23 Ekim 2021

,

Zincirler

Henri Barbusse'ün yeni kitabı Zincirler bir roman mı yoksa bir şiir mi? Bu, eleştirmenleri endişelendiren bir soru. Normalde, eleştirmenlerin bir eseri yargılamadan önce onun türünü anlaması gerekir. Ancak, bu durumda, sorgulama bana biraz banal görünüyor. Zincirler, kendisinin edebi tekniğin şablonlarından herhangi birine hapsedilmesine izin vermiyor. Barbusse, çalışmasının önsözünde onu sınıflandırmanın zorluğu konusunda bizi uyarır. Zamanının bir Dante'si gibi, Ateş’in şairi de evrensel acının uçurumuna inmiştir. Tarihin derin gerçekliğine nüfuz etmiştir. Her yaştan kalabalığı sorgulamıştır. Daha sonra, bölümlerini birbirine bağlayarak insanlık trajedisinin birliğini yeniden inşa etmiştir. Bu şiiri ya da bu romanı yazmak için, şairin “yeni bir plana atılması” gerekiyordu. “Çoklu çağrışımları yoğunlaştırmaya çalıştığımda,” diye yazıyor şair, “farklı sanat biçimlerini araştırıyormuşum gibi geldi: romanı, şiiri, dramayı ve hatta büyük sinematografik perspektifi ve fresklerin sonsuz cazibesini.” Gerçekten de Zincirler’de tüm bu sanatsal ifade araçlarının öğelerini bulabilirsiniz. Barbusse'ün yeni kitabı hiçbir tarife uymuyor. Paul Souday bu eseri Goethe'nin Faust’unun ve Flaubert'in The Temptation of St. Anthony’sinin [“Aziz Anthony’nin Baştan Çıkışı”] türüne ekliyor. Souday’in eleştirel sağduyusu, onu bu eseri daha spesifik bir sınıflandırmanın içine alma riskinden kurtarıyor.

Zincirler’de roman bir bahanedir. Kahraman da bir bahanedir. Şair Serafin Tranchel, hemen hemen şimdiki hayatını yaşamamaktadır. O, diğer yüzyıllardaki hayatını yeniden yaşıyor. Onda gördüğümüz şey, kendisinde atalarının anısı uyanmış bir bireyin vakasıdır. Barbusse, romanında bilimsel bir teori uyguluyor. “İstisnasız tüm izlenimlerin yalnızca potansiyel olarak ve gizli bir durumda beyinde kaydedilmediği, aynı zamanda bireyden bireye bütünsel olarak aktarıldığı" teorisini. Tabii ki burada, bazıları için estetik prosedürle ilgili başka bir soru ortaya çıkıyor: Bilim, bir hayal gücü çalışmasına dâhil olmalı mı? Bunu tartışmak gereksiz olurdu. Bu soru küstah, tuhaf ve yersiz. Bu boyutlardaki bir eser, ait olduğu çağın ve uygarlığın damgasını taşımalıydı, Batılı bir adamın duyarlılığını ve kültürünü temsil etmesi gerekiyordu. Yüzyılının yarattığı bir insan olarak Barbusse, karakterinin hatıralarını, atalarının hatıralarını ancak bilimsel olarak açıklayabilirdi. Aksi takdirde, romanın atmosferinde ezoterik bir şey yüzerdi, bu da onun çizgilerini bozacak doğaüstü bir şey olurdu. Maeterlinck'in laboratuvarındaki hiçbir malzeme Barbusse’e hizmet edemezdi.

Kullanılan yöntem, Zincirler’in mimarisini de son derece basitleştiriyor. Serafin Tranchel'in vizyonları, çağrışımları birbiri ardına açık, berrak, plastik bir şekilde gelir, aralarında hiçbir yapay bağlantı yoktur. Barbusse bizi Cehennem, Cennet ve Araf'ta cimri bir şekilde yönlendirir. Onun tekniği yolculuğu bastırırken, bizi bir çağdan başka bir çağa götürmektedir. Her bölümde, her karede aynı dram farklı bir ortamda yeniden ortaya çıkar. Bu dramada geçişler, tuhaf aralıklar yoktur. Bu sıfatın asil anlamıyla Zincirler’i sinematik yapan da budur. Ancak her bölüm, her kare titrek, kaçak bir sinematik görüntü değildir, her birisi harika birer fresktir. Figürler, Michelangelo’nun fresklerindeki gibi heykelsi değildir. Puvis de Chavannes'ın fresklerindeki türden bir belirsizliğe sahiplerdir. Barbusse’ün kahramanların neredeyse her zaman sahip olduğu bu tür bir belirsizlik.

Zincirler’in tüm tekniği, eğer birisi onun oluşumunu araştıracak olursa, esasen ve tipik olarak Barbüsçüdür. Barbusse, bu eserinde önceki eserlerinin yöntemini kullanır. Ateş de bir roman değildir; siperlerin bir kronolojisidir, savaşın dehşetinin bir ifadesidir. Eğer bilmek isterseniz, Zincirler’in sahip olduğu usul L'Enfer’de [“Cehennem”] oluşturulmuştur. Karakter, bir aktörden ziyade, herkesin dramı olduğu için aynı zamanda kendisinin de dramı olan, insanın dramının bir seyircisi gibi davranır. Fakat o, sadece bir izleyici değil, her şeyden önce aydınlanmış bir görücüdür. Onun gözleri, hayatın aldatıcı görünümleri altında sonsuz trajik bir gerçeği kavramaktadır. O, düşündüğü tüm olgularda özdeş bir duyguyu yener.

Çağımız, edebi olarak, epik türün çöküş zamanı olarak ortaya çıktı. Ancak Barbusse destansı bir eser yazmıştır. Onun eseri epiktir, çünkü çok sayıda duygudan ilham alıyor. Destansıdır, çünkü bir eylem şarkısının aksanı var. Çok önemli olmasa da, aynı zamanda bir o kadar liriktir. Kurallar, katı ve özlü tanımları ile destanın ve lirik olanın anlamını çok fazla deforme etmiştir. Şimdi destan yeniden doğuyor. Fakat artık kapitalist uygarlığın aynı destanı değil bu destan. Bu, proleter uygarlığın larva aşamasındaki destanıdır ve henüz tamamlanmamıştır.

Kapitalist medeniyetin kurduğu dünyanın edebiyatındaki insan, bireyin haricinde başka bir şeyi kavramayı pek beceremez. Onun edebiyatı, bir ruh hâlinin incelikli tasvirinde, bir günahın veya bir zevkin şehvetli tadımında, hastalıklı bir fantezi oyununda yeniden yaratılır: Psikolojik edebiyat, konularını gezegenin hasta kabuğundan seçen psikanalitik edebiyattır.

Devrimin edebi insanı içinse başka insan kategorileri ve başka evrensel değerler vardır. Bakışları, sadece yüzeydeki istisnai varlıkları keşfetmez. O, diğer kürelere doğru uçar. Başka ufuklar keşfeder. Devrimin sanatçısı, kitlenin karanlık rüyasını, kalabalığın kaba eylemini yorumlama ihtiyacı duyar. Devrimin sanatçısı, durumla münhasıran ve hastalıklı bir şekilde ilgilenmez; panoramik ve bütün olarak, yaşamın ta kendisiyle ilgilenir. Eski destan, kahramanın yüceltilmesiydi; yeni destan, kalabalığın yüceltilmesi olacak. Yeni destanın şarkılarında insanlar, toplumun anonim ve görmezden gelinen korosu olmaktan çıkacaktır.

Hâlâ çökmekte olan ve can çekişen bir edebiyatın sınırları içinde, henüz bir potansiyel olarak gelişen yeni bir sanatın ana hatlarını ve rüşeym hâlindeki renklerini hissedemeyecek veya kavrayamayacak kadar hapsedilmiş şekilde yaşıyoruz. Örneğin Barbusse, etkisinden henüz tam olarak kurtulamadığı çökmekte olan bir okuldan gelmektedir. Ancak Les Enchainements [“Zincirler”] çağdaş tarihte tek başına bir olgu değildir. Gotik katedraller gibi çok çeşitli bir inanca dayanacak bir sanatın öncüllerinin işaretleri uzun zamandan beri görülmektedir. Barbusse gibi çağımızın bir insanı olan Alexandre Blok’un bazı şiirlerinde The Scythians’ta, sözlü anlatımı, yürüyüşte olan bir halkın akan söylentisini zaten hissedebilirsiniz. Rus devriminin şairi Vladimir Mayaskovski, daha sonra “150.000.000” adlı şiirinde bir eylem şarkısının başlangıcını yapar. Yeni Rus tiyatrosunun eylemcileri, Bertrand Russell’ın heybetli ve dini karakterleri nedeniyle Orta Çağ Gizemleri ile karşılaştırdığı binlerce kişinin katıldığı Moskova gösterilerinin provasını yaptı. Dördüncü Gücün [medyanın] yüzyılı, toplumsal devrimin yüzyılını, onun destanının ve destanlarının malzemelerini hazırlamaktadır. Kitlelerin bir sembolü olan meçhul asker için en büyük saygıyı dünya savaşının kendisi talep etmedi mi?

Batı’nın hiçbir edebiyatçısı, sanatlarında, insana karşı hassasiyet, kalabalığa karşı tutku göstermede Henri Barbusse kadar olamamıştır. L'Enfer’in yazarı, tek bir karakterden etkilenmiyor, insanlardan etkileniyor. Onun tüm sayfalarının konusu insan dramıdır. Bu dram hem birdir hem de bir fazladır. Her çağın dramıdır. Barbusse, sonsuz bir sevgiyle, güçlü bir enerjiyle, kitlelerin alçakgönüllü görkemini haklı çıkarırken, “[Kitleler] Başkalarının tüm altın tarihini boynunda taşıyan karyatiddir” diye yazar.

Zincirler’de bu duygu her an su yüzüne çıkmaktadır: “Sayıların harikulade serüveninin peşine düşün... Savaşan çokluklar... Bir şeyleri yaratan çokluklar... Sayılar, doğanın çehresini değiştirdi. Sayılar üretti şehirleri. Karanlık kitleler, dağların temelidir, dünya, yavaş yavaş bir fırtına gibi kararmakta. Bir araya gelmekte olan rotalar, yollar ve seferler, kralların güçlerini, yaşamlarını ve yüceliklerini aldığı sığlıklara batmakta. Bir karyatid görüyorum, yarısı yeryüzüne batmış, yarısı gökyüzünde boğulmuş olan.”

Bu duygu, Barbusse’ün yeni kitabının arka planını oluşturuyor. Les Enchainements, karyatidin dramıdır. Dünyayı kıvrımlı ve kanayan sırtında taşıyan Atlas’ın romanıdır bu. Bu duygu, Barbusse’ün destanını eski destandan, klasik destandan ayırır. Barbusse, başkalarının kolayca görmezden geldiği şeyleri tarihte görür. Acıyı görür, çileyi görür, trajediyi görür. Bazı insanların unutarak ve inkâr ederek maceralarını ve şöhretlerini üzerine işledikleri o karanlık ve yoğun komployu görür. Tarih, ünlü biyografilerin bir koleksiyonudur. Barbusse, tarihin özünü inceliyor. Kitabında insanlığın tüm büyük yanılsamaları, tüm büyük mitleri maskelerini düşürüyor. İlâhi vahiy, asi söz hiçbir zaman saf kalmamıştır. Bunlar, ancak bir an için umut oldular. Sanki dünyayı yeniliyor ve kurtarıyorlarmış gibi göründüler. Ancak yavaş yavaş köhneleştiler. Bir formüle dönüştüler. Bir törene dönüştüler. “Hak, ona benzemek dışında, sapıklığa galip gelemez.”

Kitabın temposu çok acı. Kitabın vizyonları, L'Enfer’inkiler gibi, keskin bir şekilde dramatiktir. Ama bütün peygamberler gibi, bütün dinler gibi, karamsar bir kitap olan Les Enchainements de aydınlanmış ve yüce bir vaadi içerir. Gerçek daha önce zafer kazanmadı çünkü o, yoksulların gerçeği olmayı bilmiyordu. Şimdi ise nihayet, yoksulların, sefillerin, kölelerin krallığı yaklaşıyor. Şimdi gerçek, Spartaküs’ün sert kolları arasında geliyor. “İnsanın, sadece kokusu olan ve yine insanın sadece etiyle düşünmeye zorladığı insanlar; toprak ve su kadar çok olan bu insanlar, büyük ölüler, öz-bilinç kazanmıştır.” Barbusse, Devrim'in çılgınca tatlı müziğini duymaktadır. “Bakın,” diye haykırıyor, "bu şey tiz bir sesle titriyor, bu gösteri şunu haykırıyor: Debout les damés de la terre! [Yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın!]” Kitap, tüm insanlara bir çağrı ile kapanıyor: Par sagesse, par pitié, revoltez vous [“Bilgelik ve merhamet için isyan ediniz”].

Barbusse kendi şaheserini mi ya da genel anlamıyla bir şaheser mi yazdı? Bu da başka bir hadsiz soru. Les Enchainements, sıradan ölçülerle ölçülemeyen olağanüstü bir kitaptır. Edebiyat tarihindeki yeri, elbette çok yüksek olan olumsal sanatsal değerine bağlı değildir. Bu kitabın kıymeti, onun Devrimin müjdesi, geleceğin kehaneti olup olmamasına, birçok ruhta iman ateşini tutuşturmayı ve bir isyan hareketiyle birçok yumruğu sallamayı başarıp başaramadığına bağlıdır.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: