08 Mart 2025

Bolşevikler ve Feministler

Şubat 1917 Sonrası Kadın Örgütlenmesi: Sınıf Bilinci Kadınlarla Buluşuyor

Rus radikalizmi, on dokuzuncu yüzyıldan beri belirli bir feminist damara sahipti. 1905 devrimi, farklı tiplerde kadın hakları örgütlerinin ortaya çıkışına tanıklık etti. Anna Kalmanoviç gibi kimi feministlerin sosyalistlerle bağları mevcuttu. Bir de Anna Miliukova gibi liberaller vardı.

Anna Miliukova, Meşruti Demokrasi Partisi’nin kuruluş kongresinde yeni kurulan partinin tüzüğüne kadınlara oy hakkı talebinin eklenmesiyle ilgili bir kararın dâhil edilmesi gerektiğini söyledi. Bu hararetli tartışmada partinin ileride başına geçecek olan kocası, tarihçi Pavel Miliukov’u karşısında buldu.[1]

Kollontay’ın iştirak ettiği ilk Tüm Rusya Kadınlar Kongresi’ni esas olarak liberal kadınlar örgütlediler. Birçok kararın alındığı kongrede, asıl mesele, kadınlara oy hakkı verilmesiydi. Gelgelelim, Meşruti Demokrasi Partisi üyeleri, oy hakkının sınırlanması talebinde bulununca sosyal demokratlar kongreyi terk ettiler.

Her türden devrim fikrinden tiksinen liberaller, geçici hükümeti kurmak için adım attılar. Menşevikler çevresine mensup ılımlı sosyalistler, sosyalist devrimciler ve halkçı sosyalist partiler, bu hükümete onay verdiler, zira bu kişiler, ilgili hükümetin burjuvazinin öncülük etmesi gereken burjuva demokratik devrimi ifade ettiğini düşünüyorlardı.

Bu geçici hükümet, kurucu meclis seçimlerinin çalışmalarını başlattı. Yahudilerle ilgili kısıtlamaları kaldıran meclis, başka adımlar attı. Ancak gene de görüldü ki 3 Mart’ta duyurulan programında hükümetin kadınlara oy hakkı verilmesi meselesinden hiç bahsedilmiyordu.

İlk geçici hükümette görev almış olan tek sosyalist bakan Aleksandır Kerenski, 11 Mart günü kadınlara oy hakkı meselesiyle kararın kurucu mecliste alınacağını, zira bu değişikliğin alelacele alınacak bir kararla gerçekleştirilemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Kadınlar Birliği, Petrograd’da büyük bir gösteri düzenledi. Süreçte hükümet, herkese “oy hakkı verileceği”ne dair söz vermişti ama o “herkes”in kadınları içermediği görüldü.

Nevski Bulvarı’nda yürüyen yaklaşık kırk bin kişilik kitle, hem hükümetin hem de Petrograd Sovyeti işçi ve Asker Vekilleri’nin resmi bina olarak kullandığı Tauride Sarayı’nın önüne geldi. İlk olarak sovyet temsilcileriyle bir araya gelen eylemciler, uyguladıkları baskı sonucu temsilcilerden kadın haklarına destek sözü aldılar. Geçici hükümetin başında bulunan Prens Lvov, kısa süre önce hapisten çıkmış olan eski devrimci Vera Figner’in öncülük ettiği ikinci heyetin ziyareti sonrası oy hakkı taleplerini kabul etti. Ancak oy hakkı, ancak Temmuz ayı içerisinde resmileşebildi.[2]

19 Mart eyleminde feministler, Aleksandra Kollontay’ın konuşmasına izin vermediler. Konuşmaya çalıştığında birkaç kadın, onu Tauride Sarayı’nın merdivenlerinden aşağıya itti. O dönemde sosyalistler, liberal veya burjuva feministlere karşı çıktıkları için ağır bir biçimde eleştiriliyorlardı.

Önemli sayıda işçinin katılım gösterdiği eylemin ulaştığı başarı sayesinde sosyalist liderler kadın yoldaşlarının sözlerinin değerini fark ettiler.

1917 yılı süresince Bolşevik kadınların yoğun çalışmaları sayesinde on binlerce kadın işçi partiye katıldı. Bu kadınlar, sendikal harekette belirli bir ağırlığa kavuştular ve zamanla kadın meseleleriyle ilgili hassasiyeti sosyalizm mücadelesine taşıdılar. Prens Lvov’un kurduğu ilk geçici hükümetle birlikte Sosyalist Devrimcilerle Menşevikler arasında kurulan ve döneme hâkim olan ittifak, sınıflararası ateşkes zeminini koşulladı.

Bolşevik kadınlar, bu ateşkes zeminini parçalamak adına, iki alanda faaliyet yürüttüler. Geçici hükümet ve Petrograd Sovyeti liderleri, enflasyon ile gıda kıtlığının önemli meseleler olduğunu kabul etseler de bu konularda hiçbir şey yapmadılar. Savaş sürdüğü müddetçe bu sorunların çözülmesi imkânsızdı. Fakat mevcut koşullarda burjuvazinin yönettiği geçici hükümet savaşa son veremez, Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler ise geçici hükümeti aşacak bir adım atamazdı.

Ne var ki ilgili dönemde kadınlar seslerini yükseltmeye başladı. Asker eşleri, hükümetin hiçbir ilerlemeye imza atmamış olmasına karşı tepkilerini ortaya koydular. 11 Nisan günü bu kadınlar Tauride Sarayı’na bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Bu eylemle kadınlar geçici hükümetten çok sovyete güvendiklerini ortaya koydular. Ancak eylem sırasında Menşevik lider Dan, sovyet adına yaptığı konuşmada, kadınları hazinenin boş olduğu bir dönemde para istedikleri için azarladı. Dan, aynı zamanda sovyet üyesi Kollontay’ın kadınlarla konuşmasına da izin vermedi. Kollontay, gene de kadınlarla konuştu, bu gayriresmi konuşmada Kollontay, kadınların Sovyet’e kendi delegelerini sokmalarını istedi.

Bu noktadan sonra Bolşevik kadınlar, asker eşleri arasında önemli bir mevzi elde ettiler. İlk darbeyi kırk bin civarında kadın çamaşırhane işçisinin asgari ücret ve sekiz saatlik işgünü talep ettikleri grev indirdi. Bu kadınlar, Gonçarova, Novi Kondratyeva ve Saharova gibi Bolşevik kadınlar önderliğinde sendikalaştılar. Grev, bir ay sonra kısmi bir zaferle neticelendi. O dönemde ilk geçici hükümet büyük ölçüde savaşla alakalı güttüğü yayılmacı emeller üzerinden dağıldı. Sovyet içerisindeki kimi önde gelen Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler savaşa devam etmeye kararlı eski meclis (Duma[3]) üyeleriyle bir koalisyon hükümeti kurdu. Neticede ülke için hazırladıkları planları tehlikeye soktuğu için hükümet, çamaşırhane işçilerinin eyleminden epey rahatsız oldu.

Ülkenin dört bir yanına dağılmış halde oldukları için bu çamaşırhane işçilerinin örgütlenmesi büyük ve orta ölçekli işletmelerde çalışan işçilerin örgütlenmesine nazaran daha zor bir işti. Bolşevik basını, grevle ilgili haberleri düzenli olarak aktarıyor, işçilerin mücadelesini militanlık konusunda model alınacak bir mücadele örneği olarak takdim ediyordu.

Kadınlar, başka sektörlerde de mücadele yürütüyorlardı. Ücretlerin artırılmasını talep eden kadın işçiler, çalışma koşullarının iyileştirilmesini, bilhassa işyerlerinin temizlenmesini istiyor, aynı zamanda doğum yardımı ve çocuk emeğinin ortadan kaldırılmasını talep ediyorlardı. İşyerlerinde cinsel taciz vakalarına karşı epey öfkeli olan kadınlar, vücut aramalarına son verilmesini istiyorlardı.[4]

Kollontay, Lenin’in sürgünden döndüğü günlerde ona parti içerisinde destek veren isimlerden biriydi. Lenin, o dönemde devrim stratejisine ve Menşeviklerle birlik meselesine dair fikirleri konusunda parti yönetimi içerisinde pek destek bulmuyordu. Lenin ülkeye döndüğünde, Bolşevikler Menşeviklerle birleşme meselesini tartışıyorlardı. Kollontay, kadın bürosunun kurulması önerisini ilk dillendiren isimlerden biriydi.

Kadınlar İçin Ayrı Örgütsel Yapı Kurulması Fikrine Karşı Direnç

Bolşevikler, pratik sebeplere bağlı olarak, kadınlara yönelik ayrı çalışma yürütülmesi fikrine onay verdiler. Sosyalist hareket içerisindeki rakipleri olarak Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerse bu alanda daha hızlı örgütleniyorlardı. Bolşeviklerse partili olmasından önce bir işçinin belirli bir politik eğitimden geçmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldukları için geriden geliyorlardı. Bu düzlemde, kadınlar arasında ayrı bir çalışma yürütülmesi fikrinin uygulamaya konulması, Bolşevik partinin gelişimi için gerekli görüldü. Fakat bu kadınlara özel çalışma fikrine parti içerisinden belirli bir direnç geliştirildi. Bilhassa kadınlar için ayrı bir örgüt kurulması meselesi yoğun bir biçimde tartışıldı. Krupskaya, Kollontay, Samoilova, Stal ve Slutskaya gibi kadınlar, teorik saflık merakının sınıf mücadelesini iki açıdan geriye çektiğini söylediler:

1. Böylesi bir yaklaşım, kadınların dikkate alınması gereken bir güç olduğunu kabul etmiyor, ayrıca kadınların militanlıklarının hayati önemde olduğunu görmüyordu.

2. Militan olmalarına rağmen kadın işçilerin erkek işçilere göre politik bilinç ve örgütsel deneyim açısından geri durumda olduğunu anlamıyordu.

Kadın mücadelesine yönelik vurgu yapan bu Bolşevik kadınlar içerisinde Kollontay öne çıkan bir isimdi. Hayat hikâyesini kaleme alan isimlerin dediğinin aksine Kollontay, bu konuya eğilen tek isim değildi.[5]

Diğer kadınları inceleyen, yakın döneme ait çalışmalar (McDermid ve Hillyar 1999; Clements 1997; Turton 2007) çok sayıda kadının birlikte çalışma yürüttüğü üzerinde duruyor. Vera Slutskaya, daha Kollontay Rusya’ya dönmeden önce benzer öneriler sunmuş olan bir isimdi.

Ama tabii Bolşeviklerin özdeş gördükleri feminizme ve ayrılıkçılığa karşı belirgin bir korkuya sahip olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. Bu sebeple Bolşevikler, kadınlar için ayrı bir örgüt veya büro kurmak yerine Rabotnitsa [“Kadın İşçi”] isminde bir dergi çıkartmaya ve bu dergi üzerinden kadınlar arasında çalışma yürütmeye karar verdiler.

Fakat 19 Mart eylemi Bolşevikler, müdahale etmediği takdirde dünyanın değişmeyeceğini ortaya koydu. Bu eylem Bolşevikleri harekete geçirdi. Rodyonova ismindeki bir kadın tramvay işçisi, üç günlük ücretini dergiye teslim etti ve dergi yayın hayatına başlama imkânı buldu. Bu toplantıda 800 ruble toplandı. Rodyonova, dergi için çalışmaya, büro işlerini görmeye, ardından da dergi için yazılar yazmaya başladı. Bu süreç üzerinden Rodyonova parti üyesi oldu.

Samoilova kadınlara eğitim verdi. Rusya’ya dönen Krupskaya Petrograd’ın işçi mahallesi Viborg’da eğitim çalışmaları düzenledi. Hayat hikâyesini kaleme alan R H McNeal’ın dediğine göre[6] Krupskaya Lenin’in sosyalist devrim çağrısına bu yürüttüğü çalışmalar yüzünden şüpheyle yaklaşmıştı. Bolşevik stratejinin bir tür darbe planına doğru evrildiğini düşünen Krupskaya politik eğitimi önemli görüyor, olduğunu, devrimi işçi sınıfının kendisini kurtarmasına dönük bir eylem olarak değerlendiriyordu.

Üyelerinin tek tek fikirlerinden bağımsız olarak Rabotnitsa dergisi, sınıf bilincinin kadınlara taşınmasında önemli bir rol oynadı. Dergi çalışanları, bir yandan kadınlarla alakalı klişelerle mücadele ederken bir yandan da erkek ve kadın işçilerin aynı talepleri dillendirmediğini, benzer sömürü biçimlerine maruz kalmadığını söyleyen makale ve haberlere imza attılar.

Bolşevikler, aynı zamanda ataerkil davranışların sınıfı bölmekle kalmadığını ayrıca erkek işçilerin birçok kadının aileye liderlik ettiği koşullarda ailenin ihtiyaçları adına kadınlara karşı konum almalarını sağlamak için kullanıldığını tespit ettiler. Böylelikle zaman geçtikçe cinsiyet meselesi sadece kadın işçileri değil, sınıfları kesen önemli bir mesele olarak görülmeye başlandı.

Bolşevikler, bu süreçte kadınların fabrika komitelerinde temsiliyet imkânı bulması için mücadele yürüttüler, bunun için erkekleri kadınlara oy vermeye ikna ettiler.

Haziran ayından itibaren erkek işçilerin temsilcileri, işten çıkartma meselesinin ele alınması yönünde çağrıda bulundular. Bu düzlemde erkek işçilerin eve ekmek götürdüğü fikri üzerinden, kadınların işten çıkartılmalarına ses edilmiyordu. Kadın emeği, yedek güç olarak görülüyordu. Bolşevikler ve metal işçileri birlikte bu fikre karşı mücadele yürüttüler ama bir yandan da kadın-erkek eşitliği yerine sınıfın birliği meselesine vurgu yaptılar.[7]

Kadın işçiler yüzleştikleri sorunların farkındalardı. Deri tabaklama sektöründe çalışan Zvetskova ismindeki bir kadın, sendika dergisine yazdığı yazıda, “sosyalizm eğer kadınların sesini dikkate almazsa kadınlara olumsuz tavırlar geliştirecek bir toplum meydana getirir” diyordu. Tekstil işçileri sendikasının dergisi Tkaç’ta [“Dokumacı”] yazdığı yazıda İlyina isimli kadın, kadınların evdeki angarya işler yaptığı sırada erkek işçilerin toplantılara katılma veya gezip dolaşma imkânı bulabildiğini söylüyordu. Bu ifadesinde “angarya işler” derken serf emeğine denk düşen “barşçina” kelimesini kullanıyordu.[8]

Temmuz Günleri[9] ardından Bolşevik Parti saldırıya uğradı. Lenin, Almanlardan altın almakla suçlandı. Bu tür söylentilerin işitildiği dönemde Lenin saklanmak zorunda kaldı. Trotskiy gibi kimi isimler gözaltına alındılar. Pravda gazetesi kapatıldı. Parti çalışmalarını bir süre Rabotnitsa üzerinden yürüttü.

Temmuz Günleri ardından ülke, askeri düzlemde aldığı yenilgiyle yüzleşti. Ardından General Kornilov’un darbe girişimi geldi. Bu gelişmeler üzerinden halkın Menşeviklerle Sosyalist Devrimcilerin güçlü oldukları geçici hükümete yönelik hoşnutsuzluğu iyice arttı. Artık hükümetin başında Prens Lvov değil Kerenski vardı.

Neticede Bolşeviklere yönelik destek iyice arttı. Kadın işçiler yüzlerini Bolşeviklere çevirdiler. General Kornilov’un güçlerini savuşturmak için kadınlar erkeklerle birlikte savaştılar, birlikte barikatlar inşa ettiler, Kızıl Bacılar gibi yapılar inşa ederek tıbbi yardım işini örgütlediler.[10]

Liberal feministler, bu dönemde Bolşeviklerin konumuna karşıt bir konum aldılar. Savaşa destek verdiler. Bazı liberal feministler, orduya katılıp savaşta asker olarak yer almanın kadın-erkek eşitliğiyle alakalı bir mesele olduğunu söylediler. Bu tavır sebebiyle burjuva veya aydın kadınlarla savaşın son bulmasını isteyen işçi, alt küçük burjuva ve köylü kadınlar arasındaki uçurum daha da derinleşti.

Davasına bağlı bir yurtsever olan ve bir dönem asker olarak savaşta görev alan Maria Boçkareva isimli bir kadın, Mayıs 1917’de kadınlardan oluşan askeri birliklerin kurulması için geçici hükümete dilekçe sundu. Üst sınıflara mensup kadınlar bu talebe hemen destek verdiler. Boçkareva için bu kadınların davasıyla ilgili bir talep olarak görmemesine rağmen birçok feminist talebi bu şekilde değerlendirdi. Bu talep üzerine bir kadın taburu oluşturuldu.

Olga Neçaeva ve Ariadna Tirkova gibi feministler, Boçkareva’nın talebi üzerinden, başbakana 18-45 yaş arası kadınların askere alınmasını, askere alınabilecek erkeklerin yerini bu kadınların almasını istediler. Petrograd’daki Kışlık Saray’da geçici hükümete bağlı bakanları korumakla görevli üç bin askerin yaklaşık 200’ü bu kadın taburuna bağlı isimlerden oluşuyordu. Zamanla hükümete yönelik güven azaldı ve hükümet üyeleri toplumdaki desteklerini yitirdi.

Savaşın harap ettiği Rusya’da kadın işçiler bu kadın taburunu kız kardeşlik üzerinden sahiplenmek yerine onu nefretle anıyorlardı. Stites gibi tarihçiler, Ölüm Taburu üyelerine yönelik tecavüz suçlamalarına itiraz etseler de üç kadının cinsel saldırıya uğradığı biliniyor.[11]

Klişelere İtiraz Ediliyor

Kasım 1917’de Kollontay ve Samoilova gibi isimler bir toplantı düzenlediler ve burada 70 ayrı hazırlık toplantısında seksen binin üzerinde kadının seçtiği 500’den fazla delegenin bulunduğu kurucu meclis için yapılacak seçimleri tartıştılar.

Ekim ayaklanmasına doğru Bolşevikler kadınlar için ayrı bir çalışma yürütülmesini ayrılıkçılık olarak görmek şöyle dursun, bu çalışmanın zaruri olduğunu tespit ettiler. Ayrıca Bolşevikler, kadınların mücadele edemeyeceğine dair bir değerlendirmeye kesinlikle sahip değillerdi. Bilâkis, Bolşevikler, esas olarak kadınların hangi sınıf ve hangi hedef için mücadele etmeleri gerektiği sorusu üzerinde duruyorlardı. Sayısal açıdan azınlık konumda oldukları dönemde Kızıl Muhafızlar içerisinde yer alan silahlı kadınların sayısı karşı devrim için dövüşen kadınlardan daha fazlaydı.

Slutskaya, Petrograd’daki bir mahallenin ayaklanma sırasında örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. L. R. Menjinskaya ve D A Lazurkina Birinci Şehir’de, A. I. Kruglova ise Ohta mahallesinde sürece öncülük etti. Partinin Liza Playeva ve Evgenya Gerr isimli genç üyeleri, aynı zamanda Kızıl Muhafızlar içerisinde faaliyet yürütüyordu. Temmuz Günleri sonrası kendi deposunda 42 tüfeği ve diğer silahları saklayan tramvay işçisi Rodyonova, Ekim ayında iki vagon dolusu makineli tüfeğin Kışlık Saray baskını için kullanılmasını sağladı.[12]. Bu çalışmalar, 1918-1920 arası dönemde Kızıl Ordu’ya çok sayıda kadının katılacağı sürecin zeminini oluşturdu. 1917-1920 arası dönemde kadınlarla alakalı klişelerle mücadele eden Bolşevik kadınlar devrimde önemli roller oynadılar.

1917 sonrası, yaşanan iç savaşa ve büyük güçlüklere rağmen, hukuk gibi birçok alanda kadın hakları meselesi ele alındı, eşitlik konusunda somut adımlar atıldı, marjinal cinsel kimlikler meselesi ele alındı. Tabii itirazlarla da yüzleşildi.

Her ne kadar devrimin ilk yılları konusunda farklı değerlendirmelere sahip olsalar da Goldman ve Wood, yirmilerin sonu itibarıyla kadınların alanının giderek daraldığını tespit ediyor. Ama gene de Bolşeviklerin cinsiyet meselesine kör olduğunu veya kadınların davasına yönelik desteklerinin araçsalcı bir yaklaşım geliştirdiklerini söyleyemeyiz. Yirmiler boyunca keskin çelişkilerle yüzleşildi, ama bir yandan da kadınlar önemli haklar elde ettiler. Örneğin Müslümanların çoğunlukta olduğu Orta Asya’nın dönüştürülmesi için önemli adımlar atıldı. Yeni aile kanunu çıkartıldı. Tartışmalar yürütüldü. Yeni Ekonomi Politikası dâhilinde köylülük ve toprak meselesi tartışıldı. Parti içerisinde kadın-erkek eşitliği meselesi ele alındı. Ama bir yandan da yeni sovyet bürokrasisinin güçlenmesiyle birlikte kadın sahasında gerilemeye tanık olundu.[13]

Soma Marik
4 Kasım 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Ruthchild, Rochelle Goldberg, Equality & Revolution: Women’s Rights in the Russian Empire, 1905–1917, Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 2010: s. 65.

[2] Ruthchild, a.g.e., s. 223–29.

[3] Duma 1905 devrimi sonrası kurulan, üyelerin seçimle belirlendiği alt yasama meclisini ifade ediyor. 1906’da kurulan meclis 1917’de kapandı.

[4] Figes, Orlando, A People’s Tragedy: The Russian Revolution, 1890–1924, Londra: Jonathan Cape, 1996: s. 368.

[5] Farnsworth, Beatrice, Aleksandra Kollontai: Socialism, Feminism and the Bolshevik Revolution, Stanford, California: Stanford University Press; Porter, Cathy, Alexandra Kollontai: A Biography, Londra: Virago, 1980.

[6] R. H. McNeal, McNeal, R H., Bride of the Revolution: Krupskaia and Lenin, Londra: Victor Gollancz, 1973: s. 73.

[7] McDermid, J. ve A. Hillyar, Midwives of the Revolution: Female Bolsheviks and Women Workers in 1917, Londra: UCL Press, 1999: s. 168.

[8] Smith, S. A., Red Petrograd, Cambridge: Cambridge University Press, 1986, s. 155–73.

[9] Temmuz Günleri, ilgili ayda yaşanan ayaklanmayı ifade ediyor. Bolşeviklerin tavsiyesi hilafına başlayan ayaklanmada Bolşevikler ayaklanmayı gerçekleştirenlere destek vermeyi sürdürdü, zira işçileri ve askerleri yüz üstü bırakmanın büyük bir hata olduğunu düşündü. Ayaklanmanın bozguna uğraması neticesinde kitleler geri çekildi.

[10] McDermid ve Hillyar, a.g.e., s. 179.

[11] Yayına Hz.: Shukman, H., The Blackwell Encyclopaedia of the Russian Revolution, Oxford: Blackwell, 1988, s. 36.

[12] McDermid ve Hillyar, a.g.e., s. 185–86.

[13] Marik, Soma, Reinterrogating the Classical Marxist Discourses of Revolutionary Democracy, Delhi: Aakar, 2008, s. 419–27, s. 487–88; Goldman, W. Z., Women, the State, and Revolution, Cambridge: Cambridge University Press, 1993: s. 337.

07 Mart 2025

,

Milat

Kemal Okuyan, “biz meselelere ulus değil sınıf açısından bakarız” derken kastettiği sınıf, küçük burjuvazidir. Tüm teorisi ve politikası, bu sınıfın gönlünü hoş tutmak, sırtını sıvazlamak, onu savunmak içindir.

“Şiddetin toplumu ve siyaseti esir almasını”[1] kendisine dert edinen “yoldaş”ı Aydemir Güler, alenen liberaldir ve bu sınıf adına konuşmaktadır. Ex-başkan, Ayn Rand, Hannah Arendt ve Osman Kavala gibilerle aynı çizgidedir. Zira bu esirlikle ilgili cümleyi ancak bir liberal kurabilir. Marksizmin silahın eleştirisine dair tespitlerini bilen biri, bu tür boş laflara tevessül edemez. Sınıf ölçüsüyle bakanlar, nedense toplumu ve siyaseti sınıfa göre bölmemektedirler. Onlara göre, esir alınan toplum da siyaset de burjuvazinindir. Asıl dertleri, onu korumaktır. Şiddeti dışlayanlar, işçi sınıfının şiddetine de düşmandırlar. Yaranmaya, hoş görünmeye çalıştıkları merci, küçük burjuvazi ve onun efendisidir.

Bu tür liberaller için aslolan, burjuva moderniteyi ve burjuva ilerlemeyi savunmaktır. Onun dışında kalan her şey, teferruattır. Savunulan, burjuva kurgusu olarak bireydir. Bu bireyi eksen alan ideolojik faaliyet, doğalında burjuvaziye mızraklarını çevirme ihtimali bulunan din ve millete savaş açacaktır.

Liberal, bireyi aşan din ve milleti düşman bellemeye mecburdur. Din ve millet, burjuva düzeninin, burjuva iktidarının, burjuva çağının öncesi ve sonrasına dair emareler, imkânlar, ihtimaller ve yollar içerdiği için düşmanlaştırılır. Miladı burjuvazinin doğduğu an olarak görenler, burjuvazi öncesi sosyalizm mücadelesine de düşmandırlar. Asıl tam da ona düşmandırlar.

Eskişehirli Amigo Orhan’ın sıradan halka mensup arkadaşı, onun komünist değil solcu olduğunu söyler.[2] TKP, bu ayrımı bilmez. Emir gereği CHP’lileştiği için bu ayrımı kendi varlığıyla siler. TKP’ye liberallikten ve sosyal demokrasiden rol çalan solculuğu komünizm ambalajına sarma işi verilmiştir. O ve Sol Parti, CHP aparatlarıdır.

Kemal Okuyan, bugün Kürd’e sınıf sopasını sallar, ama pandemi döneminde, sınıfa en yoğun saldırının gerçekleştirildiği momentte, o sınıfı nedense aklına getirmez, koşa koşa emperyalistlerin ve burjuvazinin emirlerini yerine getirir, bürosunu kapatıp evine saklanır. Emekçi sınıflardan yoğun bir servet transferinin gerçekleştirildiği, yoksulların kanının emildiği bu momentin hesabını TKP ve diğer sol örgütler hiçbir şekilde veremezler.

Aydemir Güler, “Öcalan ile Bahçeli’nin cari tarih anlayışları, demokrasinin milattan öncesine, henüz yurttaş diye bir kavramın bulunmadığı bir çağa gönderme yapmakta ortaklaşmaktadır” buyurmaktadır. Burada kullandığı “Milat” kelimesi, teolojik bir anlama sahiptir. Bu küçük burjuva solculara göre burjuvazinin doğduğu an, kutsaldır. Baba-Oğul-Kutsal Ruh, o anda birdir. Dinin özel bir kanadına mensup olan bu solcular, kutsal ruhun kendilerinde saklı olduğuna inanmaktadırlar. Kullandıkları akıl, burjuvaziye kuldur, köledir. Bu tür solcuların dini burjuva ilerlemeciliği, milleti burjuva cemaatidir. Burjuvazi sayesinde “yurttaş” olmuşlardır. O oldukları ana Allah gibi taparlar. Tüm yazıp çizdikleri, duadan başka bir şey değildir. Her fırsatta “Bizi yoktan vareden Babamız burjuvaziye şükürler olsun, Aleluya!” derler.

Aynı dinin mezheplerine mensup oldukları için Ezilenci Metin Kayaoğlu ile sınıfçı Fatih Yaşlı Tüsiadcılıkta ortaklaşır. Bunlar, işçi-köylünün, ezilenin, yoksulun açtığı mevzilere değil, burjuva siyasetinin açtığı alanlara bakarlar. Sınıfsal varlıkları teori ve pratiklerini tayin eder.

Okuyan’ın “yoldaş”ı, “eski Birikimci” Fatih Yaşlı, bugün kripto Tüsiadcıdır.[3] Çünkü Kemal Okuyan, “ya bazı burjuvalar var, tanısan seversin” diyen dostlara sahiptir.[4] O dostlar, o burjuvalarla kurulmuş olan politik-ideolojik bağlardır. Bağlar olmadan sermayeden işler alınamaz, TKP isimli şirket ayakta kalamaz. Bu şirketin elemanı olarak Fatih Yaşlı, TÜSİAD’ın adalet, hukuk, yeşil dönüşüm, yoksulluk ve kalkınma gibi dertlerinin olduğuna inanabilmektedir. Bağlı olduğu din gereği, inanmaya mecburdur. Pascal’ın dediği gibi, diz çökmüş, dudaklarını kıpırdatmış, iman etmiştir. Bunlar, “biz iktidara gelene kadar burjuvazinin emrinden çıkmayın” derler.

Bu tür küçük burjuva solcular, en fazla, burjuvaziyi yüceltmek, onun iktidarını aklamak, burjuva devrimini kutsallaştırmak için bir dönem sosyalist olurlar. Sosyalistlikleri ezilenlerin-sömürülenlerin tarihine değil, burjuvazinin mevcut varlığına bağlıdır. Toplumsal düzlemde “Özel”, tarihsel düzlemde “Kısmi” olan Burjuvazi, bu vasıflarının sınırını sosyalistlerle aşmaya çalışmaktadır.

Üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin bireyselleşmesi arasındaki gerilimde bu küçük burjuva solcular, üretim araçlarının sahiplerine hizmet ederler. Burjuvazinin sofrasından dökülen kırıntılar, lütfettiği imkânlar ölçüsünde siyaset yaparlar. Burjuva zenginler, dün en pahalı kremleri kullanırken bugün o kremler, sıradan halkın evine bir biçimde girebilmektedir. Dün sadece zenginlerin yaptırdığı estetik ameliyatlar, halkın alt katmanlarını etkisi altına almaktadır. O zenginler, bugün genç kalmak adına bu sefer küçük çocukların kanını içmektedirler. İleride o kanın içilmesi için gerekli meşruiyeti sağlamak, gene sola düşecektir.

İlerlemecilik dininin yobazları olarak TKP-Sol Parti gibi yapılara göre Sovyetler, eksiktir. Aslında yanlıştır. Çünkü zaten eksik ve yanlış olan Ekim’in sonucudur. Burjuvazinin ve burjuva devrimine ait mevzilerin yeterince gelişmediği koşulların ürünü olan Sovyetler’in yıkılmasına bu tür solcular sevinmişlerdir. TKP gibi reformist yapıların başında liberal küçük burjuvazinin gözüne girmek için Sovyetler’in ve Ekim’in kirinden arınmaya çalışan kişiler bulunmaktadır.

Türkiye’de tüm sosyalistmiş, komünistmiş pozu kesen örgütler, esasında Şubatçıdır.[5] Bolşevizmi de Ekim’i de gerici görürler. “Burjuvanın devrimine sahip çıkalım, ilerleyelim” diyen Menşeviklerin izindedirler. Dertleri, liberalin bireyi ölçüsünde o gericiliği tasfiye etmek, işçi sınıfını dikenlerinden çapaklarından arındırmaktır. Bunlar, “Sovyetler’den kitleleri kontrol etme yöntemlerini alalım” diyen kripto faşist Falih Rıfkı Atay’ın efradıdır.[6]

Milleti çapaklı, dikenli, zararlı, eksik ve yanlış bulup onu arındırmaya, kontrol altına alıp terbiye ve disipline etmeye çalışanla, Sınıf’ı çapaklı, dikenli, zararlı, eksik ve yanlış bulup onu arındırmaya, kontrol altına alıp terbiye ve disipline etmeye çalışan arasındaki kavganın bir anlamı ve önemi yoktur. Devrimci olan, tam da o çapaklar, dikenler, verdiği zarar, örgütlediği eksiklik ve yanlışlık halidir.

TKP CEO’sunun cahil bıraktığı, ilerlemecilik dininin bir mezhebine ikna ettiği gençler[7], bugün ulusal kurtuluş davasının Marksist olduğu momentlerden habersiz yazılar yazıyorlar. Marksizm-Leninizmin ezilen ulusların kavgasıyla kaynaştığı örneklere arınık, burjuva siyasetleri uğruna küfrediyorlar. Leninizmin özel kişilerin özel zihinlerinde değil, davanın komünist hareketle kesiştiği düğüm noktalarında varolduğunu bilmiyorlar. Marksizme aykırı şu türden cümleler, Marksizme etiket vurma ahmaklığı, söz konusu cehaletin ürünü:

“Marksizmin alametifarikası sosyalist devrimden başka bir şey değildir. Marksizm daha kuruluşundan beri, onu diğer bütün akımlardan ayıran bir şeyi odağına yerleştirmiştir: Marksizm bir işçi sınıfı sosyalizmidir, bilimsel sosyalizmdir ve Marksizm devlet iktidarını ele geçirmenin, kapitalizmi yıkmanın ve sosyalizmi kurmanın teorisidir.”

Bu cümleleri kuran parti, gerektiğinde işçilerin grevini satabilmektedir. İşçilerin sesi soluğuna alan açmamaktadır. Çektiği filmde bile devrimi işçiler sonradan kararnameyle öğrenirler. Burjuvazinin cumhuriyetini sınıf üstü, kutsal bir mertebeye taşırlar. Onu sınıfsal analize tabi tutmazlar.

TKP’nin belirli bir ağırlığa sahip olduğu Birleşik Metal-İş sendikasında yaşanan cinayeti, bir üyenin rant kavgası üzerinden şube yöneticisini vurması konusunda kimse tek laf etmemiş, tek bir açıklama yayınlanmamış, bu kişiler nedense yıldızlara uğurlanmamıştır.

Bu tür küçük burjuva örgütler için işçi, kontrolsüz, çapaklı, kirli ve geridir. Aslolan, burjuvazinin birikimi ve çıkarları uyarınca işçi sınıfını kontrol altına almak ve terbiye etmektir. TKP gibi yapılara açılan alan bunun içindir.

Aydemir Güler’e göre, “kapitalizmin alternatifi” sosyalizm değil, “feodalizm”dir. Bu reformistler, bu inanç üzerinden burjuvaziyi ve burjuva devrimlerini savunmaktadırlar. “İleri üretici güçler sahiplenilmeli”, burjuvaziyle aynı masaya oturan işçi övülmeli, burjuvaziye başkaldıran işçi dövülmelidir. Çünkü feodalizm hâlen daha güçlüdür, her an “tarihin saati”ni geri alabilir. Adımlar, o saate ayarlanmalıdır. Bu feodalizm korkusu herkesin iliğine işlemeli, emekçiler küçük burjuvaziye mahkûm ve mecbur edilmelidir.

Bu yaklaşım, feodal olarak gördüğü unsurların kapitalizm ve emperyalizmle ilişkilerini analiz edemez. Gerektiğinde feodaliteye düşman ettiği kadrolarını burjuvaziyi savunacak siperlere gönderirler. Bu, yanlış ve tehlikeli bir tarih anlayışıdır. Marksizmle uzaktan yakından bir alakası bulunmamaktadır. Bunların bilinciyle en fazla 12 Eylül sonrasında çekilen filmlere benzer ucuz ağa filmleri ve dizileri çekilebilir.

Ama nedense Aydemir Güler ve partisi, kendi ağalarının emrinden hiç çıkmaz. Onların milli sınırlarını ve toprağını kutsal beller. Kürd’e yönelik düşmanlığı örgütlemeye çalışır. CHP’nin dinine kul, milletine kölelik eder. Mustafa Kemal’i ulusal kurtuluş mücadelesinin önderi kabul edip sahiplenir, ama Öcalan’ın ulusal kurtuluş davasını gerici bulur. Muhtemelen ona bu davayı yakıştıramamasının, onu sahiplenmemesinin nedeni, Öcalan’ın Fransızca bilmemesidir!

Aynı TKP, milletine öncülük eden Şeyh Said gibi isimleri “dinci” diye taşlar, ama ulusal kurtuluş kavgası verdiğini söylediği Nasrallah’ı yalandan sahiplenir. Bu sahipleniş, buranın ağalarının kâhyası, paşalarının bekçisi olmalarıyla ilgilidir, Nasrallah ve davasıyla bir alakası bulunmamaktadır.

7 Ekim 2023 günü “İsrail vatanımız, vatanımızı savunacağız” diyen TKP’li üyelikten atıldı mı, asıl soru budur. PKK’yi İsrail’le ittifak olmakla eleştiren TKP[8], “İsrail yıkılsın denilemez, o savunulmalıdır” diyen partinin danışma meclisi üyesini görevden aldı mı, emperyalizmin ve Siyonizmin adamı Mahmud Abbas’ı savunan Erdemol’a[9] kapıyı gösterdi mi, önce bu sorular cevaplanmalıdır.

TKP, “bir halk boğazlaşacaktı, bu anlaşma iyi oldu” diyemez. Sağcılar gibi konuşamaz. Silahlanmış bir halkın bir başka halka savaş açtığını söyleyemez. Bu söylemle devletini aklayamaz. Meşrulaştıramaz. Onu sınıftan ari bir yere saklayıp korumaya kalkışamaz. TKP, liberal küçük burjuvalığıyla kendisini sağa sola Marksistlik ayıracı, ölçüsü gibi satamaz. Zira, reel sosyalizmle ilgili cümleler dışında, Öcalan’ın mektubunu Kemal Okuyan yazmış gibidir!

TKP, mektuba dair açıklamasında “Ülkedeki zenginliklerden” dem vuruyor. Burada kastettiği, burjuvazinin birikimidir. Parti, ancak halka “ya bu zenginlikleri ben sizinle paylaşacağım, hele bir durun” diyen ve kitleleri oyalamaya çalışan burjuvaziye hizmet edebilir.

TKP, Kürd’ün mücadelesini eleştirmeden önce had bilmeli, o sınıf dediği gücün iradesini nasıl kırdığının, o iradeyi kimlere peşkeş çektiğinin hesabını vermelidir.

Eren Balkır
4 Mart 2025

Dipnotlar:
[1] Aydemir Güler, “Reel Sosyalizme ve Moderniteye Dair”, 1 Mart 2025, Sol.

[2] Yekta Armanc Hatipoğlu, “Bir Tribün Efsanesi ‘Amigo Orhan’ın Ardından”, 26 Şubat 2025, Sol.

[3] Fatih Yaşlı, “TÜSİAD İktidardan Ne İstiyor?”, 26 Şubat 2025, Sol.

[4] Kemal Okuyan, “TÜSİAD Yöneticileri”, 19 Şubat 2025, X.

[5] Eren Balkır, “Şubatçılar”, 1 Kasım 2022, İştiraki.

[6] Eren Balkır, “İnkişaf”, 28 Ocak 2024, İştiraki.

[7] Anıl Çınar, “PKK Marksist Bir Örgüt müydü?”, 3 Mart 2025, Sol.

[8] TKP, “Halkımıza”, 27 Şubat 2025, X.

[9] Mustafa K. Erdemol, “Filistin’i İsrail’den Çok Hamas Bitirdi”, 21 Haziran 2016, Birgün. Bir eleştiri için bkz.: Eren Balkır, “Habâset”, 21 Haziran 2016, İştiraki.

06 Mart 2025

, , ,

Mezhepçilik Ulusal Kurtuluşun Düşmanıdır II


Yanlış hatırlamıyorsam, yaklaşık on yıl önce medyada, akademide ve başka alanlarda Suriye’yle ilgili propagandanın yoğun bir biçimde, belki de bugünkü hâlinden daha beter bir içerikle yürütüldüğü günlerde oturup seninle Suriye’ye dair sohbetler ediyor, yazılar yazıyorduk. Sen, emperyalizmin dilinin gözdağı verme ve zorbalama gibi taktiklerle kullanıldığı kötü niyetli eleştirilerle ve fikre değil de şahsa yönelen saldırılarla yüzleştiğimde beni cesaretlendirmiş, bana destek sunmuştun.

O dönem de dediğim gibi, o günlerde en berbat tavrı sergileyen de, en rezil dili kullanan da en korkunç analizleri yapanlar da solcular oldular. Robin Yasin Kassab ve Gilbert Achcar bu solcular arasında yer alıyor. Bugün bu kişilere hâlen daha kürsü veriliyor olması (burada EMEP’liler de kastediliyor -çn), dillerine doladıkları yalanların hâlen daha yaygın bir biçimde kabul görüyor olması beni deli ediyor. Son on yıl içerisinde yayılan yalan yanlış bilgilere dönük baktığında, bu tür isimlerin yaydıkları en tehlikeli yalanlar içerisinde hangileri üzerinde durursun?

Hakikati gizleyenler, çok tehlikeli iddialar ortaya attılar. Hepsi de tarihte kayıtlı. Bu isimler, gerçekliğe saldırarak, kafa karışıklığını beslediler. Bu noktada, ABD ve İsrail’in Şam’daki Suriye hükümetine saldırmak gibi bir derdinin olmadığını söylediler. Bazen bu yorumcular, ilk başta ABD’nin Körfez ülkelerinin muhalif milislere teslim edeceği silahları sınırlandırmak veya bu sevkiyata mani olmak gibi bir rol üstlendiğini iddia ettiler. Esad’ın ve Suriye Arap Cumhuriyeti’nin mirasını sorgulayanlar, ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün ve Körfez Ülkeleri’nin Suriye’de yapıp ettiklerini hiç tartışmadılar. En korkunç yalanları dile dökmekten çekinmediler. Teorik düzeyde bile herhangi bir açıklama yapma gereği duyulmadı. Bize o günlerde ABD ve İsrail’in Esad’a destek sundukları, çünkü Golan cephesindeki istikrarı değerli gördükleri söyleniyordu.

Suriye, Hizbullah’a ve Filistinli direniş örgütlerine sunulan destekte önemli bir role sahipti. İkinci İntifada’nın da 2006 Temmuzu’ndaki savaşta da onun payı vardı. Bu sürecin sonunda İsrail, “istikrar”a kavuşmadı. Çünkü “istikrar”, ABD’nin her dönem değer verdiği bir şey değildir. Irak, Libya ve Yemen’e açılan savaş, onun istikrar talep ettiği iddialarını çürütür. O, sadece kendisi için istikrar ister, şartlar kendi lehine değilse, bir ülkeyi önce istikrarsızlaştırır sonra da kalkınma yolundan uzaklaştırır. Ali Kadri’nin gayet ikna edici makalesinde dile getirdiği biçimiyle, kalkınma yolundan uzaklaştırma girişimleri, ABD sermayesini besleyen temel birikim biçimi hâline gelmektedir.

Samir Amin’in teorisi, bağımlı kalkınmanın yol açtığı birikim sürecini ele alır. Burada üçüncü dünya emekçilerinin birinci dünyadaki tüketim pazarları için lüks mamuller üretmesi, bu süreçte ölümüne çalışmaları üzerinde durulur. Ali Kadri ise merkez ve çevre arasındaki ilişkinin dünya düzleminde artık üretimi biçimini aldığını, nüfustan arındırma savaşlarının bu sürecin ürünü olduğunu söyler.

Modern polis devletlerinin üçüncü dünyada sendikaları ezemediği, dolayısıyla emeğin maliyetlerini aşağı çekemediği koşullarda savaş, emperyalizmin emeği hem maddi hem de ideolojik düzlemde yönsüz kılma, dağıtma ve yok etme aracı hâline gelmiştir. Bir emekçinin sürekli mülteci kılındığı, hatta öldürüldüğü koşullarda onun sömürüye karşı örgütlenmesi imkânsızdır.

ABD ve İsrail’in Suriye’deki niyetleriyle ilgili yalan beyanlarda bulunanlar, savaşın ilk aşamalarında olan biteni gizleme yoluna gittiler. ABD, Suriye’yi açıktan işgal ettiği süreç ilerledikçe bu iddialar da geri çekildi. Sonra en nihayetinde ABD’nin Suriye özel temsilciliğini yapan, bir ara Türkiye elçiliği görevinde bulunan James Jeffrey, işgalin amacının direniş ekseniyle Suriye liderlerinin bağını kopartmak ve Suriye’deki petrol rezervlerini ele geçirmek olduğunu itiraf etti.

Yasin Kassab ve Achcar gibiler, sonrasında kafa karışıklığını beslemeyi sürdürdüler. Zira ortada derin siyaset konusunda çalışma yürüten antiemperyalist araştırmacı kıtlığı vardı. 2010’lar, nesiller arasındaki kopukluğa şahit oldu. Genç eylemciler ve örgütçüler, ABD’nin seksenlerde Orta Amerika’da yürüttüğü örtülü savaşların sunduğu derslerden de o savaşlara dair deneyimlerden de yoksunlardı.

Filistinlilerin “teraküm” dediği birikim meselesi, derslerin gelecek için biriktirilmesini ifade eden önemli bir kavram. Bu birikim de nesiller arası sürekliliğe ihtiyaç duyuyor.

Eldeki empirik verilere dayanan bilgiler bulanık olmadığı vakit, Suriye’yi tartışanlar, çok farklı bir yöne bakabiliyorlar. Örgütçüler böylelikle farklı eylemler gerçekleştiriyor, farklı ihtiyaçları görüyorlar.

Suriye savaşına karşı çıkanlar, “aptalların antiemperyalizmi”ne bağlı oldukları için alaya alınıyorlar. Bu insanlar, Suriye halkının özne ve fail olma ihtimalini değerli görmemekle suçlanıyorlar. Oysa başkaları, o ihtimali değersiz görüp inkâr ediyorlar. Batılı antiemperyalistler değil, CIA’in silahları o halka değer vermiyor.

ABD’nin ve Siyonistlerin Suriye’deki eylemlerini de niyetlerini de özetleyen cümle şu: bu güçlerin tek derdi yatırımlar, silah akışı ve personelin konuşlandırılması. Bu değerlendirme özne ve faile kim değer veriyor sorusuna net bir cevap sunmamızı sağlıyor.

Bu noktada William Van Wagenan’ın 2011’de savaşın ilk aşamalarını ele alan çalışmasını herkes okumalı. Kitap, Çınar Kerestesi Operasyonu dâhilinde ortaya konulan lojistik çalışmalarına dair delilleri sunuyor. Bu makaleler, 2015’te Jacobin dergisinde çıkan, ülkede ta Suriye Arap Cumhuriyeti kurulduğu günden beri toprak sahiplerinin ve tüccarlarının beslediği öfkenin harekete geçirdiği mezhepçi-tekfirci hareketlerin tarihine dair detayları sunan “Suriye Savaşı” başlıklı makalemle birlikte okunduğunda, küresel paralı asker ağlarının para silah ve talimat veren istihbarat kuruluşlarının himayesi altında hareket eden mezhepçi örgütlerle bağlantılı olduğu görülür. Burada failliğe zemin hazırlayan hareketler veya duygulardan değil, karşı-devrimci örgütlerden ve onların örgütlenme sürecinden bahsediliyor. Hakikati açık ve dürüst bir yaklaşımla aktarmak istiyorsanız, gerici veya emperyalist failliği antiemperyalistlere kaba insanlar veya duygusuz kişiler diyerek aklamamalısınız.

Araştırmam dâhilinde doğru olmadığını gördüğüm çok sayıda iddia mevcut. Bunlarla ilgili itirazlarımı aktardım. Bunlardan biri şu: “Suriye’de diktatörlük 1958, 1963 veya 1966’dan beri var”. Oysa sosyalizm öncesi Suriye de diğer ülkeler gibi toprak ağalarının köylüler, erkeklerin kadınlar üzerinde inşa ettiği diktatörlük biçimlerine tabi. Asillerin iktidarda olduğu dönemi yücelten veya liberal Nahda’yı öven kesimler, sömürü biçimlerine hiç değinmiyorlar.

Tabii bu demek değil ki Arap sosyalizmi, sınıfsal yabancılaşmanın, ihmallerin ve zulmün köklerini tüm Suriye’den söküp attı. Aslında bu kökler taşraya kadar uzandı. Suriye Baas Partisi’nin kitle tabanını oluşturan köylülerin hayatı doksanlardan sonra harap oldu.

Bugün dalgalandırılan, sosyalizm öncesi Suriye bayrağı, esasında Alevilerin yoksulluğun çilesini çektiği döneme ait. Bugün devleti ele geçiren intikamcı Sünni mezhepçiliğin iddialarının hiçbir temeli yok.

Mart 2023’te yaptırımları ve baskıcı ekonomik tedbirler ele alan Uluslararası Halk Kürsüsü’nde ikimiz de konuşmacıydık. Kanaatimce bu yaptırımlar meselesi ve onların ABD eliyle düşman ülkeler içeriden çökertmek için nasıl kullanıldıkları, yanlış idrak edilen bir mesele. Yaptırımlar, emperyalist savaşın pek üzerinde durulmayan bir yönü aslında. Suriye’deki insanlarla temas halinde olan ve Suriye halkıyla yakından ilgilenen insanlar olarak bizler, kurgu itibarıyla Suriye’ye dayatılan yaptırımların halkı yoksullaştırdığını, savaş sonrasında toparlanma sürecinin işletilmesini imkânsız kıldığını biliyorduk. Ama sanki biz de bu yaptırımların yıllar içerisinde yol açtığı tahribatın kapsamını yeterince değerlendiremedik. Sence yaptırımlar, mevcut bağlam dâhilinde nasıl bir rol oynadı?

Bu noktada “Düşmanınızı tanıyın” ilkesine işaret eden Gassan Kenefani’nin yolundan ilerlemeliyiz. Bu da bizim emperyalizmin kullandığı kaynakları, çevirdiği entrikaları ve geliştirdiği stratejileri ciddiyetle ele almamızı gerekli kılıyor.

Yenilgici yaklaşımın tehlikesi, emperyalizmi her şeye kadir, her şeye hâkim bir güç olarak görmesinde. Oysa böyle değil. Ama aynı şekilde, emperyalizmin yenilgisini kaçınılmaz sonuç olarak görmek de tehlikeli. Daha ölçülü ve aklı başında değerlendirmelere ihtiyacımız var. Bu tür değerlendirmeler ışığında Suriye hükümetinin yıkılışını ABD’nin yürüttüğü melez savaş ve yaptırımların bir sonucu olarak görebiliriz.

Küresel güneyin halkları, ancak bu soğukkanlı değerlendirmeler temelinde Suriye’de yaşananlardan gerekli dersleri çıkartır, kendi egemenliklerini korumak için verdikleri mücadelede Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yanlışlarından ve kusurlarından kaçınma imkânı bulur.

Bu tür bir değerlendirmeyi yaparken, emperyalizmin vahşiliğine işaret etmekle yetinilemez. Hedef ülkenin kimi zayıf yönleri vardı ki emperyalist güçler bu yönlerden istifade edebilmişler. Bu açıdan bizim ülke içinde başvurulan kalkınma modeline de bakmamız gerekir.

Örneğin ABD ve gerici Arap devletleri Suriye’ye karşı yürüttükleri örtülü savaşı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı yürütebilirler miydi? Görebildiğim kadarıyla Kore, 2011’e uzanan süreçte Suriye’nin emperyalizme verdiği öncelikten daha fazla öncelik veriyor. Aradaki farklara bakmamız gerekiyor.

ABD istihbaratı, Suriye’deki toplumsal kalkınmada açığa çıkmış olan zayıf yönleri yakından incelemiş. 1991’de Sovyetler’in dağılışıyla birlikte Suriye önemli bir ticaret ortağını yitirmiş. SSCB’nin küçük devletlere ayrışmasıyla birlikte Rusya yardımları kesmiş, sanayi bölgelerini kapatmış, böylelikle Suriye temel girdilerden mahrum kalmış. Bu da ülkenin ABD ve Körfez’e ait finans kapitale erişme önerisine daha fazla destek sunulmasını sağlamış. Yeni yatırımlarla birlikte “yeni bir burjuvazi” doğmuş. Rami Mahluf, bu burjuvazinin önemli simgelerinden biri.

Peki bir burjuvazi ne yapar? Haberleşme, inşaat, petrol ve bankacılık gibi sahalarda oluşturulan yeni projelerden pay ister. Yabancı şirketlerle ve devlet arasında arabuluculuk yapar. Rant peşinde koşan bu aracı sınıf, kârlarını sınır ötesi bankacılık hesaplarına aktarır. Serveti büyüdükçe ulusal savunmadan çok kendi çevresine ait birikimi koruyacak gizli bir polis teşkilâtını oluşturup besler. Kara para ile devletin bankasına baskı uygulayan sınıf, taşraya kooperatifler üzerinden aktarılan payı küçültür. Tarım işçileri, bunun üzerine yeni büyüyen şehirlere akın ederler. Emeklerini satacak yeni proleterler olarak üretim sürecine dâhil olurlar veya işsizler ordusuna katılırlar. Şehirler büyür. Buna temiz içme sularını çalan Siyonizmin girişimleri eşlik eder. Böylelikle, Suriye’deki en kıymetli tarım arazilerinin durumu giderek kötüleşir. Baas, ideolojik nüfuzunu öncelikle bu bölgelerde yitirir. Suudi Arabistan ve Mısır tarafından inşa edilmiş mezhepçi-tekfirci propaganda ağları ülkeye sızmaya başlar.

Seksenlere ait raporlarında ABD istihbaratı, daha Sovyetler dağılmazdan önce Suriye’nin giderek azalan ABD doları rezervine bağımlı hale geldiğini söylüyor. Bilindiği üzere dünya ticaretinde kullanılan rezerv para birimi olarak ABD doları, ülkelerin küresel pazarlara girmesini sağlıyor.

Süreç içerisinde Suriye, bu dolar birikimini artırmak için petrol rezervlerine bağımlı olduğunu gördü. İşte ABD askerleri, bugün gidip bu petrol sahalarını işgal etti, savaşın ardından yürürlüğe konulacak her türden yeniden inşa projesi için gerekli kazanç kapısını böylelikle kapattı. Bu bağlamda uygulanan yaptırımlar ekonomiyi her yönden kuşattı, ülkeye yoğun bir baskı uyguladı. Bu baskı, Suriye burjuvazisini ve halk sınıflarını farklı şekillerde etkiledi. Suriye, 1979’dan beri terörizme destek sunan devlet olduğu iddiasıyla ve Filistinli fedailere eğitim görecekleri alanlar tahsis ettiği gerekçesiyle yaptırımlara zaten maruz kalıyordu. Fakat yaptırımlar, 2004, 2011’de ve 2020’de daha da ağırlaştı. En ağırı da Sezar Yaptırımlar Kanunu idi.

Şimdi de burjuvazinin başına gelenleri ele alalım. ABD hazinesi, Avrupa’daki bankalara Mahluf’la iş yapmamalarını emretti. Bu dönemde Suriye hazinesindeki birikim azalmıştı. Bunun üzerine, kendi sınıfsal varlığını muhafaza etmek adına Esad ailesi, elde kalan para kaynaklarına yöneldi. Rami Mahluf’a ağır vergiler getirdi. 2020’de Sezar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği günlerde Suriye devleti Mahluf’un varlıklarına el koydu. Esma Esad, Mahluf’un şirketlerinin başına geçti. Telefon şirketi Syriatel ve savaşta öldürülen devlet destekçilerinin ailelerine yardım için kurulan yardım derneği de ona bağlandı. Bu gelişme, devlete destek sunanların moralini epey bozdu. Bu insanlar, Mahluf’un yolsuzluklarının ardında Esad ailesi olduğunu düşünüyorlardı.

Aralık ayından beri yaşananları şu şekilde özetlemek mümkün: yaptırımlar yoğunlaştıkça iktidar çevresi devleti, emperyalizm de iktidar çevresini tüketti. Bugün emperyalizm, devlete, ülkeye ve halka ait tüm varlıkları tüketiyor, tüm savaş ganimetlerini topluyor.

Suriye’nin müttefikleri olarak Rusya ve İran, bu süreçte kapsamlı bir askeri destek sundu ama ülkenin yeniden inşası için gerekli yatırımları gerçekleştiremedi. Esad, Direniş Ekseni’yle bağlarını tümüyle kopartmak istemedi, çünkü bu eksen, başka ittifakların sunmadığı askeri desteği sunuyordu. Bu sebeple Esad, yatırımlar için gidip BAE’nin kapısını çaldı, muhtemelen Direniş Ekseni’nden tümüyle kopmayı gerekli kılmayan yatırım şartlarının kendisine sunulacağını, böylelikle kendisine bir yardım eli uzanacağını umdu. Ensarullah’la kapıların kapatılmasına neden olan bu anlaşma, Eksen dâhilinde güvensizliğe yol açtı. Neticede Esad, uluslararası planda yalnızlaştı.

İlk başta emperyalizmin Suriye devletine yaptığı yatırımlar üzerinden doğmuş olan ve kalkınmanın zaruri olduğuna çeşitli sebeplere bağlı olarak ikna olan bu “milli burjuvazi”, içteki eşitsizlikleri derinleştirdi, böylelikle tüm ülkenin emperyalizme karşı gerçekleştirdiği savunma hattının zayıflamasına neden oldu.

Bu noktada aklıma köyleri terk etmenin tehlikesi konusunda Kim Il Sung’un yaptığı uyarıları içeren “Ülkemizde Sosyalist Kır Meselesine Dair Tezler” isimli çalışması geliyor. Kim Il Sung o metinde kentle kır arasındaki çelişkinin asgari düzeyde tutulması gerektiğini, tarım işçilerinin sosyalist projeye iştiraklerinin daim kılınmasının ve partinin taşrada yoğun bir ideolojik çalışma yürütmesinin şart olduğunu söylüyor.

Ülkeye uygulanan yaptırımlar olumsuz sonuçlara yol açtı elbette. Gıda, barınma ve ısınma imkânlarına erişimden yoksan kalan çoğunluk, burjuva sınıfıyla aynı durumda değildi. Sezar Yaptırımları Kanunu, “Sivil Koruma Kanunu” adı altında yürürlüğe kondu. Ama öncelikle kanun, enerji sektörünü ve sivil halkın kullandığı temel sektörleri hedef aldı. Görebildiğim kadarıyla İngilizcede bu yaptırımların sıradan Suriyeliler üzerindeki etkilerini konu alan hiçbir metin kaleme alınmadı. Tek istisna, Monthly Review dergisinde 2020’de çıkan Chris Ray imzalı rapor. Ray, birinci elden tanıkların gözlemlerine ve onlarla yapılan söyleşilere dayanan çalışmasında, bu yaptırımların insanların evleri ısıtmak için kullanılacak yakıta, savaşın harap ettiği evlerini ve çatılarını tamir etmek için kullanılacak inşaat malzemelerine erişmelerine mani olduğunu söylüyor.

Avrupa’dan diyaliz makineleri getiremeyen Suriye’de sağlık sektörü çökmenin eşiğine geldi. Devletin teşvik sunduğu ilaçlar dağıtılamadı. Hükümetin pirinç, yakıt ve ekmek konusunda destek sunmaya devam ettiği koşullarda kamu bütçesi iyice küçüldü. Suriye parası bu süreçte pul oldu. Tüm halk, 2007’de kuşatma altındaki Gazze halkı gibi kuşatıldı. Suriye’deki çöküş, bu yaptırım politikasını inşa etmiş olan ve bugün büyük bir başarı elde ettiğini düşünen güçlerin bu politikayı başka yerlerde uygulamaları konusunda yüreklendirecektir.

Bizim de saygı duyduğumuz ve sevdiğimiz kimi insanlar bile Suriye’deki çöküşün önemini ve yol açacağı etkiyi göremiyorlar. Suriye’de yeni kurulan düzen, Filistinli örgütlerin eğitim kamplarını kapattı. İsrail’in Suriye toprağını işgal girişimlerine tepki koymadı. “Serbest piyasa” reformlarını ilân etti. Suriyeli komünistlerin, sosyalistlerin ve Arap milliyetçisi partilerin oluşturduğu Ulusal İlerleme Cephesi’ni dağıttı. Tam da bu bağlamda, insanların Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sona erişinin etkilerini önemsiz görmelerini, bu etkilerin Suriye’nin egemenliği ve bölgedeki kurtuluş hareketi açısından yol açacağı sonuçları gereğince değerlendirememelerini nasıl değerlendiriyorsun?

Suriye, Direniş Ekseni’ne sunduğu destek basit bir söylemsel destek değildi. Köprü işlevi gören ülke bugün önemsiz görülemez. Dünya emperyalizminin hüküm sürdüğü koşullarda malların nakledilmesi için böylesi bir kanal açmak, epey bir zamana ve mücadeleye ihtiyaç duyar.

İdeolojik planda Suriye, laik solcularla Müslüman direniş hareketleri arasındaki köprü olarak iş gördü. Ülke, İran İslam Cumhuriyeti’ni Filistinli direniş örgütlerine bağladı. Suriye, bu örgütlere eğitim verdi. Bugün Suriyeli bilim insanlarını hedef alan suikastların asıl sebebi, devletin kendi araştırmacılarını Siyonizm karşıtlığı temelinde görevlendirmiş olması.

Suriye, İsrail’le onlarca yıldır savaştaydı. İsrail’e göre bu ülke, yok edilmesi gereken bir uzman havuzu meydana getirmişti. Bu suikastları ister Siyonistler gerçekleştiriyor olsun isterse tekfirciler, bir önemi yok. Önemli olan, bu suikastların Suriye’nin emperyalizm eliyle kalkınma yolundan kopartma girişimlerinin parçası olması.

“Kurtarılmış Suriye”de mezhepçi katliamlar gerçekleştiriliyor. Mezhepçilik, milletin önemli bir kısmının becerilerini ve yeteneklerini doğası gereği dışladığı için ulusal kurtuluşun düşmanıdır. Tam da bu sebeple HTŞ’nin tüm ülkeyi bir mücadele yürütmeden yönetebilmesi mümkün değil. Yeni direniş biçimleri oluşmaya başladı bile. İç savaş, Suriye’yi Siyonizme ve emperyalizme karşı itirazı besleyecek kaynakların aktarılması ve güçlendirilmesi imkânına sahip bölgesel bir aktör haline getirecektir.

Ama bugün görülüyor gericiliğin zaferi, eldeki kaynakların Siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşma kanalına yönlenmesine neden oluyor. Suriye halkı, Siyonist teşekkülün topraklarını işgal etmesine karşı çıkacak, sınırlarındaki tehdide karşı koyacaktır. Ama bunun için Suriye halkının söz konusu fikirleri ve duyguları gerçeğe dökmek için örgüte ve egemenliğe ihtiyacı var. Suriye’nin geleceği, Irak, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de sürecin ne yönde seyredeceğini tayin edecek. Suriye için mücadele, bölge, oradan da tüm dünya için mücadeledir.

Olan biteni kusursuzca aktardın, Patrick. Bize vakit ayırdığın için, ayrıca bu üzerine düşünülmüş, bilgilendirici cevapların için çok teşekkür ederiz.

Kaynak

05 Mart 2025

, ,

Rus Komünist Partisi’nin Örgütçüsü ve Lideri Olarak Lenin

İki grup Marksist var. Her ikisi de Marksizm bayrağı altında çalışıyor ve kendisini “hakiki” Marksist kabul ediyor. Fakat bunların birbirine benzemediğini söylemek lazım. Hatta aralarında gerçek bir uçurum var, çalışma yöntemleri de birbirlerine tamamıyla karşıt.

İlk grup, genelde Marksizmi görünüşte benimsiyor ve Marksist olduğunu davul zurna ile duyuruyor, bunu geçit törenleri ile ilân ediyor. Marksizmin özünü kavrayamayan veya bu yönde bir isteği bulunmayan, onu pratiğe dökemeyen veya böylesi bir isteği bulunmayan söz konusu grup, Marksizmin canlı, devrimci ilkelerini cansız ve mânâsız formüllere dönüştürüyor. 

Bu grup, faaliyetlerini tecrübeye, pratik çalışmanın öğrettiklerine değil, Marx’tan yapılan alıntılara dayandırıyor. Talimatlarını ve doğrultularını canlı gerçekliğin analizinden değil, analojilerden ve tarihsel açıdan paralellik arz eden hususlardan devşiriyor. Bu grubun en önemli hastalığı, sözle eylem arasındaki uyuşmazlık. Bu nedenle, kader karşısında hayal kırıklığına uğruyor, sürekli ona kin besliyor, oysa o kader, tekrar tekrar onun yüzünü kara çıkartıyor ve onu ahmak yerine koyuyor. Bu grubun adı Rusya’da Menşevizm, Avrupa’da oportünizmdir. Londra Kongresi’nde Tyszka (Jogiches) Yoldaş, bu grubu doğru bir biçimde tarif etmiş, onun Marksist bakış açısına sadık olmadığını, onu sürekli savsakladığını söylemiştir.[1]

İkinci grupsa, aslolarak Marksizmin dış görünümüne değil, onun gerçekleşmesine, pratiğe uygulanmasına önem veriyor. Bu grup, temelde dikkatini Marksizmi gerçekleştirmek için gerekli yol ve araçların tespitine yöneltiyor, Marksizmin mevcut duruma en iyi cevabı vereceğini, durum değiştikçe bu yol ve araçların değiştirilmesi gerektiğini iddia ediyor. Grup, talimatlarını ve doğrultularını tarihsel analojilerden ve paralel hususlardan değil, koşullara dair çalışmadan çıkartıyor. Faaliyetlerini alıntılar ve özlü sözler değil, pratik tecrübe, her bir adımın tecrübeyle sınanması, kendi yanlışlarından öğrenip başkalarına yeni bir hayatın nasıl inşa edileceğini öğretme üzerine kuruyor. Bu grupta sözle eylem arasında hiçbir uyumsuzluğun neden olmadığının, Marx’ın öğretilerinin canlı ve devrimci gücünü neden eksiksiz bir biçimde muhafaza ettiğinin izahını burada aramak gerek. Bu gruba göre, Marx’ın sözleri eksiksiz olarak ancak dünyayı yorumlamayla yetinmeden, daha da ileri gidip onu dönüştürerek tatbik edilebilir.[2] Bu yeni grubun adı Bolşevizmdir, komünizmdir.

Bu grubun örgütçüsü ve lideri, V. I. Lenin’dir.

I
Rus Komünist Partisi’nin Örgütçüsü Olarak Lenin

 

Rusya’da proletarya partisi, o dönem Batı’da işçi partilerinin oluştuğu koşullardan farklı, bir dizi özel koşul dâhilinde kuruldu. Fransa ve Almanya’da işçi partileri, sendikaların ve partilerin yasal olduğu, burjuva devriminin hâlihazırda gerçekleştiği, burjuva meclislerin mevcut olduğu, iktidara gelen burjuvazinin proletaryayı karşısında bulduğu koşullarda, sendikalar içerisinden çıkarken, Rusya’da proletarya partisi, en azılı despotizm koşullarında, burjuva demokratik devrim beklentisinin güçlü olduğu bir ortamda kuruldu. Böylesi bir dönemde parti teşkilâtlarına işçi sınıfından burjuva devrimi adına istifade etmek için yanıp tutuşan burjuva “legal Marksistler” akın ediyor, Çar’ın jandarmalarının parti saflarındaki en ileri işçileri koparttığı gerçeklikte, bir yandan da kendiliğinden ilerleyen devrimci hareket, onu despotik iktidarı yıkma konusunda mahir kılacak sadık, ilişkileri sıkı, gizliliğini yeterince muhafaza edebilen, savaşçı bir devrimciler çekirdeğinin oluşmasını talep ediyordu.

O günün asli görevi, sapla samanı ayırmak, yabancı unsurlardan arınmak, yerelliklerde deneyimli devrimci kadroları örgütlemek, onlara net bir program ve sağlam taktikler sunmak, son olarak da bu kadroları jandarmaların saldırılarına tahammül edebilmek amacıyla yeterli düzeyde gizli kalabilen, militan bir profesyonel devrimciler teşkilâtı içerisinde toplamak, ama aynı zamanda gerekli anda kitleleri cenge sokabilmek için onlarla gerekli bağları kurmaktı.

Marksizmin bakış açısını “savsaklayan” Menşevikler, ortadaki soruya çok basit bir cevap sunuyorlardı: Batı’da işçi partisi, madem parti dışında olup işçi sınıfının ekonomik koşullarının gelişimi için mücadele eden sendikaların içinden çıktı, demek ki Rusya’da da aynı şey yaşanmalıydı. Yani bunlara göre, “yerelliklerde işverenlere ve hükümete karşı işçilerin verdiği ekonomik mücadele” mevcut dönem için yeterliydi, dolayısıyla, tüm Rusya’yı kuşatan militan bir örgütün kurulmasına gerek yoktu. Sonrasında sendikalar ortaya çıkmamışsa, parti dışı işçi kongresi toplanmalı ve bu kongre parti ilân edilmeliydi.

Rusya koşullarında ütopik bir nitelik arz eden bu “Marksist” planlarıyla Menşevikler, parti ilkesi fikrini itibarsızlaştırmak, parti kadrolarını ortadan kaldırmak, proletaryayı partisiz bırakmak için kapsamlı bir ajitasyon çalışması yürüttüler, neticede işçi sınıfını liberallerin, Menşeviklerin, hatta şüphe etmekte güçlük çekeceğimiz birçok iyi Bolşeviğin insafına terk ettiler.

Lenin, Menşeviklerin “plan”ının henüz oluşum aşamasında olduğu, planı yazanların bile planın çerçevesini idrak konusunda zorlandığı koşullarda, onların örgütlenme planlarının tehlikeli yönlerini ortaya koydu, planı ifşa etti ve Menşeviklerin örgütlemeyle ilgili konularda geliştirdikleri savsaklayıcı tutuma yönelik yoğun bir saldırı gerçekleştirdikten sonra, parti mensubu pratik işçilerin dikkatini örgütlenme meselesine vermelerini sağlayarak, partiye ve Rus proletaryasına muazzam bir hizmette bulundu. Zira Lenin’e göre asıl tehlikede olan, partinin varlığıydı. Parti için örgütlenme, hayat-memat meselesiydi.

Lenin’in kaleme aldığı ve belirli bir üne kavuşan Ne Yapmalı?[3] ve Bir Adım İleri İki Adım Geri[4] isimli kitaplarında geliştirdiği plan şuydu:

* Tüm Rusya’ya hitap edecek, parti güçlerinin toplanacağı bir tür merkez olarak iş görecek politik bir gazetenin kurulması;

* Yerelliklerde Parti’nin “düzenli birlikler”i olarak çalışacak, sağlam parti kadrolarının örgütlenmesi;

* Bu kadroların gazete faaliyeti üzerinden tek bir yapıda bir araya getirilmesi;

* Kadroların net bir programa, sağlam taktiklere ve tek-ortak iradeye sahip, sınırları açık biçimde tanımlanmış, tüm Rusya’yı gören, militan bir parti içerisinde kaynaştırılması.

Bu plan, kıymetini Rus gerçekliğine tümüyle uyumlu oluşuna borçluydu. Plan, pratik işçiler içerisindeki en iyi unsurların örgütsel deneyimi üzerinden, ustalıkla uygulamaya konuldu. Bu plan için verilen mücadelede Rusya’daki pratik işçilerin ekseriyeti Lenin’in arkasından, kararlılıkla yürüdü. Hiçbir ayrışma, onları bu yürüyüşten vazgeçiremedi. Planın elde ettiği zafer, dünyada eşi benzeri bulunmayan, sıkı bir örgütsel yapıya sahip, kavganın içerisinde çelikleşmiş komünist parti için gerekli zemini teşkil etti.

Sadece Menşevikler değil, bizim yoldaşlarımız da Lenin’i uzlaşmacılara karşı verdiği mücadelede acımasız olmakla, ihtilaflara ve ayrışmalara fazla eğilim göstermekle suçladılar. Belirli dönemlerde bu eleştirilerin haklı olduğuna hiç şüphe yok. Ama partimiz, kendi içindeki zayıf yanlardan ve dağınıklıktan ancak bu şekilde kurtulabilirdi. Parti, proleter olmayan, oportünist unsurlar kovulmadan ihtiyaç duyduğu zindeliğe ve güce kavuşamazdı. Burjuvazinin iktidarda olduğu bir dönemde proletarya partisi, işçi sınıfı içerisindeki ve kendi bünyesindeki karşı-devrimci, oportünist ve parti karşıtı unsurlarla mücadele ettiği ölçüde büyüyebilir, ancak bu sayede güçlenebilirdi. Lassalle şunu söylerken haklıydı: “Parti kendi kendisini arındırarak güçlenir.”[5]

Lenin’i suçlayanlar, genelde o dönem “birleşen” Almanya’daki partiye atıfta bulunuyorlardı. Oysa her birlik güçlü olunduğuna işaret etmez, ayrıca Almanya’daki partinin son aşamasına, partinin üç yapıya bölündüğü gerçekliğe bakılmalı[6], Scheidemann ve Noske’nin Liebknecht ve Luxemburg ile gerçekleştirdiği birliğin sahte ve kurgusal olduğu görülmelidir. Ayrıca, o dönemde Alman partisindeki devrimci unsurlar karşı-devrimci unsurlardan kopsaydı, bu adımın Alman proletaryası için daha hayırlı olacağı görülürdü.

Lenin, partiyi parti karşıtı ve karşı-devrimci unsurlara karşı uzlaşmaz mücadele yoluna sokarken bin kez haklıydı. Zira partimiz, ancak bu tür bir örgütlenme anlayışıyla kendi içinde birliği tesis edebildi, kadrolar arasında herkesi şaşkınlığa uğratan kaynaşmayı ancak bu sayede gerçekleştirebildi. Söz konusu kaynaşma sayesinde parti, Kerenski rejimi koşullarında yaşanan Temmuz krizinden yara almadan çıktı, Brest barışının yol açtığı krizden hiç sarsılmadan kurtuldu, İtilaf Kuvvetleri’ne karşı bu sayede zafer elde etti, son olarak, kendi içerisinde ayrışmaya sebebiyet vermeden, her türden önemli göreve yüz binlerce üyesinin yoğunlaşmasını sağladı, saflarını reforma tabi tutma imkânı sunan, o eşi benzeri görülmemiş esnekliğe bu sayede ulaşabildi.

II
Rus Komünist Partisi’nin Lideri Olarak Lenin

 

Rus Komünist Partisi’nin örgütlenme sahasında sahip olduğu değer, meselenin sadece bir yönünü ifade ediyor. Parti, yürüttüğü çalışmanın, programının ve taktiklerinin politik içeriği Rusya gerçeklerine uyum göstermeseydi, sloganları işçi kitlelerini harekete geçirmeseydi, devrimci hareketi ileri itmeseydi, bu kadar hızlı ve çabuk büyüyemez, güçlenemezdi. Şimdi bir de meselenin bu yönüne bakalım.

Rusya’da burjuva demokratik devrim (1905) Almanya ve Fransa gibi Batı ülkelerinde devrimci kalkışmaların gerçekleştiği koşullardan farklı koşullarda yaşandı. Batı’daki devrim, sınıf mücadelesinin gelişmediği, kapitalizmin imalat aşamasında olduğu koşullarda gerçekleşti. Bu dönemde proletarya güçsüzdü, sayıca azdı, kendi taleplerini formüle edecek partisinden mahrumdu, burjuvazi ise işçi ve köylülerin güvenini kazanmaya, aristokrasi karşı mücadeleye öncülük etmeye yetecek devrimci iradeye sahipti. Rusya’da ise devrim (1095) sınıf mücadelesinin gelişkin olduğu, kapitalizmin makineleşmiş sanayi döneminde bulunduğu, Rus proletaryasının nispeten çok olduğu, kapitalizmden ayrışmadığı, burjuvaziyle bir dizi cenge girdiği, burjuva partisine kıyasla daha birlik olan kendi partisine sahip olduğu, kendi sınıfsal taleplerini dillendirdiği, devletle yaptığı anlaşmalarla geçinen Rus burjuvazisinin proletaryanın devrimci coşkusundan korktuğu, bu sebeple, işçi ve köylülere karşı hükümetle ve toprak sahipleriyle ittifak yolları aradığı bir aşamada gerçekleşti. Gerçek şu ki Mançurya’daki savaş alanlarında alınan askeri yenilgilerin neticesinde patlak veren Rus devrimi, gidişatta köklü bir değişikliğe yol açmadı, sadece olayların seyrini hızlandırdı.

Fiili durum, proletaryanın devrimin öncüsü olmasını, devrimci köylüleri etrafında toplamasını, çarlık rejimine ve burjuvaziye karşı kararlı mücadeleyi eşzamanlı olarak, ülkede tam demokrasiyi inşa etme ve kendi sınıfsal çıkarlarını güvence altına alma anlayışı ile yürütmesini talep ediyordu.

Buna karşılık, Marksizmin bakış açısını “savsaklayan” Menşevikler, mevcut soruyu kendi tarzlarında cevapladılar: Rus devrimi burjuva devrimi olduğuna, Alman ve Fransız devrimlerinin tarihinden de görüleceği üzere, burjuva devrimlerine burjuvazinin temsilcileri öncülük ettiğine göre, proletarya Rus devriminde hegemonya sahibi olamaz. Liderlik, devrime ihanet etmiş olan Rus burjuvazisine terk edilmelidir; köylülük de burjuvazinin himayesine teslim edilmeli, proletarya sol muhalefetin aşırı biçimlerini sergilemekle yetinmelidir.

Sefil liberallerin yavan türkülerini dillerine dolamaktan başka bir şey yapmayan Menşevikler, kendilerini “hakiki” Marksizmin nihai sözü olarak pazarladılar!

Lenin, Rus devrimine sunduğu o muazzam hizmet dâhilinde Menşeviklerin tarihsel örneklerindeki beyhudeliği ve Menşeviklerin işçileri burjuvazinin insafına terk eden “devrim programı”nın yol açabileceği tehlikeleri açığa çıkarttı.

Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği[7] ile Kadetlerin Zaferi ve İşçi Partisinin Görevleri[8] isimli ünlü broşürlerinde geliştirdiği taktiksel plan şu hususları içeriyordu:

* Burjuva diktatörlüğü yerine proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü;

* Meclise girmek ve orada gerçek bir çalışma yürütmek yerine içişleri bakanı Aleksandır Buligin’in başını çektiği meclisin[9] boykot edilmesi;

* Meclis toplandığında Sol Blok fikri üzerinden hareket edilmesi, meclisin gerici tarzda yüceltilmesi ve kadetlerin bakanlık koltuklarına oturulması yerine meclis kürsüsünün meclis dışında süren mücadele için istismar edilmesi;

* Kadet Partisi ile blok oluşturmak yerine, karşı-devrimci bir güç olarak görülen bu partiyle mücadele edilmesi.

Bu planın sahip olduğu değer, Rusya’da burjuva demokratik devrim döneminde proletaryanın sınıfsal taleplerini açıktan ve kararlılıkla formüle etmesiyle ilgilidir. Proletarya diktatörlüğü fikrini rüşeym hâliyle içeren plan, sosyalist devrime geçiş sürecini hızlandırmıştır. Rusya’da sahada faal olan işçilerin ekseriyeti, bu taktiksel plan adına yürütülen mücadelede Lenin’i kararlılıkla ve zerre sapma göstermeden takip etti. Plan, elde ettiği zaferle, bugün partimizin dünya emperyalizminin temellerini sarsmasını sağlayan devrimci taktiklerin zeminini oluşturdu.

Sonrasında olaylar şu şekilde gelişti: emperyalist savaş dört yıl sürdü. Rusya’da ekonomik hayat paramparça oldu. Şubat Devrimi gerçekleşti. İkili iktidar tesis edildi. Burjuva karşı-devriminin şer yuvası olarak iş gören geçici hükümetin yanında, henüz oluşum aşamasında olan proletarya diktatörlüğünün bir biçimi olarak Petrograd Vekilleri Sovyeti kuruldu. Ekim Devrimi gerçekleşti, kurucu meclis dağıtıldı. Burjuva parlamentarizmi hükmünü yitirdi, Sovyetler Cumhuriyeti ilân edildi. Emperyalist savaş iç savaşa evrildi. Dünya emperyalizmi, kendisine “Marksist” diyen kişilerle birlikte, proleter devrime saldırmaya başladı. Son olarak, kurucu meclise bağlı kalarak acınası bir tutum alan Menşevikler, proletarya tarafından güverteden aşağı atıldılar ve devrimin dalgaları, onları kapitalizmin sahiline savurup attı. Tüm bu gelişmeler, Lenin’in İki Taktik’te formüle ettiği devrimci taktiklerin dayandığı ilkelerin doğru olduğunu teyit etti. Dalgalı denizde cesaretle, su altındaki kayalardan korkmadan ancak böylesi bir mirasa sahip olan parti ilerleyebilir.

Partinin her bir sloganının ve liderinin ağzından dökülen her bir sözün eylemde sınandığı böylesi bir proleter devrim çağında proletarya, liderlerinden özel kimi taleplerde bulunmalıdır. Tarih, fırtınalı zamanlarda kendini feda eden, cesaretli davranan ama teoride zayıf olan proleter liderler görmüştür. Kitleler, bu tür liderlerin ismini kısa süre içerisinde unutur. Almanya’dan Lassalle, Fransa’dan Blanqui bu liderlere örnektir. Oysa bir hareket, hayatını sadece hatıralara bel bağlayarak sürdüremez. Hareket, net ve açık bir hedefe (bir programa) ve kararlılıkla takip edilecek bir çizgiye (taktiklere) sahip olmalıdır.

Bir de teoride güçlü ama örgütlenme ve pratik çalışma konularında zayıf olan, barış dönemine has liderler vardır. Bu tür liderler, sadece proletaryanın üst katmanında ancak belirli bir süre boyunca destek bulurlar. Devrim çağı başladığı, pratikte karşılığı olan devrimci sloganlar kendi liderlerini talep ettiği aşamada teorisyenler, sahneyi terk edip yerlerini yeni insanlara bırakırlar. Rusya’da Plehanov, Almanya’da Kautski bu tür liderlere örnektir.

Proleter devrimin ve proleter partinin liderliği makamını muhafaza etmek isteyen kişi, teorideki gücünü proleter hareketin pratikte örgütlenmesiyle alakalı tecrübesiyle birleştirebilmelidir. Marksist olduğu dönemde P. Akselrod’un Lenin hakkında dediği gibi “O, sahada faal, örgütçü işçilerin deneyimiyle teorik eğitimi ve kapsamlı politik bakışı birleştirebilmiş bir isimdi” (Bkz.: Akselrod’un Lenin’in Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri broşürü için yazdığı önsöz[10])

“Medeni” kapitalizmin ideologu olarak Bay Akselrod’un bugün Lenin konusunda neler söyleyeceğini tahmin etmek güç değil. Oysa Lenin’i gayet iyi bilen, meselelere dair nesnel hükümlerde bulunabilen bizim Lenin’in eskiden sahip olduğu vasfı bugün de muhafaza ettiğine dair hiçbir şüphemiz yok. Lenin’den başka kimsenin bugün dünyadaki en güçlü ve mücadelede en fazla çelikleşmiş proleter partinin lideri olmasının sebebini tam da bu vasıfta aramak gerekiyor.

J. V. Stalin
Pravda
, Sayı. 86
23 Nisan 1920
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Londra Kongresi: Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Londra’da 30 Nisan-19 Mayıs 1907 arası dönemde toplanan beşinci kongresi.

[2] Karl Marx ve Frederick Engels, Selected Works, Cilt. II, Moskova 1951, s. 365.

[3] Bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 5, s. 319-494.

[4] Bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 7, s. 185-392.

[5] 24 Haziran 1852’de Lassalle’ın Karl Marx’a yazdığı mektupta geçen bu ifadeyi Lenin Ne Yapmalı? İsimli kitabında epigraf olarak kullanıyor (Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 5, s. 319).

[6] Alman Sosyal Demokrat Parti’den kopan grupların kurduğu üç parti şunlar: Sosyal Demokrat Parti, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti ve Almanya Komünist Partisi.

[7] Bkz.: V. I . Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 9, s. 1-119.

[8] Bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 10, s. 175-250.

[9] Buligin Meclisi, 1905’te Çar yanlısı hükümetin toplamaya niyetlendiği, istişari temsilciler meclisidir. Meclisin kurulmasını sağlayan kanunu ve seçimlerde geçerli olan kuralları belirleyen mevzuatı başında içişleri bakanı Buligin’in bulunduğu bir komisyon hazırladı. Kanun ve mevzuat Çar’ın 6 Ağustos 1905 tarihli bildirgesinde yayınlandı. Bolşevikler Buligin meclisini boykot ettiler. Hiçbir vakit toplanamayan meclisin kapısına “devrimci fırtına kilit vurdu.” (V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 23, s. 239.)

[10] V. I. Lenin, Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri broşürünü 1897 yılının sonlarında, sürgündeyken kaleme aldı. Önsözünü P. Akselrod’un yazdığı broşürün ilk baskısını Rus Sosyal Demokratları Birliği 1898 yılında Cenevre’de yaptı (bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 2, s. 299-326).