Yetmişli yıllara girildiği momentte Batı
ekonomilerinde yaşanan ekonomik kriz ve Mayıs 1968 hareketi, düşünsel
tartışmalar ve toplum içi itirazlar düzleminde önemli etkilere yol açtı. Geniş
kapsamlı grevleri içeren bir hareket olmanın yanında Mayıs 1968, cinsellik,
gündelik yaşam ve ırkçılık gibi farklı meselelerin su yüzüne çıkmasına katkıda
bulundu. Ekonomik kriz, bu süreçte işgücünü büyük ölçüde daraltıp kitlesel
işsizliğin ortaya çıkışına bağlı olarak, emeğin toplumsal ve simgesel gücünü
azaltmak suretiyle emek hareketine ağır bir darbe indirdi. Önemli bir dizi
teorik eğilim, bu bağlamda ortaya çıktı.
Slavoj Žižek’in de ifade ettiği biçimiyle, “kitlesel
işsizlik üzerinden yeni kapitalizm anlayışı gündeme geldi ve bu anlayış,
devrimci özne rolünü oynayabilecek toplumsal failleri yeniden tarif etti, ayrıca
bu faillerin devrim yapma konusunda giderek isteğini yitirmiş olan işçi
sınıfının yerini alacağını söyledi. Yeni anlayışa göre bu failler, üçüncü dünya
köylüleri, öğrenciler, aydınlar ve dışlanmış kesimlerdi.”[1]
Bu yazarlardan biri de Marksist teorisyen Herbert
Marcuse’ydi. Ona göre geleneksel işçi sınıfı kapitalist sistemle bütünleşmişti,
dolayısıyla radikal politik eylemi ancak faaliyet hâlindeki azınlıklar ve genç
orta sınıf aydınlar üstlenebilirlerdi.[2]
Marcuse’ye göre imkânları kıt olan bu gruplar, “aşağılanan,
hayal kırıklığına uğrayan, ezilen, ayrımcılık siyasetinin mağduru olan kesimdi.”[3]
Öğrencilerle müttefik olan bu kesim, altmışlı yıllardaki isyanların fitilini
ateşleme konusunda önemli bir rol oynamıştı. Dolayısıyla yaşanan toplumsal
depremin merkezi, artık geleneksel işçi sınıfı değil, işsizler, siyahların
kaldıkları gettolar, yoksullar ve çile çekenler, kıyıya köşeye atılmış etnik
gruplardı.
Bu argümanlar üzerinden, 1980 yılından itibaren
kaleme aldığı eserlerinde André Gorz, geleneksel işçinin gözden kaybolduğunu,
bu gelişmeyle birlikte, sosyalist projenin sorumluluğunu alıp onu gerçekleştirecek
sınıf düşüncesinin de silinip gittiğini söylüyordu.[4] Gorz’un kanaatine göre “halkın
ekseriyeti, bugün herhangi bir iş güvenliği olmayan veya net bir sınıf kimliği
taşımayan sanayi sonrası yeni proletaryaya mensup”tu. Bu sınıf, “deneme amaçlı
çalıştırılan, sözleşmelere dayalı olarak işe alınan, geçici, gündelik işlerde
çalışan, yarı zamanlı işlerde istihdam edilen insanlardan” oluşuyordu.[5]
Marksist “proletarya” anlayışından farklı olarak
bu yeni toplumsal grup, artık üretimin toplumsal süreci içerisindeki yerine
göre tarif ediliyordu. Bu yeni grup, sınıf anlayışından yoksundu. Onu asıl
tanımlayan şeyse toplumdan dışlanmışlığı idi. Yeni grubu radikalleştiren de bu
dışlanmışlıktı. Yetmişlerde solcu aydınlar, bu temel önermenin farklı
biçimlerini savunup geliştirdiler.
Foucault, Marksizm içinde sürmekte olan
tartışmalarla pek alakası olmasa da bir biçimde “sınıf altı” (sous-prolétariat) kavramının yeni
edindiği teorik ve pratik cazibeye kapıldı. Dönemin birçok yazarı gibi Foucault
da bu yeni oluşan kesimlerin politik açıdan önemli olduklarını, hatta toplumsal
itirazın yeni bir boyutunu teşkil ettiklerini düşünüyordu. Foucault’ya göre
“politik
partiler bu toplumsal hareketleri görmezden geliyor, hatta kimi zaman bu
hareketlerin gücünü kırıyorlardı. Bu açıdan tüm bu hareketler bana önemli
geliyor. Bu türden hareketler aydınlar, öğrenciler, lümpen proletarya denilen mahkûmlar
arasında ortaya çıkıyorlar. Bu kesimlerin hareketinin kesinkes değerli olduğunu,
her şeyden bağımsız bir öneme sahip bulunduğunu elbette ki düşünmüyorum, ama
mantık ve siyaset açısından Marksizmin ve Marksist partilerin tekellerine
aldıkları şeyi kurtarıp tekrar ele geçirmenin bu hareket sayesinde mümkün
olabileceğine inanıyorum.”[6]
Dolayısıyla mesele, işçi sınıfının elde ettiği
haklar yüzünden pasifleşmesine ve burjuva ideolojisini kabul etmesine sebep
olan koşulları aşmaktaydı. Foucault kalemini ve sözünü sakınmadan şu tespiti
yapıyordu: “On dokuzuncu yüzyılda proletaryaya uygulanan baskılar sebebiyle ona
çeşitli politik haklar bahşedildi, bunun karşılığında burjuvazi, işçi
sınıfından politik düzlemde edepli davranma, açık bir isyana kalkışmama
konusunda söz aldı.”[7]
Buradan da proletarya “burjuva ideolojisine
içerildi”[8]. Bu ideoloji ise düzeni, erdemi, kanunlara riayet etmeyi, neyin
uygun, neyin uygunsuz olduğuna dair ayrıma göre adım atmayı öne çıkartan,
yücelten bir ideolojiydi.[8]
Eskiden proletaryada olan şiddet kullanma,
başkaldırı ve suç işleme eğilimi, artık toplumun kıyısına köşesine atılmış alt
sınıflarda görülen hususlardı.[9] Foucault’ya göre “işçi sınıfındaki
isteksizliğin tek çözümü, pleblerin şiddete meyilli marjinal kesimlerinin politik
bilinci edinmesi idi. Örneğin arka mahallelerde faal olan gençlik çetelerindeki
suça eğilim ve sahip oldukları marjinal varlıkları, onları politik açıdan
önemli kılmaktaydı.”[10]
Bu dışlanmış kesim, esasen soylulaştırılmış,
sindirilmiş proletaryanın arzularını yeniden alevlendirecek kıvılcımdı. Esasında
bu gruplar kaynaştığı takdirde “marjinal plebler”in isyanının yönlendireceği
bir kitle hareketi meydana gelebilirdi.[11]
Bunlar Foucault’nun Proleter Sol ile birlikte yaptıkları
eylemlerle tutarlılık arz eden görüşlerdi. Maoist olduğu dönemde Pierre Victor’la
sık sık görüşen Foucault, giderek Maoistlerin politik çizgisine yakınlaşmıştı. Evsizler
için bina işgalleri, Afrikalı göçmenlere yiyecek dağıtımı ve mahkûmların
hakları için yapılan gösteriler, Foucault’nun politik görüşlerini yansıtmaktaydı.
Politik faaliyet alanı, işçi sınıfından uzaklaşıp
marjinal gruplara yöneldi. Bu yeni yönelime bağlı olarak Sartre, artık “ahlâk
temelli ameller”den ve “ahlâkî Marksizm”in ortaya çıktığından dem vurmaya
başladı.[12] Bu tür bir Marksizm, “azınlıkları”, “marjinalleri” ve “dışlanmış
kesimler”i dikkate almalı, hâkimiyet ve ayrımcılık meseleleri üzerinde
durmalıydı.
Foucault’nun 1972’de ifade ettiği biçimiyle bu
yeni mücadeleler, “tümüyle yeni bir olguydu ve bu olgu, yeni pleblerin ortaya
çıkışıyla alakalıydı.”[13] Bu yeni plebler, işçi sınıfının “proleterleşmemiş”
kesimini teşkil etmekteydi.
İşçi sınıfı, toplumsal mücadeleler içerisindeki
merkezî konumunu, dolayısıyla birçok aydını siyaset sahnesine taşıyan o evrensel
niteliğini yavaş yavaş yitirdikçe aydınların destek sunabilecekleri alternatif
mücadeleler bulma ihtiyacı gündeme geldi. Bu bağlamda aydının rolü, bir
zamanlar Sartre’ın yaptığı gibi, büyük anlatılardan ve evrensel ilkelerden dem
vurmak değil, “her türden deneyimden bahsetmek, dilsiz, dışlanmış, ölümün
eşiğinde olan insanların ihtiyaçlarına kulak kesilmek”ti.[15] Foucault’nun
düşüncesine göre “Batı’da yaşayan bir felsefecinin işi, bu sesleri dinlemek”ti.[16]
O dönemde felsefeciler için temel mesele,
çoğunluğun nasıl sömürüldüğünden ziyade, halkın belirli bir kısmının nasıl
dışlandığını anlamakla ilgiliydi.[17] Buradaki asıl sorun ise eskiden göz ardı
edilmiş hâkimiyet biçimlerinin görülmesi değil, bu hâkimiyet biçimlerinin herhangi
bir sömürü anlayışından bağımsız olarak teorileştirilmesiydi. Dışlanma ve
sömürü arasındaki ilişkiyi inceleyen bir teorik bakış açısından yararlanmak
yerine Foucault, zaman içerisinde dışlanma ile sömürüyü birbirine zıt, hatta
birbirleriyle çelişen şeylermiş gibi görmeye başladı.
Daniel
Zamora
[Kaynak:
Foucault and Neoliberalism, Yayına
Hazırlayanlar: Daniel Zamora ve Michael C. Behrent, 2016, Polity Press, s.
57-59.]
Dipnotlar
[1] S. Žižek, First
as Tragedy, then as Farce (Londra: Verso, 2009), s. 89.
[2] H. Marcuse, An Essay on Liberation (Boston: Beacon Press, 1969), s. 51.
[3] F. Perroux ve H. Marcuse, François Perroux interroge Herbert Marcuse…qui répond (Paris:
Aubier, 1969), s. 196.
[4] A. Gorz, Farewell
to the Working Class (Londra: Pluto Press, 1982), s. 66.
[5] A.g.e.,
s. 69.
[6] M. Foucault, “Méthodologie pour la
connaissance du monde: comment se débarrasser du marxisme,” 25 Nisan 1978, Foucault,
Dits et écrits içinde, Cilt. II, 1976–1988
(Paris: Gallimard, 2001), s. 603.
[7] M. Foucault, “Le grand enfermement,” Mart
1972, Foucault, Dits et écrits içinde,
Cilt. I, 1954–1975 (Paris: Gallimard, 2001), s. 1170–1.
[8] A.g.e.
[9] A.g.e.,
s. 1171.
[10] A.g.e.
[11] A.g.e.
[12] M. Foucault, “Sur la justice populaire: débat
avec les maos,” Haziran 1972, Dits et écrits
içinde, Cilt. I, 1954–1975, s. 1223.
[13] Pierre Victor, 1968-1973 arası dönemde Proleter
Sol çevresinin önde gelen isimleinden olan politik eylemci ve felsefeci Benny
Lévy’nin (1945–2003) müstear adıdır.
[14] J. Gerassi, Talking with Sartre (New Haven, CT: Yale University Press, 2009), s.
96.
[15] Foucault, “Le grand enfermement,” s. 1171.
[16] Foucault, “Méthodologie pour la connaissance
du monde,” s. 616.
[17] Foucault, “Le grand enfermement,” s. 1171.
0 Yorum:
Yorum Gönder