21 Kasım 2023

,

Fluxus

On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda ateş yok.
Kitabımın kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım.
İnsanlığı mutluluğa kavuşturmak,
Avrupa’yı buhrandan kurtarmak arzusu beni bu hâle düşürdü.

[Saint Simon]


Herkes istediğini anladı Simon’dan. En çok da Avrupa egemenleri. “Saint Simon’un pozitivizmi sosyalist düşüncenin neresindedir?” sorusu ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, bizler onun kimler tarafından nasıl anlaşıldığıyla ilgiliyiz. Keza Simon'un düşünceleri ve söylemleri, birer iyi niyet maskesiyle bizlerden gerçek yüzlerini gizliyorlar. 

Saint Simon, her ne kadar Fransız sosyalizminin kurucusu kabul edilse de düşüncelerinin insanî yanlarından şüphe etmeden, şu açık gerçeği dillendirmek mümkün: Simon, bugünü öngörmekten yoksundu. Peki Simon neyi göremedi?

Bilgi çağını yaşayamadığından, bilgiye artık her sınıfın ulaşım imkânı olduğunu, kimsenin kontrol edilecek nesne olmadığını göremedi.

“Bal arısı” olarak gördüğü emekçi sınıfının bilgiyle birlikte gelişen vicdanî evriminin de gelişeceğini göremedi.

“Yönetici sınıfında gördüğü, sanayici ve bankerlerin aç gözlülük hırsını göremedi. Bu habis özellik “bal arısı - eşek arısı” olarak gördüğü yönetilen insanlara mahsus olacak ki, onların yönetilmesini mecburi görmüştü.

Simon’un sosyal yönetici olarak görmek istediği “sanatçıların-bilim insanlarının” bireysel çıkarlar ve şöhret uğruna, halka ve onun menfaatlerine nasıl yabancılaşacağını göremedi.

Ez cümle, burjuva ve emekçi sınıfı, Simon’un ideolojisine göre aynı potada evrimsel bir süreçte eriyemedi.

Bu çıkarsamalarla birlikte, Saint Simon’un o günün şartlarında insanî amacının ne olduğunu sorgulamamakla birlikte, Simon’un sosyal alanın yöneticisi olarak gördüğü, hatta misyon olarak belki de tarihte en çok o günden bugüne dek rehber kabul edilen; sanatçılara ve ilimcilere atfettiği sorumluluk bugün geçerliliğini yitirmiştir, fakat çok bilgili burjuva, bunu ne görmek ne duymak ne de bilmek istiyor.

Kapitalist savunucuların cımbızlayıp sahiplendiği Saint Simon bugün hâlâ baş köşede. Ondan kırpılan gayeler dillerinde. “Her şey insanlık ve onun mutluluğu, özgürlüğü, refahı adına.” Aşağı gördüğü sınıf, yer yön bilmez, yönetilmesi gerekilen “sürüler!”

Peki “sürü” bireyleri “yüce!” amaçlarınıza (Bireysel özgürlük, düşünce özgürlüğü, kişi hak ve hürriyetleri, eşit yaşama hakkı...) güvenerek itiraz ederse ne olacak? Zira dünyada amaçladığınız yegâne hedefiniz; dil-din-ırk fark etmeksizin, barış ve huzur içinde yaşamak! Liberal demokrasi, bunu vaad etmiyor muydu yoksa! Cevabını Filistinli insan kardeşlerimiz biliyor.

Verilen cevaplardan anlıyoruz ki toplum adına savundukları, arzuladıkları “sloganların” hepsi birer yalan. Sömürücü ve onun hizmetkârı devletlerin sözde insanlık için kurdukları tüm küresel örgütler özde birer sahtekârdır. Onların özgür yaşam hakkı da eşitlikleri de yalnız kendi aralarında. “Sınıfsal eşitlikleri” savunuyorlar, insan eşitliğini değil.

Saint Simon’a değinme sebebimiz aslında post-modern sanat. Meseleye ideolojik temelden, fikrin çıkış noktalarından bakmak, bugünün gerçeğinin ne olduğunu görmemizde bize ışık tutacaktır.

Post modernizm bütünü, sistematiği, doğadaki ve toplumdaki nedenselliği reddeder. İtiraz ettikleri arasında kapitalizm, liberalizm, modernizm ve bunların yarattığı köle düzeni yer alır. Bunları tümden reddeder. Bu açıdan baktığımızda, itiraz ettiği tüm noktalar insana bir prangadır ve itiraz etmekte de haklıdır. Fakat bu yalnız bir isyandır, çözümden uzak bir anarşizmdir. Ne bireysel ne toplumsal açıdan çözüme yönelik hiçbir teori ortaya koymuştur. İtirazı haklı bulmakla birlikte, çözümün de yarısını teşkil eder. Bu manada değerlidir. Fakat postmodernizm nedenselliği reddettiğinden, teknik olarak benimsediği nihilist tavrı onu çözüme götürmüyor. Yalnızca sorunu tespit etmek ve itiraz etmek yetmez.

Biz şunu savunuyoruz: İtiraz edip başkaldırdıkları tüm durumlar; kimliği yaşayamamak, çoğulun haklarının gaspı, tüm bunlara sebep, insanlığın mülkiyet tarihine kadar giden toplumsal eşitsizliktir. İnsan aklına, onun vicdanına ve doğaya da aykırı olan sebep budur. Bireysel mutsuzluğun sebebi en temelde budur, fakat sömürü sistemi bunu görmemizi istemez. Her sahada egemen olan güç, bilimi de tekniği de sanatı da kullanır. Bugünün nihilist yaklaşımları sorunu insanda görür. Sorun ne insandadır ne de toplumsal olarak geri olmakla suçladığınız hakir ve cahil dediğiniz emekçi sınıftadır.

Kendi zümrenizde yaşamak mı çözüm olacak? Kendi sanatçı yalnızlığınızda insandan uzaklaşmanıza sebep nedir? Bilgi ve kavrayış mı dersiniz? Eşitlik nerede, nasıl bozuluyor? Kim nerede ne şartlarda dünyaya gözlerini açıyor? Tam tersi şartlarda yaşamanız sizi nasıl bir insan yapardı? Bu sorulara verilecek cevaplarınız ne olurdu? Özünde savunduğunuz “din, dil ırk fark etmeksizin, ‘gerçek’ eşitlik, herkes için adalet, insanlık için özgürlük” sloganı, kaç kişiyi kapsıyor? Kim samimi, kim doğruları söylüyor? Kim ışığa daha yakın kendi içinde? Kendinize dahi yabancılaştığınız, kronik mutsuzluk ve avuntularla dolu bohem hayatınıza sebep olan şey/ler nedir?

“İnsan ne ile yaşar?” sorusuna Tolstoy “sevgi” diye yanıt verir. Sizinki örneklemi daralmış, pragmatik bir yapıya bürünmüş sahte insan-toplum sevgileriniz olabilir mi!

Sevgi, kişiye ve şeylere duyulan ilgi ve yakınlıktır. Yani bireyci değildir. Kişinin tek başına mutluluğu mümkün olmadığı gibi, insanlık dramı yaşayan, post-modern dışavurumcu yansımalara sebep olan şey “gerçek yalnızlık”tır. Bireysel anarşizmi, kendine ve insana sitem ve hüzünlü çaresizlikler, kalabalıklar içinde yalnızlıklar okuruz post-modern sanatlarda. Sınıfsız toplum, bu bağlamda gereklilik ve umuttur insana ve onun sanatına.

Post-modern şemsiyenin altındaki tüm akımlar; pop art, minimal sanat, fluxus, art povera, kavramsal sanat özünde neye karşı çıktı, ne anlattı? Bizimkiler ne anladı? Batı’da moda olan her akımı ülkemize sorgusuz sualsiz ithal etti. Üstelik bunların özünü anlamadan da benimsedi. Bizim sanatkarlarımız elitizmi hiç bırakmak istemedi. Dahası, emek sınıfının mensupları bile sanatı bir sınıf atlama alanı olarak gördü. Sanatı bir insan ürünü olmaktan çıkarıp kutsadı ve övdü. İlahı onun da artık sanattı.

Saint Simon’un verdiği yetkiye dayanarak, ayrıcalığı teorik temelde yaşamaya başladı. Post-modernizmin de onun için uygun bir saha olduğunu sandı. Yalnızca istediğini anladı. Özünü kavramaktan öte, sanatsal ürünlerini post-modern diye yansıttı. Örneklerle açıklayacak olursak Gezi'deki Duran Adam özelinde meseleyi incelemek mümkün. Öncelikle bunu teorik bilgiyle açalım.

“Fluxus” kelime olarak Latince de akış/akma anlamına gelmektedir. Kelimeyi ilk kullanan George Maciunas, “Sanatı burjuva hastalıklarından kurtarmayı amaçladıklarını” söyler. Bu akıma göre sanat, gündelik yaşamdan, gündelik ve sıradan olandan bağımsız bir şekilde var olamaz. Hayatın kendisine dönmek ve orada tamamlanmak esastır. 

Bu akımda da geleneksel duygu aktarımı teknikleri reddedilir ve özellikle performans sanatı bu bakış açısının düşünsel aracıdır. Geleneksel form anlayışından bağımsız olduğundan, elinde kadehlerle lüks mekânlarda ne sergilenir ne de izlenir. Aksi hâlde teori ve pratik çelişir. Özünde, sanattaki burjuva geleneklere ve onun sömürü düzenine karşıdır postmodern sanat.

Gezi’de ne olmuştu peki? Erdem Gündüz’ün tek kişilik performans sanatı “Duran Adam” ikonunu oluşturdu. Bu performans da “durma eylemi ve pasifizm” bağlamında tartışmaya açık olmakla birlikte kısa sürede büyük yankı uyandırdı, devam eden günlerde de pek çok kişinin katılımıyla bir “duruşa” dönüşmüştü. Şimdi Gezi’de bu duruşu sergileyenlerin post-modern yahut fluxus akımından anladıkları neydi? Kime ve neye karşı bir eylem yaptılar? Bugün, Filistin mücadelesine baktıklarında ne görüyorlar? Yoksa “susarak” bir "performans sanatı gerçekleştiriyorlar da!" biz mi haklarını yiyoruz!

İdil Mevsim
20 Kasım 2023

0 Yorum: