoktur. Reformist partilere
yakın ya da “gönüllü” hekim ve psikologların anti-kapitalist terapi anlayışıyla
ücretsiz şekilde faaliyet gösteren terapi ve poliklinikleri yoktur. Doğru
terapi, sömürü düzeniyle mücadele etmekten, değer-inanç ve ideoloji
aşılamaktan, sorunun bireyde değil, toplumsal üretim düzeninde olduğunu
göstermekten geçer, ama böyle bir terapi için semt evleri bile yeterliyken,
hiçbir reformist parti buna yanaşmaz. Onların sınıfî terapi anlayışı kültür
merkezlerinde alkol satmaktan müteşekkildir.
Faşist
Franko’ya atfedilen “Halkı uyutmak için yüz bin kişilik stadyumlar yaptırdım!”
sözü bugün her an yaşanıyor. Reformistler de halkı uyutmak için çalışıyor. Bu
ülkede iş cinayetlerinde son yirmi yılda 32 bin 180 işçi katledildi; bu
canların her yıl ortalama 150-200’ünü kadınlar, 60-70’ini 14 yaşın altındaki
çocuklar oluşturuyor. Ölen çocuk sayısı 20 ile çarpıldığında 1200-1400 civarına
tekabül eder. Bu da bugün “Filistin’de çocuklar ölüyor!” diyen solun ve
sendikaların samimiyetsizliğini gösterir. O yüzden “Filistin halkıyla ülkemiz
halkının sorunu ortaktır” diyoruz: Onlar da evsiz biz de, onların da çocukları
ve kadınları sömürülerek ölüyor, bizimkilerin de.
Yılda
ortalama 400-500 kadın ataerkil düzenin sonucu olarak katlediyor, fakat
feminist hareket ölen işçi kadınlar için açıklama dahi yapmıyor. Onlara göre
erkekler katlediyor, fakat bu kadar erkek işçiyi kim katlediyor? Örnek Soma,
301 erkek; inşaatlarda ölenlerde erkek. Sizin kız kardeş kabul ettiğiniz
tekelci kadın patronlar, Kovid dönemini yalılarında geçirip ayaklarını Boğaz’ın
serin sularına değdirerek “Evde kalın!” çağrısı yaptı. Sizin peşinden
gittiğiniz Avrupa ülkelerinde uyuşturucu satışı serbest, ülke açık geneleve
dönüşüp para kazanılıyor İsveç’te Suriye’den gelen mülteci ailelere faşistler
istasyonda saldırıyor, “Rusya tehdidi var!” denerek Dostoyevski okunması
yasaklanıyor, Hollanda’da ilkokulu bitiren çocukların önemli bir bölümü okuma
yazma bilmiyor, başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde
anti-depresan kullanımı had safhada, Fransa’da her yıl 200 civarı kadın
katlediliyor, sevdiğiniz/gönlünüzün düştüğü Batılılar Irak’ta kadınlara tecavüz
ediyor, Balkanlar’da Sovyetler sonrasında emperyalistlerin desteğiyle Çingene
çocukları cinsel organlarına kadar yakılıp evleri talan ediliyor, Almanya’nın
Rusya politikasını eleştirdiğiniz an ya yasal işlem başlatıyor ya da sınır dışı
ediyor.
Bu
liste uzar gider ama söz konusu Filistin olunca “Hamas” diyerek kendinizi
sıyırıyorsunuz ama Hamas’a bakınca halkımızı görüyorsunuz. Kaçtığınız gerçek
halk ve sınıf gerçeğidir, sınıf siyasetidir. Halk Recep İvedik seyreder, eşini
döver, ter kokar, yere tükürür, trafikte yol vermez, soru/adres sorsan yüzüne
bakmaz, gündelik çıkarlarını yüce ideolojiyle takas eder, toplu taşımada kavga
eder, engelli görse yüz çevirir, çocuk işçi çalıştırır, birbirinin dedikodusunu
yapar, kaba ve geri yanları vardır. Hepsi de doğru, ama halkın değerlerini
kirletip onu bu hâle getiren kendi kültürü değil, kapitalizmdir.
Marx
ve Engels’in işaret ettiği gibi burjuvazi aileye kadar en sıcak ilişkileri
bencilliğin buz gibi sularında boğmuştur. Emperyalizm gerdiği her yerde
halkları birbirine düşürür, kültürel emperyalizmle ve hedonizm bataklığıyla
onun birliğini ve değerlerini darmadağın eder. Siz sosyalist bir kültür
ürettiniz mi ki halkı Recep İvedik izlemekle suçlayabilesiniz?
Doğa
ve politika boşluk tanımaz. Uyuşturucu kullanıcıları ve tekel bayiiler kendi
partilerinize yakınsa adı demokratlık, özgürlük ve yaşam biçimi olur; halk da
solu böyle zanneder. Latin Amerika ülkeleriyle ilgili bir anektot anlatılır.
Sosyalistler defalarca köylülere gider, kendilerini anlatıp dururlar ve destek
alamazlar. Bu durumu çözen sosyalistler halka gidip “Sizi dinlemeye geldik”
derler ve destek görmeye başlarlar. Reformistlerin temel özelliği
konformistlikleriyle halka gidip aralıksız konuşup okul sıralarındaki/sınıftaki
eskimiş öğretmen modelini uygulamaktır. Doğru, burada da sınıflar var ve
sınıflar sizden öğretmenlik yapmanızı değil, onun kavgasına ter dökmenizi
istiyor. Neticede bu halkla sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kuracağız, onun ter
kokan bedeni sınıf kavgasında yerini alacak, kavga ağzı alkol kokan solcuyla
değil emeği için bedeni ter kokan işçi ve emekçiyle kazanılacak.
Steinbeck’in
Bitmeyen Kavga adlı romanı bir işçinin partiye gelip katılma isteğiyle
başlar. Babasının bir kasap ve iri kıyım bir adam olduğunu, fakat hak
mücadelesinde egemenler güçler tarafından zapt edilemediğini, kiliseye giden
eşine gitmemesi gerektiğini, kaba biri olduğunu anlatır. Kendisi de okuduğu
filozofların adlarını sayar. Kitap okumaya başlaması babasının dikkatini
çekince babası ona “Çok okuma, sonra kendi sınıfından uzaklaşırsın!” der. Bu
uyarı, pratiğe geçmeyen teorinin faydasızlığının ve halktan kopuşun en çarpıcı
örneğidir. Partiye katılan gence bir şef atanır, elma bahçelerinde çalışan
işçileri bilinçlendirmeye giderler. İşçi olarak katılırlar aralarına. Şef,
yeterli bilgiye sahip olmadığı hâlde bir kadına doğum yaptırır. Bir gün ateşin
başında işçiler otururken şef de sigara içer. Buna şaşıran genç, “Sigara
kullanmadığın hâlde neden içtin?” diye sorduğunda, işçilerden farklı gözükmemek
ve onlarla bütünleşmek minvalinde bir yanıt alır. Şef, gencin fedakarlığı
karşısında az da olsa kariyerist tepkiyle kıskançlık duyar. İşçiler ayaklanınca
üzerlerine ateş açılır ve genç ölür. Şef bir konuşma yapar: “Bu arkadaş kendisi
için bir şey istemedi!”
“Roman
ve kurgu sonuçta işte!” diye geçiştirilmemeli. Sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen
kurma hedefiyle sınıfa gideceksiniz dünya sınıflar mücadelesi tarihi bu
kurgudan daha sert ve fedakârca gerçekleşiyor. İddianız yoksa politik alanı
işgal etmeniz reformistlik ve ideolojik manipülasyonculuktur. Emekçi ve işçiye
alkol sattığınız kültür merkezinin adını aldığı Nâzım’ın dizelerini
hatırlamanız yerinde olacaktır: “Hani üstadın bir sözü var:/ ‘Boş gecelerini
değil,/ Boydan boya ömrünü ver inkılâba...’diyor.” O da 13 yılını
cezaevinde ve sonraki yıllarını sürgünde geçirmiştir. Ona kapı açan Sovyetler
de alkole karşı mücadele vermiştir, afişlerinde alkole karşı çıkan çağrılar
yapılmıştır.[3] Şu karşı çıktığınız açık alanda alkol kullanımının
yasaklanmasını bile gerçekleştirdi Sovyetler hem de Gorbaçov döneminde. O
yüzden siz sınıfsız ve sömürüsüz bir düzeni değil, burjuva kültürüyle yoğrulmuş
hedonist özgürlüğü sosyalizm diye propaganda ediyorsunuz. O yüzden bu solun en
büyük korkusu, sınıfsız sömürüsüz bir düzenin Sovyetik tarzda kurulmasıdır.
İşte o zaman Orwell gibi proletarya diktatörlüğüne düşman olmak asli görevleri
olduğundan, bunu başaracak sol çevrelere de kırmızı çizgi çekip “narodnik,
anarşist, maceracı” diyerek kavga meydanından kaçarlar. O yüzden kurulacak
düzende alkole yer olmayacağını bildiklerinden, aslında hiçbir zaman sınıfsız
sömürüsüz bir düzen istemezler. O yüzden bugünün tarihsel görevlerini yerine
getirmeyip “Devrimden Sonra” diye film çekerler, çünkü onlar için tüm
çelişkiler o zaman çözülecektir, fakat tüm bu sorunlar mücadele süreciyle
çözülerek hedeflenen düzene ulaşılır. Ortada su, un ve şeker yokken pasta
olmasını beklemektir bu anlayış. Bu bağlamda, Orhan Gökdemir’in sınıfsız ve
sömürüsüz bir düzenden ve yobazlık karşıtlığından anladığı “şerefe içmek”tir:
“Cumhuriyet mi yoksa
Mustafa Suphi mi’ diye bir soru mu olur? Cumhuriyet tabii ki. Demem o ki, bir
devrimcinin haksız ölümünü gerekçe gösterip devrimden nefret eden karşı
devrimcinin önde gidenidir. Tarih böyledir. Mustafa Kemal’in yarım bıraktığını
Mustafa Suphi’nin mirasçıları tamamlar. Yıkılanın yerine sosyalist bir
cumhuriyet kurarız. Mustafa Suphi Karadeniz açıklarından kalkıp gelir, bize
katılır o gün. Hep birlikte Mustafa Kemal şerefine içeriz!”[4]
Bizim
derdimiz alkol, yaşam tarzı ve beyaz sekülerlik değil. Ayakkabısı su alıp
ikinci bir ayakkabısı ilki eskiyip parçalanana kadar yenisi alamayarak okul
yıllarını geçiren halkın evlatları olarak en temelde anti-faşist,
anti-kapitalist ve anti-emperyalist mücadeleyi vermek asli görevimizdir.
Emperyalizmin politikaları uğruna kendi ülkemizde öğrenciler aç ve yurtsuz,
işçi ve emekçiler olarak bizim için ev almak bir yana kirada kalmak ya da yeni
bir kiralık eve taşınmak bir lükse dönüştü. Reformistlerin öyle dertleri olmaz,
partililer birbirine ev ve araç satar, mekânlarında dayanışma gecesi adı
altında bira satar, onların yoldaşlık hukuku bunu gerektirir.
Bizim
derdimiz, ilkokul çağı çocukların kullanımına varan uyuşturucu bataklığını
kurutmak, sömürü düzeni uğruna hiçbir evladını bu yurdun insanı olarak feda
etmesini engellemektir. Bizim derdimiz, zincir marketlerle halkın ve
emekçilerin sırtına palazlanan açlık ve sefalet düzenidir. Yoksulluğun
etkisiyle ülkenin her yanını çiğköfteci ve dönercilerin sarması sınıfsaldır,
artık onlar bile bir öğrenci için lükstür. Bizim derdimiz, hastanelerde randevu
bulmak için günlerce/aylarca çabalamaktır. Giydiği beyaz önlükle otoriteye
dönüşen doktorun halkın hekimi olduğu gerçeğini hatırlamasıdır. Bizim derdimiz,
feministlerin ve emperyalizme hizmet eden oluşumların sol adına aileye
saldırısını durdurmaktır. Umutsuzluk düzeniyle hiçbir yoksul insanımızın
intihar etmemesidir. Çocuğunu ısıtmak için bir ananın, çocuğuna okul pantolonu
alamadığı için bir babanın, cebinde yemek yiyecek parası olmadığı için bir
öğrencinin intihar etmemesidir. Hani Onur Yürüyüşü düzenleyenlere hatırlatmak
isteriz ki yoksulluktan intihar etmek umutsuzluğun yanında aynı zamanda bir
onur meselesidir.
Solun
kibar, aydınlık, elit kibarlığındansa ekmeği için direnen seyyar satıcının
öfkesi, direnişi ve kavgasını tercih ederiz. Halka bedenini satmayı salık verip
çocuk yaşta bedene müdahale ederek “cinsiyet değiştirsin” diyen politik kafa
geridir. Tarikatların ve patronların çocukları sömürü ve istismarıyla
çocukların bedenine müdahale etmek isteyip pedofiliyi özgürlük maskesinin
ardına gizlemek isteyen çevreler aynı değirmene su taşır. Bizim derdimiz,
hiçbir insanımızın “seks işçiliği” diye propaganda edilen fahişeliğin halkımıza
dayatılmamasıdır. IŞİD’in kız çocuklarını köle pazarı mantığıyla satışa
çıkarması ile feminist hareketin fuhşu meşru sayması arasında bir fark yoktur.
Her ikisi de geridir.
Bizim
derdimiz, her yıl tarım işçilerinin balık istifi doldurulduğu araçlarda kaza
geçirip canını yitirmemesidir. Patronların çocukları tatil yaparken, bu ülkenin
çocukları tarlalarda çalışmaktadır. MESEM projesi adı altında sömürülmektedir.
Yaşanan çocuk işçiliği Marx’ın İngiltere özelinde resmettiği kapitalist
düzendeki gibidir. Başta kendi yurdumuzda insanca yaşam mücadelesidir. Bu
mücadelenin de binbir türlü zorluğu vardır, fakat halkın öfkesi her seferinde
reformistler ve düzen solları aracılığıyla yatıştırılmaktadır. O yüzden,
reformist partilere ve sendikalara siyaset/sizlik izni burjuvazi ve egemenler
tarafından verilir. Bu çevreler, işçi ve emekçi sınıflar için değil, burjuvazi
için gereklidir. Bedelsiz varoluş mücadelelerinin asıl nedeni öfkeyi
dindirmeleridir.
68’de
de Fransa’da birçok sol dergi, emperyalist istihbarat servislerinin fonuyla sol
adına çıkarılmıştır ki sınıf ve halk ideolojik manipülasyona maruz kalsın. Bu
yüzden, Attila İlhan’ın ülkemiz aydınları için dediği “Batı’nın manevi ajanı”
sözü doğrudur. Aynı şekilde, Yalçın Küçük’ün dile getirdiği “İsrail, Türkiye’de
İsrail’de olmadığı kadar güçlüdür” sözü de doğrudur. Hayat doğrulamaktadır. O
yüzden bu sol gelip sizin kapınızı çalmaz, parklarda forum düzenlemez, size söz
hakkı vermez. Tıpkı CHP gibi dört yılda bir görünür, sonra kaybolur. 70’li
yılların ortasında CHP’nin ortanın solu olma hedefi Mayıs seçimlerinde
gerçekleşerek reformistler için siyaset sona ermiştir. Artık hepsi birer
CHP’dir.
Sonuç
olarak, reformist solun QR teorisi akışkan bir politikaya denk düşer. Akışkandır,
sabit değildir, güce göre şekil alır, sürekli döner, halk ve sınıf karşıtıdır, teorisi
sömürü düzenini güçlendirmeye yöneliktir. Emperyalizmin özgürlük ve demokrasi
aldatmacasının peşinden koşar, sivil toplumcu ve reformisttir. “Gönlü” Avrupai
yaşamdan, aklı/teorisi emperyalizmden yanadır. Kavgaya girip ter kokmaz, alkol
kokan ağzıyla geçmişin mirasını ve değerlerini sohbete meze eder. Önceliği
kendisinin rahatıdır her zaman, bedel ödemeyi göze almaz. Oportünisttir, kavga
edenlerin açtığı alanda siyaset yapar. Mecbur kaldığında kaçacağı yer
Avrupa’dır, orada da reformistçe yaşar ki sınır dışı edilmemek için. O yüzden,
solların QR kodunu okuttuğunuzda gideceğiniz yer, ülkemizin her yanında
Kadıköy’dür. Bütün reformistlerin QR kodları sizi Kadıköy’e götürür.
Zorunlu
Not:
Reformist çevrelerin içinde onlardan umut bekleyen binlerce insan varken
ülkemiz sollarının yaptığı hatalar yüzünden komünsüz direnen daha fazla insan
var. Cinsel yöneliminden yaşam tarzına kadar hiçbir birey eleştiri sınırımız dâhilinde
olmayıp, tüm eleştiri reformist parti şeflerine, sendikalara ve ideolojik
hatlara yöneliktir. Kişi değil, anlayış eleştirilmeye mecburdur.
S. Adalı
6
Kasım 2023
Dipnotlar:
[1] “Kuir”, Wikipedia.
[2]
“Yunanistan’da Neonazi Buluşmasına Karşı Antifaşist Yürüyüş”, 2 Kasım 2023, Evrensel.
[3]
“Sovyetler Birliği Döneminden Alkollü İçki Karşıtı 14 Poster, “15 Mayıs 2015, Onedio.
[4]
Orhan Gökdemir, “Dünün Atatürkçüleri”, 11 Kasım 2017, Sol.
0 Yorum:
Yorum Gönder