16 Kasım 2025

,

Faşizm ve Antifaşizm II


Şili

“Demokrasi x Faşizm” denilen anlamsız karşıtlığın gerçekte bir karşılığı olmadığını ispatlayan en önemli örnek, muhtemelen Şili örneğidir. Şili örneği, proletaryanın üç kez yüzleştiği yenilgiyi içeren süreçte diktatörlüğün nasıl muzaffer olduğunu ortaya koyuyor.

Avrupa’da yaşanan olaylarla aynı dönemde, Otuzların Şili Halk Cephesi, düşmanını “oligarşi” olarak belirlemişti. En muhafazakâr güçlerin bastırılması olarak sunulan, yasama organının oligarşik kontrolüne karşı mücadele, reformları, yani endüstriyel gelişimi teşvik edebilecek, güçlendirilmiş devlet gücüne sahip, daha merkezi bir başkanlık sistemine doğru evrimi kolaylaştırdı. Esas olarak 1936’dan 1940’a kadar faaliyet yürüten Halk Cephesi, kentli orta sınıfların (burjuvazi ve beyaz yakalı işçilerin) öne çıktığı, işçi mücadelelerinin yaşandığı konjonktürün ürünüydü. İşçi sınıfını bu süreçte, devletin zulmüyle ezilecek olan sosyalist işçi federasyonu, Amerika’daki Dünya Sanayi İşçileri Sendikası’ndan etkilenmiş olan, toplamda 200.000 sendikalı işçi içerisinde ancak yirmi ila otuzun örgütleme imkânı bulan anarko-sendikalist Genel İşçi Konfederasyonu (CGT), özellikle de Komünist Parti’nin etkisi altındaki federasyon örgütledi. Beyaz yakalı işçi sendikaları, işçi sınıfı militanlığının iki kalesi olan nitrat (daha sonra bakır) ve kömür endüstrileri hariç, yirmili yıllarda sanayi işçilerininki kadar şiddetli grevler yürüttüler.

Sosyalist-Stalinist-Radikal koalisyonu, tarım reformunda ısrar etmesine rağmen, bunu oligarşiye dayatmayı başaramadı. Koalisyon, doğal kaynakların (öncelikle nitratın) yabancılar tarafından sömürülmesinden kaynaklanan serveti geri kazanmak için fazla bir şey yapmadı. Şili’deki endüstriyel üretim, bu süreçte daha önce hiç tanık olmadığı bir sıçrama gerçekleştirdi. ABD’deki Yeni Düzen’in inşa ettiği türden kurumlar aracılığıyla devlet, yatırımların büyük bir bölümünü güvence altına aldı, ağır sanayi ve enerjiye odaklanan bir devlet kapitalizmi tesis etti. Endüstriyel üretim, bu dönemde yıllık %10 oranında arttı; bu dönemden 1960’a kadar yıllık %4; altmışlı yıllarda yıllık %1 ila %2 arttı.

Sosyalist ve Stalinist işçi federasyonları 1936’nın sonunda yeniden birleşti, bu birleşme CGT’yi daha da zayıflattı; Halk Cephesi, gerçekten yıkıcı olan her şeyi ortadan kaldırdı. Bir koalisyon olarak bu rejim, Sosyalist Parti’nin çekildiği 1940 yılına kadar sürdü. Ancak rejim, Radikaller ve Komünist Parti’nin yanı sıra faşist Falanj’ın (Şili Hristiyan Demokrasisi’nin sağcı atası ve Hristiyan Demokrat lider Eduardo Frei’in kök aldığı partinin[9]) kesintili desteğiyle 1947’ye kadar varlığını sürdürebildi. Komünist Parti rejimi, Radikaller tarafından yasaklanacağı 1947 yılına dek destekledi.

Solcuların her zaman söylediği gibi, Halk Cepheleri de işçi sınıfı mücadelesinin bir ürünüdür; ancak bu mücadele, kapitalizmin çerçevesi içinde işler, sermayeyi modernleşmeye zorlar. 1970’ten sonra Halkın Birliği (Unidad Popular), işçileri entegre ederken Hristiyan Demokrat Parti’nin (PDC) altmışlı yıllarda korumanın yolunu bir türlü bulamadığı Şili ulusal sermayesini yeniden canlandırmayı kendine hedef olarak koydu.

Sonunda Şili proletaryası, üç kez yenilgiye uğradı. İlk yenilgi, proletaryanın ekonomik mücadelelerini terk edip sol güçlerin bayrağı altında toplanması, “işçi” örgütleri destekliyor diye yeni devleti kabullenmesi ile ilgiliydi. Allende, 1971’de kendisine yöneltilen soruya şu şekilde cevap veriyordu:

“ - Proletarya diktatörlüğünden kaçınmanın mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?’

- Öyle düşünüyorum: Bu amaç doğrultusunda çalışıyoruz.”[10]

İkinci yenilgi, darbeden sonra sol basının “silahlı direniş”e dair söylediklerinin aksine, ordunun baskısı altında ezilen proleterlerin Allende hükümeti tarafından maddi ve ideolojik olarak silahsızlandırılmasıyla ilgiliydi. Allende hükümeti, işçileri defalarca silahlarını teslim etmeye zorlamıştı. İçişleri bakanlığının başına bir generali getiren hükümet, esasında askeri hükümete geçiş sürecini bizzat kendisi başlatmıştı.

Neticede devlet demokrasi ve diktatörlük için var değildir. Devlet, diktatöryel ya da demokrat, esasen devletin kendisi için vardır. Dolayısıyla, fıtratı uyarınca totalitarizmden uzak durması imkânsız olan devletin kanatları altına sığınan proleterler, sağdan gelecek bir darbe karşısında kendilerini daha baştan felç edecek ilişkilere mahkûm etmişlerdi. Halkın Birliği ve Hristiyan Demokrat Parti arasında imza edilmiş olan o önemli mutabakatın söylediği de bundan başka bir şey değildi:

“Polisin ve silahlı kuvvetlerin demokratik düzenimizi güvence altına almaya devam etmesini istiyoruz. Bu, ordu ve polisin örgütlü ve hiyerarşik yapısına saygı duyulmasını gerekli kılmaktadır.”

Şili proletaryasının yüzleştiği en onur kırıcı yenilgi, üçüncü yenilgiydi. Bu noktada beynelmilel aşırı sola hak ettiği madalyayı vermek gerekir. Kapitalist devleti daha da ileriye götürmek için ona destek sunan sol ve aşırı sol, sonrasında kâhinlik pozu kesti: “Sizi uyardık: Devlet, sermayenin baskıcı gücüdür” dedi. Altı ay önce orduya radikal unsurların girmesini veya devrimcilerin tüm siyasi ve toplumsal hayata sızmasını isteyenler, şimdi ordunun “burjuvazinin ordusu” olarak kaldığını ve bunu hep bildiklerini söylediler.

Kaçınılmaz başarısızlıklarını önce haklı çıkarmaya çalışarak, darbenin yarattığı duyguyu ve şoku, Şili gibi bir yerde proleterlerin bu olaylardan ders çıkarma teşebbüslerine mani olmak için kullandılar. Halkın Birliği’nin ne yapıp ne yapamayacağını ortaya koymak yerine, bu solcular, aynı eski siyaseti yeniden canlandırarak, ona solcu bir renk çaldılar. Allende’nin darbe sırasında elindeki otomatik silahla çekilmiş fotoğrafı, nihayet faşizme karşı etkili bir şekilde mücadele etmeye kararlı sol demokrasinin sembolü haline geldi. Oy pusulası tamam, ama yeterli değildi, silaha da ihtiyaç vardı. Sol, Şili’den bu dersi çıkarttı. Allende’nin demokrasinin başarısızlığının kafi düzeyde “fiziksel” kanıtı olan ölümünün mücadele etme iradesinin kanıtı olduğu gerçeğinin üzeri örtüldü.

“İcraata dökülmüş haliyle bu demokratların çıkarlarının yavan ve kudretsiz olduğu görüldüğünde, aynı demokratlar, tüm suçu bölünmez tek bütün görülen halkı farklı düşman kamplara bölen kötü niyetli safsatacıların ya da demokrasinin saf amaçlarının kendisinin hayrına olduğunu göremeyecek kadar kör ve sersem olan ordunun sırtına yükleyecektir. [...] Her halükârda demokratlar, mücadeleye girdiğinde ne kadar masum ise o kadar pirüpak çıkacağı en rezil yenilgiden çıkacaktır.”[11]

Halkın Birliği’nin niteliğini, (bir gün oy pusulalarına, ertesi gün kurşuna odaklanan) ünlü stratejisinin muhtevasını sorguladığımızda, faşizmin saldırdığı noktada komünizmin, kapitalizmin ve devletin niteliğine dair soruşturmanın lüks olduğu görülecektir. Partinin egemen olduğunu düşündüğü sanayi bölgelerinde yaprak kımıldamaması da ayrı bir meseledir. Zaten artık mesele, kenetlenmektir. Yaşanan yenilgi, antifaşistleri zaferden bile daha kesin bir şekilde kenetlemektedir.

Öte yandan, Portekiz örneğinde görüldüğü üzere, “harekete mani olmamak adına hiçbir şey yapmamak gerek” bahanesiyle her türden eleştiriden kaçınmak, zorunlu hale gelmektedir. Nitekim Portekizli Troçkistler, 25 Nisan 1974 sonrası yaptıkları ilk açıklamalardan birinde, demokrasi oyununu oynamak istemeyen “aşırı solcuları” kınamayı tercih ettiler.

Neticede uluslararası aşırı sol, proleterleri komünist perspektiften daha da uzaklaştırmak için Şili olaylarının çözümlenmesini engelleme çabası konusunda birleşti. Sol, böylece sermayenin tekrar ihtiyaç duyduğu bir günde Şili demokrasisinin geri dönüşüne hazırlanıyor.

Portekiz

Yeni gelişmelere açık olsa da, Portekiz örneği, yalnızca devrimin ne olduğunu bilmeyenler (ki bunlar en kalabalık kesimi teşkil ediyorlar) için çözümsüz bir bilmece sunuyor. Samimi ama kafası karışık devrimciler bile, birkaç ay önce kendilerine çok önemli görünen bir hareketin çöküşü karşısında şaşkınlığa düşüyorlar. Bu kavrayışsızlık, bir kafa karışıklığına dayanıyor. Portekiz, proletaryanın neler yapabileceğinin delili, sermayenin bu gerçeği hesaba katarak hareket edeceğinin ispatı. Proletaryanın eylemi tarihin motoru olmayabilir, ancak politik ve toplumsal düzlemde herhangi bir modern kapitalist ülkenin evriminin temel taşını teşkil ediyor. Ancak, tarih sahnesine bu ani çıkış, otomatik olarak devrimci ilerlemeyi koşullamaz. İkisini teoride bir görmek, devrimi karşıtıyla karıştırmaktır.

Portekiz devriminden bahsedenler, devrimi sermayenin yeniden örgütlenmesiyle karıştırıyorlar. Proletarya, kapitalizmin ekonomik ve politik sınırları içinde kaldığı sürece, toplumun temeli değişmeden kalmakla kalmaz, elde edilen reformlar (siyasi özgürlükler ve ekonomik talepler) bile geçici bir varoluşa mahkûm olur. Sermayenin işçi sınıfına baskı neticesinde verdiği her şey, bu baskı azaldığı anda tamamen veya kısmen geri alınacaktır: kendisini kapitalizme baskı uygulamakla sınırlayan her hareket, başarısızlığa mahkûmdur. Proleterler bu şekilde davrandıkları sürece, kafalarını duvara vuruyorlar demektir.

Portekiz diktatörlüğü, sömürge sorununu çözmedeki yetersizliğinden de anlaşılacağı gibi, ulusal bir sermayenin gelişimi için yeterli bir yönetimi biçimi olmaktan zaten çıkmıştı. Sömürgeci ülkeyi zenginleştirmek şöyle dursun, sömürgeler tersten Portekiz’i istikrarsızlaştırdı. Neyse ki, “faşizmle” savaşmaya hazır bir ordu vardı elde.

Ülkedeki değişimi ancak tek örgütlü güç olan ordu başlatabilirdi. Değişimi başarıyla gerçekleştirmekse bambaşka bir meseleydi. Alışkanlıklarına göre hareket eden, sermayenin tayin ettiği politik çerçevede kendisine bahşedilmiş rolleri ve iktidar iddiaları üzerinden körleşen sol ve aşırı sol, ordunun tepeden tırnağa tahrip edildiği tespitinde bulundu. Daha önce subayları yalnızca “sömürgecilere çalışan işkenceciler” olarak gören sol, şimdi karşısında bir Halk Ordusu görüyordu. Sosyolojinin yardımıyla, sosyalizme yöneldiklerini iddia ettikleri komutanların halka dayanan köklerine ve özlemlerine işaret etti. Geriye, bize sadece “Marksistler eliyle aydınlatılmak istiyorlar” denilen bu subayların iyi niyetlerini beslemek kalıyordu. Sosyalist Parti'den en aşırı solculara kadar tüm dünya, kapitalist devletin ortadan kalkmadığı, ordunun onun vazgeçilmez aracı olduğu ile ilgili o basit gerçeğin üzerini örtmek için elbirliğiyle hareket etti.

Devlet aygıtındaki bazı yerler işçi sınıfı militanlarına tahsis edildiği için, devletin işlevini değiştirdiği söylendi. Kendisini popülist bir dille ifade ettiği için ordunun işçilerin yanında olduğu düşünülüyordu. Nisbi ifade özgürlüğü hüküm sürdüğü için, (herkesin bildiği gibi, sosyalizmin temeli olarak gördüğümüz) “işçi demokrasisi”nin iyice yerleştiğine hükmedildi. Elbette, devletin eski halini sergilediğine, otoritenin yeniden sağlandığına dair kimi uyarıcı işaretler alınmasına rağmen sol ve aşırı sol, gene de devlete daha fazla baskı uygulanması gerektiği sonucuna vardı, ancak bunu “sağ”ın ekmeğine yağ sürme” korkusuyla, ona saldırmadan yapmak istiyordu. Oysa sol ve aşırı sol, sağın programını uygulamaktan başka bir şey yapmadı. Bunu yaparken, sağın genellikle başaramadığı bir şeyi, kitlelerin bütünleşmesini sağladı. Oysa devletin “sol” kaynaklı etkilere açılması, onun sönüp gitmesi değil, güçlenmesi anlamına geliyordu. Sol, popüler bir ideolojiyi ve işçilerin coşkusunu Portekiz ulusal kapitalizminin inşasının hizmetine sundu.

Sol ve ordu arasındaki ittifak, istikrarsız bir nitelik arz ediyordu. Sol kitlelere ve orduya istikrar kazandırdı. Artık istikrar, ordunun silahının güvencesi altındaydı. Portekiz Komünist Partisi (PCP) ve Sosyalist Parti’nin (PS) kitlelerin dizginlerini dikkatle tutması gerekiyordu. Bunun için söz konusu partilerin, zayıf bir kapitalizm için tehlike arz eden maddi avantajları kitlelere sunmasına ihtiyaç vardı. Açığa çıkan her çatışmayı politik düzenlemeler takip etti.

“İşçi” örgütleri, sermayeye ihtiyaç duyduğu kârı sağlayamayacak, işçilere hükmedebilecek kapasitedeydi. Dolayısıyla, çelişkiyi çözmek ve disiplini yeniden tesis etmek gerekiyordu. Sözde devrim, en kararlı olanları tüketmeye, diğerlerini caydırmaya ve devrimcileri tecrit etmeye, hatta bastırmaya hizmet etmişti. Ardından devlet, asla ortadan kaybolmadığını ikna edici bir şekilde göstererek, tüm acımasızlığıyla müdahale etti. Devleti içeriden fethetmeye çalışanlar, onu ancak kritik bir anda ayakta tutmayı başarmışlardı.

Portekiz’de devrimci bir hareket mümkün değildir. Böylesi bir hareketin ortaya çıkması, daha geniş bir bağlamın oluşmasına bağlıdır. Her halükârda devrimci hareket, Nisan 1974’teki kapitalist-demokratik hareketten farklı temellerde varolma imkânı bulacaktır.

İşçilerin mücadelesi, reformist hedefler için bile olsa, sermaye için zorluklar yaratır ve dahası, proletaryanın devrime hazırlanması için gerekli deneyimi teşkil eder. Mücadele geleceği hazırlar, fakat bu hazırlık, olumlu ya da olumsuz sonuçlanabilir. Neticede hiçbir şey otomatik ve kendiliğinden işlemez. Mücadelenin hazırlayacağı gelecek, komünist hareketi kolayca boğabilir de güçlendirebilir de. Bu koşullarda, işçi eylemlerinin “özerkliği” konusunda ısrarcı olmak yetmez. Özerklik, bir azınlığın hazırladığı “plan”dan daha devrimci bir ilke değildir. “Devrim, diktatörlükten daha çok demokraside ısrarcıdır” denilemez.

Proleterler, mücadelenin dizginlerini ancak belirli önlemler almak suretiyle kavrayabilirler. Kendilerini reformist eylemle sınırladıkları takdirde, mücadele er ya da geç onların kontrolünden çıkacak, kendisine sendika veya “taban komitesi” diyebilecek sendikal tipte uzmanlaşmış bir organ tarafından ele geçirilecektir. Özerklik, kendi başına devrimci bir erdem değildir.

Her türden örgütlenme biçimi, yaratıldığı amacın içeriğine tabidir. Vurgu, işçilerin öz-faaliyetine değil, yalnızca gerçekleştirilmesiyle işçi sınıfı eyleminin geleneksel parti ve sendikaların liderliği altına girmekten kaçınmasını sağlayan komünist perspektife yapılmalıdır. Belirleyici ölçüt, eylemin muhtevasıdır: devrim, yalnızca “çoğunluğun” ne istediğine bağlı değildir. İşçilerin özerkliğine öncelik vermek, çıkmaza yol açar.

İşçicilik, bazen sağlıklı bir tepki olabilir, ancak kendi başına bir amaç haline geldiğinde, kaçınılmaz olarak felâketle neticelenir. İşçicilik, devrimin belirleyici görevlerini göz ardı etme eğilimindedir. İşçi “demokrasisi” adına, proleterleri üretim sorunlarıyla birlikte kapitalist işletmeye hapseder (devrimi, işletmenin yıkımı olarak tahayyül etmez). Ayrıca işçicilik, devlet sorununun idrak edilmesini güçleştirir. En iyi ihtimalle, “devrimci sendikalizmi” yeniden icat eder.

İspanya: Savaş mı, Devrim mi?

Demokrasi, her yerde diktatörlük karşısında diz çöküyordu. Daha doğrusu, diktatörlük, her yerde kucaklanan bir yönetim biçimiydi. Peki ya İspanya’da durum neydi?

İspanya, bu konuda istisna değildi. O, mücadelenin doğasını değiştirmeden demokrasi ve faşizm arasındaki silahlı çatışmanın en uç örneğini temsil ediyordu: Demokrasi ve faşizm, her zaman karşıt olan iki kapitalist gelişme biçimi, kapitalist devletin iki siyasi biçimi, bir ülkede yasal ve olağan kapitalist devletin meşruiyeti konusunda kavga eden iki devletçi sistemdir. Dahası, çatışma, yalnızca işçilerin faşizme karşı saf tutması nedeniyle şiddetlenmişti.

İspanya’daki savaşın karmaşıklığı bu ikili boyuttan kaynaklanıyordu; proletarya ve sermaye arasında cereyan eden bir iç savaş, proleterlerin her iki kampta da rakip kapitalist devlet yapılarını desteklediği kapitalist savaşa evriliyordu.

“İsyancılara” kendilerini hazırlamaları için her türlü kolaylığı sağladıktan sonra cumhuriyet, proleterler faşist darbeye karşı ayaklanıp darbenin ülkenin yarısında başarıya ulaşmasına mani olduğu vakit, müzakere yürüttü ve/veya teslim oldu. İspanya Savaşı, bu kendiliğinden bir patlamadan daha fazlasını ifade eden gerçek proleter ayaklanması olmadan başlayamazdı. Gelgelelim bu, tek başına tüm İspanya Savaşı’nı ve sonraki olayları tanımlamak için kafi bir değerlendirme değildir. Sadece mücadelenin ilk anını, yani fiilen bir proleter ayaklanmasını tanımlar.

Faşistleri çok sayıda şehirde yendikten sonra işçiler, iktidarı ele geçirdiler. Ayaklanmalarının hemen ardından durum bu şekildeydi. Peki bu iktidarla ne yaptılar? Onu cumhuriyetçi devlete geri mi verdiler, yoksa komünizme doğru daha da ilerlemek için mi kullandılar? Yasal hükümete, yani mevcut kapitalist devlete güvendiler. Sonraki tüm eylemleri bu devletin yönetimi altında gerçekleşti. Meselenin özü buydu.

Sonuç olarak, Franco’ya karşı yürüttükleri silahlı mücadelelerinde ve bu mücadelenin yol açtığı sosyo-ekonomik dönüşümlerde, İspanyol proleterlerinin tüm hareketi, kendisini doğrudan kapitalist devletin çerçevesine yerleştirmişti, bu anlamda, ancak doğası gereği kapitalist olabilirdi. Toplumsal alanda daha ileri gitme girişimlerine tanık olundu (ki bu konuya ileride değineceğiz) ancak kapitalist devlet korunduğu sürece bu girişimler farazi kaldı.

Devletin yıkılması, komünist devrim için gerekli koşuldur ama yeterli değildir. İspanya’da gerçek iktidar, örgütler, sendikalar, kolektifler, komiteler vs. değil, devlet tarafından kullanılıyordu. Bunun kanıtı, güçlü Ulusal İşçi Konfederasyonu’nun (CNT) Temmuz 1936’dan önce çok zayıf olan İspanya Komünist Partisi’ne (PCE) boyun eğmek zorunda kalmasıdır. Devletin gerektiğinde gücünü acımasızca kullandığı Mayıs 1937 olayları, bu gerçeğin teyididir. Devlet yıkılmadan devrim olmuş sayılmaz. İspanya’da yaşanan trajedi, “Marksistlerin” %99’unun unuttuğu bu “bariz” Marksist gerçeğin ispatıdır.

“Devrimlerin tuhaflıklarından biri de halkın büyük bir başlangıç yapıp yeni bir çağ açacakmış gibi göründüğü anda, geçmişin yanılsamalarının kendisini yönetmesine izin vermesi, büyük bir bedel ödeyerek elde ettiği tüm gücü ve nüfuzu, geçmiş bir dönemin halk hareketini temsil eden ya da temsil ettiği varsayılan kişilerin eline teslim etmesidir.” (Marx)[12]

1936’nın ikinci yarısındaki silahlı işçi birliklerini, sonrasında askeri unsurlara dönüştürülüp burjuva ordusuna bağlı yapılara dönüştürülmüş olan halleriyle kıyaslamak mümkün değil. Bu iki evre arasında önemli bir fark vardı, ancak bu fark, devrimci bir evreyi devrimci olmayan bir evre izlemesi anlamında değildi: İlk olarak, işçi hareketinin belli bir özerklik, belli bir coşku, hatta Orwell’ın çok iyi betimlediği, komünist bir tavır sergilediği, devrimci uyanışın bastırıldığı bir evre söz konusuydu.[13] Sonra, yüzeysel olarak devrimci görünen ama aslında klasik bir anti-proleter savaş için gerekli koşulları yaratan bu evre, doğal olarak hazırladığı şeye yol verdi.

Bu askeri birlikler, başta Zaragoza olmak üzere, diğer şehirlerde faşizme karşı savaşmak için Barselona’dan yola koyuldular. Devrimi cumhuriyetçi bölgelerin ötesine yaymaya çalışıyor olsalardı, o cumhuriyetçi bölgeleri önceden veya eş zamanlı olarak devrimcileştirmek gerekirdi.[14]

Durruti, devletin yıkılmadığını biliyordu, ancak bu gerçeği görmezden geldi. Başında olduğu, yüzde yetmişi anarşistlerden oluşan birlikle ilerlerken kolektivizasyonu savundu. Milisler köylülere yardım etti ve onlara devrimci fikirler öğretti. Ama bir yandan da “Tek bir amacımız var, o da faşistleri yok etmek” diyorlardı. Bu düzlemde Durruti, meramını gayet güzel dile getiriyordu: “Milislerimiz burjuvaziyi asla savunmayacak, ama ona saldırmayacak da.” Ölümünden iki hafta önce (21 Kasım 1936’da) Durruti şunu söylüyordu:

“Tek bir düşüncemiz, tek bir hedefimi var, o da faşizmi yok etmek. [...] Şu anda hiç kimse, ücretleri artırmak veya çalışma saatlerini azaltmakla ilgilenmiyor. [...] Kendini feda etmek, gerektiği kadar çalışmak, tek derdimiz. Granit gibi sağlam bir blok oluşturmalıyız. Sendikaların ve siyasi örgütlerin düşmanın işini sonsuza dek bitirmelerinin vakti geldi. Cephe gerisinde idari becerilere sahip olmamız gerekiyor. [...] Bu savaş bittikten sonra, beceriksizliğimizle kendi aramızda yeni bir iç savaş başlatmayalım. [...] Faşist istibdadın karşısına tek bir güç olarak çıkmalıyız: Sadece tek bir örgüt, tek bir disiplinli yapı olmalı.”

Mücadele iradesi, devrimci bir mücadelenin yerini asla tutamaz. Dahası, siyasi şiddet kapitalist amaçlara kolayca uyarlanabilir (son terör olayı bunun kanıtı). “Silahlı mücadele”nin cazibesi, darbelerini devletin kendisine değil, yalnızca belirli bir devlet biçimine indirdiği vakit, proleterler üzerinde hızla olumsuz sonuçlar doğurmaya başlar.

Farklı koşullar altında antifaşist kampın askeri evrimi (ayaklanma, ardından milisler, en sonunda düzenli ordu) Marx’ın anlattığı Napolyon karşıtı gerilla savaşını hatırlatmaktadır:

“Gerilla savaşının üç dönemini İspanya’nın siyasi tarihiyle karşılaştırdığımızda, hükümetin karşı-devrimci ruhunun halkın ruhunu dinginleştirme konusunda ne kadar başarılı olduğu görülür. Tüm nüfusun ayağa kalkmasıyla başlayan partizan savaşını sonrasında gerilla çeteleri sürdürdü. Bu çeteler, tüm bölgelerde yedek kuvvetler meydana getirdi. Bu çeteler sonunda ya gönüllü birliklerine ya da belirli bir mevkiye yerleşmiş alaya evrildi.”[15]

Koşullar birbiriyle karşılaştırılamaz. 1936’da olduğu gibi 1808’de de askeri evrim yalnızca askeri sanatla ilgili “teknik” değerlendirmelerle açıklanamaz: siyasi ve toplumsal güçlerin ilişkisi ve bunların karşı-devrimcilik açısından yol açtığı değişim de dikkate alınmalıdır. 1936’daki birliklerin düzensiz birlikler olarak savaşamadıkları görüldü. Bu birlikler, neticede Zaragoza önlerinde durdu.

Yukarıda Durruti’nin bahsettiği (“ne pahasına olursa olsun birlik şart” diyen) uzlaşmacı tavır sadece, önce cumhuriyetçi devlete (proletarya karşısında), sonra Franco’ya (cumhuriyetçi devlet karşısında) zafer kazandırabilirdi.

İspanya’da bir devrimin başladığı açıktı, ancak proleterler, mevcut devlete güvendikleri anda başarısızlığa uğradılar. Niyetlerinin ne olduğu pek önemli değildi. Devletin önderliğinde Franco’ya karşı mücadele etmeye hazır olan proleterlerin büyük çoğunluğu, her şeye rağmen gerçek iktidara tutunmayı tercih etmiş, devleti yalnızca bir çıkar uğruna desteklemiş olsalar da, belirleyici olan niyetleri değil, eylemleriydi.

Darbeyi püskürtmek için örgütlendikten ve kendilerine özerk bir askeri yapının (milisler) temellerini attıktan sonra işçiler, yasal devletin otoritesini kabul eden (çoğunlukla açıktan karşı-devrimci olan) bir “işçi örgütleri" koalisyonunun yönetimi altına girmeyi kabul ettiler. Proleterlerin en azından bir kısmının, resmi devlete yalnızca iktidarın görüntüsünü bırakarak gerçek iktidarı (kısa bir süre için de olsa fiilen ele geçirmişlerdi) ellerinde tutmayı umdukları kesin. Bu, gerçekten de ağır bir bedel ödedikleri bir hataydı.

Önceki analizi eleştiren bazı isimler, İspanya Savaşı’na dair açıklamalarımıza katılsa da durumun belirli kapıları “açık” bıraktığını, başka yönde gelişebileceğini söylüyorlar. Bu nedenle, İspanyol proleterlerinin özerk hareketini (en azından Mayıs 1937’ye kadar), bu hareket gerçek duruma oldukça yetersiz biçimler vermiş olsa bile, desteklemek gerektiğini iddia ediyorlar. Bir hareket gelişiyordu ve olgunlaşmasına tabii ki katkıda bulunmak gerekiyordu.

Proletaryanın özerk hareketi, herhangi bir radikal eğilimi bastırmakta gecikmeyen devlet yapısınca özümsendikçe hızla yok olur. Bu durum, 1937’nin ortalarında herkes tarafından anlaşılmıştı. “Barselona’nın kanlı günleri”, Temmuz 1936’nın sonundan beri var olan gerçeğin maskesini düşürmekten başka bir işe yaramadı: fiili iktidar, işçilerin elinden kapitalist devlete geçti. Faşizmi burjuva diktatörlüğüne indirgeyenlere, cumhuriyetçi hükümetin işçilere karşı “faşist yöntemler” kullandığını söylemek gerekiyor. Elbette kurban sayısı Franco’nun zulmüne kıyasla çok daha azdı, ancak bu durum, iki baskının, demokratik ve faşist baskıların farklı işlevleriyle bağlantılıydı. Temel bir işbölümü söz konusuydu: Cumhuriyetçi hükümetin hedef kitlesi çok daha küçüktü (bu kitle, Marksist Birlikçi İşçi Partisi (POUM)) gibi CNT’nin solunda yer alan kontrol edilemeyen unsurları içeriyordu).

Ekim 1917 ve Temmuz 1936

Bir devrimin bir günde gelişmediği apaçık ortada. Her zaman karmaşık ve çok biçimli bir hareket söz konusu. Asıl sorun, devrimci hareketin giderek daha net bir şekilde eylem ortaya koyma ve geri dönülmez bir şekilde ilerleme becerisidir. Rusya ve İspanya arasında, çoğu zaman kötü yapılan karşılaştırma bunu açıkça göstermektedir.

Şubat ve Ekim 1917 arasında sovyetler, devlete paralel bir güç meydana getirdiler. Uzun bir süre yasal devleti destekleyen bu yapılar, hiçbir şekilde devrimci bir tavır sergilemediler. Hatta sovyetlerin karşı-devrimci olduğu bile söylenebilir. Ancak bu, onların kendi yürüdükleri yolda hiç değişmedikleri anlamına gelmez; aslında salt Bolşeviklerce temsil edilmeyen ama Bolşeviklerin önemli bir ağırlığa sahip olduğu devrimci akım sovyetler bünyesinde uzlaşmacılarla uzun ve çetin bir mücadele yürüttü. Sovyetler ancak bu mücadelenin sonunda devlete karşı bir tavır alabildi.[16]

Bir komünistin Şubat 1917’de “Bu sovyetler devrimci bir şekilde hareket etmiyor, onları kınayacağım ve onlarla savaşacağım” demesi saçma olurdu. Çünkü o zamanlar sovyetler istikrarlı bir yapı değildi. Sovyetlerin canına aylarca can katan çatışma, bir fikir mücadelesi değil, gerçek çıkarların çatışmasının bir yansımasıydı.

“Devrimi harekete geçirecek olan, çıkarlar olacaktır, ilkeler değil. Aslında ilkeler, tam da çıkarların, sadece çıkarların ürünüdür; yani devrim, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda toplumsal bir nitelik de arz edecektir.” (Marx)[17]

Rus işçileri ve köylüleri, hükümetin onaylamadığı barış, toprak ve demokratik reformlar talep ediyorlardı. Bu karşıtlık, hükümeti kitlelerden ayıran ve çatışmaya yol açan düşmanlığı izah ediyor. Dahası, daha önceki sınıf mücadeleleri, ne istediğini az çok bilen (bkz. Şubat’tan sonra Bolşevik liderliğinin kararsızlıkları) ve bu amaçlar doğrultusunda örgütlenen, hükümete karşı kullanmak üzere halkın taleplerini benimseyen devrimci bir azınlığın oluşmasına yol açmıştı. Nisan 1917’de Lenin şunu söylüyordu:

“Hiç şüphe yok ki insanların iç savaşın gerekli olduğu gerçeğini idrak etmesinden evvel iç savaştan bahsetmek, Blankizm bataklığına saplanmaktır. [...] Artık silahlar ve tüfekler kapitalistlerin değil, askerlerin elinde; kapitalistler artık istediklerini zorla değil, aldatmacayla elde ediyorlar ve şimdi şiddetten bahsetmek anlamsız. [...] Şimdilik bu ‘iç savaş’ sloganını geri çekiyoruz, ama sadece şimdilik.”[18]

Sovyetlerde çoğunluk Eylül ayı içerisinde el değiştirir değiştirmez Lenin, iktidarın silahla ele geçirilmesi çağrısında bulundu.

İspanya’da ise böyle bir şey yaşanmadı. Sıklığına ve şiddetine rağmen, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan bir dizi çatışma, proleterleri bir sınıf olarak birleştirmeye hizmet etmedi. Reformist hareketin baskısı nedeniyle şiddetli mücadeleyle sınırlı kalan proleterler, aralıksız savaştılar, ancak darbelerini düşmana karşı yoğunlaştırmayı başaramadılar. Bu anlamda, İspanya’da devrimci bir “parti” yoktu. Bunun sebebi, devrimci bir azınlığın kendisini örgütlemeyi başaramaması değildi: bu, soruna tersten bakmak olurdu. Aksine, mücadeleler, ne kadar şiddetli olursa olsun, proletarya ile sermaye arasında net bir sınıfsal karşıtlıkla neticelenmediği için parti yoktu.

Bir “parti”den bahsetmek, ancak onu komünist hareketin örgütü olarak anlarsak bir anlam ifade eder. Ancak bu hareket her zaman çok zayıf, (coğrafi olarak değil, darbelerini dağıtma derecesi açısından) çok dağınıktı, düşmanın kalbine hiç vurmadı. Radikal militanların baskısına rağmen, tüm sendikal örgütlerin mahkûm olduğu gibi, özünde reformist bir örgüt olan CNT’nin vesayetinden kurtulamadı. Hâsılı, bu hareket, komünist bir tarzda örgütlenmedi, çünkü komünist bir şekilde hareket etmiyordu.

İspanya örneği, İspanya’da sınıf mücadelesinin yoğunluğunun, otomatik olarak komünist eylemi, dolayısıyla, devrimci partiyi eylemi sürdürmeye teşvik etmediğinin delilidir. İspanyol proleterleri, hayatlarını feda etmekten asla çekinmediler (bazen hiçbir amaç gütmeden), ancak onları sermayeye (devlete, ticari ekonomik sisteme) karşı bir saldırıdan ayıran engeli asla aşamadılar. Silahlandılar, kendiliğinden inisiyatifler aldılar (1936’dan önce liberter komünler, sonrasında kolektifleştirmeler), ancak daha ileri gitmediler. Çok kısa bir sürede milisler, dizginlerini Milis Merkez Komitesi’ne teslim ettiler. Bu komiteyi de İspanya’da ilgili dönemde ortaya çıkmış hiçbir yapıyı da Rusya’daki sovyetlerle kıyaslayamayız.

“Milis Merkez Komitesi’nin muğlak konumu”, aynı zamanda “Katalan hükümetinin önemli bir uzantısı” ve “çeşitli antifaşist askeri örgütleri içeren bir tür koordinasyon komitesi” olması, (kapitalist) devlet iktidarı için dövüşen örgütlere karşı savunmasız olması nedeniyle devlete entegre olması ile ilgiliydi.[19]

Rusya’da ise, örgütlü ve devrimci perspektifi formüle edebilen radikal bir azınlık ile sovyetlerdeki çoğunluk arasında bir mücadele söz konusuydu. İspanya’da radikal unsurlar, neye inanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun tutumunu benimsediler: Durruti, Franco’ya karşı mücadele etmek için harekete geçti, ama devlete dokunmadı. Radikaller devlete karşı çıktıklarında, kendilerine “ihanet eden” (CNT ve POUM türünden) “işçi” örgütlerini yok etmeye çalışmadılar. “İspanya’nın Ekim’inin” olmamasının asli sebebi, İspanya’da proleterler ile devlet arasında gerçek bir çıkar çatışmasının yaşanmamasıydı.

"Nesnel olarak” proletarya ve sermaye birbirine karşıdır, ancak bu karşıtlık, ilkeler düzeyinde mevcuttur ve bu durum gerçeklikle örtüşmemektedir. Etkili toplumsal hareketinde İspanyol proletaryası, bir blok olarak sermayeye ve devlete karşı çıkma zorunluluğuyla yüzleşmedi. İspanya’da işçileri devlete saldırmaya zorlayabilecek, kesinlikle gerekli görülen barış, toprak gibi yakıcı, acilen karşılanması gereken talepler gündemde değildi. Bu uzlaşmaz çelişkilerle tanımlı olmayan durum, bir “parti”nin yokluğuyla bağlantılıydı; bu yokluk, olaylara ağır bir yük bindirerek, uzlaşmazlığın daha sonra olgunlaşıp patlamasını engelliyordu. Şubat ve Ekim ayları arasında Rusya’daki istikrarsızlıkla karşılaştırıldığında, İspanya, Ağustos 1936’nın başından itibaren normalleşme yolunda ilerleyen bir süreçle tanımlıydı. Rus devletinin ordusu Şubat 1917’den sonra dağılırken, İspanyol devletinin ordusu, Temmuz 1936’dan sonra, yeni ve “halkçı” bir biçimde de olsa, yeniden toparlandı.

Paris Komünü

Dikkatle yapılması gereken bu türden kıyaslamalar, bizi bir ara Marx’ın da benimsediği, kanıksanmış Marksist görüşü eleştirmek zorunda bırakmaktadır. Paris Komünü’nden sonra Marx, şu meşhur dersi çıkarmıştı: “İşçi sınıfı, hazır devlet mekanizmasını öylece ele geçirip kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz.”[20] Ancak Marx, 18 Mart 1871’de başlayan ayaklanma hareketi ile 26 Mart’ta “Komün”ün seçilmesiyle sonuçlanan daha sonraki dönüşümü arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koyamamıştı. “Paris Komünü” formülü, her ikisini de içerir ve evrimi gizler. Başlangıçtaki hareket, karışıklığına rağmen kesinlikle devrimciydi ve imparatorluğun toplumsal mücadelelerini genişletti. Ancak bu hareket, daha sonra kendisine siyasi bir yapı ve kapitalist bir toplumsal içerik kazandırmaya istekliydi. Aslında seçilen Komün, burjuva demokrasisinin yalnızca dış biçimlerini değiştirdi. Bürokrasi ve daimi ordu, kapitalist devletin karakteristik özellikleri haline gelmiş olsalar da, gene de özünü teşkil etmiyorlardı. Marx’ın tespiti şu yöndeydi:

“Komün, burjuva devrimlerinin sloganı olan ucuz yönetimi gerçeğe dönüştürdü ve harcamaların en büyük iki kaynağını, yani sürekli orduyu ve devlet bürokrasisini ortadan kaldırdı.”[21]

Bilindiği gibi, seçimle tayin edilmiş olan Komün, büyük ölçüde burjuva cumhuriyetçilerin egemenliğindeydi. Temkinli hareket eden örgütleri zayıf, nüfusları az olan, eskiden beri kendilerini cumhuriyetçi basın yoluyla ifade etmek zorunda kalan komünistler, seçimle tayin edilmiş Komün’ün hayatında önemli bir ağırlığa sahip değillerdi. Komün programı, belirleyici bir ölçüt olarak esasen Üçüncü Cumhuriyet’in programının habercisiydi.

Burjuvazi makyavelist davranmamış olsa bile, Paris’in Versay’a karşı savaşı (çok kötü icra edilmiş ve tesadüfi olmayan bir şekilde) devrimci içeriğin tükenmesine ve ilk hareketin salt askeri faaliyete yönlendirilmesine katkıda bulundu.

Marx’ın Komün’ün yönetim biçimini, fiilen yaptıklarından ziyade, her şeyden önce işleyiş biçimiyle tanımlaması ilginçtir. Gerçekten de Komün, “Fransız toplumunun tüm sağlıklı unsurlarının gerçek temsiliydi, dolayısıyla gerçek ulusal hükümetti”, ancak neticede kapitalist bir hükümetti, kesinlikle bir “işçi hükümeti” değildi.[22]

Marx kamuoyu nezdinde, Birinci Enternasyonal bünyesinde Komün’ü sahiplenirken özel sohbetlerinde onu açıktan eleştiriyordu.[23] Ama burada bu çelişkili konumu ele almayacağız.

Her halükârda, devrimci hareketi bastırma mekanizması 1936’dakine benziyordu. 1871’de olduğu gibi, İspanya Cumhuriyeti, İspanyol ve yabancı radikal unsurları (doğal olarak faşizmi yok etmeye en yatkın olanları) ciddi bir mücadele vermeden, elindeki tüm kaynakları kullanmadan, birer “mayın eşeği” olarak kullandı. 1871’de olduğu gibi bu devlet gücü sınıfsal analize tabi tutulmadığında, tüm gerçekler birer “hata” hatta “ihanet”miş gibi görünür. Ama dayandıkları mantık ele alınmaz.

Meksika

Başka benzer bir örneğe de bakılabilir. Meksika burjuva devrimi sırasında örgütlü işçi sınıfının büyük bir kısmı, burjuvaziyi ileri taşımak ve sermaye içinde ücretli işçiler olarak kendi çıkarlarını güvence altına almak için bir süre demokratik ve ilerici devletle ilişki kurmuştu. 1915-1916 yıllarındaki “kızıl taburlar”, o dönemde Carranza’nın başında olduğu devletle sendika hareketi arasındaki askeri ittifakı temsil ediyordu. 1912’de kurulan Casa del Obrero Mundial [“Dünya İşçileri Evi”], “mesleki sendika örgütlenmesini askıya almaya” ve cumhuriyetçi devletle birlikte “burjuvazi ve onun yakın müttefikleri olan askerler ve din adamlarına” karşı mücadele etmeye karar verdi. İşçi hareketinin bir kesimi, Dünya İşçileri Evi’ne (COM) ve müttefiki devlete şiddetle karşı çıktı. COM, “ordunun desteğiyle anayasal bölgelerdeki her türden işçiyi sendikalaştırmaya çalıştı.” Kızıl taburlar, kapitalist devleti kontrol etmeyi hedefleyen diğer siyasi güçlere (“gericiler”e), bunun yanında, isyancı köylülere ve radikal işçilere karşı aynı anda mücadele yürüttü.[24]

Bu taburların matbaacılar, demiryolu işçileri türünden işkoluna ve mesleğe göre örgütlenmiş olması, ilginç bir durum. İspanya Savaşı’nda bazı milisler de meslek adlarını taşıyorlardı. Benzer şekilde, 1832’deki Lyon ayaklanmasında tekstil işçileri, emek sahasındaki cari hiyerarşiye göre gruplara ayrılmış, işçiler, ustabaşlarının komuta ettiği atölye gruplarında bir araya gelmişlerdi. Bu şekilde, ücretliler, mevcut emek sistemini sermayenin “tecavüzlerine” (Marx) karşı savunmak için ücretliler olarak silaha sarıldılar.

Devlete karşı gerçekleştirilen 1832 isyanı, örgütlü işçilerin devleti desteklediği Meksika ve İspanya örneklerinden farklı. Ancak asıl mesele, işçi sınıfı mücadelesinin emeğin örgütlenmesi temelinde sürdüğünü idrak etmekte.

Devletle bütünleşsin ya da bütünleşmesin, böylesi bir mücadele, ya devlet tarafından yutulur ya da onun altında ezilir. Bu anlamda, başarısızlığa mahkûmdur. Komünist hareket, ancak proleterler ücretli emek düzenine silahla saldırdığı ilkel ayaklanma tarzının ötesine geçtikleri vakit zafere ulaşabilir. İşçiler, silahlı mücadeleye ancak ücretli emekçi olarak kendilerini yok ettikleri takdirde önderlik edebilirler.

Emperyalist Savaş

Devrim yapabilmek için en azından toplumun köklerine, devlete ve ekonomik örgütlenmeye karşı bir saldırının başlaması gerekir. Rusya’da Şubat 1917’de böylesi bir saldırı başlamıştı. Mücadele sonrasında hızla gelişti.

Proleterlerin devlete boyun eğdikleri İspanya’da ise böyle bir başlangıçtan söz edilemez. Başından beri yaptıkları her şey (Franco’ya karşı askeri mücadele, toplumsal dönüşümler) sermayenin himayesinde yürütüldü. Bunun en iyi kanıtı, solcu anti-faşistlerin açıklayamadığı faaliyetlerin hızla gelişmesidir. Askeri mücadele hızla, aşırı sol tarafından verimlilik gerekçesiyle kabul edilen (ve neredeyse her zaman etkisiz oldukları kanıtlanan) devletçi burjuva yöntemlerine yöneldi.

Demokratik devlet, faşizme karşı silahlı mücadele yürütemeyeceği gibi, faşizmin barışçıl yollarla iktidara gelmesini de engelleyemez. Burjuva cumhuriyetçi bir devletin, düşmanı demoralize etmek için gereken toplumsal mücadele yöntemlerini kullanmayı reddetmesi ve bunun yerine, bu tür bir mücadele için daha iyi donatılmış ve eğitilmiş modern bir ordu karşısında hiçbir şansı olmayan geleneksel bir cephe savaşına razı olması, son derece normaldir.

Toplumsallaştırma ve kolektifleştirme çabalarına gelince, bunlar da komünizmin itici gücünden yoksundu; özellikle de devletin yıkılmaması, onları toplumun tamamı düzeyinde ticaret karşıtı bir ekonomi örgütlemekten alıkoyuyor, bu girişimleri ortak eylemden yoksun, izole yapılara dönüştürüyordu. Devlet, kısa sürede otoritesini yeniden tesis etti. Sonuç olarak, Ağustos 1936’dan sonra İspanya’da ne bir devrim oldu ne de devrimin yola koyulduğuna şahit olundu. Aksine, devrime doğru ilerleyen hareket, giderek daha fazla engelle karşılaştı, yenilenmesine dönük adımlar giderek daha da imkânsızlaştı.

Mayıs 1937’de proleterlerin, silahlı ayaklanma yoluyla devlete (bu sefer demokratik devlete) karşı tekrar bir araya gelmeleri, ancak mücadeleyi devletle bağlarını koparacak noktaya kadar uzatmayı başaramamaları dikkat çekici bir gelişmedir. 1936’da yasal devlete boyun eğen proleterler, Mayıs 1937’de bu devletin temellerini sarsmayı başardılar, ancak silahlarını bırakmaları için onları teşvik eden “temsilci” örgütlerin karşısında boyun eğdiler. Proleterler, devlete karşı çıktılar, ancak onu yıkmadılar. POUM ve CNT’nin ılımlılık tavsiyelerini kabul ettiler. “Durruti’nin Dostları” isimli radikal örgüt bile bu karşı-devrimci örgütlerin yıkılması çağrısında bulunmadı.

İspanya’da savaştan bahsedebiliriz, ancak devrimden değil. Bu savaş İspanya’da, proletaryayı devletle bütünleştirirken, ulusal sermayeyi en verimli şekilde geliştirecek, meşru bir devletin inşası konusunda önemli bir işlev gördü. Bu açıdan bakıldığında, iki karşıt ordunun sosyolojik bileşimine dair analizler, tıpkı bir partinin “proleter” karakterini üyeleri arasındaki işçi oranına göre ölçen analizler gibi, bize hiçbir şey söylemezler. Bu tür olgulardan tabii ki bahsedilebilir ama bunlar, anlamaya çalıştığımız, parti denilen meselenin toplumsal işleviyle kıyaslandığında, talidirler.

Kapitalizmi destekleyen, işçi sınıfından üyelere sahip bir parti, karşı-devrimcidir. Çok sayıda işçiyi bünyesinde barındıran ancak kapitalist hedefler için savaşan İspanyol cumhuriyetçi ordusu, Franco’nun ordusundan daha devrimci değildi.

Söz konusu çatışmaya uygulanan “emperyalist savaş” formülü, emperyalizmi salt ekonomik egemenlik mücadelesiyle ilişkilendirenleri şoke edecektir. Ancak 1914-1918’den günümüze emperyalist savaşların temel amacı, sermayenin hem ekonomik hem de sosyal çelişkilerini çözmek ve kitlelerin komünist harekete yönelme potansiyelini ortadan kaldırmaktır.

İspanya’da savaşın doğrudan pazarlar için mücadeleyle ilgili olmaması pek de önemli değildir. Savaş, hem faşist hem de demokratik ülkelerdeki tüm dünya proleterlerini, faşizm-antifaşizm karşıtlığı etrafında kutuplaştırmaya hizmet etti. 1939-1945 arası dönemin Kutsal İttifak’ının zemini bu koşullarda hazırlandı. Ancak ekonomik ve stratejik güdüler de eksik değildi. Henüz tam olarak tanımlanmamış olan karşıt kampların kendilerine müttefikler edinmeleri veya kendilerine cömert yardımlar sunacak tarafsız bir kesim oluşturmaları, ayrıca ittifakların sağlamlığını sınamaları gerekiyordu. Ayrıca İspanya’nın İkinci Dünya Savaşı’na katılmaması da oldukça olağan bir gelişmeydi. İspanya’nın buna ihtiyacı yoktu, çünkü kendi toplumsal sorununu kendi savaşında proleterlerin demokrasi ve faşizm yoluyla ezilmesiyle çözmüştü; ekonomik sorunu ise, toplumsal bir patlamayı önlemek için üretim güçlerinin gelişimini sınırlamaya devam eden muhafazakâr kapitalist güçlerin zaferiyle çözüme kavuşturdu. Ancak gene de, ideolojisi hilafına, bu anti-kapitalist, “feodal” faşizm, altmışlı yıllarda, kendi iradesine rağmen, İspanyol ekonomisini geliştirmeye başladı.

Gilles Dauvé
1979
Kaynak

Dipnotlar:
[9] Rejime aşırı sağdan sola herkesin destek vermiş olmasında şaşılacak bir yan yok. Latin Amerika’daki komünist partiler, İkinci Dünya Savaşı süresince Müttefiklere destek sunan, ulusal kapitalizmi geliştiren veya işçilere tavizler veren diktatörlük rejimlerine ya da askeri rejimlere arka çıkmışlardır. Bkz.: Victor Alba, Politics & the Labor Movement in Latin America, Stanford (1968). Bolivya gibi örneklerde Maoistler ve Troçkistler sıklıkla aynı tavrı sergilemişlerdir.

[10] Le Monde, 7-8 Şubat 1971.

[11] Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, International, New York (1972), s. 54.

[12] Marx & Engels, Collected Works, Cilt. 13, Lawrence & Wishart, Londra (1980), s. 340.

[13] George Orwell, Homage to Catalonia, Londra (1938).

[14] Abel Paz, Durruti: The People Armed, Black Rose Books, Montreal (1976).

[15] Marx & Engels, Collected Works, Cilt. 13, Londra (1980), s. 422.

[16] Oskar Anweiler, The Soviets: The Russian Workers, Peasants, and Soldiers Councils 1905-1921, New York (1974).

[17] Marx & Engels, Ecrits militaires, L’Herne (1970), s. 143.

[18] V. I. Lenin, Collected Works, Cilt. 24, Moskova (1964), s. 236.

[19] C. Semprun-Maura, Revolution et contre-revolution en Catalogne, Mame (1974), s, 53-60.

[20] Marx & Engels, Writings on the Paris Commune, Monthly Review, New York (1971), s. 70.

[21] A.g.e., s. 75-76.

[22] A.g.e., s. 80.

[23] Yayına Hz.: Saul K. Padover, The Letters of Karl Marx, Prentice-Hall (1979), s. 333-335.

[24] A. Nunes, Les revolutions du Mexique, Flammarion (1975), s. 101-2.

0 Yorum: