30 Haziran 2024

,

Fırtına



Yel değirmenlerini karşısına alacak birey değil, yel değirmenlerini kuşatacak insanları yetiştirecek politik hat yok, aranıyor.

Şimdi; değirmene karşı olan her "aykırı/muhalif" birey/ler toplamı sadece söylem geliştiriyor, eylem geliştirenler de değirmenin kollarının ve sütununun renkli olmasını istiyor. Söylem, hayatı değiştirmediği için geliştirilen eylem de sözün meydanda sınırlı insan sayısıyla söylenmesinden öteye geçmiyor. Özünde basın açıklamasından öteye geçilmeyen durum yaşanıyor. Yani durum kötüdür.

Kolektife ve emeğe işaret etmeyen her aykırı rüzgârın esmesi için uygun hava hattı egemenler ve burjuvazi tarafından oluşturuluyor. O rüzgâr estirilmezse o yel değirmenlerinin de kolları dönüp “üretim/sömürü” çarklarını çevirmeyecek.

Sadece rüzgâr esiyor/estiriliyor, fırtınanın kopmaması için değirmen sahipleri rüzgâra sadece müsaade etmiyor çünkü onun esmesi demek kendi varlıklarını sürdürmeleri anlamını taşıyor.

Rüzgârı eken fırtınayı biçmiyor. Fırtına koparsa o değirmen de kalmayacak.

Yeryüzünde her gün hatta her saat sayısız deprem oluyor, kendini hissettirmiyor. Bu küçük depremlerin asıl büyük depremlerin gerçekleşmemesi için bir tür enerji boşaltımı sağladığı iddia ediliyor, yani bu küçük depremlere “ihtiyaç” var. Artçılar için de aynı kâr/zarar hesabı geçerli. O yüzden fırtınadansa rüzgârın esmesi “gerekiyor”, değirmen işlemeli.


Hiç mi esinti olmasın, o zaman sıcak bunaltmaz mı? Esintidense sıcak kavurmalı ki fırtına koparılabilsin. Rüzgârın ara ara getirdiği hafif esinti, her seferinde bir umut yanılsaması oluşturmasın ki sınıf ve kitleler harekete geçebilsin. Her esintide fırtınanın esin kaynağı aranmasın.

Ezilen ve sömürülenler olarak bizim rüzgârın getirdiği esintilere değil, hava akımını kendine toplayıp sürekli işleyen değirmeni işlemez hale getirecek fırtınaya ihtiyacımız var. O zaman kimse/ler koluna/görünür uzvuna Don Kişot dövmesi yaptıramaz.

Değirmen sahipleri Don Kişot’ları arıyor, Spartaküsleri değil. Don Kişotlar değil, Son Spartaküsler olacağız, mücadeleyi büyütmekten başka çaremiz yok.

S. Adalı
30 Haziran 2024

29 Haziran 2024

Yeniden Dağıtım mı Kabul mü?


Özgürleştirme amacı güden sınıf mücadelesinde genel eğilim, o mücadeleye giren ezilen ve sömürülenin çıkarlarını aşma yönündedir. Buradan bakıldığında, “komünizmin çöküşüne dek uzanan yüz elli yıl boyunca gelirin yeniden dağıtılması fikrinin hâkim paradigmayı teşkil ettiğini” söyleyen tezin indirgemeci olduğu görülecektir.[1] Peki Komünist Manifesto’nun ortaya çıkarttığı hareket, bu gelirin yeniden dağıtılması fikrinin bayraktarlığını yaptı mı?

Esasında ta başından beri özgürleştirme amacı güden sınıf mücadelesinin üç cephesi, ekonomik talepleri de içeren, ama onların ötesine uzanan bir zemin sundu.

Uluslararası İşçi Derneği kurulduğu vakit “ezilen milletlerin kurtuluşundan yana” olduğunu söyledi. Kadınların politik ve toplumsal kurtuluşu, politik haklara kavuşturulması, mesleklerini özgürce seçmeleri, ev içi köleliğin son bulması gibi başlıklarda birçok mücadele yürüttü.

Kadın ve Sosyalizm isimli kitabının önsözünde Engels’in arkadaşı ve Alman sosyal demokrasisinin lideri August Bebel, otuz yıl önce yayımlanmış, elli baskı görmüş, 15 dile çevrilmiş olan kitabının giriş bölümünde çalışmasının, Bismarck’ın yasadışı ilân ettiği sosyalist partinin üyelerince gizli gizli dağıtılması sayesinde başarı elde ettiğini söylüyordu.[2] O dönemde kadın hareketi, birkaç ayrı bağla, doğrudan emek hareketine bağlıydı.

Emek hareketinin ayrımcılık karşıtı mücadelesini salt gelirin yeniden dağıtılması paradigmasına atıfta bulunarak anlayamayız. Bu paradigma, Birinci Enternasyonal’in Afrikalı-Amerikalı kölelerin ve özgürleşmesini kendisine dava belleyişini veya Lincoln’ın köle sahibi Güney’e karşı yürüttüğü savaşla ilgili değerlendirmesini analiz etmemize pek katkıda bulunmuyor.

Kuzey, elindeki donanma ile ayrılıkçı Güney’i abluka altına aldı ve onun Britanya’ya pamuk ihraç etmesine mani oldu. Bu da Britanya’daki tekstil endüstrisinin krize girmesine, işten çıkartmalara, çalışma saatlerinin düşmesine ve düşük ücretlere yol açtı. Bu gelişmeye karşın Marx, işçilerin sanayicilerin aldıkları tedbirler karşısında gösterdikleri kararlılığa işaret etti, bilhassa Amerika’daki Birlikçilerin köle sahiplerinin isyanını sona erdirmek için verdikleri mücadeleye sundukları desteğin ve İngiliz hükümetinin askerî, hatta diplomatik düzeyde destek sunmasına mani olmak için işçilerin gerçekleştirdikleri kitlesel gösterilerin sınıf bilincinin olgunluğunun bir delili olduğunu söyledi ve bu gelişkinliği övdü.

Yakından incelendiğinde, “gelirin yeniden dağıtılması” denilen paradigmanın, işçi sınıfının üretim düzleminde verdiği mücadeleleri bile yeterince izah edemediğini görüyoruz. Düşük ücretler veya açlık gibi hususların yanında Komünist Manifesto, patronların uygulamaya koydukları “despotizmi” de mahkûm ediyor.[3] Metnin sonunda işçilerin kırmak için bir araya geldikleri zincirlerin burjuva toplumunun dayattığı “köleliğin” zincirleri olduğu söyleniyor.[4]

Burada karşımızda, fabrika içinde ve dışında özgürlük talep eden bir mücadele duruyor. Bu noktada akla, refah devletini ilk kuran kişi olmasına karşın hedefe konan Bismarck’ın çıkarttığı sosyalizmle mücadele kanununun yürürlükten kaldırılması için gizli gizli yürütülen ajitasyon faaliyetleri getirilmeli.

Gelirin yeniden dağıtılması paradigmasından pek hoşnut olmayan biri olarak ben, Marx’ın Komünist Manifesto için bir tür taslak olarak istifade ettiği, genç Engels’e ait metin üzerinde duruyorum.

Burada bahsini ettiğim eser, Komünizmin İlkeleri. Bu metin, alternatif bir paradigma öneriyor:

“Köle tek seferde satılırken, proleter her gün ve her saat satılmak zorundadır. Bir sahibin mülkü olan bireysel köle, ne kadar sefil durumda olursa olsun, bu efendinin çıkarına olduğu sürece güvence altında olan bir geçim kaynağıdır; bireysel proleter ise tabiri caizse emeği sadece ona ihtiyaç olduğunda kendisinden satın alınan ve varolmak konusunda hiçbir güvencesi bulunmayan, tüm burjuva sınıfına ait bir mülktür. […] Köle, sivil toplumun bir üyesi değil, üzerinde hesap yapılan bir şeydir; proleter ise sivil toplumun üyesidir ve bir kişi olarak kabul edilir [anerkannt]. Bu anlamda köle, proletere kıyasla daha iyi yaşama imkânına sahip olabilse de proleter, toplumun daha üst bir aşamasına aittir, o köleye göre daha üst bir aşamada durur.”[5]

Proleter için kullanılan “kişi olarak kabul görür” ifadesi önemli bir ifadedir. Kölenin tecrübe etmediği, hayatta kalmayı zorlaştıran güvencesizliğin çilesini çekse de proleter, geri kalan herkes gibi bir mal muamelesi gören, bu şekilde görülen insanın her yönüyle şeyleşmesi denilen sürece tahammül etmek zorunda kalmaz. Proleterin kabul edilmek için verdiği mücadeleyle elde edilen ilk (mütevazı) sonuçla kıyaslandığında, köle, pek fazla ekonomik avantaja kavuşmaz.

Liberal gelenek, sınıfı mücadelesini indirgemeci bir biçimde, kaba ekonomist olarak yorumluyor. Özgürlük/Eşitlik denilen kavram çiftine sırtını yaslayan liberal gelenek mensupları, kendilerini özgürlüğü kıskançlıkla savunan, onu başka şeylere dönük ilgisini kesmişçesine seven kişiler mertebesinde görüyor, muarrızlarını ise ekonomik eşitlik peşinde koşan, sadece maddi çıkar üzerinden harekete geçebilen, kaba ve haset ruhlar olarak etiketliyor. Bu düşünce geleneği kendisini, Marx’ı “zorunluluğun emrettikleri karşısında özgürlükten vazgeçmenin teorisyeni ve devrimin amacı özgürlük değil, maddi bolluktur görüşünün savunucusu” olarak gören Hannah Arendt’te ortaya koyuyor.[6]

Liberaller, kadınların ve ezilen milletlerin özgürleşmesi davasına yönelik somut bağlılıklarını; Amerikan iç savaşı esnasında Afrikalı-Amerikalılara dayatılan zincirlerin kırılmasına katkıda bulunmak adına en ağır maddi fedakârlıkların altına imza atılmış olmasını; kölelik yanında “modern ücretli köleliğin” ortadan kaldırılması konusunda gösterilen kararlılığı; patronların fabrikalarda sergilediği ‘despotizm’e karşı günbegün verilen mücadeleleri ve Bismarck’ın özgürlükleri ezen kanunlarına karşı verilen mücadeleleri, felsefi ve filolojik bir dikkatten çok Soğuk Savaş yıllarında sergilenen politik ve ideolojik tutkuya uygun düşen bir yorum dâhilinde, nisyana gömüyorlar.

Domenico Losurdo

[Kaynak: Class Struggle: A Political and Philosophical History, Palgrave Macmillan, 2016, s. 73-75.]

Dipnotlar:
[1] Nancy Fraser, “Social Justice in the Age of Identity Politics: Redistribution, Recognition, and Participation”, Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange içinde, Yayına Hz.: Fraser ve Axel Honneth, Londra ve New York: Verso, 2003, s. 7–8.

[2] August Bebel, Die Frau und der Sozialismus, Berlin: Dietz, 1964, s. 21–2.

[3] Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Londra: Lawrence & Wishart, 1975–2004, Cilt. 6, s. 491.

[4] A.g.e., Cilt. 6, s. 519, 495.

[5] A.g.e., Cilt. 6, s. 343–4.

[6] Hannah Arendt, On Revolution, Londra: Penguin, 2009, s. 51, 54.

28 Haziran 2024

Aynı Madalyonun İki Yüzü: Liberalizm ve Faşizm


Filistin ve Ukrayna’da meydana gelen olaylardan bahsederken, Batı burjuva medyası -yani hâkim sınıfların uzayan bir kolu olarak faaliyet gösteren haber ve enformasyon aygıtı- dünyanın bu bölgelerinde yaşananların Avrupa’nın “liberal ve demokratik” değerlerini korumak için verilen bir mücadele olduğunu izleyicilerine sürekli hatırlatmaktadır.

Bize anlattıkları şu: Ukrayna, “diktatör” Rusya’nın isteklerine karşı Avrupa Birliği’ne katılmak ve liberal bir demokrasi olmak istiyor, zira Rusya, “tüm Avrupa üzerinde olmasa bile Ukrayna üzerinde emperyal emeller besliyor.” “İsrail”e gelince, Batı, zaten Siyonist varlığı sürekli şımarmış ve ne pahasına olursa olsun savunulması gerektiğine inanmıştır. Zira zaten bu rejim, “liberal demokratik değerleri” bünyesinde barındırıyordu ve Batılı söyleme göre “çılgın Müslüman ve Arap diktatörlerin” bulunduğu bir bölgedeki tek “liberal demokratik ülke”ydi! Bu propagandatif tirat, arada sırada Tayvan halkının bu kez komünist özellikler taşıyan bir başka diktatörlüğe, Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı yürüttüğü sözde mücadeleden bahsederken de kullanılıyor.

Bu önermemiz başat önemdedir, çünkü Avro-Amerikan egemen sınıfları ve onların medya temsilcileri tarafından sürekli olarak parlatılan anlatının iki anahtar kavram etrafında döndüğünü göstermeyi amaçlıyor: liberalizm ve demokrasi, bunlar bazen “liberal demokrasi” şeklinde birleştiriliyorlar.

Ancak, dünya, Batı’nın bu iki kelimeyi tekrar tekrar kullanmasına o kadar alıştı ki, okuyucularımızın bunların anlamlarını ve bu iki kavramın tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını unutmuş olması mümkündür. Yani liberalizmin yükselişini kümülatif olarak belirleyen tarihsel olguları ve mücadeleleri unuttuk. Sorgulayıcı bir şekilde ifade etmek gerekirse, eğer Batı, kendisini “liberal” bir demokrasi olarak övüyorsa, “Liberalizm nedir?” diye sormalıyız. Liberalizm nasıl ortaya çıkmıştır? Avrupa ya da ABD liberal toplumlar olarak değerlendirilebilir mi? Bunun kısa cevabı “hayır”dır. Batı, tüm ideolojik ve maddi zenginliğini soykırım, kölelik ve dünyanın çoğunluğunun yağmalanması üzerine inşa etmiş bir fanatikler yurdudur.

Soykırım ve Kölelik: Batı Özgürlüğünün Kökleri

Düşünsel bir doktrin olarak liberalizm, daha yaygın olarak kapitalizm olarak bilinen belirli bir sosyal ve ekonomik yeniden üretim tarzı altında bireysel özgürlüğün dokunulmaz bir şekilde onaylanmasına dayanan negatif özgürlük fikrine atıfta bulunur. Liberalizm altında, bize söylendiğine göre, bireyler istedikleri kişiyle evlenmekte, diledikleri gibi iş yapmakta özgürdür ve bireysel özgürlük haklarını kullanırken Devlet, kenarda durmalı ve müdahale etmemelidir. Ancak, liberalizmin soyut düzeyde cisimleştirdiğini iddia ettiği şey ile bu fikrin ortaya çıktığı ve konsolide edildiği sosyo-politik praksis arasında büyük bir çelişki mevcuttur. Daha basit bir ifadeyle, liberalizm, herkesin evrensel özgürlüğünü savunduğunu iddia etse de, ortaya çıkışından bu yana bu özgürlük, sadece iyi tanımlanmış bir insan topluluğuna hasredilmiştir.

İtalyan filozof Domenico Losurdo, A Counter History of Liberalism [“Liberalizmin Karşı Tarihi”] başlıklı kitabında bu meselenin özüne iniyor. John Locke, Alexis de Tocqueville, Isaiah Berlin gibi liberalizmin en etkili düşünürlerinin çalışmalarını inceleyen Losurdo, liberalizmin düşünsel ifadesinin siyasi pratiğiyle nasıl uyuşmadığının izini sürüyor. Liberal özgürlük, aslında Britanya ve ölü doğmuş Amerika Birleşik Devletleri’ndeki beyaz üstünlükçü bir çevreye özgülenmiş bir ayrıcalıktı.

Losurdo’nun dışlama maddeleri olarak adlandırdığı iki büyük çelişki, liberalizmin ideolojik iddialarını kendi çıktısı olan siyasi pratikle nasıl uzlaştıramadığını ortaya koymaktadır. Bu iki madde şunları gerektiriyordu:

1. Yerlilerin soykırımla öldürülmesi;

2. Siyahî Afrikalıların köleleştirilmesi.

Başka bir deyişle liberalizm, tüm hayatları sömürgeci şiddet ve katliamın kanlı pençesi altında kalan dünya çoğunluğu için boş bir iddiadan başka bir şey değildi. Kızılderililer, açıkça “modern” ya da “negatif” özgürlüğün dışında tutuldular ve bunun yerine kamulaştırma ve sürgüne maruz kaldılar ya da düpedüz ölüme mahkûm edildiler. Teorik olarak özgür ama köle siyahlar, yirminci yüzyılın ortalarında bile terörist şiddete maruz kalıyor, çalışma evlerine kapatılıyor ya da linç ediliyorlardı.

Köle sahiplerinin ya da genel olarak yönetici sınıfın son derece “modern” ve “negatif” özgürlüğü bile ağır sınırlamalara tabi tutulmuş, yirminci yüzyılın ortalarında bile hâlâ ırklararası cinsel ve evlilik ilişkilerine yönelik yasak yürürlükte olmuştur.

Başka bir deyişle liberalizm, sömürgecilik altında güçlülerin hayatlarını düzenlerken, soykırım ve kölelik bu ideolojik ve siyasi hareketin kurucu unsurlarıydı. Liberalizm, özgür insanlar topluluğu (beyazlar) içinde iktidarın sınırlandırılması sorununu gündeme getirse de, bu özgürlük, madunlar üzerinde mutlak iktidarın dayatılmasıyla, yani siyahların köleleştirilmesi ve Amerikan yerlilerinin yok edilmesiyle el ele yürümüştür. Çok kapalı bir topluluğun kazandığı özgürlük ve haklar, Amerikan yerlilerinin ve Afrikalıların maddi, sosyal ve kültürel olarak yok edilmesiyle elde edildi.

Liberalizmin bir savaş ve sömürü ideolojisi olarak geliştiğini anladığımızda, bize sürekli olarak “İsrail” ve Ukrayna’nın liberal değerleri savunmak için desteklenmesi gerektiğini söyleyen burjuva medyasının bu açıklamalarını nasıl değerlendirmeliyiz?

Bizim Özgürlüğümüz, Onların Yenilgisi

Cevap, köleliğin kaldırılmasına yol açan tarihsel ve sosyo-politik koşulların anlaşılmasında yatmaktadır. Köleliğin üstesinden -gerçekten ortadan kaldırıldığı kadarıyla- liberalizm içinde kendiliğinden gelişen içsel bir süreçle gelinmemiştir. Liberalizm, kendi kendini reforme etmedi. Aksine, bu koşullar öncelikle dışlanan halklar tarafından sürdürülen devasa özgürleşme ve tanınma mücadelelerinin doğurduğu zorlukların ardından ortaya çıktı. Köleliği ortadan kaldıran 1791’deki Haiti sömürge karşıtı devrimi, zenginliğin halka yeniden dağıtılmasını sağlayan 1917’deki Ekim Devrimi, emperyalistleri ülkeden kovan 1979 İran Devrimi gibi…

Başka bir deyişle silahlı direniş, komünizm ve ulusal kurtuluş mücadelesi, değişime öncülük eden ve emperyalistleri, ezilenlerin taleplerini yerine getirmeye zorlayan tarihin motoruydu. Sözde liberal dünya, çoğu zaman cesur gerilla savaşları, uçak kaçırma eylemleri ve yabancı güçlerin yerli topraklardan kovulmasıyla kazanılan bu maddi zaferleri kabul etmek zorunda kaldı.

Yine de bu sosyo-politik oluşumlar ne zaman ayaklansalar hep suçlandılar ve şeytanlaştırıldılar. En önemlisi, emperyalistlerin bu hareketleri bastırmak için ellerinden geleni yaptıkları unutulmamalıdır ve liberalizm ile faşizmin aynı madalyonun iki yüzü olduğu burada anlaşılmaktadır. Batılı egemen sınıflar liberalizm ve Nazizm arasında rahat bir ittifak kurarak Avrupa’da komünizme karşı savaştılar. Aslında Naziler, üstünlükçü projelerini tasarlamak için ABD’deki ayrımcılık yasalarından ilham almıştı. Onlara göre, ABD yasaları ırkçılığı yenilikçi bir şekilde kanun haline getirmişti ve bu nedenle Lincoln ve Jefferson’ın ortaya koyduğu, göçü özgür beyazlarla sınırlayan kararnamelerden veya Siyahların zorunlu sürgünü fikirlerinden ilham aldılar.

Öte yandan liberaller, Nazileri Gladio Operasyonu gibi yollarla komünizmle savaşmak için işe aldılar ve çıkarlarının korunduğundan emin olmak için Batı Asya bölgesindeki en gerici güçlerle (Siyonistler ve Vehhabiler) yakınlaştılar.

Dolayısıyla, ilk sorumuza geri dönecek olursak, bu savaşların doğası basittir. Bu, beyaz bir azınlığın ve dünyanın kuzeyindeki egemen kesimlerin sahip olduğu ayrıcalıklara karşı insanların çoğunluğunun özgürlüğü arasındaki bir mücadeledir. Bu, özgürlük bayrağı altında Siyonist ya da Banderci bir trene atlamaya hazır olan fanatiklere karşı bir mücadeledir. Onların özgürlük vizyonu, dünyanın çoğunluğunun sömürülmesini gerektiriyor. Ancak Filistinliler ve Nijerliler ya da Ruslar, direniş tarihini bir kez daha tekrarlıyorlar. Onlar, bu maddi ve ideolojik savaş projesine ve dünya egemenliğine karşı mücadele veriyorlar. Bu kez tek fark, liberalizmin çökmeye başlamış olmasıdır.

Matteo Gladio
8 Haziran 2024
Kaynak
Çeviri: Medya Şafak

,

Domenico Losurdo

Marksist felsefeci ve düşünce tarihçisi Domenico Losurdo’nun o üretken hayatı, sona erdi. Yaklaşık altmış kitabı olan Losurdo, Alman idealizminden modern devrimin öznesine, günümüz komünist hareketinin aldığı şekilden sosyalist devlete ve sınıf mücadelesine birçok konu başlığını ele almış bir isim.[1]

Losurdo’nun asarının sahip olduğu önemin bir kanıtı da özellikle son on yıl içerisinde kitaplarının Fransızca, Almanca ve İngilizceye tercüme edilmiş olması. Yazının sınırlı oluşu sebebiyle biz, burada sadece belirli kitaplara ve Losurdo’nun analiz ettiği belirli konulara odaklanacağız.

“Losurdo’nun kitaplarına nereden başlamak gerek?” diye soran varsa bunun cevabı, Hegel’in felsefi çalışmalarını Fransız Devrimi’nin mirasıyla ilişkisi içerisinde ele alan Alman idealizmiyle ilgili kitabıdır. İkinci önemli çalışması ise, liberalizmle yürüttüğü polemiği, özellikle, liberal-muhafazakâr tarihyazımı bağlamında vurguladığı ve “revizyonizm” olarak ifade ettiği, devrimci başkaldırıları bir tür anomali veya hastalık olarak gören, onları liberal toplumların doğal gelişimiyle çeliştiğini söyleyen yaklaşımı ele alan kitabı.[2]

Losurdo’ya göre Hegel, hiç şüphe yok ki ilerici modern düşüncenin kurucusu. Bu tespiti Hegel’in tüm kariyeri için geçerli. Genelde “muhafazakâr” olarak görülen son dönemi de dâhil.[3] Bu ilericiliğin bir kanıtı, Hegel’in “icatlar”ı, yani salt biçimsel özgürlüğe karşı gerçek veya hakiki özgürlüğe yönelik vurgusu ve makulle gerçek arasında kurduğu özdeşlik.

Losurdo, bu özdeşliği basit manada benzeşme olarak anlamıyor. Onu daha çok gerçek olanın makul olması gerektiğiyle ilgili talep olarak yorumluyor.

Esasında Losurdo, liberalizm geleneğinin karşısına her seferinde Hegel’i çıkartıyor. Ona göre liberalizm, özgürlüğü sadece veya esas olarak mülkiyet, yani imtiyazlılara bahşedilmiş haklar üzerinden tanımlıyor. Bu anlamda liberalizm, bireyin talep edebileceği ve daha fazla önem arz eden haklar ve özgürlükleri görmezden geliyor.

Losurdo’nun Hegel’de takdir ettiği ikinci çarpıcı husus ise Hegel’in hem halkın hem de devletin veya krala ait gücün gerçekleştirdiği devrimlere pozitif rol yüklemiş olması. Losurdo’nun zihnindeki Hegel’e göre, bu devrimlerin asıl önemli olan yanı, onların nereden kaynaklandıkları değil, hakiki özgürlüğün genele teşmil edilmesine işaret eden ilerici niteliği. Bu, Hegel’in o ünlü “dünyanın ruhunun hareketi”yle ilgili değerlendirmesinin bir başka dile getiriliş biçimi.

Losurdo, sonrasında liberalizmin tarihini yazıyor.[4] Bu, muhtemelen en çok bilinen kitabı. Burada Losurdo, liberalizmin karşı-tarihini aktarıyor, onun karanlık yüzünü analiz ediyor, kölelikle, ırkçılıkla ve uyumsuzlara yönelik toplumsal disiplin ve ayrımcılık pratikleriyle kurduğu olumlu ilişkiyi ele alıyor. Kitapta, özgürlüğün, hoşgörünün ve mutlakiyetçi iktidar karşıtı mücadelenin gerçek bir savunucusu olan John Locke, karşımıza Yerlilerin ırkçı bir yaklaşımla imha edilmesi fikrinin, köleliğin, çocuk emeğinin ve yoksullara zulmedilmesini öngören görüşün savunucusu olarak çıkıyor. Bu anlamda liberalizm, bir paradoksla malul. Liberalizm, belirli insanların özgürlüklerinden mahrum bırakılmasının zaruri olduğu fikrini savunuyorken, Bodin gibi kralın iktidarından yana duran birçok teorisyen, bir insanın başkası üzerinde kurduğu mutlak iktidarın kabullenilemez biçimi olarak gördüğü köleleştirme pratiğini eleştiriyor. Buradan Losurdo bize, liberalizmin tarihine tüm halklara, kabilelere veya toplumsal gruplara özgürlüğün bahşedilemeyeceği fikrinin damga vurduğunu gösteriyor. Özetle, liberalizmin bahsini ettiği özgürlükler, herkes için değil.

Losurdo’nun en fazla gürültüye ve tartışmaya sebep olan çalışması ise Stalin’le ilgili kitabı. Birçok isim, bu kitabı yirminci yüzyılın en önemli politik isimlerinden birini aklama girişimi olarak değerlendirdi.[5]

Oysa Losurdo kitapta, Stalin rejimini ve eylemlerini savunmakla ilgilenmiyor. Onun derdi, kendisinin “Hitler safsatası” dediği şey üzerinden Stalin imgesinin Soğuk Savaş boyunca efsaneleştirilip dönüştürülmesine dönük çabalarla mücadele etmek. Losurdo, Stalin’in politik hayatına ait, en tartışmalı konu başlıklarını ele almaktan çekinmiyor. Bu anlamda kitapta, otuzlardaki parti içi tasfiyelerden, Ukrayna’daki kıtlıktan, Katin katliamından ve Doktorlar Komplosu’ndan bahsediyor.

Kitapta Losurdo, Batılı liberal toplumların Stalin’e isnat ettikleri kötülükleri dikkatle belirli bir bağlama oturtuyor ve bu kötülüklerin ilgili toplumların tarihsel miraslarında da bulunabileceğini ortaya koyuyor. Bu kıyaslamayla yetinmeyen Losurdo, kendisinin “kalkınmacı diktatörlük” olarak tanımladığı Stalin rejimini anlamaya çalışıyor.

Losurdo’daki ilerici ve devrimci düşünceye yönelik savunu, Hegel’den ve onun yirminci yüzyıldaki en önemli varisi Marksizmden kök alıyor. Ancak onun için mesele, liberal ve muhafazakâr gericilik karşısında bu ilerici ve devrimci düşünceyi ıslah etmek, onu yeniden edinmek değil. Losurdo’ya göre, Avrupa’nın yakın tarihinin en önemli başarısı olarak bu ideolojik akımın mirasını muhafaza etmekle yetinilmemeli, aynı zamanda o miras geliştirilmeli. Bu açıdan, Losurdo’nun söz konusu geliştirme çabasına sunduğu katkıyı kimse inkâr edemez. O, yirmi birinci yüzyılda ilerici düşünce akımının önemli bir temsilcisiydi.

Jiří Růžička
Ocak 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Domenico Losurdo, Antonio Gramsci dal liberalismo al «Comunismo critico» (Roma: Gamberetti, 1997). Domenico Losurdo, La lotta di classe: una storia politica e filosofica (Roma: Laterza, 2013).

[2] Domenico Losurdo, Il revisionismo storico. Problemi e miti, Roma-Bari, Laterza, 1996. (Fr.: Le révisionnisme en histoire: problèmes et mythes (Paris: Albin Michel, 2006)).

[3] Domenico Losurdo, Hegel e la libertà dei moderni, (Roma: Editori Riuniti, 1992). (İng.: Hegel and the Freedom of Moderns (Durham: Duke University Press, 2004)).

[4] Domenico Losurdo, Controstoria del liberalismo, (Roma-Bari: Laterza, 2005). (İng.: Liberalism: a Counter-History (Londra: Verso, 2011)).

[5] Domenico Losurdo, Stalin. Storia e critica di una leggenda nera, (Roma: Carocci, 2008). (Fr.: Staline: histoire et critique d‘une légende noire, (Bruxelles: Les éditions aden, 2011)).

27 Haziran 2024

,

Asosyalizm


Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde Semra karakterinin “Bence senin tavrın yanlıştır arkadaş... Adamı kendi haline bıraksan daha iyi edersin... Çünkü bir adamı şartlarından soyutlayıp düşünemezsin. Onun şartları yaratmıştır bugünkü Cemil’i ve ancak şartlarının değişimiyle Cemil’in değişimi mümkündür (...) Fakat senin anladığın gibi bir değişimi Cemil’den beklemek yanlış olur. Cemil kurtulmayacaktır. Sonra Cemil’le uğraşmak bizim işimiz de değildir. Kimdir bugün Cemil!.. Sınıf değiştirmiş, bozulmuş, çürümüş bir adam (...) Biraz gerçekçi ol... Eski alışkanlıklarından kurtul... Sınıf açısından bak olaylara (...) Şimdi değil. Biz kimlerle uğraşmamız gerektiğini iyi saptamazsak, yanılgı ve yenilgi bizim için kaçınılmaz olur. Biz her adamı doğru yola getiremeyiz arkadaş... Elimizde değil bu...” yönündeki sözleri, özellikle bugünün sınıf mücadelesi açısından yol gösterici bir niteliğe sahip.

Küçük burjuva bireyin toplumsal yaşamın tüm alanlarına yaydığı kültürü ve yaşam biçimi, aşılması gereken bir zorunluluk olarak sınıf mücadelesinin ideolojik görevleri arasında.

74 affından sonra CHP’lileşen solun kitleden anladığı, bireyler toplamıdır. Ortak yaşam biçimi, ortak kimlikler, ortak bireyci özgürlük felsefesi. Ortada yapı yok, seküler özgürlükçü bireyler birlikteliği var. Bunu eleştirenlerin düştüğü yanılgı ise halen bu yapıların ve insanlarının değişebileceğini umut etmeleri. Diyalektiğin sosyal değişimlerin “aniden” gerçekleşebileceği yönündeki yaklaşımının yanlış yorumlanması, bu yanılgıya yol açan nedenler arasında. Aniden değişimlerin yoğunlaşabileceği eylemler, önemli hazırlık sürecini gerektirir. Saraçhane’de özgürlükçü solun barikata direnmesinin, üniversite öğrencilerinin güncel durum karşısındaki kitlesel protestolarının, kıymeti kendinden menkul Z kuşağının anarşist tepkilerinin ardından her defasında radikalleşme sürecinin başladığının/başlayacağının tespiti ve on yıldır her toplumsal dinamizmde ülke geleceğinin değişiminin sınırına yaklaşıldığı görüşleri, bu yanılsamaların birer örneği.

Bireylerden kitle çıkaran solculuk, bireyin de yapısız şekilde sadece söylemle değişeceğine dair vehmini politika zannediyor. Örülen bir sınıf mücadelesi olmayınca umut; ideolojisiz ama sadece tepkisellikle öne çıkan kadına, eşcinsele, gence, sekülere, ezilen mezhep ve kültür mensuplarına bağlanıyor. İşçi ve emekçi yok, sermayeye ve egemene hizmet var. Bar ve meyhane sahipliği var, televizyon kanalı işletmeciliği var, yayınevcilik var, fonculuk var, emlak geliri ve konut ticareti var, tekel bayii işletmeciliği var, özel okul-etüt merkezi-dershane patronluğu var, kokteyl var, akreditasyon var, kadınların şortla gezebileceği mahalle sosyolojisi var. Sınıf yok, mücadele yok, müdahale yok, sınıf kini yok, yoldaşlık yok, bedel yok, cüret yok, kolektif yok, değer yok, tarih yok, ilke yok, çizgi yok. Esasında bu yapı ve çevrelerin ortak özelliği, kendisine gelen ya da ilişki kurduğu kişilerin sınıf kinini yumuşatıp ondan bir küçük burjuva çıkarmak.

Şimdi tekrar Semra’nın sözlerine dönersek, bir anda her şeyin değişeceği ve partisi tarafından sınıf kini yumuşatılan bireyin partisini bile tarihsel dönemeçte terk edeceği yanılgısı, temelsiz bir umudun yanılgısıdır, tartışması açılabilir. Bir sınıf var, o sınıf da kitleler de bayrak bekleyen rüzgâr gibi partisini bekliyor.

Öğretmenden, beyaz yakalıdan, plaza çalışanı sekülerden, Kadıköylülerden, cinsiyet eşitsizliğine maruz kalanlardan sınıfsız demokrasi mücadelesi dışında bir şey beklenemez. Tüm bu ve daha fazlası toplam, ancak en diptekilerin mücadelesinin açtığı yolda ilerleyebilir ama yol açamaz. Bu yüzden hesaplaşılması gereken, kitlenin örneklemini oluşturan kişilik, küçük burjuvalıktır.

Küçük burjuva, sosyal medyasında gezer, tatil yeri seçer, az bilir ama çok gösterişçidir, alkolünden ve yaşam tarzından ödün vermez, seküler efendileri otorite beller, aile denen yapıyı baskıcı ve geri bulur, tek mücadelesi özgürlük üzerinedir, duyguları moda olarak yaşar, insanlararası rekabeti kendisine motivasyon kaynağı yapar, yalnızdır, içine kapanıktır, depresif eğilimler gösterir, sabırsızdır, haz merkezlidir, uçlarda yaşar, çağın dayattığı aykırılığın rüzgârına kapılır, kurslara gider, tiyatro ve dizi can sıkıntısını gideren birer araçtır, insanları özünde zararlı bulur, başı ağrısını istemez, kolaycıdır, uçlarda yaşadığı için çok şikâyetçi olduğu kadar da abartılı güler, duygular arasında hızlı geçiş yapar, rahatından ödün vermez, dikkatsiz ve özensizdir, durumdan şikâyetçi de olsa değişimin öznesi olarak hareket etmez. Bu insan tipi, mevcut yapı ve çevreler aracılığıyla değişmez, değişemez.

Değişim, ancak disiplin ve ilkeyle gerçekleşir, o da bu solda ve kapitalist toplumun aykırı insan prototipinde yok. O, öfkesini ancak yogayla atar. Öyle olmasa kahve zinciri protestosuna eylemci profiline bakarak karar vermezdi, kendisinin yapamadığını doğanın ve politikanın boşluk tanımayan ilkesini ortaya çıkardığı tarihsel öznesi yapar.

Bizi yarına taşıyacak tek gerçek, küçük burjuvanın duygusal salınımına ve benmerkezciliğine politika örmek yerine, aşağıda verilen hayatın kaynakçasına öreceğimiz mücadeledir.

* 13 Şubat 2024 İliç Madenci Katliamı;

* 2 Nisan 2024 Gayrettepe Gece Kulübü Yangını;

* 12 Nisan 2024 Antalya Teleferik Kazası;

* 1 Mayıs 2024 Saraçhane’ye çağrı yapan tertip komitesinin alanı terk etmesi;

* 10 Mayıs 2024 Öğretmenlerin Grevi;

* 20 Mayıs 2024 Osmaniye OSB 2 İşçinin Ölümü, Ankara’da 2 İşçinin Ölümü;

* 20 Haziran 2024 Diyarbakır-Mardin Anız Yangını;

* Sayıları her gün artan motosikletli ve çekçek arabalı kâğıt toplayıcıları.

S. Adalı
27 Haziran 2024

26 Haziran 2024

ABD, Çin, Küreselleşme


Son zamanlarda İtalyan kitle iletişim araçlarının yeterince vurgulamadığı, bir yandan ABD ile Çin arasındaki çatışmanın cereyan ettiği alanın genişlediğini, diğer yandan da iç çelişkilerin ortaya çıktığını gösteren bazı olaylar meydana geldi. Bu olaylar, Batı’yı, bilhassa ABD’yi etkiliyor.

Ukrayna’daki savaşla birlikte günümüz uluslararası ilişkilerinin asıl özelliği olan ABD ile Çin arasındaki rekabet, giderek ekonomik alana da uzanıyor. Bu, iki küresel devin baş kahraman olarak görüldüğü gerçek bir ekonomik savaştır.

Kısa bir süre önce ABD, Çin’e mikroçip ihracatını engellemişti; Çin de misilleme olarak, mikroçipler de dâhil olmak üzere, yüksek teknolojili ürünlerin üretimi için hayatî önem taşıyan galyum ve germanyum gibi hammaddelerin ihracatını engellemişti.

Artık çatışma, iletişimin ve dolayısıyla dünya ekonomisinin belirleyici bir yönünü ifade eden denizaltı kabloları ağına kadar uzanıyor. Aslında veri ve ses trafiğinin %96’sı deniz tabanına yerleştirilen 1,4 milyon kilometrelik kablodan oluşan bir ağ üzerinden geçiyor. Bu kablo ağı olmasaydı, küreselleşme olmazdı. Dolayısıyla, bu kabloların kontrol edilmesi, dünya ekonomisinin kontrol edilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Bu kabloların döşenmesi, esas olarak ABD şirketleri tarafından gerçekleştirildiğinden, Çinli şirketlerin yapacağı her türlü müdahale potansiyel olarak tehlikeli görülüyor ve bu nedenle bu türden müdahalelere karşı çıkılması gerekiyor.

2025 yılına kadar Singapur'u Mısır üzerinden Marsilya'ya bağlayacak olan 19.200 km’lik bir fiber kablo hattını ifade eden SeMeWe6 bu konuda verilebilecek bir örnek. İhaleyi, hizmetleri karşılığında 475 milyon dolar isteyen Çinli HMN Tech şirketi kazandı. Ancak American SubCom adlı başka bir şirket, 600 milyon doların üzerinde bir talep olmasına rağmen çalışmalara başladı. ABD hükümetinin müdahalesi, Çinli şirketin yerini Amerikan şirketinin almasına sebep oldu.[1]

Ancak Amerikan yönetiminin tek müdahalesi bu değil. 2020’de ABD hükümeti, Los Angeles ile Hong Kong arasındaki doğrudan denizaltı kablosu bağlantısını fiilen yasakladı. Pek çok tartışmanın ardından, kablo hattı Filipinler ve Tayvan’da durdurularak Çin Halk Cumhuriyeti’nin bağlantısı kesildi. Dahası, Çin ile ABD arasında Güney Çin Denizi’ne kim egemen olacak sorusu üzerinden yaşanan anlaşmazlıklar, Apricot’tan Echo’ya kadar birçok sanayi konsorsiyumunu, ABD tarafından kontrol edilen Guam adasında yeni bir kablo merkezi kurmaya itti. Özetle, ABD’nin şu ana kadar Çin’in denizaltı kablolarındaki varlığını sınırlamayı başardığını söyleyebiliriz: Çinli HMN Tech, mevcut veya planlanan kabloların yalnızca %10’unda faal.

Ancak Çin boş durmuyor, çünkü Çin, rekabet temelinde yapılan kıyaslamalar dâhilinde, kendisinin epey yatırım yaptığı yüksek teknoloji sahasında ABD’ye kıyasla önemli bir konumda olduğunu görüyor. Bu yatırımların önemli bir kısmı Dijital İpek Yolu’na, özellikle de Pakistan’dan başlayıp Kenya, Cibuti ve Mısır’a kadar uzanan ve Marsilya’ya ulaşan Barış isimli kablo hattına bağlı. Bu altyapı, Çin’in, en fazla nüfus artışına sahip ve geniş hammadde imkânları sunan kıta olarak Afrika’da kendi ticari faaliyetlerini başlatmasına veya pekiştirmesine imkân sağlıyor. Çin’in kontrol ettiği bir diğer önemli kablo hattı ise Kamerun ile Brezilya arasındaki Yelken hattıdır. Ayrıca, Orta Doğu’dan geçerek Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayacak 500 milyon dolarlık denizaltı kablo hattı projesi EMA gibi yeni Çin projeleri de var. Bu durumda Çin’in hedefi, ABD kontrolündeki mevcut kablo hatlarıyla rekabet edebilmektir.

ABD ile Çin arasındaki bu çatışma muhtemelen nihayetinde ağın bölünmesine, yani iki ayrı internetin oluşmasına yol açacak. Bu ağın biri ABD’ye diğeri Çin’e ait olacak. İnternet sahasının ayrıştırılması meselesi, bir kablo hattının nerede, ne zaman ve nasıl inşa edileceğine ilişkin kararın enformasyon akışını kesintiye uğratabileceğiyle ve teknolojik bağımlılığa yol açabileceğiyle ilgili gerçeğin uyguladığı baskının bir sonucudur. Kablo hattının sahipleri, bu noktada arkadan dolaşabilirler, başka gözetim mekanizmalarını devreye sokabilirler. Ayrıca, geleneksel şifreleme bilimi sayesinde şu anda güvenli olan şey, gelecekte kuantum bilgisayarlar sebebiyle güvenli olmayabilir. Tüm bu sebeplere bağlı olarak bugün kişisel verilerin korunması için fiziksel ve sanal bariyerleri gündeme geliyor, neticede ortaya kablo hattı ağlarını ayırma eğilimi çıkıyor.

Küreselleşen dünyanın parçalanma süreçlerinde dikkate alınması gereken diğer önemli olgular ise Batı bloğunun ve etkisi altındaki alanların kendi içinde işleyen çelişkilerdir. Bu çelişkilerin ilk örneğine AB ile 33 Latin Amerika ülkesinin yer aldığı Celac zirvesinde tanık olundu. Bu zirvede AB, Ukrayna’da savaşın patlak vermesi nedeniyle Rusya’yı kınayan nihai bir belge yayınlamak istiyordu. Bu, bazı Latin Amerika ülkelerinin muhalefeti nedeniyle mümkün olmadı.[2] Üstelik, geçen Şubat ayında BM’de düzenlenen, Rusya’yı kınayan bir karara Nikaragua’nın karşı oy verdiği oturumda, Bolivya, Küba ve El Salvador çekimser kaldı. Farklı kıtalar arasında giderek farklı bir şekilde algılanan Ukrayna’daki savaş konusunda G20 bile ortak bir görüş geliştiremedi.

Pek çok ülke, özellikle Afrika’dakiler ve aynı zamanda Latin Amerika’dakiler de yüzünü BRICS ülkelerine ve Çin’e çeviriyor. Bunların arasında, Rusya’nın yerine İtalya ve Avrupa’ya gaz tedarikinde temel bir ülke olan ve son günlerde BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’na katılma talebinde bulunan Cezayir de yer alıyor. Çin, Cezayir’in talebini hemen kabul etti, neticede ABD’deki hoşnutsuzluk arttı.

Ancak belki de en çarpıcı çelişki, ABD’deki çelişkidir. Yukarıda da söylediğimiz gibi Biden yönetimi, Çin’e mikroçip ihracatını engelledi, bu da ABD’ye stratejik hammadde ihracatını durdurdu. Sektördeki ABD şirketlerinin birliği olan Yarı İletken Endüstrisi Birliği, Biden yönetimine Çin’e çip satışlarına daha fazla kısıtlama getirmekten kaçınması yönünde güçlü bir çağrıda bulundu. Aralarında Intel, Qualcomm ve Nvidia gibi devlerin de bulunduğu Amerikalı sanayicilere göre, teknolojik ticarete yönelik savaş ve Washington’da üzerinde çalışılan yeni ihracat limitleri ciddi zararlara yol açabilir ve Çip Yasası’nın geçersiz kılınması riskiyle karşı karşıya kalınabilir. Biden, bilimsel araştırmaları ve özellikle yarı iletken üretimini desteklemek için 280 milyar dolarlık bir bütçeyi devreye soktu. Biden özellikle, Çinli grupların daha gelişmiş yapay zekâ teknolojileri geliştirmek için gereken çiplere erişimine sınırlamalar getiren bir idari emir çıkarmayı düşünüyor. Nvidia, yapay zekâ çiplerinin Çin’e ihracatının yasaklanmasının “ABD endüstrisi ve rekabet gücü için kalıcı bir fırsat kaybına yol açacağını” öne sürerek bu karara karşı çıktı.[3]

ABD’nin büyük yüksek teknoloji grupları ve özellikle yarı iletken grupları, kendileri için çok önemli bir pazar olan Çin’den gelecek misillemelerden korkuyor. Qualcomm, Huawei Technology’ye cep telefonu çipleri satma konusunda ABD yetkililerinden lisans alan tek şirket. Nvidia, Çin pazarı için optimize edilmiş bir AI (yapay zekâ) çipi satarken, Intel’in CEO’su, yakın zamanda AI çiplerinin satışını tanıtmak için Çin’e gitti. Dolayısıyla, Çin ile ABD arasında büyüyen çatışmanın ABD sermayesi içinde bölünmelere yol açtığı açıkça görülüyor: Yüksek teknoloji ve yarı iletken sektörlerinden oluşan bir kesim, ABD ile Çin ekonomileri arasındaki ayrılığa karşı çıkarken, askeri-endüstriyel kompleks ve madencilik sektörü dâhil olmak üzere diğer kesimler, ABD’ye ait teknolojilerin ihracatının ekonomiye ve her şeyden önce Çin savunma endüstrisine fayda sağlayabileceğinden endişe ederek, daha büyük bir ayrışma için baskı yapıyor. İki ayrı denizaltı kablo hattı ağının oluşturulması, küreselleşmenin sembolü olan interneti riske atıyor.

Özetle, yukarıda sıralanan gerçeklerin sunduğu tablo, Rusya ve hepsinden önemlisi Çin ile olan jeopolitik ve stratejik çatışmanın, ABD (aynı zamanda AB) içinde giderek derinleşen bir çelişkinin damgasını taşıdığını ortaya koyuyor: bu çelişki, küreselleşmeme olarak ifade edebileceğimiz, dünya pazarını parçalama amacını güden politik ama aynı zamanda ekonomik güçler ile dünya pazarının birliğini, yani küreselleşmeyi savunmak için gayret eden politik ve ekonomik güçler arasında cereyan ediyor. Şimdilik bu güçler arasında belirli bir dengenin bulunduğu görülüyor.

Son zamanlarda ABD müesses nizamının bazı üyeleri, giderek kopan ilişkiyi onarmak için Pekin’i ziyaret ediyorlar. Çin tarafından ABD devlet tahvili alımlarının sona ermesine ilişkin endişeleri açıkça ifade eden Hazine Bakanı Janet Yellen’ın son gezisi ve aynı zamanda salt yurttaş kimliğiyle düzenlenmiş olsa da, Henry Kissinger’ın gerçekleştirdiği son gezi bilhassa önemliydi. Kissinger, Başkan Xi Jinping tarafından en üst düzeyde kabul edildi. Kissinger’ın ABD sermayesinin önemli bir kısmını temsil ettiğine hiç şüphe yok.

Muhtemelen, bugün Çin ve ABD (ve AB) ekonomilerinin ayrılmasını esas alan küreselleşmeme eğiliminden ziyade, en azından şimdilik, tedarik zincirlerinin kopması ihtimalinin yol açacağı risklerin azaltılacağı sürecin başında bulunuyoruz. Bu risklerden kurtulma çabası ile birlikte ortaya, muhtelif üretim faaliyetlerini ve hammadde, yarı mamuller ve bileşenlerin arzıyla ilgili işlemleri coğrafi açıdan daha güvenli olan alanlara kaydırmak suretiyle tedarik zincirlerini kısaltma eğilimi çıkıyor. Bu süreçte küreselleşmenin alanını genişlettiği dönemde ABD, Japonya ve AB, sınırlarını genişlettikleri, lokal olmaktan çıkarttığı bölgelerde faaliyetlerini daha da yoğunlaştırdı. Sorun şu ki, Batı’nın nüfuz alanına giren birçok ülkenin yüzünü BRICS’e ve özellikle de Çin’e çevirdiği göz önüne alındığında, G7’ye bağımlı ve kontrol edilen, yani kolektif Batı tarafından kontrol edilen güvenli alanlar, her zaman o kadar güvenli olmuyor.

Sonuç olarak, küreselleşme-küreselleşmeme arasındaki çelişkinin, kapitalist üretim tarzının emperyalist aşamasındaki çelişkilerinin bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Sermaye, hem piyasanın sınırlarını sürekli olarak aşma eğilimidir hem de korumacılığı ve yaptırımları belirleyen, eşitsiz büyümenin vurguladığı, parçaları arasındaki daimi rekabettir. Sermayenin dünya pazarının genişlemesi ve parçalanması arasında daimi bir diyalektik içinde yaşamasının nedeni budur. Önemli olan, zaman zaman mevcut iki eğilimden hangisinin, küreselleşme sürecinin mi yoksa küreselleşmeme sürecinin mi hâkim olduğunu anlamaktır. Bunu anlamak, savaşların olup olmayacağını ve nasıl olacağını anlamak için de önemlidir. Aslına bakılırsa, Irak, Afganistan, Suriye ve Libya örneğinde görüldüğü gibi, küreselleşmenin alanını genişlettiği aşamalarda bile sınırlı ve düşük yoğunluklu savaşlar mümkün olsa da, yüksek yoğunluklu, daha kapsamlı ve genele teşmil edilmiş savaşların patlak vermesi, küreselleşmeme sürecinin belirli aşamalarınca daha fazla tercih edilmektedir.

Domenico Moro
27 Temmuz 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Vittorio Carlini, “Usa e Cina, sotto i mari la battaglia sui cavi che spacca la rete internet”, il Sole 24 Ore, 19 Temmuz 2023.

[1] Beda Romano, L’Ucraina spacca il summit della Ue con l’America Latina, il Sole 24 Ore, 20 Temmuz 2023.

[1] Luca Veronese, “Appello dell’industria Usa a Biden: stop alla guerra dei chip con la Cina”, 20 Temmuz 2023.

25 Haziran 2024

Artık İnsanlık


Dünya genelinde yaşanan proleterleşme süreci, milyarlarca insanın mülksüzleşmesi ve küresel emek piyasasına fırlatılıp atılması ile birlikte oluşan ilkel birikim dalgaları üzerinden hızlandı. Dünyadaki ücretli işgücü 1980’de 1,5 milyarken, 2006’da iki katına çıkarak 3 milyara ulaştı, zira, Freeman’ın da tespit ettiği biçimiyle, “Çin, Hindistan ve eski Sovyet bloğundaki işçiler, küresel emek havuzuna aktılar. Tabii bu işçiler daha önce de varlardı. Ama bu yeni dönemde ait oldukları ülkelerin ekonomileri, birden küresel üretim ve tüketim sistemine katıldılar.”[1]

İlgili süreç dâhilinde sermaye, dünya genelinde emeği hem biçimsel hem de gerçek manada kendisine bağımlı kıldı. Biçimsel de olsa toprakları üzerindeki mülkiyet haklarını kaybetmemiş olan köylü üreticiler, dünya pazarı için üretilen ihracat ürünleri sahasına kul edildiler, böylelikle, krediler, araç-gereç, pazarlama gibi konularda ulusötesi şirketlere bağımlı hâle geldiler, böylelikle kendi topraklarında birer proletere dönüştüler.

Gerçek bağımlılık, işçilerin fabrikalarda kontrolün doğrudan sermayede olduğu kapitalist üretim koşullarına tabi kılınması yanında, kapitalist plantasyonda veya hizmet sektöründe işçilerin bedensel açıdan disipline edilmesi, zulüm görmesi ve üzerlerinde hâkimiyet kurulması ile ilgili bir meseledir. Bu süreçte işçi, bireysel güç ve özgürlük namına geride elinde ne kalmışsa yitirir ve Marx’ın tabiriyle, “üretim sürecinin canlı eklentisi” hâline gelir. Çin’deki terhanelerde, Latin Amerika’daki serbest ticaret bölgelerinde (maquiladora), Hindistan’da dışarıda getirilen hizmet sektörü işçiliğinde, Kaliforniya, Kenya ve Filipinler’deki ulusötesi şirketlere ait zırai işletmelerin plantasyonlarında yüz milyonlarca işçi aynı kaderi paylaşır.

Biçimsel ve gerçek bağımlılık, sermayenin reel ekonomiye sahip olmasıyla ilişkili bir meseledir. Bu sahiplik düzleminde sermaye, emek sürecini kontrol eder, reel ekonomik mülkiyette ise artığın temellük edilmesi, üretimin hedefleri ve örgütlenme pratiği üzerindeki kontrolle alakalıdır. Kapitalist küreselleşme koşullarında bu bağımlı kılma ve mülk edinme süreçleri hızlanır. Ulusötesi sermaye, tüm dünya nüfusunu bu süreçler üzerinden kendi mantığına tabi kılıp kendi hâkimiyeti altına alır. Bu anlamda, dünya halkları çokuluslu sermayenin diktatörlüğü koşullarında yaşamaktadır (“Diktatörlük” burada mecazi anlamda kullanılmamaktadır, süreçte emirleri veren, çokuluslu sermayedir). Üstelik bu diktatörlük, tarihte görülen diktatörlüklerden daha kudretli, her yere daha fazla hâkim ve daha zararlıdır.

Kapitalist küreselleşmeyle bağlantılı olan bu süreçlerin merkezinde devlet denetiminden azade kılınmış, enformelleştirilmiş, esnek kılınmış, yarı zamanlı çalışmaya mahkûm edilmiş göçmen emeği, sözleşmeli emek ve güvencesiz emek düzenlemelerini temel alan yeni emek-sermaye ilişkileri durmaktadır. Bu düzenlemeler dâhilinde devletin emeği koruyan yasaları ve düzenlemeleri kaldırılmış, devletin ve sermayenin emeğe karşı yükümlülükleri ortadan kalkmış, hatta işçinin toplumsal üretimine dair her türden fikir iş akdinin parçası kılınmıştır. Süreç içerisinde işçiler giderek, çıplak bir meta hâline gelmişlerdir. Dünya genelinde işçi sınıfı içi birlikler dağılmış, krize girmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, “1,53 milyar işçi, dünya genelinde 2009 yılı itibarıyla her an yitirebilecekleri bir işe sahip durumdadır, bu işçilerin istihdam süreçleriyle ilgili düzenlemeler her türden müdahaleye açıktır. Bu rakam, dünya işgücünün yarısından fazladır.”[2]

Bu düzenlemelerinin sebeplerini net bir biçimde ortaya koymak gerekiyor. Sivanandan’ın görüşüne göre, “üretim güçleri denilen alanda iletişim devrimi sayesinde gerçekleşmiş olan devrim temelinde sermaye kendisini emekten kurtardı.” Oysa doğası gereği sermaye, kendisini emekten kurtaramaz, kurtardığı vakit sermaye olmaz. Bu, sermayenin emekle çelişkili birliğinin önemli bir veçhesidir. Aslında küresel sermaye, yeni yollara başvurarak, küresel emeği kendisine tabi kılma ve sömürme imkânlarına kavuşmuştur.

Sivanandan, “sermaye artık eski kadar canlı emeğe ihtiyaç duymuyor”[3] derken haklıdır. Aynı şekilde, teknolojinin küreselleşmeyi mümkün kıldığını söylemek mümkündür, ama sürecin ana sebebi o olamaz. Küreselleşmenin nedeni, dünya ekonomisinin durgunlaşma ve kriz dönemine girdiği yetmişlerde başlayan ve üretim ilişkilerinde meydana gelen değişimlerdir. İlgili süreç, yetmişlerde birbirinden farklı faillerin hem Fordizmin-Keynesçiliğin hem de yeniden dağıtımcı kapitalizme karşı verdiği cevabın neticesidir. Şimdi bu meseleleri detaylı bir biçimde inceleyelim.

“Fordizm”, ekonominin, üretimin merkezileştirildiği, seri üretimin sabit ve standartlara kavuşturulmuş süreçler üzerinden işlediği yerlerde kolayca örgütlenebilen çok sayıda işçiyle ilişkisi dâhilinde örgütlenmesi yöntemini ifade eder. “Fordizm” ifadesinin kullanılması, otomobil üreticisi Henry Ford’un öncülük ettiği bir süreç dâhilinde belirli bir yöntemin genele teşmil edilmesinin bir sonucudur. Ford’a göre kapitalistlerle ve hükümetlerle, önceki yüzyılda yeni topluma eklenen işçilerle birlikte ortaya çıkmış olan ulusal sınai kapitalizmine ait sistemin istikrara kavuşturulması şarttır. Bunun için de yüksek ücretler, sosyal yardımlar ve güvenceli işlerle sürece dâhil edilen işçiler üzerinde sıkı bir kontrol mekanizması oluşturulmalı, işgücü denetime tabi tutulmalıdır (oysa Ford sendika karşıtı bir sanayicidir).

Ford, süreç içerisinde üretim sahasında kimi değişiklikler yaptı ve bu değişiklikler, işçilerin kapitalistlerle devlet aracılığıyla uzlaştırıldığı sürece vurgu yapan Fordizmi doğurdu. Bu anlayışa göre hükümet, kapitalist rekabeti ve sınıf mücadelesini düzene sokacak tedbirler almalıydı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan toplumsal düzende Fordizm Keynesçilikle birleşti. John Keynes, piyasa güçlerinin hiçbir engelle karşılaşmadan hareket etmesini mümkün kılmak suretiyle kapitalist ekonominin doğalında dengeye kavuşacağını savlayan klasik ekonomi teorisinden koptu. Onun tespitine göre piyasa, kendi kendine yeterli miktarda talep üretemezdi. Keynes, otuzlardaki buhranda görülen türden krizlerden kaçınabilmek için bu talebin teşvik edilmesi gerektiği iddiasındaydı. Keynes’in talep yanlısı ekonomi stratejisinde esas olarak, krediler ve istihdam alanı yaratmak suretiyle uygulanacak tedbirler, artan oranlı vergilendirme ve talep yaratmak amacıyla kamusal işlere ve toplumsal programlara yönelik hükümet harcamaları, bunun yanında, birikim sürecini düzene sokacak, bu sayede istikrara kavuşturacak diğer mekanizmalar üzerinde duruluyor. Bu sayede hükümetlerin krizlerin üstesinden gelebileceğinden, uzun vadede büyümeyi sağlayıp istihdamı artıracağından ve kapitalist toplumu istikrara kavuşturacağından söz ediliyor.

Keynesçi devrim, sanayileşmiş kapitalist dünyayı ele geçirdi ve yirminci yüzyılın önemli bir kısmında uygulanan ekonomi politikasının temelini teşkil etti. Bu devrim, aynı zamanda Üçüncü Dünya’da güçlenen popülist, ithal ikameci sanayileşme projelerinde de önemli bir rol oynadı.

Fordizm-Keynesçilik veya yeniden dağıtımcı kapitalizm, yirminci yüzyılda dünya genelinde farklı biçimler aldı. Bu görüş, karşımıza “Yeni Mutabakat kapitalizmi”, “sosyal yardım kapitalizmi”, “sosyal demokrasi”, “Üçüncü Dünya kalkınmacılığı” gibi isimlerle çıktı.

Fordizm-Keynesçilik, fikir olarak, yirminci yüzyılda dünya genelinde işleyen sermaye birikim sürecini temelde koşullandıran yeniden dağıtım mantığını ihtiva ediyordu. Ancak bu noktada şu önemli hususa işaret etmek gerekiyor: bu yeniden dağıtım meselesi, sermayenin cömertliği değil, dünya genelinde toplumsal ve sınıfsal mücadelelerin, ayrıca ulusal kurtuluş mücadelelerinin bir sonucuydu. Tüm bu olgular, sermayeyi sınıfsal açıdan tavizlerde bulunmaya, sermayenin emek karşısında elde ettiği aşırı gücü kontrol altına almaya mecbur etti. Zira altmışlarda ve yetmişlerde kitlesel halk mücadeleleri ve sınıf mücadeleleri iyice yoğunlaşmıştı.

Yetmişlerdeki krizin hemen ardından sermaye, ulusötesi sermaye sınıfının ve politik temsilcilerinin stratejisi uyarınca küreselleşti. Bu stratejinin amacı, ilgili kesimin sınıfsal iktidarını tesis etmek, bunun için de ulus devletlerin birikim sürecine karşı getirdikleri sınırlamaları kaldırmaktı. Sınıfsal tavizler olarak adlandırılan bu sınırlamalar, sermayeye dünya genelinde halk sınıflarının ve işçi sınıfının onlarca yıl boyunca verdikleri mücadeleler üzerinden dayatılabilmişti. Yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ulusötesi sermaye, toplumsal süreçlerin küresel düzlemde örgütlendiği, yeni bir hareketlilik imkânının oluştuğu biçimlerden istifade etti, böylelikle örgütlü emeğin gücünü kırdı, emeğin parçalanması ve iş sürecinin esnekleştirilmesini esas alan yeni emek-sermaye ilişkileri geliştirdi, ayrıca toplumsal güçlerle sınıfların dünya genelindeki dizilimini değiştirdi. Bu temelde ulusötesi sermaye, ülke temelli işçi sınıflarına karşı güçlendi, devleti yönetenleri daha fazla etkilemeye başladı.

Seksenler ve doksanlar boyunca birçok ülkede küreselci seçkinler, devlet iktidarını ele geçirdiler veya kapitalist küreselleşme lehine olan devlet politikalarının uygulanmasını sağladılar. Küreselleşme ve neoliberal politikalar, ulusötesi birikim için muazzam yeni fırsatlar yarattı.

Küreselleşme yoluyla dünyayı yeniden yapılandırmayı öngören politik reçete olarak neoliberalizm, Keynesçiliği rafa kaldırmış olan yeni klasik iktisadın önermelerini temel alıyordu. Serbestiyet, kıyaslamalı avantaj, serbest ticaret ve verimlilik gibi öğretileriyle yeni klasik iktisat, birinci dünya genelinde üniversitelerde ve hükümetler dâhilinde hegemonik bir unsur hâline geldi.

Neoliberalizmin ilk örneklerinden biri de 1973 darbesi sonrası Şili’de kurulan Pinochet hükümetince tatbik edildi. Fakat onun asıl gündeme gelmesini, dünya sahnesine çıkmasını sağlayan, ABD’deki Reagan hükümeti (1981-1989), İngiltere’deki Thatcher hükümeti oldu. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, bu modeli seksenler ve doksanlarda uygulamaya konulan yapısal uyum programı üzerinden Üçüncü Dünya’nın önemli bir kısmına dayattı.

Neoiberalizmin fikirleri veya ideolojisi hâkim model hâline geldi. Zira o, dünya genelinde sermayenin ulusötesileştiği, yeni toplumsal üretim ilişkilerini dayatmanın ve yeni birikim yöntemlerini geliştirmenin yollarını aradığı özel bir tarihsel dönemde ulusötesi sermayenin işlerini kusursuzca görmeyi bildi.

Somut bir program olarak neoliberalizm, hem bir ideoloji hem kültür hem de felsefi dünya görüşüdür. Bu anlamda, klasik liberalizmi ve bireyciliği ifrata vardırır. Birbirinden kopuk, mücerret bireyi, insani varoluşun kurgusal bir hâlini yüceltir, bireyin devletin düzenlemeci müdahalesinin ve “özgürlüğü” kısıtlayan diğer kolektif engellerin yükünden kurtulduğu vakit yaratıcı potansiyelini açığa çıkartacağını varsayar.

Kolektifin öldüğü dönemde Thatcher’ın ünlü sözü “Toplum diye bir şey yok, sadece birey var” galebe çalar. Bir ideoloji olarak neoliberalizm, bireyin bekasını meşru bir zemine kavuşturur. Herkesin kendisi için yaşaması gerektiğini, orman kanunlarının hüküm sürdüğünü düşünür. Bireyin hayatta kalmak için kullandığı araçlar piyasa düzleminde de kullanılmalıdır. İdeolojik yapısı dâhilinde neoliberalizm, bu piyasaların hâkimiyet ve güç üzerine kurulu toplumsal ilişkilerce ve devlet eliyle yaratılmadığını, yapılandırılmadığını, bilâkis, doğanın birer ürünü olduğunu düşünür. Ulaştığı mantıksal sonuç uyarınca neoliberalizm, topluma sunulan bir reçete olarak, toplumsal mütekabiliyeti, toplumsal ürünün kolektif yeniden dağıtımını esas alan fikrin yanında, ailenin, nihayetinde canlı türü olarak insanın sonunu ifade eder.

Mübadele ve üretim alanında yaşanan küreselleşme süreci, sosyoekonomik sistemleri, ekonomi politikalarını ve kurumları birbirine yakınlaştırır. İdeolojik ve felsefi boyutlarından ayrı olarak, program düzeyinde küresel neoliberalizm iki boyutu içeriyordu. Bu programın uygulanması düzleminde küresel elitler, güçlü ve iyi örgütlenmiş ulusötesi şirketlere ait lobilerin desteğini aldılar. Küresel neoliberalizm, ilk boyutta küresel ekonomiyi yeni bir hukuki ve düzenlemeci zemine taşıdı, dünya genelinde piyasaları serbestleştirdi. İkinci boyutta, her bir ulusal ekonomi içeriden yeniden yapılandırıldı ve dünyaya entegre edildi. Bu iki boyutta işletilen programın amacı, “liberal bir dünya düzeni” kurmak, aşırı birikmiş sermaye için yeni üretim alanları arayışı dâhilinde, sınırlar dâhilinde sermayenin faaliyetlerini, bunun yanında, ulusötesi sermayenin sınırları aşan hareketini serbestleştirmek, bunun için tüm ulusal sınırları kaldıracak küresel politika düzeni oluşturmaktı.

Ekonomik yeniden yapılanma programlarının amacı, küreselleşmiş birikim kanallarıyla ülkeleri ve bölgeleri bütünleştirmek, ulusötesi düzlemde hareket eden sermayenin ihtiyaç duyduğu makroekonomik denge ve serbestleşmeyi her bir ülkede gerçekleştirebilmekti. Farklı ülkelerde mali, parasal, sınai, emekle ilgili ve ticaretle bağlantılı politikaları uyumlu kılacak bir model geliştirildi. Bu, ulusötesi sermayenin eş zamanlı ve hızlı hareket edebilmesi için şarttı. Program uyarınca ekonomiye devlet müdahalesi ihtimali ortadan kaldırıldı, tek tek her bir ulus devletin sermayenin kendi topraklarındaki faaliyetlerine düzen ve kural getirme şansı kalmadı.

Ekonomik entegrasyon süreçleri ve neoliberal yapısal uyum programlarına asıl yön veren, ulusötesi sermayenin her bir ülkeyi kendi faaliyetlerine açmak, emtia ve sermaye hareketliliği önündeki tüm engelleri kaldırmak, küresel sermayenin ülke sınırlarını kesecek şekilde, hiçbir engelle karşılaşmadan faaliyet yürüteceği tek ve birleşik bir alanın oluşmasını sağlamakla ilgili gaye idi.

Neoliberal politikalar, ticaret ve finansın serbestleştirilmesine dönük adımları, sermayenin kural ve düzenden muaf tutulmasını (ama bir yandan da sermayenin birikimle ilgili faaliyetlerine yardım etme konusunda devletin müdahalesine son verilmemesini) eskiden kamuya ait olan alanların özelleştirilmesini ve başka şeyler yanında, halkın tükettiği ürünlere yönelik devlet teşviklerinin kaldırılmasını, devletteki istihdamın daraltılmasını, sosyal yardım, halk sağlığı, eğitim gibi sosyal programlarda kesinti yapılmasını içeren tasarruf programlarını içerir.

Süreçte her bir ülkedeki ekonomik ortam küresel ekonomik ortamla uyumlu kılınır. Bu süreçte neoliberalizm, küresel kapitalizmin çarklarını dönmesinde bir tür yağ olarak iş görmüştür. Neoliberalizm yağıyla daha da hareketli kılınmış olan bir makine olarak küresel kapitalizm, sermaye birikimine sınır getiren veya halkı koruyan piyasa dışı tüm yapıları parçalar.

Sermayenin kural ve düzenlemelerden muaf kılınması (Deregülasyon) yeni bölgeleri kaynak sömürüsüne açtı. Özelleştirmeler sayesinde kamuya ve topluma ait alanlar sermayenin hizmetine sunuldu. Bu alanlar, sağlıktan eğitime polislikten hapishane sistemine tüm alanları içeriyordu. Buralar, kâr etme pratiğinin hâkimiyetine teslim edildiler. Piyasa dışı alanlar, devletin yönettiği kamusal alanlar, cemaatlerin ve ailenin belirleyici olduğu özel alanlar parçalandı, metalaştırıldı ve sermayenin kucağına bırakıldı.

Güney’deki ülkeler neoliberal yeniden yapılandırma süreçleri üzerinden küresel kapitalizme entegre edildikçe üretime veya finansa dayalı yatırımlar dâhilinde, ulusötesi yatırımcıların fazla sermayeyi boşalttıkları yeni toplumsal kesimler, emek havuzları ve fırsat alanları temin eden “yeni pazarlar” hâline geldiler. Toplumsal dokunun her bir katmanını ulusötesi sermaye açan neoliberalizm küresel ekonomiyi küresel toplumdan koparttı.

Hâsılı, neoliberal küreselleşme, yetmişlerde kâr ve yatırım fırsatlarındaki azalmayla tanımlı krizi tetikleyen birikim sürecinin önündeki duvarları kaldırdı, sistemin kendi içine ve etrafına doğru genişlemesini sağladı. Burada, küreselleşmeye sebep olan toplumsal güçlerle sınıf arasındaki mücadele belirleyiciydi. Bilim ve teknolojideki gelişmeler de mücadele içerisindeki toplumsal güçleri etkiledi. Bilgisayar ve enformasyon teknolojisindeki devrim yanında teknoloji sahasında yaşanan diğer ilerlemeler sayesinde yeni oluşan ulusötesi sermaye, üretim sahasında önemli kazançlar elde etti, bunun yanında, dünya genelinde emeği yeniden yapılandırdı, esnekleştirdi ve parçaladı.

ABD’de işçilerin üretkenlik düzeyi 1979’dan 2012’ye gelindiğinde iki kat artarken, ücretler olduğu kaldı, hatta ücretlilerin önemli bir bölümünün ücreti azaldı.[4] Ücretlerin azaldığı koşullarda gelirin önemli bir kısmı sermayeye ve tüketim düzeyi yüksek sektörlere aktarıldı, bu sayede belirli toplumsal kesimler daha da büyüdü.

Küreselleşme süreci ilerledikçe dünya genelinde emek sermayeye iki kanaldan daha fazla tabi hâle geldi. Birinci kanal, insanların kitleler hâlinde mülksüzleştirilmesi, marjinalleştirilmesi, küresel ekonomideki üretim sahasının dışına atılmasıyla ilgiliydi. Diğer kanalda ise insanlığın önemli bir kısmı güvencesiz ve sömürü oranı yüksek iş pratiklerine mahkûm edildi. Emek-sermaye ilişkisini daha fazla sömürü elde etmek amacıyla düzene sokanlar, bu kitleleri kendilerine mecbur ettiler.

Bugün dünya genelinde üretim düzleminde dünya nüfusunun üçte biri, üretim araçlarının mülkiyeti yanında bir de anlamlı bir ücretten de mahrum. Küresel kapitalizmin ve küresel krizin hikâyesinin merkezinde tam da bu kesim duruyor: milyarları değilse de yüz milyonları bulan bu kesim geçim araçlarından mahrum, ayrıca artık emek olarak kapitalist üretimden dışlanıyor. “Gecekondular gezegeni”nde ıskartaya çıkartılan bu insanlar, daha gelişkin, daha baskıcı, her yanı kuşatan toplumsal kontrol sistemlerine tabi hâle geliyorlar.

Marx, Grundrisse’de üretimin geliştiği sürecin belirli bir noktasında bilim ve teknolojinin “canlı” insan emeğinden bağımsız (örneğin otomasyon yoluyla) değer üretebilen niteliksel üretim güçleri hâline geleceğini söylüyor.

Yaşanan kriz, ulusötesi sermayeye daha az işçiyle daha fazla üretim yapacağı süreci hızlandırma fırsatı sunuyor. ABD’de 2008 krizi sonrası yayınlanan bir raporda “işçilerdeki üretkenlikten muazzam kazançlar elde eden patronlardan, işsiz sayısının çift haneleri bulduğundan, bunun maliyetlerdeki düşüşle alakalı olduğundan, ekonomideki rahatsız edici küçülme neticesinde yeni işverenlerin ortaya çıktığından” bahsediliyor.[5]

Sermayenin organik bileşimindeki artış, sabit sermaye yatırımıyla ilgili. Burada amaç, sömürü oranını artırmak ve/veya işçideki direnci kırmak. Neticede bu çaba, yeni niteliksel açıdan yeni bir duruma yol açıyor. Bu yeni durumda değer üreten teknoloji, işçi sınıfının önemli bir kısmına ait işgücünü gereksizleştiriyor. Bu, kanaatimce rezerv işçi ordusu olarak bildiğimiz şeyin sınırlarını aşan bir durum.

Toplumsal sınıfla ilgili anlayış dâhilinde marjinalleştirilmiş fazla işçi, üretim araçlarından koptuğu, işgücünden başka satacak bir şeyi olmadığı ölçüde küresel işçi sınıfına mensup kabul edilirdi.[6] İşsiz işgücü olarak bu kesimi Mike Davis “paryalaşmış proletarya” olarak nitelendiriyor.[7] Bu gereksiz işçi ordusu, benim “ölümcül mülksüzleşme-sömürü-dışlanma döngüsü” dediğim tuzağa yakalanmış durumda. Fakat küsurat olarak görülen bu kişiler, sermayenin hiç işine yaramıyor olsa da geniş planda bu fazla işgücü, küresel kapitalizm için çok önemli. Zira bu kesim, her yerde ücretler üzerindeki baskıyı alıyor, küresel emek piyasaları bu sayede hafifletiliyor, emeğin küresel ekonomi genelinde hareket etmesi sağlanıyor. Böylece ulusötesi sermaye, emek piyasasında faal olan kesimleri disipline etme imkânı buluyor. Ayrıca, huzursuzluklar, kendiliğinden isyanlar, işsiz ve marjinalleştirilmiş kesimlerin örgütlü politik mücadeleye girme ihtimalleri sistem için tehdit teşkil ettiğinden bu kesimin kontrol altına alınması ve zapturapt altında tutulması gerekiyor. ABD gibi yerlerde görüldüğü üzere toplumun kıyısına köşesine itilenler, ırk ve etnisite ayrımcılığıyla uğraşmak zorunda kalıyorlar. Bu anlamda, önceden önlem almak adına, bu kesimlerin bir biçimde potansiyel suçlu ilân edilmesi gerekiyor.

Krizler, politik failliğin yapısal açıdan belirleyici unsurlara galebe çalabildiği momentlerdir. Burada toplumsal ve sınıfsal güçlerin dizilimindeki değişiklikler yanında, beklenmedik durumlar ve faillikler de belirleyici rol oynar. Bu anlamda kriz, sermayeye işsizlikten ve çekilen sıkıntılardan mülksüzleştirme sürecini hızlandırmak için istifade etme fırsatı sunar. Bu anlamda, 2008’de yaşanan finansal kriz, önemli bir dönüm noktasını ifade eder.

Berkshire Hathaway isimli holdingin yönetim kurulu başkanı, aynı zamanda dünyanın en zengin isimlerinden biri olan Warren Buffet 2006’da, “Evet tamam bir sınıf savaşı var ama bu savaşı yürüten benim sınıfım, zengin sınıf ve bu savaşı biz kazanıyoruz” demişti.[8]

Görebildiğimiz kadarıyla küresel kriz, çokuluslu şirketlere bu savaşı yoğunlaştırma fırsatı sundu. Kriz yaygınlaştıkça, dünya genelinde tasarruf tedbirlerinin daha kapsamlı bir biçimde uygulanması, emeğin daha fazla esnek kılınması, düşük istihdam ile işsizliğin hızla tırmanması için gerekli koşulları yarattı.

Kriz sayesinde çokuluslu sermaye emekten daha fazla değer emdi, bunu doğrudan sömürüyü yoğunlaştırarak, dolaylı olarak da devlet finansmanı aracılığıyla yaptı. 2008 sonrası dünya genelinde toplumsal ve politik çatışma derinleşti, bu anlamda, AB genelinde genel grevlere ve kitlesel hareketliliklere, Kuzey Afrika’da ayaklanmalara tanık olundu. Küresel finans sermayesine kural ve düzen getirilemediği için gerçekleşen değer kaybının yol açtığı maliyet, emeğin sırtına yüklendi.

William I. Robinson

[Kaynak: Global Capitalism and the Crisis of Humanity, Cambridge University Press, 2014, s. 52-59.]

Dipnotlar:
[1] Richard Freeman, “The Great Doubling: The Challenge of the New Global Labor Market,” Ağustos 2006, EML.

[2] International Labor Organization, Global Employment Trends 2009: The Challenge of Job Recovery (Cenevre: ILO, 2011).

[3] A. Sivanandan, “All That Melts into Air Is Solid: The Hokum of New Times,” Race and Class (I990), 31(I): s. 8.

[4] Economic Report of the President, 2012, Washington, DC: United States Government Printing Office, GOV.

[5] Tom Petruno, “Corporate Giants Awash in Cash as Economy Picks Up,” Los Angeles Times, 24 Mart 2010: AI, A8.

[6] Hardt ve Negri şunları söylüyor: “Proletaryanın bileşimi dönüştü, bu sebeple bizim proletarya anlayışımız da dönüşmek zorunda. […] Proletarya kategorisine kapitalist hâkimiyete tabi ve kapitalistlerce sömürülen herkesi sokuyor oluşumuz bizim proletaryayı homojen veya ayrışmamış bir birim olarak gördüğümüz anlamına gelmiyor. Esasında proletarya farklılıklarla ve katmanlaşmalarla bölünmüş bir olgu. Bazı işçilere ücret ödenirken bazılarına ödenmiyor; bazı işçiler fabrika duvarları arasında çalışırken bazıları sınırsız olan toplumsal alanda dağınık hâlde yaşıyor; bazı işçiler günde sekiz, haftada kırk saat çalışırken, bazıları tüm ömürleri boyunca çalışıyor; bazı işçilere asgari düzeyde değer verilirken bazıları kapitalist ekonominin zirvesi olarak görülüp yüceltiliyor. […] Tüm bu birbirinden farklı emek biçimleri bir şekilde kapitalist disipline ve kapitalist üretim ilişkilerine tabi. Proletaryayı sınıf olarak tanımlayan, bu sermaye içre oluş ve sermayeyi yaşar kılma hâli.” [Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000), s. 53. Yürüttüğüm tartışmadan da görüleceği üzere ben de Hardt ve Negri’deki yeni küresel proletarya anlayışına benzer bir anlayışa sahibim ama ben, bir kişiyi proletarya üyesi olarak tanımlayan şeyin tek başına dolaylı olarak kapitalist sömürüye tabi olmak (s. 52) diyen yazarlara katılmıyorum. Görünüşe göre yazarların anlayışında ufak bir toprak parçasına sahip olan ve küçük ölçekli üretim yapan bir köylü de kapitalist piyasaya bağımlı olduğu ve onun tarafından sömürüldüğü için proleter olarak görülmeli. Ben daha çok küresel işçi sınıfını üretim araçlarından kopartılmış, emeğinden başka satabileceği bir şeyi olmayan herkes olarak tanımlıyorum. Bu “herkes”, işsizleri de çalışan kesimleri de kapsıyor. Burada daha kapsamlı bir anlayış geliştirmek ve halk sınıflarından bahsetmek mümkün. Halk sınıfları, proletarya yanında kapitalist sömürüye doğrudan veya dolaylı olarak tabi olan diğer sınıfları ve toplumsal grupları içeriyor. Benim kitaplarımla Hardt-Negri arasında kimi zaman bağ kuruluyor. Bazı noktalarda benzer şeyler söylesek de bazı önemli hususlarda İmparatorluk’ta dile getirilen tezden uzak olduğumu tespit etmem lazım. Sosyolog Jeb Sprague, aramızdaki yakınlıkları ve farklılıkları şu makalesinde ele alıyor: “Empire, Global Capitalism and Theory: Reconsidering Hardt and Negri,” Current Perspectives in Social Theory (20n), 29: 187-207.

[7] Mike Davis, Planet of Slums, Verso Books, 2006.