27 Ekim 2021

,

Eleştirel Gerçekçilik ve Marksizm


Kabaca on yedinci yüzyıldan beri dünyamızla ilgili soruşturmanın kendisi, “bilimsel” sıfatı ile nitelendiriliyor, buradan da söz konusu soruşturma, dinden ve metafizikten ayrıştırılıyor.
1867’de Marx’ın Kapital’inin basının gündemine geldiği dönemde bilimsel bilginin elde edilişi ile ilgili hâkim görüş, pozitivizmdi. Pozitivizm, dünyamızla ilgili gerçeklerin veya olguların, nihayetinde gözlem yoluyla oluşturulduğunu söylüyordu.
Marx, Kapital için kaleme aldığı giriş bölümünde, bu çalışmasını yeni bir ekonomi biliminin kurucu eseri olarak takdim ediyordu. Ama kitabın sonraki baskılarına yazdığı önsözlerde bu kanaatini destekleyecek, imalı da olsa olumlayacak bir açıklamaya yer vermiyor, geliştirdiği ekonomi teorisinin ne tür bir bilim olduğu konusunda net ifadeler dile getirmiyordu.
Marx’ın, ardından da Engels’in ölümünden sonra İkinci Enternasyonal’in önemli isimlerinden Karl Kautsky, Marksizmi kökleri Marx’a dayanan bir düşünce okulu olarak inşa etti. Yirminci yüzyılın başlarında pozitivizmin artan etkisi karşısında büyülenen Kautsky, kendi geliştirdiği yeni Marksizmin empirik bir bilim olduğunu söylüyordu.
Kautsky, bilhassa Marx’ın 1859’da kaleme aldığı kısa çalışması, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı için yazdığı önsözde, bu düşüncelerini birkaç paragraf hâlinde ele aldı. Orada Kautsky, Marksizmin tarihsel bir bilim veya tarihsel materyalizm olduğunu, tarihsel materyalizmin ise hâkim teori olarak tarihin yönünün sosyalizme doğru olduğunu öngördüğünü söylüyordu. Kautsky’ye göre Kapital, tarihsel materyalizm teorisinin bir tür alt teorisi olarak iş görüyor ve tarihsel yasaları ispatlıyordu.
Ama yirminci yüzyılın başında dünyada yaşanan savaş ve ağır ekonomik kriz koşullarında dünya genelinde sosyalist devrim meydana gelmedi, bu da öngörülerinin empirik düzlemde doğrulanmasına bel bağlayan bir tür bilimselliğe sahip bir teoriyi tartışmalı hâle getirdi.
Marksistlerin bu meseleye yönelik cevaplarına baktığımızda, Kautsky’nin tarihin yönünü veren hâkim teori olarak inşa ettiği Marksizmi geçerli kabul ettiklerini görüyoruz. Gelgelelim öte yandan Lukacs ve Althusser gibi Marksist teorisyenler, “tarihsel materyalizm empirik bir bilim değilse ne tür bir bilimdir?” sorusunu ele aldılar.
Bu bağlamda Althusser, Marksizmi savunuyor ve onun yeni bir bilim olarak inşa edilmiş tarihsel materyalizm olduğunu, dayandığı hakikatin teorinin kavramsal alanının dışında çürütülemeyeceğini, aslında teori içi olduğunu, ayrıca bu teorinin sosyalizmi tarihsel bir “ihtimal” olarak ele aldığını söylüyordu.
Altmışlarda, yetmişlerde ve seksenlerde Marksizm çalışmalarında süren tartışmalar üzerinden bilgi teorilerinin ve genelde bilim felsefesinin temelleri sarsıldı. En yüksek mertebeye yerleştirilmiş olan pozitivizm, ellilerde “mantıksal empirisizm” olarak kodlandı. Buradan da teorik öncüllerde belirlenmiş olan empirik gerçeklerin teyit edilmesi çabası dâhilinde, doğa biliminin ve toplum biliminin tek bir modelde birleştirilmesi gündeme geldi.
Gelgelelim bu model, altmışlarda iki yönden saldırıya uğradı. İlk saldırı, zıt empirik kanıtlar ortaya koyacak gözlemlerden bahseden felsefi şüphecilik geleneğinden geliyordu. İkinci saldırıyı ise empirisistlere kıyasla olguların gözlemlenmesine daha fazla alan açan teorik yaklaşım gerçekleştiriyordu.
Marksizme tüm bağnazlığıyla düşman olan felsefeci Karl Popper, ilk saldırı bağlamında, sahneye evrensel yasaların yanlışlanabildiği ölçüde doğru olabileceği düşüncesiyle çıktı. Ama bu fazla iyi olan anlayışı üzerinden Popper, pozitivistlerin bilimle metafizik arasında yapmaya çalıştığı ayrımı silikleştirdi.
Diğer yandan, ikinci saldırı ise gelenekçilik denilen felsefe tarihinin o köklü akımının dirilmesine neden oldu. Basit mânâda gelenekçilik, gözleme dayalı kanıtların doğruladığı evrensel kanunlar anlayışına bağlı kalan bir akımdı. Buna göre kanunların belirlenmesini sağlayan deney türünden bilimsel pratiklerin sonuçları, esasen devreye soktuğumuz araçlar ve bilişsel kaynaklarla birlikte, bizim tarafımızdan “yaratılıyordu”.
Postmodernizm, bu gelenekçi anlayışı ifrata vardırdı ve bilgi teorisindeki sel kapaklarını açıp gerçeklikten kaçmanın zeminini sundu. Zira artık gerçeğin, konularıyla ilişkili olarak düşünce şemalarımızın dayandığı hakikati değerlendirebilme noktasında derinlerine daldığımız, akıldan bağımsız bir dünyanın bulunmadığı görüşü kabul görmekteydi. Ortalıkta sadece şemalar, paradigmalar, söylemler, kendi “dünya”larını üreten şeyler vardı.
Roy Bhaskar’ın eleştirel gerçekçilik üzerine kurulu bilim felsefesini inşa ettiği dönemde postmodernizm, akademide büyük teorilere veya üst anlatılara saldıran bir tür virüs gibi yayılmaktaydı. Entelektüel bağışıklık sisteminin zayıflamasıyla neoliberal politikalar mevzi kazandılar, ayrıca tüm insanlığa işçi sınıfı karşıtı “üst” ekonomi modelini dayatmak için uğraşıp duran “kimlik politikası” ciddi bir kitle topladı.
Bhaskar’ın çalışmaları, bilgi teorilerinin gerçekdışıcı yaklaşımlara doğru evrilip yozlaştığı süreçle çatışan eserlerdi. Ona göre bilim felsefesi bağlamında bu yaklaşımlar, temelde “epistemik safsata”dan ibaretti.
Esasen “bir şeyi nasıl biliriz?” şeklinde özetlenen epistemolojik soru cevaplanırken, “ne bilinmeli?” olarak ifade edilen ontolojik soru da cevaplanmalıdır. Bhaskar’a göre bir inceleme nesnesinin dayandığı bilimin biçimini ve kapsamını tayin eden, o nesnenin gerçek dünyada sahip olduğu özel nitelik ve bahsi edilen ontolojik sorudur.
Bhaskar, ayrıca bilimsel bilgiyi gözlem üzerine kuran ontolojik emprisist modelin “düz” olduğunu söyler ve bu modelin bilimde devrimlerin nasıl meydana geldiğini açıklayamayacağını iddia eder.
Çağlar boyunca bilimsel değişim, dünyanın ontolojik yapısı ve gözleme açık olan yığınla olgu üreten nedensellik mekanizmaları ile birlikte kökleşen ve katmanlara ayrılan malzemelerine bağlı olarak gerçekleşir. Bu nedensellik mekanizmaları ve isimlendirdikleri bilimsel kanunlar, “hepten gidimsel çıkarım” denilen işlem üzerinden uygulama alanı bulur. Bu noktada bilim insanlarının kafalarını gözlem ve mevcut teorinin sınırları bağlamında asıl allak bullak eden şey, yüzeydeki algılanan tezahürlerden sorumlu, derinde yatan nedensellik mekanizmasının varlığıdır.
Bilimsel hakikate, izah veya tarif edilecek bilgi nesnesinin nedensellikle ilgili yapısı ile izah veya tarif etme iddiasında bulunan teorinin mantıksal yapısı örtüştüğünde, vakıf olunur.
Bhaskar’ın bilime takdim ettiği ontolojiyle birlikte düşündüğümüzde Marx’ın Kapital’de geliştirdiği ekonomi teorisinin yeni bir bilimin kurucu çalışması olduğuna dair iddiasını yeniden ele almak mümkün hâle gelir. Her şeyden önce Marx’ın ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra Karl Polanyi ve Robert Heilbroner gibi ekonomi tarihçilerinin çalışmaları, meseleleri farklı ele almışlardır. Polanyi, diğer toplumsal pratiklerden ekonomik hayatı kopartan piyasalaşmayı; Heilbroner ise toplumsal doku dâhilinde bir ekonomik toplum inşa eden piyasaları ele almıştır. Ama gene de kapitalist dönemde ekonomik hayata asıl neyin sebep olduğu meselesi, toplumsallık üzerinden ele alınmış veya ayrı bir toplumsal yüzeyin inşa edilip edilmediği hiçbir zaman açıklanmamıştır.
Marx’ın dehası, toplumları giderek kuşatan piyasalaşma sürecinin, insanî faaliyetin bu alt kümesinin, kapitalist toplumda maddi üretimin belirli bir amaca yönelik faaliyetinin toplumsal dünyada oluşan katmanları ayıran soyut ve üretken mekanizmanın kendine has ontolojik özelliklerini açığa vurduğunu göstermesinde yatar. Marx, bu üretken mekanizmaya sermaye adını verir ve bu mekanizmanın sermayenin “kendince can bulan” para ve emtia gibi izah edilememiş olgulara yol açan özelliğinin kapitalist “şeyleşme” olduğunu söyler. Toplumsal ve tarihsel düzlemde teşkil edilmiş bir nesne olmasına karşın sermaye, insanları maddi yeniden üretim faaliyeti dâhilinde nesneleştirir. Bu yeniden üretim faaliyetinde tüm toplum, değer birikimi veya kâr elde etme pratiklerinin bir yan ürünü olarak somutlaşır.
Sermaye üzerine tefekkür ederken Marx, bu özel ontolojik nesnenin hakikatini açığa çıkarmak için gerekli epistemolojik kaynaklar ve bilim türü ile ilgili meseleyle yüzleşir. Bir kez daha olağanüstü öngörülü olan yaklaşımına başvuran Marx cevabı bulmak için yüzünü, sermayenin ontolojik niteliğine çevirir. Kapitalist şeyleşmedeki ontolojik güç, kendisini sermayedeki soyutlaşma ve saflaşma eğiliminde dışa vurduğundan, Marx diyalektik denilen, özel bir amaca yönelik bilişsel kaynağa başvurur. Marx’a göre diyalektiğin materyalist anahtarı, sermayenin maddi eyleminde saklıdır. Bu eylem dâhilinde sermaye kendisini, soyut, niteliksel heterojen kullanım değerinden soyutlar ve bu noktada emtiayı kapitalist piyasada yekpare, soyut ve niceliksel değer temelli ilişkilere dönüştürür.
Kozo Uno, Marx’ın, “kapitalist şeyleşme” denilen ontolojik eğilimi takip etmek için diyalektik epistemolojiyi devreye sokmasını yöntemsel açıdan doğru bulur. Ancak Uno’ya göre bu noktada çözüme kavuşturulması gereken bir sorun ortaya çıkmaktadır: Kapital, en temel cisimleşmesi dâhilinde, esasen sermayenin ne olduğu ile ilgili, zamandışı bir teori midir?
Marx’ın yaşadığı dönemde görebildiğimiz kadarıyla, sermayedeki tüm Çin setlerini yıkma, kapitalist olmayan, ekonomi dışı tüm engellerden kurtulma eğilimi güçlüdür. Gelgelelim Marx’ın hiç tanık olmadığı emperyalist dönemdeki dönüşümler, bu süreci sekteye uğratmış, çelişkili bir biçimde, kapitalizmi destekleyecek kapitalist olmayan pratikleri muhafaza etmiş ve yeniden üretmiştir.
Kozo Uno buradan, sermayenin şeyleştirme mantığını saf kapitalist toplum teorisiyle ilişkilendirir ve bu sermayenin “hücre biçimi” olarak yola çıkan saf kapitalist toplumun kapitalist dolaşım, üretim ve dağıtım kategorileri arasındaki derin ve içsel ilişkileri açığa çıkarttığını söyler. Söz konusu kategoriler, değer yasasının idaresi altındadırlar ve faiz kategorisinde ifade edildiği biçimiyle, sermayenin meta formu almasıyla birlikte, diyalektik çemberi kapatırlar. Bu noktada sermaye, sahibi için mucizevi bir biçimde gelir akışı sağlayan bir “varlık” olarak görünmek suretiyle, toplumdaki emek ve üretim sürecine bağlı olduğu gerçeğini gizlemeye çalışır.
Uno’nun tartıştığı diğer bir konu ise tarihsel materyalizmin, kapitalizm incelemesinden ayrı bir projeyi gündeme getirip getirmediği meselesidir. Zira şeyleşme ve üstyapının ekonomik altyapıdan ayrıştırılması ile ilgili ontolojik eğilim, sadece kapitalizmde mevcuttur.
Marx, tarihsel materyalizmle ilgili az sayıda paragraftan oluşan teorisine ait kavramların ve önermelerin gerçekte karşılık bulmasını sağlamaya hiçbir zaman niyetlenmemiştir, çünkü bu kavramlar ve önermeler, kapitalizmi incelediği dönemin bağlamı dâhilinde yeterli hâle gelmişlerdir. Uno’ya göre tarihsel materyalizmin amacı, bizi burjuva düşüncesine karşı bağışıklık kazanma konusunda katkıda bulunacak ideolojik bir hipotez olarak iş görmektir.
Uno’nun ele aldığı üçüncü konu ise politik ekonomi temelli kapitalizm incelemesidir. Bu inceleme ise üç analiz düzeyinde yapılmalı, önce saf kapitalist toplum teorisinden başlayıp oradan kapitalist gelişme ile ilgili aşama teorisine, oradan da kapitalizmin empirik-tarihsel incelemesine geçilmelidir.
Eleştirel gerçekçilik bizim, bilimde, üretken mekanizmaların belirli sonuçlara yol açan gücünü anlamamız noktasında katkıda bulunur. Bilimsel yasaların atıfta bulunduğu bu mekanizmalar, her zaman doğal dünyada fiziki deneyden, toplumsal dünyada ise, saf kapitalist toplum teorisi gibi düşüncedeki deneyden istifade eden “soyut düzey”de kavranır.
Bilimin üzerinde durduğu soru, gerçeklikte artık saf hâlde bulunmayan bu yasaların “açık” sistemlere etkisinin nasıl ölçüleceği ile ilgilidir. Tarihte sermayenin gücü her zaman belirli bir birikim formu kazandığından Uno, bu tespit üzerinden, bu dünyayı tarihsel formlarıyla ele alan aşama teorisinin tarihte sermayenin mantığının takatsiz bırakan kontrolünü inceleme noktasında gerekli bir adım olduğunu iddia eder.
Saf kapitalist toplum teorisi, esasen şu gerçeği teyit etmektedir: kapitalizm, “sadece yabancılaştırıcı, emeği sömüren, serveti asimetrik bir biçimde dağıtan bir toplum değil, “baş aşağı dönmüş”, yabancı bir güç hâline gelmiş, insanın ekonomik hayatını değer birikimi sürecinin bir yan ürünü olarak yeniden üreten bir yapıdır.
Kozo Uno’ya göre kapitalizm, insanî toplumun olması gerektiği şeyin antitezidir. Çünkü kapitalizm, meta ekonomisinin altyapısınca yönetilen bir toplum kurma eğiliminde olan değer eliyle kullanım değeri temelli hayatın içine alındığı sürecin bir ürünüdür.
Bu anlamda sosyalizm, kullanım değeri temelli hayatlarını özgürce seçtikleri somut eğilimlerine göre yeniden üreten özgür insanların özgür birliklerince teşkil edilen üstyapılar üzerinden, kullanım temelli hayatın yeniden kurulmasını talep eder.
Richard Westra
16 Nisan 2020