Keynes
bir lider, siyasetçi hatta vekil bile değil. O, sadece Manchester Guardian
gazetesinin yayın yönetmeni ve Cambridge Üniversitesi’nde ekonomi profesörü.
Buna karşın Avrupa siyasetinde önde gelen isimlerden biri.
Keynes,
Spengler gibi Batı medeniyetinin çöküş sürecine girdiğini tespit eden biri
değil, Einstein gibi görecelik kuramına benzer bir kuram da geliştirmedi ne de
Serge Voronoff gibi maymun testisi nakletmek gibi ameliyatların altına imza
attı. Ama kaleme aldığı Barışın Ekonomik Sonuçları kitabı ciddi bir
başarı elde etti ve Keynes’in isminin 1919’da dünya genelinde duyulmasını
sağladı.
Bu
kitap, barış konferansını ve perde arkasını inceleyen, meseleyi özetleyen, sade
bir çalışma. Kitap aynı zamanda, Versay Anlaşması’nın ve arkasındaki isimlerin
eleştirisini de içeriyor. Kitapta Keynes, anlaşmadaki kusurları ve yanlışları
ele alıyor ve Avrupa’daki mevcut durum konusunda yol açtığı sonuçları
inceliyor.
Versay,
bugün hâlâ gündemde olan bir konu. Avrupa’nın yeniden inşa edildiği süreçte öne
çıkan siyasetçiler ve ekonomistler, bu anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini,
düzeltilmesini, hatta iptal edilmesini istiyorlar. Bu anlaşma şartlı
imzalanmıştı ve geçiciydi. ABD, desteğini ve imzasını çekti. İngiltere,
anlaşmadan ayrılmak istediğini hiç saklamadı. Keynes bu koşullarda, anlaşmanın
Almanya’nın teslim alınması için uygulamaya konulmuş geçici bir düzenleme
olduğunu söylüyor.
Peki
bu kusurlu, anormal ölçülere sahip anlaşma, nasıl gündeme geldi?
İmza
edilme sürecine tanıklık eden zeki bir insan olarak Keynes, bu süreci gayet iyi
izah ediyor. Buna göre; Versay Barış Anlaşması’nın altında üç adamın imzası
var: Wilson, Clemenceau ve Lloyd George. İtalyan devlet adamı Vittorio
Emanuelle Orlando tali bir rol oynuyor, isimler arasında arabuluculuk yapıyor,
daha çok perde gerisinde duruyor. Bu süreçte sadece İtalya’nın haklarını
savunuyor.
Wilson
barış anlaşmasının, kendisinin geliştirdiği, demokrasi yanlısı ideolojisinden
beslenen on dört maddelik programını temel almasını istiyor. Clemenceau ise
Fransa’nın lehine olan, ağır koşullar içeren bir barış anlaşması için
bastırıyor. Lloyd George’un da derdi, anlaşmanın İngiltere’nin anlayışına göre
biçimlenmesini sağlamak. Bağlı olduğu çevreler, Almanya’ya merhamet
edilmemesini söylüyorlar. İttifak devletleri, zaferin verdiği zevki ve hazzı
yaşıyorlar. Bu ülkeler, milliyetçiliğin zirvede olduğu, bu yönde gerilimlerin
açığa çıktığı bir dönemden geçiyorlar. Duygular akla galebe çalıyor.
Clemenceau
ve Lloyd George, Almanya’yı acımasızca yağmalayıp ezme arzusu içerisindeki iki
halkı temsil ederken, Wilson’ın temsil ettiği halk, gerçekte onun öğretisini
benimsemiş değil, hatta o kutsal saydığı, demagojinin şekillendirdiği
programına da sempatiyle yaklaşmıyor. Amerikan halkının büyük bir bölümü,
esasen savaşın fazla külfete yol açmasına izin vermeden, daha pratik bir yoldan
ortadan kaldırılmasıyla ilgileniyor. Bu nedenle halk, Wilson’ın programında
hedef olarak konulmuş başlıklara sırtını dönme eğiliminde.
Müttefik
kuvvetler içerisinde yer alan halkların ruh hâli, bu anlamda Wilson’ın ve
fedakârlığı esas alan bir barış sürecinin karşısında yer alıyor. Savaşa çalan,
kavgaların yaşandığı, nefret ve kin yüklü hava dumanıyla herkesi boğuyor.
“Paris bataklığı”nda sunulan önerilerden ve oradaki isimlerin etkisinden Wilson
da kaçamıyor.
Müttefik
devletlerdeki ruh hâli, Wilson’ın ilhak veya tazminattan söz etmeyen barış
programına karşı. Üstelik Wilson, bir diplomat ve siyasetçi olarak Clemenceau
ve Lloyd George’a göre daha alt kademede. Keynes de Wilson’dan çok iyi
bahsetmiyor. Onun barış konferansına yönelik tavrını gizemli ve biraz da rahip
vaazlarından çıkma bir nutuk olarak görüyor. Lloyd George ve Clemenceau gibi
ihtiyatlı, cesur ve cin fikirli politik stratejistlerin yanında Wilson, toy bir
üniversite hocası, bir ütopyacı ve bir Presbiteryen kilisesi rahibi gibi
duruyor.
Wilson
nihayetinde barış konferansı konusunda genel ilkeler öneriyor, ama bu ilkelerin
nasıl uygulanacağına ilişkin somut tek bir fikir bile sunmuyor. Aslında Wilson,
hakkında ilkeler geliştirdiği Avrupa’nın meselelerini hiç bilmiyor. Dolayısıyla
Müttefik devletlerin kendilerine uygun olan çözümü idealist bir kılıf altında
kamufle edip gizlemeleri gayet kolay oluyor. Atik ve dış etkilere açık iki isim
olarak Clemenceau ve Lloyd George’un arkasında teknisyenlerden ve uzmanlardan
oluşan bir ordu var. Katı ve dışarıya kapalı bir isim olarak Wilson ise kendi
heyetiyle neredeyse hiç temas kurmuyor. Maiyetindeki hiçbir ismin onun düşünce
dünyası üzerinde herhangi bir etkisi yok.
Bazen
kelimeleri zekice seçen, dille alakalı manevralara başvuran Wilson, niyetini
zararsız gösteren ifadelerin arkasına saklanıyor. Ama konferanstaki
arkadaşlarının ağır saldırıları karşısında nedense programını layıkıyla
savunamıyor.
Wilson’ın
programı ile Versay Anlaşması arasında belirli bir çelişki söz konusu.
Wilson’ın programı, Almanya’nın toprak bütünlüğüne saygı gösteriyor, ceza veya
tazminat içermeyen bir barış anlaşmasının imzalanmasını güvence altına alıyor
ve halklara ayrılma hakkı bahşediyor.
Buna
karşın anlaşma, gerçek manada Töton olan altı yüz bin insanın yaşadığı Saar
bölgesini Almanya’dan kopartıyor. Bazı kısımları Polonya ve Çekoslovakya’ya
veriyor. Altı milyon Alman’ın yaşadığı, Ren nehrinin batı yakasının on beş yıl
süreyle işgal edilmesi konusunda gerekli yetkiyi veriyor. Ayrıca Fransa’ya Ruhr
bölgesindeki kentleri işgal edip oraya yerleşmesi için gerekli bahaneyi
sunuyor.
Anlaşma,
Avusturya’nın varlığını inkâr ediyor, onu küçük bir devlet derekesine
düşürüyor, Almanya’ya birleşme hakkını mahfuz tutuyor. Avusturya’nınsa bu hakkı
Milletler Cemiyeti’nin izni olmaksızın kullanması mümkün değil. Milletler
Cemiyeti ise bu izni ancak oybirliğiyle verebilir.
Anlaşma,
Almanya’yı sivil halka verilen zararların ve yıkılan köy ve şehirlerin tazmin
edilmesi dışında Müttefik devletlerdeki insanlara savaşla alakalı emekli maaşı
vermesini zorunlu tutuyor. Elindeki tüm mülkleri, sömürgeleri, Saar
bölgesindeki kömür madenlerini, ticaret filosunu, hatta Müttefik devletler
bünyesinde yaşayan vatandaşlarının özel mülklerini alıyor. Fransa’daki kömür
madenlerinde hâlihazırda üretilenle savaş öncesi üretilen miktar arasındaki
fark kadar kömürü her yıl teslim etmesini istiyor. Ayrıca anlaşma, Müttefik
devletlerin ürettiği malların en düşük gümrük vergisi ile alınmasını, bu konuda
Müttefik ülkelerin herhangi bir tazminat ödememesini şart koşuyor. Özetle
anlaşma Almanya’yı yoksullaştırıyor, kolunu bacağını kesiyor, silahsızlandırıyor,
aynı zamanda ondan ağır bir savaş tazminatı talep ediyor.
Keynes,
Müttefik devletlerin Almanya’ya diz çöktürmek için önerdiği barış anlaşması
şartlarının ihlal edildiğini ortaya koyuyor. Esasen Almanya, Wilson’ın on dört
maddelik programı temelinde teslim alınıyor. Dolayısıyla barış anlaşmasının
şartlarının bu on dört maddeye aykırı olmaması, onlardan farklı bir nitelik arz
etmemesi gerekiyor. Keynes’e göre Versay konferansı, kendisini anlaşmanın
uygulanması, şartların somutlaşması ile sınırlı tutmalı. Versay konferansı,
Almanya’ya Wilson’ın önerdiğinden farklı bir barış dayatıyor. Keynes, bu tavrı
alabildiğine samimiyetsiz bir tavır olarak değerlendiriyor.
Almanya’yı
harap eden ve sakat bırakan bu anlaşma, adaletsiz olduğu kadar mantıksız bir
anlaşma. Tüm adaletsiz ve mantıksız hareketler gibi bu anlaşma da yazarları
için tehlikeli ve ölümcül sonuçlar doğuracak ölçüde zararlı. Avrupa’nın aslında
eski zenginliğine kavuşmak, üretimini yeniden organize etmek için uluslararası
dayanışmaya ve işbirliğine ihtiyacı var. Buna karşın bahsi geçen anlaşma,
Avrupa’yı anarşiye sürüklüyor, onu bölüyor, ateşe atıyor, milliyetçiliğin ve
şovenliğin yayılmasına neden oluyor.
Versay
Anlaşması, Avrupa’daki krizi derinleştiriyor. Bu tür uyarılar yapan Keynes
krizin kapsamından ve ulaştığı derinlikten bahsediyor. “Çok fazla karmaşık,
gereğinden fazla duygulara esir olmuş ve iyiden iyiye iyimser” olan yeniden
inşa planlarına hiç inanmıyor. “Hasta adamın elinde ne ilâç ne de aşı var. Ona
nekahet döneminde rahatça toparlanabileceği sağlıklı ve doğal bir ortam
sağlanması lazım” diyor.
Buradan
Keynes, iki temel öneri üzerine kurulu olan başka bir yeniden inşa planından
bahsediyor. Buna göre borçlar iptal edilmeli, Almanya’nın ödeyeceği tazminat 36
milyar marka düşürülmeli. Ayrıca Keynes bu miktarın Almanya’nın ödeyebileceği
azami miktar olduğunu söylüyor.
Ekonomist
ve finansçı olarak Keynes’in düşüncesi, Avrupa kriziyle ilgili çözümü barış
sürecinin ekonomik düzlemde düzenlenmesi önerisini temel alıyor. Ancak öte
yandan ilk kitabında Keynes, “Batı Avrupa’nın son elli yıldır tecrübe ettiği
ekonomik örgütlenmenin temelde sıra dışı, istikrarsız, karmaşık, belirsizlikle
yüklü ve geçici” olduğunu söylüyor. Dolayısıyla krizin tazminatlarla ve
ödenecek borçlarla kontrol altına alınması mümkün değil.
Barışın
ekonomik sorunları krize sebep olmasa da onu derinleştiriyor. Krizin ana sebebi
ise “istikrarsız, karmaşık, belirsizliklerle yüklü ve geçici bir nitelik arz
eden” ekonomik örgütlenmenin ta kendisi.
Keynes,
evrimci ideolojiye ve İngiliz psikolojisine sırtını yaslayan bir burjuva
ekonomisti olduğu için esasen kapitalist toplumun ruhuna iyimserlik aşılamaya
ve kapitalizme yönelik güveni tazelemeye çalışıyor. Bu sebeple barışın ekonomik
sorunlarına akıllı, ferasetli ve ihtiyatlı bir çözüm bulunduğu takdirde bugün
insanlığın ilerlemesi, saadeti ve esenliği önünde duran tüm engellerin
kalkacağı konusunda o topluma güvence vermek zorunda kalıyor.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder