07 Ekim 2021

,

Tarlakuşu ve Özgürlük Savaşçısı

Dedem bir gün bana, “tarlakuşunu kafese koymanın en büyük zulüm olarak görülmesi gerektiğini, çünkü bu kuşun özgürlüğün ve mutluluğun en önemli sembollerinden biri olduğunu” söylemişti.

Dedem hep bana, tarlakuşunun, sevdiği dostlarından birinin kafese konması üzerinden açığa çıkan ruhundan bahsederdi.

Bir gün sevdiği arkadaşının özgürlüğünü yitirdiğini gören tarlakuşu ötmemeye başlamış, artık hiçbir şey onu mutlu etmiyormuş. Bu zulmü ona reva gören adam, tarlakuşunun dilediği her şeyi yapmasını, tüm yüreğiyle şakımasını, isteklerini yerine getirmesini, çıkarına uygun hareket etmesini istemiş.

Tarlakuşu itiraz etmiş. Bunun üzerine adam öfkelenmiş. Tarlakuşuna ötsün diye baskı uygulamaya başlamış, ama hiçbir sonuç alamamış. Sonra kendince daha etkili olabileceğini düşündüğü adımlar atmış. Kafesin üzerine siyah bir örtü sermiş, kuşu günışığından mahrum bırakmış. Ona yemek vermemiş, pislik içindeki kafeste ölüme terk etmiş, ama gene de kuş uzlaşmamış. Bunun üzerine adam, kuşu öldürmüş.

Dedemin de dediği gibi, o tarlakuşunun bir ruhu vardı ve o ruh, özgürlüğe ve direnişe dairdi.

Özgürlüğe hasret olan kuş, kendisini işkence ve hapisle değiştirmeye çalışan zâlime boyun eğmeden, onunla uzlaşmadan ölmüştü.

Bugün o kuşla, gördüğü işkence, içinde olduğu zindan koşulları ve en nihayetinde maruz kaldığı cinayet üzerinden ortaklaştığımı düşünüyorum. Tarlakuşu, herkeste görülmeyen bir ruha sahipti. Üstün varlıklar olduğunu düşünen insanlarda bile böylesi bir ruha nadiren rastlanıyordu.

Adi mahkûmu ele alalım mesela. Onun tek amacı, hapiste kaldığı süreyi olabildiğince rahat ve kolay kılmaktır. Adi mahkûm, cezasından bir gün eksilsin diye, riskli hiçbir taşın altına elini sokmaz. Hatta bazıları, gardiyanların ve müdürün ayaklarına kapanır, onlara yaltaklanır, kendisini güvence altına almak ve daha erken çıkabilmek için başka mahkûmları gammazlar.

Bu tür insanlar, kendilerini tutsak edenlerin isteklerine göre hareket ederler. O tarlakuşundan farklı olarak, “öt” denilince öterler, “zıpla” dediklerinde en yükseğe sıçrarlar.

Her ne kadar adi mahkûm özgürlüğünü yitirmişse de o, esasen özgürlüğünü yeniden kazanmak ve insanlarını korumak adına asla çizgiyi aşmaz. Kısa zamanda hapisten çıkmak için uzlaşır. Nihayetinde yeterince hapiste tutulduktan sonra düzenin parçası hâline gelir, bir tür makineye dönüşür, kendisini değil, bedenini ve ruhunu hapsedenleri, onlara hükmedip zincir vuranları düşünmeye başlar.

Dedemin anlattığı hikâyede de tarlakuşunun alnına bu yazılmıştı ama o değişme ihtiyacı duymadı, bu konuda herhangi bir niyete bile sahip olmadı ve bunu tavrını ortaya koymak için de öldü.

Bu hikâye, içinde bulunduğum duruma dair çok şey söylüyor. O zavallı kuşla ortaklaşıyorum. Aldığım konum, uzlaşan adi mahkûmun konumuyla çelişiyor. Çünkü ben politik tutsağım, özgürlük savaşçısıyım.

Tıpkı tarlakuşu gibi ben de özgürlüğüm için dövüştüm, bu mücadeleyi etimin çürüdüğü şu anki hapishanede değil, dışarıda, esaret altındaki yurdumda da verdim.

Tutsak edildim, hapse atıldım ama o tarlakuşu gibi ben de tel kafesin dışını gördüm.

Şu an H Blok’tayım. Değişmeyi, beni insanlıktan çıkartmak isteyenlerin, zulmü ve işkenceyi reva görenlerin, bedenimi zindanlara atanların sözüne girmeyi reddettiğim yerdeyim.

Beni tutsak edenler, politik ideolojimi ve ilkelerimi değiştirmemi istiyorlar. Bedenimi ezdiler, onurumu ayaklar altına aldılar. Adi bir mahkûm olsaydım, beni umursamazlardı bile. Çünkü bilirlerdi, benim kurum olarak dile getirdikleri isteklerine göre hareket edeceğimi.

Cezam iki yıl uzadı. Umurumda değil. Kıyafetlerimi çıkarttım. Kir pas içinde, boş bir hücrenin içinde, mahpusum. Açım, dövülmüşüm, işkencelerden geçmişim. O tarlakuşu gibi hikâyenin sonunda öldürülmekten korkuyorum.

Ama o küçük dostum gibi ben de cüretle şunu söylüyorum: en ağır muamele, en korkunç işkenceler bile yok edemez bendeki özgürlük ruhunu.

Tabii ben de öldürüleceğim, ama ruhum canlı kalacak, politik savaş tutsağı olarak varlığımı koruyacağım, kimse değiştiremeyecek beni.

O küçük tarlakuşu sürüsü yeterince ispatlamadı mı bunu? O yürek paralayan tarihimiz, onların eseri değil mi?

MacSwiney’ler, Gaughan’lar ve Stagg’ler.

H Blok’un duvarları başkalarıyla da mı tanışacak?

Dedemin hikâyesini anlatmasam olmazdı. Bir keresinde ona, o tarlakuşunu kafese koyan, onca işkenceden sonra onu öldüren sefil adamın başına ne geldiğini sordum.

“Oğul” dedi “bir gün o adam, kendi kurduğu tuzaklardan birine düştü, kimse gelip onu kurtarmadı. Kendi insanı bile onu hor görürdü, ona sırtını dönmüştü. Giderek güçsüzleşti, en sonunda da tarlada tökezleyip yere düştü, kanı ıslattı toprağı. Kuşlar geldi, gözlerini oydular, arkadaşlarının intikamını alırcasına. O an tarlakuşları, daha önce hiç işitilmemiş bir sesle öttüler.”

Bu sözler üzerine dedeme şunu sordum: “O adamın adı John Bull[*] muydu?”

Bobby Sands

[Kaynak: Writing From Prison, Önsöz: Gerry Adams, Mercier Press, 1997, s. 80-82.]

Dipnot

[*] John Bull, Amerikalılardaki Sam Amca’ya denk düşen ve İngilizleri ifade etmek için kullanılan bir tabirdir.

0 Yorum: