30 Kasım 2023

,

Malthus ve Saylon


Malthus ve Saylon:
Yapay Zekâ, Değersizleşme ve Dijital Kapitalizm


Gösteri toplumu, toplumsal hayatı kendi ürettiği ürünlere kul ediyor. Bunun en somut kanıtı, yapay zekânın ve teknolojik gelişmenin köklü değişimlere yol açacağına dair gelecek tasarımı ve yapay zekânın insanların ve/veya türümüzün yok oluş sürecine yön vermesi ihtimali karşısında duyulan korku.

Gösteri toplumu giderek genişliyor, dijital kapitalizm, kendisini her yerde hissettiriyor. Bu açıdan ilgili dönem, Guy Debord’un kavramlarıyla analiz edilmeyi bekliyor.

Yapay zekânın insan türünü yok edeceği ortamın gerçek doğayla bir alakası yok. Orada toplum, kendi yürüttüğü faaliyetlerin artık ürünü hâline gelecek. O gerçeklikte insanlar, sadece yoksullaşmayacaklar, ayrıca işsizleşip hükümsüz hâle gelecekler. Bu, insanların yeni yeni kafaya taktıkları bir olgu.

Muhtemelen bu hükümsüzlük meselesi, beyazların elindeki üstünlüğün bir neticesi. Zira uzun zamandan beri kapitalist projenin merkezinde sosyal Darwinci mitoloji duruyor. Bu mitolojiye optimal düzeyde verimli olan, “çürük” unsurların artık yük teşkil etmediği nüfusun beslenmesini öngören öjenist düşler eşlik ediyor.

Marx, Thomas Malthus’un dile getirdiği fikirleri sert bir dille eleştirmişti. Malthus’a göre bilhassa yoksulluk durumunda insanlar, sabit olan kaynaklara, nüfusa ait sınırlara tabi bir hayat yaşıyor, diğer türlerle rekabet içerisine giriyor. Marx ise yoksulluğu talep edenin de üretenin de kapitalizm olduğunu söylüyor.

İşte kapitalist yapay zekânın o beş para etmez merkezinde bu artık insanlara işaret eden doğa anlayışı, çevreyi sabit olarak ele alan görüş duruyor. Bu Maltusçu yapısı içerisinde hayatın sadece kâr getiren bir metaya dönüştürülebildiği ölçüde faydalı olabileceği üzerinde duruluyor. Dijital kapitalizmin hayalindeyse matematiksel otokrasiyi tesis etmek var.

Yapay zekâ, insan türünün yok olacağına dair fikrin zihne üşüşmesine sebep oluyor. Buradan da ekonomiye dair bir mantıkla, insan topluluklarının dışlanmasını, kısırlaştırılmasını, temizlenmesini ve teslim alınmasını rasyonalize eden düşünce pratiği galebe çalıyor.

Debord’un “hayatın dışının özerk hareketi”ne dair eleştirisi üzerinden bu alabildiğine sahte olan doğa tasarımına karşı bir siyasetin geliştirilmesi gerekiyor.

Altmışlar sonrası uygulanan mali disiplin, tasarruf tedbirleri üzerine kurulu düzen, âlây-ı vâlâ ile reklâm edilip uygulanan özelleştirmeler, hep birlikte, “değer üret, üretmiyorsan öl” ilkesi uyarınca artık bir nüfus meydana getirdi.

Dijital kapitalizm, sanayisizleşmenin, iktisadi serbestleşmenin, çokuluslu tekellerin, zenginlere verilen vergi indirimi türünden tavizler üzerine kurulu ekonominin ve insanların kitleler hâlinde hapse tıkıldığı koşulların hüküm sürdüğü bir dönemde gelişip serpildi.

Sembolik bir anlama sahip bir olgu olarak ABD, diğer tüm uluslardan daha fazla insan barındırıyor hapishanelerinde. Bu, büyük ölçüde “uyuşturucuyla mücadele”nin bir sonucu. Bu anlamda, ABD’nin Latin Amerika’da yürüttüğü antikomünist faaliyetleri ile uyuşturucu kaçakçılığı arasında bağ kurmak gerekiyor. Amerika için hapishane, aynı zamanda sanayisi yitip gitmiş toplumları besleyen bir sektör.

Amerika’da ayakları prangalı halk kitleleri, özünde politik-ekonomik mahkûmlardan oluşuyor. Dijital kapitalizm, yeni iletişim imkânları yanında, halka arzlarda da ciddi bir artışa sebep oldu, ama bir yandan da insanları parklardan, şehir merkezlerinden, sosyal konutlardan mahrum etti, hayatı tarumar eden polis pratikleriyle yüzleştirdi.

Sermaye, kendi “otokrasi”sini tesis etti. Bu otokrasi düzeninde mülk sahipleri, başkalarının ortadan kaybolduğu, göz önünden çekildiği gerçekliği yönetiyorlar ve bu gerçeklikten kâr elde ediyorlar. İnsanların her daim potansiyel düzeyde birer “atık” hâline geldiği bu ortamda bir Saylon felâketini tahayyül etmemiz kimseyi şaşırtmasın.

Dijital kapitalizm ortaya çıktıkça bir şeyler demokratikleşmiş gibi göründü, ama onda aynı zamanda otokrasiye, şiddete ve yok oluşa yol açma ihtimali de mevcut. Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nun 40. tezinde dile getirdiği biçimiyle, “insan emeğinin kendine yabancılaştığı sahte doğa, sonsuza dek insan emeğinin hizmetini talep eder.” Gösteri toplumu üzerinden eskinin hizmetkârlık üzerine kurulu siyasetinde hâkim olan emtia biçiminin kapsamı genişler ve yok oluş sürecinin yeni sahte doğasını içerir. Bu, “hayat dışının özerk hareketi”nin nihai ifadesidir.

Sahte doğa, iktidarı ve hiyerarşiyi ifade eder. Guy Debord’un yazıları, altmışların Keynesçi, sanayileşmenin hüküm sürdüğü gerçekliğiyle, “kökeninde en eski toplumsal uzmanlaşmanın, yani iktidarın uzmanlaşması olgusunun durduğu gösteri”yle [23. Tez] alakalıdır. Dolayısıyla, gösteri toplumu, diğer herkes hakkında konuşan uzmanların bir faaliyetidir. O, diğer her türden ifade biçiminin yasaklandığı, hiyerarşik toplumun gene doğrudan kendisini diplomatik bir dille temsil ettiği gerçekliktir. “Burada en modern olan, aynı zamanda en arkaik olandır.” [23. Tez]

İktidardaki bu uzmanlaşmanın iyice geliştiğini artık net bir biçimde görmek gerekiyor. Bu gelişmenin en somut ve halim selim ifadesini Napster isimli müzik paylaşım aplikasyonunun hukuki yollardan katledilmesinde, fikri mülkiyet haklarının çeşitli araçlarla tahkim edilmesinde, dijital hak yönetimi ile ilgili programlarda ve paylaşım pratiğini kriminalize eden diğer uygulamalarda bulmak mümkün. Bunlar, dijital kapitalizmdeki despotizmin yumuşak yüzünü oluşturuyor. Bu despotizm, emtia biçimi ve onun sonucu olan özel ödeme yapma hakkını muhafaza etmek için devlet gücünü kullanıyor. Ama bir yandan da polis kurumları solcuları takip ediyor, yürüttükleri faaliyetlere mani olmak için uğraşıyor, sendikalara sızıyor, gazetecileri gözaltına alıyor.

Mülkiyet hakkı ve fikri ürünü paraya çevirme hakkı ile ilgili mücadelede, “hayat dışının özerk hareketi” karşımıza başka bir isim altında işleyen sınıf mücadelesi olarak çıkıyor. Ülkelerin liderleri, artık kapitalizmin demokrasiye kopmaz bağlarla bağlı olduğu yalanına sarılma gereği duymuyorlar.

Yeni bin yıl, demokrasinin kapsama alanının genişlemesine dönük arzularla despotik, kleptokratik kapitalizmin yeni teknolojiler ve ekonomik büyümeye dönük çelişkili kimi dürtüler üzerinden birbirlerine bağlı olduklarını ortaya koydu. Bugün en yoksul yüzde ellilik dilimdeki insanın elinde toplaşmış serveti sekiz kişi kontrol ediyor. “Yoksulluk” belki azaldı, ama mahrumiyet artıyor. Anlaşılan o ki Saylonlar çoktan saldırıya geçti!

Debord’un 1988’de yaptığı tespitte eski dünyada, biri dağınık (Keynesçilik) diğeri konsantre (Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalizmi) olmak üzere iki gösteri toplumu mevcuttu. Bu iki toplum, yerini entegre gösteri toplumuna bıraktı.

“Bu yeni biçiminin ortaya çıkışı, eski gösteri toplumu biçimlerinin paylaştıkları ortak tarihsel özelliklerin, yani Stalinist partinin ve sendikaların politik hayatta ve düşünce hayatında sahip olduğu önemli rolün, zayıf olan demokrasi geleneğinin, tek parti hükümetinin istifade ettiği iktidar tekelinin ve devrimci faaliyetlerde beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan artışı ortadan kaldırma ihtiyacının bir sonucuydu.”[1].

Debord, bu tespitinin devamında, bu yeni oluşan gösteri toplumunun beş özelliğini sıralıyor:

“Teknolojinin sürekli yenilenmesi; devletle ekonominin bütünleşmesi; genele teşmil edilmiş gizlilik ve cevabı olmayan yalanlar; şimdinin sonsuzlaşması.”[2]

İstihbarat kurumları, uluslararası ticaret sahasında sahip oldukları nüfuzlarını kullanıyorlar ve SIM kart üreticilerini örgütlüyorlar. Altta belirsizliğin hüküm sürdüğü koşullarda dolaşım, sanki pürüzsüz bir şekilde yaşanıyormuş izlenimi veriyor. Özünde piyasa ekonomisi adına inşa edilmiş olan, şiddet üzerine kurulu otokratik düzen, dünyanın gelişme kaydettiği alanın her yanını bir tür küf gibi kuşatıyor, devrimci seçenekleri yozlaştırıyor veya katlediyor.

Felâketin yaşanacağına dair tahayyüllerimizi makinelerin kendisinden ayırmak zorundayız. Debord, sınıflı toplumun çözülüp ortadan kalkacağı tarihsel projeyi bize yeniden anımsatıyor. Bu projenin hayatta karşılık bulabilmesi için gösteri toplumunda hayatı artık hâline getiren seyir, bu gösteri toplumunun insanı hükümsüz kılan matematiği ve artık nüfus, zihinden silinip atılmalı. Bunun yerine, herkesi kuşatan hayata ve herkesi kucaklayan dayanışma pratiklerine dair düşünce hâkim hâle gelmeli.

Donna Haraway, hem antik çağa hem de geleceğe dair olan “sayborg yazıları” içerisinde ezilenlere ait gelenekleri bir araya getiriyor. Bu yazılar, İnsan’dan, yazıdan ve dilden önce bütünlüğün varolduğu, ille de Cennet’ten kovulmayla alakası bulunmayan bir gerçeklikle ilgili. Sayborg yazıları, ilk masumiyetin temeliyle değil, hayatta kalmanın gücüyle ilgili, başkalarını “öteki” olarak damgalayan dünyanın bilincine varmak için gerekli araçları ele geçirmenin ana zeminine dair.[3]

Bu, dayanışmadan çok bizatihi hayatın kendisiyle ilgili aslında. Haraway, sözünü şu şekilde devam ettiriyor:

“Kendimizi o felâket içerisinde tamama erdireceğimiz o ana dair hasretimizle hepimiz, kökümüzde olan aynı efsanelerin mülkü hâline geldik. […] Feminist sayborg hikâyelerinin görevi, komuta ve kontrol mekanizmasını tahrif etmek amacıyla iletişimi ve zekâyı yeniden kodlamak.”

Yeni entegre gösteri toplumuna karşı koymak istiyorsak, tüm bu komuta ve kontrol mekanizmasının, bilhassa hayatı felâkete yol açacak biçimde, otokratik bir üslupla, kıtlık sopasını göstererek kullanan, hayatı hayatta kalmaya (veya daha kötüsüne) indirgeyen, onu sermayenin genişleme sürecinin sahte doğasına tabi kılan mekanizmanın şifresini çözmek zorundayız. Debord, konuyla ilgili şu şerhi düşüyor:

“Arzu bilinci ve bilinç arzusu, olumsuz biçimi altında, sınıfların ortadan kalkmasını, yani işçilerin faaliyetlerinin her anına doğrudan doğruya sahip olmalarını isteyen tasarı ile özdeştir.” [53. Tez]

Debord’un Gösteri Toplumu başlıklı manifestosu, esasında pratik ve eylem çağrısıdır. Kitap, söz konusu mekanizmayı yürürlükten kaldıracak pratiğin “işçi konseyleri” şahsında ortaya konulabileceğini söylüyor. Ona göre, işçi konseyleri, uluslararası planda tüm iktidarın yerini almalıdır. “Proleter hareket, kendi kendisinin ürünüdür ve bu ürün, bizatihi üreticinin kendisidir.” [117. Tez]

Debord’un formülünde hayat dışının özerk hareketi, toplumsal faaliyet kendisine para ve değişim değeri değil de kendi ürünü olarak sahip olduğu vakit sona erer. Peki ama toplumsal faaliyet, böylesi bir imkâna nasıl kavuşacak? Asıl soru bu.

Clayton Rosati

[Kaynak: The Spectacle 2.0: Reading Debord in the Context of Digital Capitalism, Yayına Hz.: Marco Briziarelli ve Emiliana Armano, University of Westminster Press, 2017, s. 110-112.]

Dipnotlar:
[1] Guy Debord, Comments on the Society of the Spectacle. Üçüncü Baskı. Londra; New York: Verso. 2011, s. 8–9.

[2] A.g.e., s. 11–12.

[3] Donna Haraway, Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature. Birinci Baskı. New York: Routledge, 1991, s. 175.

[4] A.g.e.

0 Yorum: