Kabaca
on yedinci yüzyıldan beri dünyamızla ilgili soruşturmanın kendisi, “bilimsel”
sıfatı ile nitelendiriliyor, buradan da söz konusu soruşturma, dinden ve
metafizikten ayrıştırılıyor.
1867’de
Marx’ın Kapital’inin basının gündemine geldiği dönemde bilimsel bilginin
elde edilişi ile ilgili hâkim görüş, pozitivizmdi. Pozitivizm, dünyamızla
ilgili gerçeklerin veya olguların, nihayetinde gözlem yoluyla oluşturulduğunu
söylüyordu.
Marx,
Kapital için kaleme aldığı giriş bölümünde, bu çalışmasını yeni bir
ekonomi biliminin kurucu eseri olarak takdim ediyordu. Ama kitabın sonraki
baskılarına yazdığı önsözlerde bu kanaatini destekleyecek, imalı da olsa
olumlayacak bir açıklamaya yer vermiyor, geliştirdiği ekonomi teorisinin ne tür
bir bilim olduğu konusunda net ifadeler dile getirmiyordu.
Marx’ın,
ardından da Engels’in ölümünden sonra İkinci Enternasyonal’in önemli
isimlerinden Karl Kautsky, Marksizmi kökleri Marx’a dayanan bir düşünce okulu
olarak inşa etti. Yirminci yüzyılın başlarında pozitivizmin artan etkisi
karşısında büyülenen Kautsky, kendi geliştirdiği yeni Marksizmin empirik bir
bilim olduğunu söylüyordu.
Kautsky,
bilhassa Marx’ın 1859’da kaleme aldığı kısa çalışması, Politik Ekonominin
Eleştirisine Katkı için yazdığı önsözde, bu düşüncelerini birkaç paragraf
hâlinde ele aldı. Orada Kautsky, Marksizmin tarihsel bir bilim veya tarihsel
materyalizm olduğunu, tarihsel materyalizmin ise hâkim teori olarak tarihin
yönünün sosyalizme doğru olduğunu öngördüğünü söylüyordu. Kautsky’ye göre Kapital,
tarihsel materyalizm teorisinin bir tür alt teorisi olarak iş görüyor ve
tarihsel yasaları ispatlıyordu.
Ama
yirminci yüzyılın başında dünyada yaşanan savaş ve ağır ekonomik kriz
koşullarında dünya genelinde sosyalist devrim meydana gelmedi, bu da
öngörülerinin empirik düzlemde doğrulanmasına bel bağlayan bir tür bilimselliğe
sahip bir teoriyi tartışmalı hâle getirdi.
Marksistlerin
bu meseleye yönelik cevaplarına baktığımızda, Kautsky’nin tarihin yönünü veren
hâkim teori olarak inşa ettiği Marksizmi geçerli kabul ettiklerini görüyoruz.
Gelgelelim öte yandan Lukacs ve Althusser gibi Marksist teorisyenler, “tarihsel
materyalizm empirik bir bilim değilse ne tür bir bilimdir?” sorusunu ele
aldılar.
Bu
bağlamda Althusser, Marksizmi savunuyor ve onun yeni bir bilim olarak inşa
edilmiş tarihsel materyalizm olduğunu, dayandığı hakikatin teorinin kavramsal
alanının dışında çürütülemeyeceğini, aslında teori içi olduğunu, ayrıca bu
teorinin sosyalizmi tarihsel bir “ihtimal” olarak ele aldığını söylüyordu.
Altmışlarda,
yetmişlerde ve seksenlerde Marksizm çalışmalarında süren tartışmalar üzerinden
bilgi teorilerinin ve genelde bilim felsefesinin temelleri sarsıldı. En yüksek
mertebeye yerleştirilmiş olan pozitivizm, ellilerde “mantıksal empirisizm”
olarak kodlandı. Buradan da teorik öncüllerde belirlenmiş olan empirik
gerçeklerin teyit edilmesi çabası dâhilinde, doğa biliminin ve toplum biliminin
tek bir modelde birleştirilmesi gündeme geldi.
Gelgelelim
bu model, altmışlarda iki yönden saldırıya uğradı. İlk saldırı, zıt empirik
kanıtlar ortaya koyacak gözlemlerden bahseden felsefi şüphecilik geleneğinden
geliyordu. İkinci saldırıyı ise empirisistlere kıyasla olguların
gözlemlenmesine daha fazla alan açan teorik yaklaşım gerçekleştiriyordu.
Marksizme
tüm bağnazlığıyla düşman olan felsefeci Karl Popper, ilk saldırı bağlamında,
sahneye evrensel yasaların yanlışlanabildiği ölçüde doğru olabileceği
düşüncesiyle çıktı. Ama bu fazla iyi olan anlayışı üzerinden Popper,
pozitivistlerin bilimle metafizik arasında yapmaya çalıştığı ayrımı
silikleştirdi.
Diğer
yandan, ikinci saldırı ise gelenekçilik denilen felsefe tarihinin o köklü
akımının dirilmesine neden oldu. Basit mânâda gelenekçilik, gözleme dayalı
kanıtların doğruladığı evrensel kanunlar anlayışına bağlı kalan bir akımdı.
Buna göre kanunların belirlenmesini sağlayan deney türünden bilimsel
pratiklerin sonuçları, esasen devreye soktuğumuz araçlar ve bilişsel
kaynaklarla birlikte, bizim tarafımızdan “yaratılıyordu”.
Postmodernizm,
bu gelenekçi anlayışı ifrata vardırdı ve bilgi teorisindeki sel kapaklarını
açıp gerçeklikten kaçmanın zeminini sundu. Zira artık gerçeğin, konularıyla
ilişkili olarak düşünce şemalarımızın dayandığı hakikati değerlendirebilme
noktasında derinlerine daldığımız, akıldan bağımsız bir dünyanın bulunmadığı
görüşü kabul görmekteydi. Ortalıkta sadece şemalar, paradigmalar, söylemler,
kendi “dünya”larını üreten şeyler vardı.
Roy
Bhaskar’ın eleştirel gerçekçilik üzerine kurulu bilim felsefesini inşa ettiği
dönemde postmodernizm, akademide büyük teorilere veya üst anlatılara saldıran
bir tür virüs gibi yayılmaktaydı. Entelektüel bağışıklık sisteminin
zayıflamasıyla neoliberal politikalar mevzi kazandılar, ayrıca tüm insanlığa
işçi sınıfı karşıtı “üst” ekonomi modelini dayatmak için uğraşıp duran “kimlik
politikası” ciddi bir kitle topladı.
Bhaskar’ın
çalışmaları, bilgi teorilerinin gerçekdışıcı yaklaşımlara doğru evrilip
yozlaştığı süreçle çatışan eserlerdi. Ona göre bilim felsefesi bağlamında bu
yaklaşımlar, temelde “epistemik safsata”dan ibaretti.
Esasen
“bir şeyi nasıl biliriz?” şeklinde özetlenen epistemolojik soru cevaplanırken,
“ne bilinmeli?” olarak ifade edilen ontolojik soru da cevaplanmalıdır.
Bhaskar’a göre bir inceleme nesnesinin dayandığı bilimin biçimini ve kapsamını
tayin eden, o nesnenin gerçek dünyada sahip olduğu özel nitelik ve bahsi edilen
ontolojik sorudur.
Bhaskar,
ayrıca bilimsel bilgiyi gözlem üzerine kuran ontolojik emprisist modelin “düz”
olduğunu söyler ve bu modelin bilimde devrimlerin nasıl meydana geldiğini
açıklayamayacağını iddia eder.
Çağlar
boyunca bilimsel değişim, dünyanın ontolojik yapısı ve gözleme açık olan
yığınla olgu üreten nedensellik mekanizmaları ile birlikte kökleşen ve
katmanlara ayrılan malzemelerine bağlı olarak gerçekleşir. Bu nedensellik
mekanizmaları ve isimlendirdikleri bilimsel kanunlar, “hepten gidimsel çıkarım”
denilen işlem üzerinden uygulama alanı bulur. Bu noktada bilim insanlarının
kafalarını gözlem ve mevcut teorinin sınırları bağlamında asıl allak bullak
eden şey, yüzeydeki algılanan tezahürlerden sorumlu, derinde yatan nedensellik
mekanizmasının varlığıdır.
Bilimsel
hakikate, izah veya tarif edilecek bilgi nesnesinin nedensellikle ilgili yapısı
ile izah veya tarif etme iddiasında bulunan teorinin mantıksal yapısı
örtüştüğünde, vakıf olunur.
Bhaskar’ın
bilime takdim ettiği ontolojiyle birlikte düşündüğümüzde Marx’ın Kapital’de
geliştirdiği ekonomi teorisinin yeni bir bilimin kurucu çalışması olduğuna dair
iddiasını yeniden ele almak mümkün hâle gelir. Her şeyden önce Marx’ın
ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra Karl Polanyi ve Robert Heilbroner gibi ekonomi
tarihçilerinin çalışmaları, meseleleri farklı ele almışlardır. Polanyi, diğer
toplumsal pratiklerden ekonomik hayatı kopartan piyasalaşmayı; Heilbroner ise
toplumsal doku dâhilinde bir ekonomik toplum inşa eden piyasaları ele almıştır.
Ama gene de kapitalist dönemde ekonomik hayata asıl neyin sebep olduğu
meselesi, toplumsallık üzerinden ele alınmış veya ayrı bir toplumsal yüzeyin
inşa edilip edilmediği hiçbir zaman açıklanmamıştır.
Marx’ın
dehası, toplumları giderek kuşatan piyasalaşma sürecinin, insanî faaliyetin bu
alt kümesinin, kapitalist toplumda maddi üretimin belirli bir amaca yönelik
faaliyetinin toplumsal dünyada oluşan katmanları ayıran soyut ve üretken
mekanizmanın kendine has ontolojik özelliklerini açığa vurduğunu göstermesinde
yatar. Marx, bu üretken mekanizmaya sermaye adını verir ve bu mekanizmanın
sermayenin “kendince can bulan” para ve emtia gibi izah edilememiş olgulara yol
açan özelliğinin kapitalist “şeyleşme” olduğunu söyler. Toplumsal ve tarihsel
düzlemde teşkil edilmiş bir nesne olmasına karşın sermaye, insanları maddi
yeniden üretim faaliyeti dâhilinde nesneleştirir. Bu yeniden üretim
faaliyetinde tüm toplum, değer birikimi veya kâr elde etme pratiklerinin bir
yan ürünü olarak somutlaşır.
Sermaye
üzerine tefekkür ederken Marx, bu özel ontolojik nesnenin hakikatini açığa
çıkarmak için gerekli epistemolojik kaynaklar ve bilim türü ile ilgili
meseleyle yüzleşir. Bir kez daha olağanüstü öngörülü olan yaklaşımına başvuran
Marx cevabı bulmak için yüzünü, sermayenin ontolojik niteliğine çevirir.
Kapitalist şeyleşmedeki ontolojik güç, kendisini sermayedeki soyutlaşma ve
saflaşma eğiliminde dışa vurduğundan, Marx diyalektik denilen, özel bir amaca
yönelik bilişsel kaynağa başvurur. Marx’a göre diyalektiğin materyalist
anahtarı, sermayenin maddi eyleminde saklıdır. Bu eylem dâhilinde sermaye
kendisini, soyut, niteliksel heterojen kullanım değerinden soyutlar ve bu
noktada emtiayı kapitalist piyasada yekpare, soyut ve niceliksel değer temelli
ilişkilere dönüştürür.
Kozo
Uno, Marx’ın, “kapitalist şeyleşme” denilen ontolojik eğilimi takip etmek için
diyalektik epistemolojiyi devreye sokmasını yöntemsel açıdan doğru bulur. Ancak
Uno’ya göre bu noktada çözüme kavuşturulması gereken bir sorun ortaya
çıkmaktadır: Kapital, en temel cisimleşmesi dâhilinde, esasen sermayenin
ne olduğu ile ilgili, zamandışı bir teori midir?
Marx’ın
yaşadığı dönemde görebildiğimiz kadarıyla, sermayedeki tüm Çin setlerini yıkma,
kapitalist olmayan, ekonomi dışı tüm engellerden kurtulma eğilimi güçlüdür.
Gelgelelim Marx’ın hiç tanık olmadığı emperyalist dönemdeki dönüşümler, bu
süreci sekteye uğratmış, çelişkili bir biçimde, kapitalizmi destekleyecek
kapitalist olmayan pratikleri muhafaza etmiş ve yeniden üretmiştir.
Kozo
Uno buradan, sermayenin şeyleştirme mantığını saf kapitalist toplum teorisiyle
ilişkilendirir ve bu sermayenin “hücre biçimi” olarak yola çıkan saf kapitalist
toplumun kapitalist dolaşım, üretim ve dağıtım kategorileri arasındaki derin ve
içsel ilişkileri açığa çıkarttığını söyler. Söz konusu kategoriler, değer
yasasının idaresi altındadırlar ve faiz kategorisinde ifade edildiği biçimiyle,
sermayenin meta formu almasıyla birlikte, diyalektik çemberi kapatırlar. Bu
noktada sermaye, sahibi için mucizevi bir biçimde gelir akışı sağlayan bir
“varlık” olarak görünmek suretiyle, toplumdaki emek ve üretim sürecine bağlı
olduğu gerçeğini gizlemeye çalışır.
Uno’nun
tartıştığı diğer bir konu ise tarihsel materyalizmin, kapitalizm incelemesinden
ayrı bir projeyi gündeme getirip getirmediği meselesidir. Zira şeyleşme ve
üstyapının ekonomik altyapıdan ayrıştırılması ile ilgili ontolojik eğilim,
sadece kapitalizmde mevcuttur.
Marx,
tarihsel materyalizmle ilgili az sayıda paragraftan oluşan teorisine ait
kavramların ve önermelerin gerçekte karşılık bulmasını sağlamaya hiçbir zaman
niyetlenmemiştir, çünkü bu kavramlar ve önermeler, kapitalizmi incelediği
dönemin bağlamı dâhilinde yeterli hâle gelmişlerdir. Uno’ya göre tarihsel
materyalizmin amacı, bizi burjuva düşüncesine karşı bağışıklık kazanma
konusunda katkıda bulunacak ideolojik bir hipotez olarak iş görmektir.
Uno’nun
ele aldığı üçüncü konu ise politik ekonomi temelli kapitalizm incelemesidir. Bu
inceleme ise üç analiz düzeyinde yapılmalı, önce saf kapitalist toplum
teorisinden başlayıp oradan kapitalist gelişme ile ilgili aşama teorisine,
oradan da kapitalizmin empirik-tarihsel incelemesine geçilmelidir.
Eleştirel
gerçekçilik bizim, bilimde, üretken mekanizmaların belirli sonuçlara yol açan
gücünü anlamamız noktasında katkıda bulunur. Bilimsel yasaların atıfta
bulunduğu bu mekanizmalar, her zaman doğal dünyada fiziki deneyden, toplumsal
dünyada ise, saf kapitalist toplum teorisi gibi düşüncedeki deneyden istifade
eden “soyut düzey”de kavranır.
Bilimin
üzerinde durduğu soru, gerçeklikte artık saf hâlde bulunmayan bu yasaların
“açık” sistemlere etkisinin nasıl ölçüleceği ile ilgilidir. Tarihte sermayenin
gücü her zaman belirli bir birikim formu kazandığından Uno, bu tespit
üzerinden, bu dünyayı tarihsel formlarıyla ele alan aşama teorisinin tarihte
sermayenin mantığının takatsiz bırakan kontrolünü inceleme noktasında gerekli
bir adım olduğunu iddia eder.
Saf
kapitalist toplum teorisi, esasen şu gerçeği teyit etmektedir: kapitalizm,
“sadece yabancılaştırıcı, emeği sömüren, serveti asimetrik bir biçimde dağıtan
bir toplum değil, “baş aşağı dönmüş”, yabancı bir güç hâline gelmiş, insanın
ekonomik hayatını değer birikimi sürecinin bir yan ürünü olarak yeniden üreten
bir yapıdır.
Kozo
Uno’ya göre kapitalizm, insanî toplumun olması gerektiği şeyin antitezidir.
Çünkü kapitalizm, meta ekonomisinin altyapısınca yönetilen bir toplum kurma
eğiliminde olan değer eliyle kullanım değeri temelli hayatın içine alındığı
sürecin bir ürünüdür.
Bu
anlamda sosyalizm, kullanım değeri temelli hayatlarını özgürce seçtikleri somut
eğilimlerine göre yeniden üreten özgür insanların özgür birliklerince teşkil
edilen üstyapılar üzerinden, kullanım temelli hayatın yeniden kurulmasını talep
eder.
Richard Westra
16 Nisan 2020
Kaynak